Etiket arşivi: Bedri Baykam

Türkiye için ne yapmalı?

Yılmaz ÖZDİL

SÖZCÜ, 17.7.2021

Memleketini seven her yurttaş gibi, her dost sohbetinde aynı karamsarlığa kapıldığınızı, çocuklarınızın torunlarınızın geleceğine dair dile getirmeye bile korktuğunuz endişelere sahip olduğunuzu, umut ışığı göremediğinizi, dönüp dolaşıp “ne yapmalı?” sorusuna cevap aradığınızı biliyorum.

Yüreğinizi ferahlatmak için bağımsız tabir edilen televizyonları seyrettiğinizi, ama her gece fotokopi gibi aynı tiplerle karşılaştığınızı, klişe cümleler duyduğunuzu, muhalif gazeteci ayaklarına yatan, habire sorunu anlatan, çözüme kafa yormayan, size bilgi vermeye uğraşmak yerine, muhalefet yöneticilerinin gözüne girmeye çalışan bu tipler yüzünden, yüreğinizin daha da daraldığını biliyorum.

Çünkü…
Size gerçekten çözüm yolu gösterecek liyakat sahibi insanlarımıza, tıpkı Akp medyasında olduğu gibi, bağımsız tabir edilen medyada da ambargo uygulandığını, kasıtlı olarak ekrana çıkarılmadıklarını, bağımsız medyaya rutubet gibi sızan mutant gazetecilerin, liyakat sahibi insanların size ulaşmasını engellediğini de biliyorum.

Bu çerçevede size bir önerim var : Bedel ödemeyi göze alarak, fırsat buldukları her platformda Türkiye Cumhuriyeti için mücadele veren 32 aydınımız, ortak bir kitap yazdı.
İsmi…
Türkiye İçin Ne Yapmalı?

Mesleğinde zirveye ulaşmış aydınlarımızın, kanaat önderlerimizin, kendi alanlarındaki dörder sayfalık görüşlerinden oluşan bu kitap, Boğaziçi Aydınlar Topluluğu kurucusu Profesör Ahmet Ercan‘ın koordinasyonuyla, Sözcü Kitabevi’nden yayınlandı.

Kimler var derseniz?
Bedri Baykam var, “Türkiye sevdası için ölmeye değer, ama aslında yaşayacak ve yaşatacak kadar cesur olmamız lazım” diyor.

Önay Alpago var, partilerde partiiçi demokrasi olmadan, ülkede demokrasinin olamayacağını örnekleriyle anlatıyor.

Ataol Behramoğlu var, tee 1980’de kaleme aldığı şiiriyle omuz veriyor…

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
boynu bükük ay çiçeği, şiirin ve aşkın geleceği
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
dağ rüzgarı, portakal balı, alçakgönüllü, hünerli, sevdalı
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
harlı bir ateş gibi derinde yanan, haramilerin elinde bunalan
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
bozlak, ağıt, halay ve zeybek, dumanı üstünde ekmek
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
zinciri altında kımıldayan, bitecek sanıldığı yerde başlayan.

Hüsamettin Cindoruk var, Akp tarafından “eski Türkiye” denilen Türkiye’yi adeta ders gibi anlatıyor.

Benim canım Muazzez İlmiye Çığ var, memleketin ancak “sahiplenmek duygusu”yla düze çıkabileceğini, bunun öğretilmesi gerektiğini anlatıyor.

Onur Öymen var, çağdaş uygarlık düzeyiyle bağımsızlık arasındaki olmazsa olmaz ilişkiyi anlatıyor.

Profesör Ümit Özdağ var, futbol maçında basketbol oynayarak sonuç alamayacağımıza dikkat çekiyor, Akp stratejilerine hizmet eden “sarı muhalefet”e dikkat çekiyor.

Uluç Özülker var.
Fikri Sağlar var.
Ufuk Söylemez var, ulusal çıkarlarımızı, milli ekonomiyi, ideolojik saplantılardan uzak, içinde “insan” olacak şekilde hayata geçirebilmemizin yollarını anlatıyor.

  • Profesör Ahmet Ercan, Cumhuriyet devrimlerinin kasıtlı olarak aşındırıldığını, köy enstitüleri başta olmak üzere, eğitim sistemini kuruluş ayarlarına döndürmek gerektiğini izah ediyor.

Türkiye’nin kahramanı Nasuh Mahruki var, “kök sorun” kavramına dikkat çekiyor, geriye kalan tüm sorunlarımızın Atatürk’ün ilerici vizyonundan vazgeçmekle başladığını anlatıyor.

Profesör Osman Korkut Kanadoğlu var, Profesör Kemal Alemdaroğlu, Profesör Coşkun Özdemir, Profesör Mehmet Tevfik Özcan var.

Mavi vatan” kavramının mucidi Cem Gürdeniz var.

Can Ataklı, gerçekten ilham verici bir açılım yapıyor, seçime “kazanacak bir aday”la girmek yerine, “kazanacak bir kavram”la girmemiz gerektiğini anlatıyor.

Namık Tan var, ihtiyacımız olan sadece gerçekçilik ve akılcılık diyor, hatalarımızla yüzleşmeden, yüzleşmeyi idrak etmeden toparlanmanın mümkün olmadığını özetliyor.

