Etiket arşivi: Başbakan İnönü

Atatürk’ün Dehasına Bir Örnek: “İlk Türk Operası ‘Öz Soy’un Ders Veren Öyküsü”


Dostlar
,

Sayın Akbulut’un bu sitede daha önce en az 3-4 yazısına, kitap tanıtımına yer verildi.

AKP kükümeti ise TÜSAK (Türk Sanat Kurumu) yasa tasarısı ile
Ulusun sanat – kültür alanını ve yaşamını çökertme girişimini sürdürüyor..

Çok yazık..

Her tarafı yolsuzluklara bulaşmış bir siyasal kadro, uygarlık adına ülkemizde
Cumhuriyet devrimi ile ne biriktirilmişse “tar-u mar etme” vahşetini sürdürüyor..

Sayın Akbulut’un aşağıdaki makalesi bu bağlamda çok düşündürücü ve yol gösterici.

Büyük ATATÜRK‘ün devrimlerinin yaşamın hemen her alanına dönük olmak üzere bütünselliğini ve kapsayıcılığını da izliyoruz bu değerli derleme ile..

Sayın Akbulut’a teşekkür ederken,

  • AKP iktidarını Türk sanat – kültür yaşamını yıkıcı girişimlerden
    geri durmaya bir kez daha çağırıyoruz..

Öncelike ellerini temizlesinler..

  • Bakanların oğullarının evlerinde ayakkabı kutusu içinde 5 (beş!) milyon dolara yakın paranın – servetin ne aradığını ve kaynağını açıklasınlar..

Ortalık çok iğrenç kokuyor ve mide bulandırıyor; feci düzeyde asap bozuyor.. 

Çekip gidin artık..

Sevgi ve saygı ile.
19 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=========================================

Atatürk’ün Dehasına Bir Örnek: 

“İlk Türk Operası ‘Öz Soy’un Ders Veren Öyküsü”

portresi

Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 


Atatürk’ün sanata, müzik sanatına ve özellikle de “opera”ya olan ilgisini biliyoruz.

Bu alana o denli önem vermektedir ki,

  • “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir.” (TBMM 1934)

sözüyle, müzikteki değişikliği, ulustaki tüm değişikliğe, yenileşmeye ve gelişmişliğe
ölçü olarak görüyor.

Anlayış; 2500 yıl önce yaşamış Çin bilgini Konfüçyüs’ün

  • “Bir ülkenin genel durumunu mu öğrenmek istiyorsunuz? Onların müziklerine bakınız. Eğer müzikleri bozulmuşsa orada her şey bozulmuş demektir.”

özdeyişindeki anlayışla da çok uyumludur. 

İlk kez izlediği Carmen operası Atatürk’te derin iz bırakmıştır. Mustafa Kemal 14 Ekim 1913 / 7 Kasım 1914 arasında Sofya’da askeri ataşedir. Fethi Bey (Okyar) ile
düpedüz birer sürgündürler. Orada yalnızdır ve kırgındır, biraz da unutulmuştur.
Aslında istenen de, o tarihte O’nu gözlerden uzak tutmak ve unutturmaktır.

Atatürk; operayı ilk kez bu duygular içinde Sofya’da izler. İzlediği opera, G. Bizet’nin ünlü Carmen operasıdır. Operadan çok etkilenmiştir, temsilden sonra yakın arkadaşı Şakir Zümre’ye duygularını aktarırken söyledikleri, O’nun sanata olan yaklaşımını
ortaya koyuyor:

“Balkan savaşında neden yenildiğimizi bugün daha iyi anladım. Bak Şakir, bizim çoban millet gördüğümüz Bulgarların, orkestrası, operası, sanatçıları, şarkıcıları varmış.”

Atatürk daha o gün, sanatı (operanın varlığını) gelişmişliğe ölçü olarak görüyor, toplumsal yaşamda sanatın işlevine ve önemine vurgu yapıyordu.

  • Bugün artık biliyoruz ki; sanat gelişmişliğin ve çağdaşlığın en belirgin ölçütüdür.

Vurgulanacak önemli nokta, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Atatürk’ün;

  • sanatı ve özellikle müzik sanatını, opera ve baleyi toplumsal değişmenin, gelişmenin ve ilerlemenin önemli bir aracı olarak değerlendirdiği gerçeğidir.

Yeni bir toplum yaratılacaktır…

Duygu ve düşünce dünyamızı değiştirme gücü ve işleviyle sanat alanındaki yoğun kurumlaşmaya bu nedenle önem verilmiştir.

Büyük Atatürk düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:

  • En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi
    iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir âleme yöneltmeyi gerektirir.
    Onun için çok zordur. 
    Çok zordur ama mutlaka yapılacaktır.”