Profesör Tolga Yarman var, altını çize çize okumamız gereken bir tarif yapıyor, “son yirmi yıl, dincilerden memlekete hiçbir yarar sağlanamayacağını göstermiştir, ama şu da var ki, bu dincileri başımıza, gardrop Atatürkçüleri, samimi inananları küstüren, görenekten nasibini alamamış, Cumhuriyet’i anlamamış, Atatürk’ü hiç anlamamış, halka tepeden bakan, kibirlerinden geçilmeyen, sözde ilerici gabiler bela etmiştir” diyor.

Sedef Kabaş var, 3T formülüne vurgu yapıyor; Teknoloji, Tarım, Turizm diyor.

Ümit Zileli var, Şahin Mengü var, Salim Şen var, Arslan Bulut var, Deniz Kutluk, Tarık Özkut, Ertuğrul Kumcuoğlu, Mustafa Duman, Haluk Dural, Orhan Eraslan, Ümit Ülgen var.

Kitap diyoruz ama, 160 sayfalık “kurtuluş reçetesi” demek daha doğru.
Memleket için endişeleniyor, karamsarlığa kapılıyor ve acaba ne yapmalı diye kafa yoruyorsanız, “Türkiye İçin Ne Yapmalı?” kitabını okuyarak başlamanızı öneriyorum.

 

 

‘CHP’li Necip Fazıl’, Türkçe ezan fobisi ve Kılıçdaroğlu…

‘CHP’li Necip Fazıl’, Türkçe ezan fobisi ve Kılıçdaroğlu…

Bedri BaykamBedri Baykam
bedri.baykam@gmail.com 
Cumhuriyet, 21 Ocak 2021

 

Kılıçdaroğlu, Ahmet Hoca Enstitüsü ile görüşürken, asıl CHP’nin muhafazakâr bir parti olduğunu söyledi. Ardından da “Hepimizin dedesi, babası bir şekliyle CHP’liydi. Mesela önemli şairlerden Necip Fazıl Kısakürek CHP’nin parti meclisi üyesidir bir dönem. Adnan Menderes CHP’lidir. Tek parti var zaten, çok değişik görüşlerden, kimliklerden insanlar o tek parti döneminden parlamentoda ya da parlamento dışında partiyi temsil etmişlerdir. Ayrışma çok partili hayata geçtikten sonra başlamıştır” diyor.

Söyleyecek söz bulamıyorum. Sağ kesimden oy almak için Menderes ve Necip Fazıl’dan söz ederek bir CHP profili çizilemez, “Tek parti döneminde onlar da CHP üyesiydi” şeklinde bir siyaset oluşturulamaz. Bunlarla kitlelere güven veremezsiniz, özellikle tüzüğünüzde “çağdaş, demokratik, sol bir siyasal parti” yazıyorsa! Sayın Kılıçdaroğlu bunları toplumdaki gerilimleri azaltmak için yaptığını düşünse de partinin kimliği ve geçmişi ile çelişkiye düşüyor. Ekmeleddin İhsanoğlu olayını ise unutmadık ve unutmayacağız!

Bu konu bana “Şeb-i Arus töreninde İBB tarafından Türkçe ezan mı okutuldu?” tartışmalarını hatırlattı. Ortam son derece sert salvolara, dini konular üstünden siyasi kavgalara doğru evrilmişti. Konu tabii ki hemen Atatürk dönemi ve ezanı Türkçe okutmak isteyenlerle hesaplaşma üzerinden günümüz CHP’sinin kötülenmesiydi.

Erdoğan, “Buldukları her fırsatta tek parti faşizmine dönüyorlar. Kuran’ı Türkçe okutma gibi bir garabet İstanbul’da sergilendi” diyerek CHP’yi suçladı. Kasım 2018’de ise tersine, CHP Milletvekili Öztürk Yılmaz Türkçe ezanı savunduğunda, Kılıçdaroğlu hızlı bir kararla onu partiden ihraç ettirmişti.

Öncelikle, CHP’nin bu konudaki tavrından son derece rahatsızım. Atatürk Türkiyesi’nin simgelerinden biri haline gelen Türkçe ezanı, Mustafa Kemal’in partisinin bugün yadsıyabilmesi, hatta bir vekilini ihraç edebilmesi yenilir yutulur lokma değil. Partide “değişmez önder”in kimi sözlerini seçip kafanıza göre sansürleyip suç unsuru haline getiremezsiniz? Ezanın illa yalnız Arapça okunmasını istediğini savunanlar da tabii ki olabilir. Ama hiç kimsenin, Atatürk Türkiyesi’nin devrimler döneminin simge çıkışlarından biri olan “Türkçe ezan” konusunda haddini aşarak “cadı avı” başlatma hakkı yoktur!

Türkiye’yi Araplaştırmak isteyenlerin bu fikirle kendilerini doğal müttefik haline getirmeleri normal de, CHP’nin agresif tavrını anlamak mümkün değil. Artık parti şunu öğrensin:

  • Şeriata özenenler veya köktendincilerle pazarlık da olmaz, orta yol da!

Türkiye’de bunu deneyen merkez sağ, bildiğiniz gibi 90’lar boyunca adım adım eridi ve müflis bir tüccar gibi her şeyini kaybetti.

  • Gericiliğe ödünler verilerek laik-demokratik bir Cumhuriyet savunulamaz!

O mükemmel siyasal gençlik dergisi Çözümleme’de bu konuları işliyorum, son aylarda. Önce, 90’lar boyunca solun gaflarını, bu sayıda ise merkez sağın kendini yok edişini ele aldım. (Önümüzdeki sayı ise 2. cumhuriyetçi medyanın nasıl kullanılma sürecini tamamlayıp tasfiye edildiğini anlatacağım. Abonelik için: cozumleme@tiyatrobirileri.com)

TÜRKÇE EZAN OSMANLI’DAN GELİYOR!

Öncelikle bilinmeli ki, Türkçe ezan, Atatürk veya CHP’nin ortaya attığı bir konu değil. Türkçülük duyguları yükselme sürecindeyken, Sultan Abdülaziz döneminde hayatı olaylarla dolu Türkçü “Genç Osmanlı” yazar Suavi, “dinde reform gerekir” düşüncesinden hareketle, hutbenin her milletin kendi dilinde okunmasını ısrarla ilk olarak gündeme taşıyan kişiydi. Dinde tutucu dogmalara karşı çıkmak, Tanzimat döneminden beri takip edilen bir devlet politikasıydı. Ziya Gökalp’in dizeleri de o dönemde yol göstericiydi.

Hafız Ali Rıza Sağman, “Tanrı uludur, Tanrı uludur” tercümesini yapan din adamımız.

Soner Yalçın, OdaTV’de konuyu kaleme alırken Şafii bilginlerin, Kuran’ın başka dillerde de okunabileceğini savunduklarını anlatıyor. İmam Azam Ebu Hanife, “Ezan Farsça da okunabilir, yeter ki ezan olduğunu anlayalım ve namaz vaktinin geldiğini fark edelim” diyor. Yine aralarında Ebu Hanife, Alauddin Kasani, Zeyla’i gibi isimlerin olduğu İslam âlimleri, “Kuran’ın tercümesi de Kuran’dır” görüşünü savunanlar arasında…

Demek ki neymiş? “Türkçe Kuran” CHP dönemi veya Atatürk’ün bir “icadı” değilmiş. Halbuki topluma bu hep böyle sunuluyor. “Camileri ahır yaptılar” palavrasının bir tamamlayıcısı gibi…

İŞİN MANTIK-ANLAM-FELSEFİ YÖNLERİ

Lise sonda felsefe hocamız bir rahipti, Monseigneur Dubois. İnanılmaz donanımlı, zarif ve derin bir insandı. “Din ve felsefe, çok farklı şeyler” demeyin, din felsefesi diye bir dal var. Yeter ki, benzer sorulara farklı yanıtlar gelebilse de aydın bir bakış açısı olsun! Din insanı da filozof da kendine benzer sorular sorar.

  • “Ben kimim, nereden geldim, ölümden sonra ne var? Hangi kurallar altında yaşamam lazım?

(İster dini, ister etik, ister sosyal) Evren sonsuz mu?” Tabii ki din ve felsefenin birbirinden ayrılan sayısız bölmesi de var ama kesişme alanları da küçümsenemez.

Sonuçta felsefi metinlerin nasıl birer anlamı, içeriği, çözüm stratejisi geliştirme yöntemi varsa, din de aynı şekilde bir mesaj, bir bakış açısı, bir kaideler dizisi taşıyor.

Ama ülkemizde biz bunu şöyle bir farkla yaşıyoruz: Bu ezan ve Kuran’ın Türkçe ele alınışı, büyük bir sorun olarak görülüyor! Adeta Türklerin Kuran’da ne dendiğini anlamamaları isteniyor! Sanki bundan açıkça korkuluyor!

Zülal Kalkandelen, Cumhuriyet’te Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Cağfer Karadaş’ın, Kuran’ın Türkçe çevirisinin gençleri deizm ve ateizme yönlendirdiğini iddia ettiğini hatırlattı. O zaman Sayın Karadaş’ın söyledikleri akla iki şey getiriyor; ya “Kuran’ın ne dediği anlaşılırsa bu o kadar inandırıcı gelmeyecek ki gençler deist veya ateist olacak” ya da demek Diyanet iddia ediyor ki, “Kuran’ın Türkçe meali kötü bir çeviri olduğundan okuyanlar başka yola gidiyorlar”. Ben şahsen Karadaş’ın hangisini ima ettiğini merak ettim! (Mantıken üçüncü bir şık var mı, siz söyleyin?)

İşin AKP açısından son ilginç hatırlatması, 2015’te çözüm süreci devam ederken Erdoğan’ın Batman’da Kuran’ın Kürtçe çevirisi ile halka seslenip siyasi destek istemesi! O günlerde Bahçeli’nin bu olgu hakkında Erdoğan’ı nasıl teşhir edip tanımladığının araştırmasını lütfen siz yapın, beni aşar!

  • Dünyada, kendi vatandaşlarının dinini anlamasının önüne bu kadar dikenli tel çeken başka bir ülke yok!

İktidar kesimini tamam da Kılıçdaroğlu kendisini anlamamı beklemesin!

Acaba Atatürk kendisinin koltuğunda bu iddialı ve sert “Türkçe ezan-Kuran olmaz” görüşlerinin yükseldiğini duysa, neler düşünürdü?

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Bedri Baykam
bedri.baykam@gmail.com 
Cumhuriyet, 16 Temmuz 2020
CHP’nin çoğu üyesini üzen, neredeyse sadece yöneticiler ve seçilmesi istenen adayların katılacağı kurultayla Ayasofya olayı birbirinden ayrılabilir mi?