Cumhuriyeti kuranların müzik sanatına ve özellikle de opera sanatına olan ilgilerini, günün tanığı Cevat Memduh Altar’dan aktaralım:

“…Atatürk’ün operaya büyük ilgisi vardı.
Kendilerini çok yakından tanıyabilmenin mutluluğuna erdiğim o büyük insan,
adeta akademi niteliğini taşıyan sofralarına da katıldığım, tarihe sığmayan o büyük insan, operayı çok seviyordu. Yurt dışında seyrettiği operaları hiç unutmamıştı.
Örneğin Tosca operasını ve bu operadaki aryaları çok seviyordu. Günün birinde, 1936’da batıdan davet edilen Prof. Carl Ebert ve zamanın Milli Eğitim Bakanı
Saffet Arıkan
Beyle Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi’nin müdür odasındaydık. Başbakan İnönü de oraya geldiler. Saffet Arıkan Bey Prof. Ebert ile opera konusunda konuşuyordu ve Carl Ebert’e şöyle dedi:

“Sayın Cumhurreisimiz soruyorlar, Türkçe metinle bir opera ne zaman oynanacak?” Ankara’ya Carl Ebert yeni gelmişti, henüz bir sene olmamıştı çocuklarımızla uğraşalı. Ebert şöyle bir durdu, cevap verdi: “Beş yıl sonra”. Saffet Arıkan Beyin:
“Bunu Cumhurreisimize söyleyebilir miyim?” cevabına “Söyleyebilirsiniz.” dedi
Carl Ebert…”

Ben, sanat alanındaki uzun sayılacak yöneticiliğim döneminde, onlarla çok da iyi ilişkiler kuran bir sanatçı-bürokrat olarak, bakanıyla, başbakanıyla, cumhurbaşkanıyla, Cumhuriyetin çok daha varlıklı olduğu günümüzde sanat alanına bu boyutta bir duyarlığa sahip olunduğuna tanık olmadım. 

Konumuza dönelim, görülen; o gün, sanat alanındaki kurumlaşmada yoğun çalışmalar gerçekleştirilirken, bütün amacın bir an önce Türk Operasının kurulmasına hedeflendiği gerçeğidir. “Musiki Muallim Mektebi”nin, müzik eğitimcisi yetiştirme görevi yanında, besteci ve icracı sanatçılar yetiştirme uygulaması yetersiz kalınca,“Milli Musiki ve Temsil Akademisi”nin kurulmasına yöneliş, deneme niteliğindeki ilk Türk Operası
“Öz Soy”un icrasında yaşanan sorunlar ve görülen yetersizlik üzerine, ivedilikle “Konservatuvar”ın kurulması kararının alınması ve daha sonra Konservatuvar bünyesinde kurulan “Tatbikat Sahnesi” çalışmalarındaki başta gelen amaç,
adeta bir an önce “Türk Operası”nın kurumsallaşması içindir.

Bu olağanüstü ilgi, sonuçta ilk Türk Operasının bestelenişini de getirmiştir. Aktaracağımız örnek, 1934 yılında bestelenen ve seslendirilen Öz Soy Operasının renkli, bir o denli de ders veren öyküsüdür.

İran Şah’ı, 1934’te Türkiye’yi ziyaret edecektir. Atatürk, bu ziyarette Şah’ın huzurunda sergilenmek üzere bir opera yazılmasını ister. Opera, yurtdışındaki eğitiminden
yurda yeni dönen Ahmed Adnan Saygun tarafından bestelenecektir.

Operanın konusu da Atatürk tarafından özenle belirlenmiştir. Konu, Firdevsi’nin ünlü Şehnamesindeki “Kral Feridun Destanı”dır. Librettonun konuya uygun olarak yazılması için Münir Hayri Egeli görevlendirilmiştir. Librettonun hazırlanışında Atatürk’ün
sürekli uyarıları ve denetimi vardır.

Destanın kısa özeti şöyledir  :

Kral Feridun’un eşi Hatun doğurmak üzeredir. Bunun için bir şölen düzenlenmiştir. Gelen haber, Feridun’un Tur ve İraç adlı ikiz çocuklarının doğduğunu muştular.
Herkes neşe içindedir. Ancak şölene çağrılmayan kötülük tanrısı Ahriman çok kızgındır ve ikiz kardeşleri, sonsuza dek birbirlerinden ayrı yaşamaya ve birbirlerini tanımamaya ve birbirleriyle savaşmaya mahkûm eder.

Uzun yıllar geçmiş, savaşlar yaşanmıştır. Sonunda Anadolu’da barış dönemi gelmiş, düşmanlıklar bitmiş, Tur ve İraç’ın kardeş oldukları anlaşılmıştır. Operanın bitiş notalarında Tur’dan Türklerin, İraç’dan İranlıların doğduğu vurgulanmaktadır.
Özetle yazılan yapıt, Türkiye ile İran’ın dostluğunu, kardeşliğini vurgulamayı amaçlamaktadır.

Burada bir ayrıntıyı da verelim : Firdevsi’nin destanında doğan çocuklar aslında üçüzdür. Günün anlamına, senaryoya uygun olması bakımından
Atatürk’ün müdahalesiyle ikiz yapılmıştır.