Kılıçdaroğlu, partide Atatürkçülüğün ve laikliğin savunulması üstüne önemli bir cephe oluşturmadı. Kritik noktalara yerleştirdiği siyasetçilerin yarısı liberal, bir kısmı 10 Aralık hareketinden gelen, belki bir kısmı TESEV günlerinden beri dostluğunu sürdürdüğü isimler. Laiklik, Lozan, Kemalizm, Atatürk’ün kararları konusunda hassas bir CHP Genel Başkanı olsa, herhalde Ayasofya konusunda, “dine saygıyı” elden bırakmadan yeri göğü inletirdi. Bütün dünyanın hümanizmi, diplomatlığı ve filozofluğunu öve öve bitiremediği Mustafa Kemal’in, kültürlerin, dinlerin ve medeniyetlerin kesişme noktası İstanbul’da dâhiyane bir şekilde dengelediği bu hareketin kalıcı evrensel değerini CHP Genel Başkanı’nın algılayamaması hayret verici. Erdoğan’ın, Atatürk ve Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararı algılayamayıp kendini tutamayarak “Esasında tek parti döneminde alınan bu karar tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı, çünkü Ayasofya ne devletin ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür” demiş olması üzücü ama pek şaşırtıcı değil. Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun “Açıyorsanız açarsınız. Bunu siyasi rant alanına dönüştürmek kadar büyük bir yanlış yok” sözleriyle yetinmesi ve CHP’nin parlamentoda hiçbir açık muhalefet yürütmemesi pes dedirtiyor.

90’ların ortasına kadar SHP ve özellikle Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, Atatürk’ün izlerine ve laikliğe yönelen tehlikeleri görmezden gelme üzerine kurulmuştur. 1989’da, Türk Ceza Kanunu’ndan şeriatçı propagandayı engelleyen 163. maddenin kaldırılması, SHP’nin Özal döneminde Atatürkçü sola attığı en büyük kazıktır.

Kılıçdaroğlu’nun seçtiği yol

Göreve gelişinin henüz 4. gününde verdiği demeçlerde “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” demişti. Aynı şekilde “Dersim” olayına bakışı, “farklı” yaklaşımı, 2010 yılında verdiği “laiklik tehlikede değil” ve 2012’deki “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” demeçleri, Kemalist bir CHP Genel Başkanı’ndan uzak bir profilin izdüşümleriydi. Öte yandan, Cumhurbaşkanı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Abdullah Gül’ü uygun görebilmek, 2018 seçimlerinde Haluk Pekşen ve Hüsnü Bozkurt gibi Atatürkçü çıkışlarıyla o dönem halkın gönlünü fetheden milletvekillerini tasfiye etmek, Hüseyin Aygün, Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekâroğlu, Muhammet Çakmak gibi etnik siyaset yapan veya İslamcı kimlikleriyle bilinen insanları ana listelere almak, kesin bir ters kadro mühendisliğine işaret ediyor. Benzer birçok sebep, Sayın Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi, 20. yüzyıl CHP tarihini ve partinin soyağacını iyi bilmediğini, Türk siyasetinin köşe başlarına hâkim olmadığını ve sürekli tekrarladığı şekilde CHP’yi 1930’ lardaki, 40’lardaki kimliğinden koparmaya çalıştığını göstermiştir.

Ayasofya konusunda CHP’nin veremediği tepkiler, geçmişte gösterdiği duruşlarla maalesef uyumlu! Atatürk’ün partisinde genel başkanlık yapan biri, büyük önderin en alkışlanacak evrensel boyutlu siyasi ve diplomatik hamlelerinden biri üstünden haddini aşan ve onu “tarihe ihanet etmekle” suçlayanlara karşı elini masaya vurup ayağa kalkamıyorsa, grup toplantısında Erdoğan’ı Danıştay’da yaşananlar konusunda ikiyüzlülükle suçlamakla yetinip, Meclis’te somut karşı duruş sergileyememişse, ne halkın nabzını tutabilmektedir ne de hangi koltukta oturduğunun farkındadır!

Meral Akşener ise camiye dönüştürme tartışmasında olumlu görüş sunmasına karşın, Erdoğan’ın bu sözlerine karşı gereken yanıtları en sert şekilde verebilmiştir. Bu, -başta Kılıçdaroğlu- herkes adına düşündürücüdür. Atatürk’ün Ayasofya’yı Cami-i Şerif olarak tescil ettiğini vurgulayan Akşener, “Bu gerçek ortadayken öyle hukuki hatadan söz etmek, daha da ötesi utanmadan tarihe ihanet yakıştırması yapmak, makamı ne olursa olsun kimsenin haddi değildir” diyerek, Atatürk kızına yakışan bir ders vermiştir.

Kılıçdaroğlu’nu ilgilendiren tek konu “Ben bu, konuda karşı durursam, daha sonra bu seçimlerde fatura olarak önüme konur mu, bana din düşmanı denir mi?” olmuştur. Aynen yakın geçmişte ne zaman alkol ve cinsel içerikli sansür, heykel saldırıları vesaire olduğunda CHP üç maymunu oynadıysa “Aman bana alkol veya çıplaklık düşkünü demesinler” diye çağdaş toplumda üzerine düşen tavırları göstermemişse, burada da CHP’nin oynadığı rol hiç farklı değildir.

Ali Rıza Öztürk’ün kritik ikazları

Eski CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, Danıştay kararının üç açıdan gayri hukuki olduğunu, (davacı derneğin dava açma ehliyeti bulunmaması, davanın 60 günlük süresinin geçmiş olması -evet, çünkü geçen süre 86 yıl!- ve aynı konuda daha önce açılmış davalarda verilmiş emsal ve kesinleşmiş hükümler bulunması) ve burada esas hedefin Atatürk Cumhuriyeti’nin Danıştay üzerinden tasfiye edilmesi olduğunu vurguluyor.

  • “Bu karar ile karşıdevrimi pekiştirmenin, Lozan’dan rövanş almanın yolu açılmıştır. Atatürk’ün imzasının çöpe atılması değildir tek sorun. Sorun, Atatürk’ün kurduğu demokratik laik hukuk devleti olan Cumhuriyetin tasfiye ediliyor olmasıdır. Sorun, herkesin gaflet ve dalalet içinde seyrediyor olmasıdır.”

Bir hukukçu olmadığım için, Sayın Öztürk’ün önemli sözlerini iki kaynaktan içerik olarak doğrulattım: Biri Sayın Yekta Güngör Özden, diğeri Sayın Sabih Kanadoğlu. 92 yaşındaki annem, Öztürk’ün çarpıcı yorumunu okuduktan sonra uyuyamıyorsa ve bu ortamda CHP Genel Başkanı bütün enerjisini kendisine muhalif hiç kimsenin giremeyeceği bir kurultay düzenlemeye verebiliyorsa, burada muhalefette ağır ve ciddi bir sorun var demektir. Şu ortamda, Atatürkçü duruş sergileyen her CHP’linin ısrarla kadro dışı bırakıldığı bir anlayış, bu insanların içeri girip muhalif duruş bile sergileyemedikleri bir kurultay ile çiftleşiyorsa, durum çok vahim demektir!

Behramoğlu’nun tarihe tokat gibi bıraktığı satırlar…

En son, Ayasofya konusunda işin tarihsel özüne dönersek: Gerçekten bugün kime neyi kanıtlamaya çalıştığımızı anlayamıyorum. Bizans’ı 567 yıl önce fethetmiş olduğumuz konusunda şüphe duyan mı var? Atatürk’ün evrensel “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen duruşuna hiç mi hiç uymayan bu Danıştay kararıyla dünyanın tepkisi üzerimize çevrilmişken, Ataol Behramoğlu’nun dünkü makalesinden şu satırlara dikkat:

  • “Kutsal olan evrenseldir. Herkesin eşi, çocuğu, mabedi, sadece onun değil bütün insanlığın kutsalıdır. Savaş hukuku bile, yenilenin en temel insan olma haklarını korumaya yönelik ilkelere sahiptir.. Yaşadığımız çağda, insanlığın bugününde, savaşta ya da barışta, kimden ve kime karşı olursa olsun, kutsalları çarpıştırmak, bir kutsal adına bir başka kutsala tecavüz, ayıptır, günahtır, suçtur, küçüklüktür.”

Batı’dan Cumhuriyet’e Yönelik Eleştirilerin Düşündürdükleri

Batı’dan Cumhuriyet’e Yönelik Eleştirilerin Düşündürdükleri

Onur Öymen
Cumhuriyet,
29.9.18

Cumhuriyet Vakfının Başkanlığına seçilen Dr. Alev Coşkun, “Cumhuriyeti hedefe koymak rastlantı mı?” başlıklı makalesinde yabancı basında yer alan ölçüsüz tepkileri de yanıtladı.

Coşkun, Cumhuriyetteki yönetim değişikliğinden sonra Alman basınındaki suçlamaları şöyle özetledi: “Türkiye’deki yegâne muhalif gazete Cumhuriyet, Erdoğan destekli karanlık, ekstrem nasyonalist ve ultra Kemalist darbe sonucu tasfiye edilmiş bulunuyor.”

Bedri Baykam da Le Monde gazetesinde yer alan suçlamaları “yüz kızartıcı” ve yanıltıcı, demokratik haklar açısından kabul edilemez buluyor.

Bugün Cumhuriyet gazetesi yöneticilerini suçlayanların ülkelerinde ve Avrupa Parlamentosunda maalesef medyalar konusunda her zaman demokrasiyle bağdaştırılabilecek örnekler görmüyoruz.

Fransa’nın en önemli gazetelerinden biri Türkiye’nin Kıbrıs harekatının ilk günlerinde sergilediği tarafsız tutumu, Türkiye’den beklentileri karşılanmayınca değiştirmiş ve Rum yanlısı bir yayın politikası izlemeye başlamıştı.

Frankfurter Allgemeine Zeitung’da uzun yıllar köşe yazarlığı yapan Alman gazeteci Udo Ulfkotte 2015 yılında yazdığı “Satın Alınmış Gazeteciler” başlıklı kitabında devlet güçlerinin baskısıyla makaleler yazmak ve tasvip etmediği görüşleri savunmak zorunda bırakıldığını açıkladı. Ulfkotte bu konuda maruz kaldığı baskıları YouTube’da İngilizce olarak yaptığı bir konuşmada anlattı. Ancak yazdığı kitap ve yaptığı konuşma Alman medyalarında neredeyse görmezlikten gelindi.

Türkiye’de bizim bir kilise kapattığımız iddiası üzerine ülkemize davet ettiğimiz 14 Alman gazeteci bu iddianın gerçek dışı olduğunu gözleriyle görmelerine karşın, onların kaleminden Alman basınında gerçek durumu yansıtan bir habere rastlamadık.

Türkiye’ye yönelik bazı haksız suçlamalar Başbakan Kohl’ü bile rahatsız etmişti. Kohl, bir kezinde bu eleştiri sahiplerine “Hepimiz camdan evlerde oturuyoruz. Başkasının evini taşlarken kendi camımızı kırabiliriz,” demişti.

Avrupa Parlamentosu da bu konularda her zaman iyi bir sınav vermemiştir. Türkiye raportörlerinden biri, saygın gazetecilerin tutuklandığı Ergenekon davasında kanıtlanmamış iddiaları desteklemiş ve Ergenekon’un devletin içine sızmış bir çete olduğunu ileri sürerek devletin bu örgüt mensuplarını cezalandırması gerektiğini söylemiştir.

Kuşkusuz insan hakları ve demokrasi gibi kavramlar Türkiye gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayan ülkelerde bir iç sorun sayılamaz. İnsan hakları alanında ülkemize yönelik eleştirilerde hiç haklılık payı olmadığını da söyleyemeyiz. O nedenle yabancıların eleştirilerini dikkatle değerlendirmeliyiz. Ancak bu eleştiriler Cumhuriyet vakfına yapılan saldırılar gibi, çağdaş ve demokratik düşünce sahibi oldukları bilinen kişilere yönelik olarak yapıldığında, onlara karşı sessiz kalamayız. Özellikle Türk gazetecilerini ‘bizden yana olanlar, bize karşı olanlar’ şeklinde tasnif edenleri ve görüş ve eleştirilerini bu anlayışla dile getirenleri dikkatli bir gözle okumalıyız. Cumhuriyet Vakfı olayında olduğu gibi, bu konularda görüş açıklayanlar belli kesimlerin ve kişilerin sözcülüğünü yapmak yerine adil, tarafsız ve ilkeli bir tutum izlemeye özen göstermelidirler.

Hüseyin Akbulut : Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti


Dostlar,

Bir kitap tanıtımı yapmak istiyoruz.

Yazarı : Hüseyin Akbulut

Kitabın adı : Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti

Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti
  • Yazar: Hüseyin Akbulut
  • ISBN:978-605-63620-7-1
  • Basım Tarihi: Eylül 2013
  • Boyutu: 13.5 x 21 cm.
  • Sayfa Sayısı: 376 sayfa
  • Müzik Eğitimi Yayınları No.46
  • Kültür Kitapları Serisi No.15
  • Fiyatı: 25TL.

Resmî tarih, elli yıllık bir dönemi bazen birkaç cümleyle anlatıp geçiverir.
Üstelik resmî tarih yazıcıları, kesin yargıları da bu birkaç cümleyle topluma kabul ettirmeye çalışır. Oysa, o birkaç cümlenin ardında hangi gerçekler, hangi niyetler,
hangi entrikalar, hangi yaşanmışlıklar vardır! Hele konu Devletin kültür/sanat politikası
ve kurumlarıysa…

Hüseyin Akbulut, içinde yaşadığı, sanatçı, seçilmiş yönetici ve atanmış bürokrat olarak yıllarını verdiği müzik ve sahne sanatları alanında, resmî tarihin ardında yatan
dev gibi gerçeklerin kapılarını aralıyor. Sanat ve siyaset dünyasında işlerin ve ilişkilerin, sanatçısı, siyasetçisi, bakan ve resmî tarih yazıcıları nasıl yürütüldüğünü, perde arkasıyla açıklıyor.

Öğrenci, keman sanatçısı, CSO’nun seçilmiş müdürü, Devlet Opera ve Balesi’nin
uzun süre kesintisiz görev yapmış atanmış genel müdürü ve Kültür Bakanlığı’nın müsteşar yardımcısı olarak yıllarını verdiği bu âlemde yaşananları, belgeleriyle, fotoğraflarla, tanıklığıyla anlatıyor, olaylarla ilgili düşüncelerini açıklıyor. Çuvaldızın ucunu pek çok ilgiliye, bu arada kendisine de batırmaktan kaçınmıyor. Kültür/sanattan yoksun siyaset ile siyasetten yoksun sanat dünyasının berrak bir görünümünü çiziyor.

Tüm bu özellikleriyle bu kitap, alanında bir “ilk”… Yalnızca sanatçıların, sanatseverlerin değil, eski ve günümüz siyasetçilerinin, bürokratlarının “ibretle” okuması, gerekli dersleri çıkarması, kendi özeleştirilerini yapmaları için güç alması gereken, anı ve gerçeklerle özgün görüşlerin içiçe sunulduğu önemli bir kitap bu…

Şefik Kahramankaptan

İçindekiler
  • Yaşamıma Yön Veren Kurumlar: Köy Enstitüleri ve Gazi Eğitim
  • Düşlerimizdeki Okul
  • Olağanüstü Bir Müzik Dünyası: Rubin Müzik Akademisi
  • Gazi, Kuruluş İdeallerinden Nasıl Uzaklaştırıldı?
  • Derinlikli Tarihiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
  • Kenan Evren ve Müzik
  • Başkente Bir Kültür Kompleksi Kazandırılabilir mi?
  • Turgut Özal ve Müzik
  • Yıl 1926: Riyaset-i Cumhur Orkestrası Avrupa Limanlarında
  • Hipodrom Konserleri
  • Yasa Tanımayan Kültür Bakanı
  • Bir Güldürü Öyküsü: Kaybolan Pasaport
  • Bir Cumhuriyet Kurumu: Opera
  • Opera ve Bale Sanatları İçin Verilen Savaşım
  • Bitmez Tükenmez Aspendos Kavgası
  • Devlet Balesi Kayseri’de
  • Kültür Bakanı’nı Mahkemeye Veren Genel Müdür
  • Operada Namaz
  • Bazı Operacıların Refah Partisi’yle İşbirliği Girişimi
  • Süleyman Demirel ve Müzik
  • Hikmet Şimşek Cumhurbaşkanı Demirel’e Nasıl Emretti?
  • İktidardan Düşüren Senfoni
  • DSP’li Hükümetler Dönemi
  • İstifamı Önleyen Kültür Bakanı
  • Kültür – Sanat Büyük Ödülü
  • Devlet Sanatçısı Unvanının Sonu
  • Büyük Sıçrama: Beş Yeni Opera-Bale Kurumu
  • Antalya’ya Opera – Bale: Ahmet Taner Kışlalı’nın Özlemi
  • Veda Zamanı
  • Yurdumuzun Kültür ve Sanat İşleri
  • Bakanlıktaki Göreve Nasıl Atandım?
  • Devlet Sanat Kurumlarının Yeniden Yapılanma Serüveni
  • “Lirik Tarih” Gösterisi ve Yekta Kara Soruşturması
  • Kültür Bakanlığında Ürettiğimiz Yeni Projeler
  • Fazıl Say ’ın “Nâzım Hikmet Oratoryosu”
  • Ahmet Necdet Sezer ve Müzik
  • Bir Dönemin Sonu: Gemi Alabora Oluyor
  • AKP’nin İktidarı Ele Geçirmesi
  • Kültür Bakanlığı’nın Kapatılarak Turizme Eklenmesi
  • 2014’e Girerken Türkiye’nin Görünümü
  • Kültür ve Sanata Soluk Aldıracak Yaklaşımlar Nasıl Olmalı?
  • İsim Buldurusu
    (www.muzikegitimi.net, 2.11.13)

**********

Değerli Akbulut ile ADD’de Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştık (2006-2007).

Bir sanat – kültür adamı olarak inceliğinden, zarafetinden, duruşundan,
söz söyleyişinden hep öğrendik..Şimdi de ömrünü verdiği Türk sanat – kültür yaşamına tanıklıklarından öğreneceğiz.
Zaten bu kapsamlı kitabına (376 sayfa) verdiği başlığın da üstünde“Yaşananlar, Tanıklıklar, Düşünceler Işığında” notunu üzelliekle düşüyor.Bu notu özellikle önemsiyor sayın Akbulut ve kitabının adeta gerekçesi sayıyor.
Bir boyutuyla da ..bunca yaşanan, tanıklık edilen olaylar ve düşüncelerin yazılması
boyun borcuydu, başka türlü yapılamazdı.. diyor bize göre.
Nitekim 28.10.13 günü Çağdaş Sanatlar Merkezinde ADD panelinde bize bu değerli kitabını imzalarken de söz konusu hususu – gerekçesini bir kez daha dile getirdi.
Türkiye, AKP yönetiminde Kars’taki insanlık anıtının “Allah-u ekber” diyerek kafasını kesen ve yere indirerek kaldıran bir acı – utanç veren dönem yaşamakta.Başbakan RT Erdoğan, yontu sanatçısı Sayın Mehmet Aksoy‘un bu yontuları için, çok yetkisi varmışçasına, sıkı bir sanat eğitimi almışçasına, “Ucube” buyurmuş ve kaldırılmasını Kars belediyesine emretmiş, ne yazık ki yüz kızartıcı buyruk, üstelik
dinsel bir ritüelle, “Allah-u ekber” nidalarıyla yontunun kafaı kesilerek yerine getirilmişti (14.6.11)!Ve Türkiye, Afganistan’ın Talebanları ile aynı lige sokulmuştu (14.6.11);
Resam Bedri Baykam‘ın deyişiyle,

  • ”Dünya, Türkiye’yi ikinci Taliban olgusu olarak yansıtacak…”
Salt Türkiye için değil, insanlık tarihi adına da kahreden bir acı olaydır bu.
Örnekler ne yazık ki tek de değil.. Başkent belediye başkanı da “böyle sanatın içine tüküreyim..” diye kükremişlerdi (!)..

Bu karanlık dönemi de aşacak Türkiye..Dar ve de zor dönemler, sanatçıların – aydınların topluma yol göstermesi – öncülük etmesiyle aşılır.. Sn. Akbulut de bu kitabı ile ükemizin kritik dönemecinde bu sorumluluğunu yerine getirmekte.
Eylül 2013 tarihli önsözünde şu kaydı dikkate değer :
Kitap, Türkiye’nin inişli – çıkışlı kültür tarihine bir bakış niteliği taşıyor..
Betz hücrelerinize sağlık Sayın Akbulut..
Sayın Akbulut’un bu sitede daha önce bir makalesine yer vermiştik :

Devlet Tiyatroları kapanmanın eşiğinde!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Fatih Hilmioğlu’nun Acısı ve Haykırışı

Bedri Baykam

Fatih Hilmioğlu’nun Acısı ve Haykırışı

İnsanın sevgili babasının cenazesine katılması, evrenin kendisine sunduğu en ağır sınavlardan biridir. Maalesef çok iyi bildiğim bir dramdır. Çocukluğunuzdan beri her an korktuğunuz şey bir gün gerçekleşir ve sizi dünyaya getiren iki insandan birini kaybedersiniz. Bilinçaltı bu beklenti yıllardır içinizde olduğu için birazcık hazırlıklısınızdır buna… Ama bir de bunun tersi vardır. Yani annenin-babanın oğlunu-kızını zamansız kaybetmesi felaketi. İşte doğa sizi buna bilinçaltınızda alıştırmamıştır. Akışın beklentilerine girmez. Acı daha da katlanır bu yüzden. Hele o baba en akla sığmayan nedenlerle hapiste tutuluyorsa!

Birkaç hafta önce yine Ergenekon davasını izlediğim bir gün, Malatya İnönü Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’yla uzun uzun sohbet etme imkânı buldum. Her zamanki vakur duruşuyla bana aşağıda okuyacağınız şekilde Ergenekon davasını analiz ediyordu. Kendisine en kısa zamanda bu savları ele alacağımızı söylemiştim. Araya Balyoz davası, iktidarın Taksim çıkarması gibi hayati gündem konuları gelince bu haftaya ertelenmişti bu yazı. Nereden bilebilirdim ki satırlarımın en ağır yanı, yüreği kanayan ve oğlunu kaybetmiş bir babayı teselli etme, daha doğrusu “edememe” ve acısını paylaşmaya çalışma olacak? Allah sabır versin Sayın Hilmioğlu’na… Kendisi hayatının en acı haberini en dramatik şekilde alıp sağlığını daha da kaybederek Ankara’ya 8 saat sonra götürüldüğü gece, ne kadar ilginçtir ki, yine en katı duvarla karşılaşmış.

Yetkililer “Hayır gece kendi evinde kalmana izin yok” haberini verdikten sonra ailesiyle bir saat kalıp Sincan Cezaevi’ne yollanmış Hilmioğlu. Buna benzer insanlık dışı normları duyunca gerçekten kendime soruyorum:

Empati denilen olgu, bu insanlarda hiç mi yok? Yarın aynı davranışı bir başkası kendilerine yapsa ne hissederlerdi, çok merak ediyorum… Herhalde aynaya bakıp kendileriyle ilgili dehşete düşerlerdi!

Hilmioğlu, hep bana yansımış olan değerli yüzüyle, örnek bir Atatürkçü hoca, örnek çalışkan bir insan, ülkesine yalnız iyilik yapmak için, aydın gençler yetiştirmek için ömrünü vermiş bir büyük rektör. Herhalde cezaevinde yalnız kaldığı anlarda “Meğer hiçbir iyilik cezasız kalmaz sözü doğruymuş!” diye kendi kendini sorgulayan bir insan aynı zamanda.

Hilmioğlu, Ergenekon davası konusunda yargı mercilerinin, kamuoyunun ve siyasilerimizin dikkatini iki noktaya çekiyor.

Bunların ilki, “Ergenekon” adı verilen bir terör örgütünün varlığını bugüne kadar kanıtlamış hiçbir kurum bulunamaması hakkında:

“Yıllardır bu konu en derin şekliyle ve ısrarla, MİT’e, askeri istihbarata, polise ve hatta basına soruluyor. Bugüne kadar böyle bir örgütü bu dava dışında duyan yok. Hiçbir devlet kurumundan tek bir olumlu yanıt yok. Mahkeme heyetinin bunu sormadığı kapı kalmamışken hâlâ neyin peşindeler merak ediyorum. Bu kadar yüksek imkânlarla bu tek yönlü soruşturmada bile yıllardır bir şey çıkmıyorsa, bu nasıl bir dava oluyor anlayamıyorum.”

Doğru söze ne denir? Yani bu ülkenin tüm istihbarat örgütleri, toptan sıfır mı çekiyorlar da böylesine “Cumhuriyetin canına kastetmiş” dev bir örgütün tek bir izi çıkmıyor? Bu bir fiyasko değildir de nedir?

Ama Hilmioğlu’nun çıkışı bununla da sınırlı değil. Bakın ne ekliyor:

“Bu davanın özü, adı geçen ‘örgüt’ün, bir ‘darbe girişimi’ yaptığı iddiası üzerine kuruludur. Sayın Savcı’nın kendisi, ‘Bu davanın özü 2003-2004 darbe girişimi iddiasıdır.’ diye belirtmiştir. Bu konuda en yetkili kişi ve

    Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök, ifade vermeye gelmiş ve ‘Böyle bir darbe girişimi olmamıştır.’ diyerek kesin görüşünü açıklamıştır.

Yani ne dediği belirsiz, güvenilmez, sapkın gizli tanıkların mı sözleri daha değerlidir, yoksa Sayın Genelkurmay Başkanı’nın sözleri mi?

İşte bu nedenlerle bu konu artık bitmiştir. Olmayan örgütün olmayan darbe teşebbüsü nedeniyle daha kimi ne kadar tutabilirler burada?

Artık yargının da toplumun da bunu görmesi lazımdır.”

Hilmioğlu’nun bu içten anlatımlarının toplumun her kesimine ulaşması gereklidir. Bu hafta sonu yine Taksim’de yaptığımız “Taksim İçin Taksim’e” mitingi güzel geçti ama istediğimiz kitlesel yoğunluk yoktu. İnsanlar akıllarını başlarına almazlarsa, daha çok Hilmioğlu, çok Taksim zarar görür. Demokratik tepki haklarınızı kullanmazsanız, bu sütunlar şikâyet ve üzücü durum tespitlerinin ötesine geçemez…

(16 Ekim 2012 – Cumhuriyet)