Operanın bestelenmesinde de sergilenmesinde de zorluklar yaşanmıştır.
Çünkü zaman darlığı nedeniyle yapıt iki ayda yazılıp seslendirilecektir.
O yıllarda ülkenin opera sahneleyecek sanatçısı da yoktur.
Koro, Ankara Kız Lisesi ile Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsü’nün öğrencilerinden oluşacak, orkestra, Riyaset-i Cumhur Orkestrası olacaktır.

Yapıtın seslendirilmesi çalışmalarında büyük sıkıntılar yaşanmıştır.
Yapıt aleyhinde söylenen sözler Atatürk’ü rahatsız etmiş olmalı ki;
provaları izlemeye, önce müzik zevkine güvendiği bir arkadaşını, sonra yabancı bir büyükelçiyi göndermiş, son olarak da kendisi gitmiştir. (Demek ki sanat çevresindeki bitmeyen çekemezlikler ve dedikodular o gün de varmış..)

Yaşanan sorunlar nedeniyle orkestra değiştirilmiş, yapıtın seslendirilmesinde güçlükler çıkartıldığına tanık olunca, Osman Zeki Üngör orkestra şefliğinden alınmış,
yerine Ahmed Adnan Saygun getirilmiştir.

Sonunda, deneme niteliğinde, ancak tarihsel değerdeki ilk Türk operası “Öz Soy” yaratılmış ve 19 Haziran 1934 günü Atatürk ve İran Şah’ının huzurlarında sergilenmiştir. Şah’ın çok etkilendiği olaya Atatürk’ün tanısı ise çok daha derindir.
Cumhuriyetin sanat alanındaki atılımlarına göndermede bulunarak şöyle demektedir:

  • “Bu bir devrim hareketidir.”

Yaşanan bu olayda, Atatürk’ün müzik sanatına, operaya verdiği öneme ve O’nun
sanatı diplomaside kullanmadaki ustalığına tanık olmaktayız.

İran Şehinşahı‘nı bu denli özenle konuk ederken Atatürk, Türkiye ve İran’ın
dostluğunun da ötesinde kardeşliğine vurgu yapıyor, onu kazanmak istiyordu.
Bunu gerçekleştirirken de sözle anlatım yerine bir sanat olayını, müziği tercih ediyordu.

Sonuçta Atatürk, müziğin sözden daha güçlü bir ifade aracı olduğunu biliyor,
duygu ve düşüncesini sözle anlatmak yerine, sanatla ifade ederek etkiyi artırmak istiyordu.

Atatürk’ün doğu kültüründen, İslam coğrafyasından gelen bir devlet adamını
bir opera temsili ile karşılaması ise,

kurulan modern cumhuriyetin Dünyaya çağdaş sanatla tanıtımıdır.

Yaşanan öykünün siyaset kurumuna da ders veren boyutu ise, Atatürk’ün sanata verdiği değer ve sanatı diplomaside kullanabilmesindeki inceliği ve dehasıdır.

1934 yılında bestelenerek sahnelenen ilk Türk Operası “Öz Soy”un tarihsel öyküsü,
sanat kurumlarımızı, tiyatroyu, opera ve baleyi, orkestrayı “özelleştirme, iş yasası ve
iş akdi” söylemleriyle boğdurmak isteyen günümüz siyasal iktidarına ve anlayışına
ders verir niteliktedir.

Biz ülkemize,

  • kültür – sanatı yaşamın merkezine yerleştiren Mustafa Kemal Atatürk
    gibi önderler dileyelim.

Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

DOĞU PERİNÇEK : TUNCEL’in adını da değiştirebilecek misiniz!

TUNCEL’in adını da değiştirebilecek misiniz!

portresi_bayrakla

DOĞU PERİNÇEK

Tuncel Kurtiz, 1 Şubat 1936 günü doğdu.
Dersim’in Tunceli olmasından bir ay sonra.

Değerli Dostumuz Kamer Genç, yalnız birinden
söz ediyor, üst üste üç Tunceli Kanunu vardır.

Birinci Tunceli Kanunu: 25 Aralık 1935

İkinci Tunceli Kanunu: 4 Ocak 1936

Üçüncü Tunceli Kanunu: 13 Ocak 1936

Devrimin kucağına doğdu

Tuncel Kurtiz, Birinci Tunceli Kanunu’ndan 38 gün sonra, Üçüncü Tunceli Kanunu’ndan 19 gün sonra İzmit Bahçecik’te Cumhuriyet Türkiyesine gözünü açtı.
Devrimin kucağına doğdu.

Künyesine yazılmış O’nun devrimciliği, başı dikliği, yaratıcılığı, insanlığı,
emek davası ve sevdaları.

Müfide’den doğma, babası Vâlâ Kurtiz.
Acılı ve acılı olduğu kadar isyankâr kökler: Balkanlı bir aile.

Kütüğüne daha köklerden istiklal ve hürriyet kimliği kazınmış.
Çivi yazısıyla! Silinmez ve bozulmaz!

Nüfus kâğıdındaki kimlik

İçeri girmeden önceki günler, hep dün gibidir. Ne güzel bir akşamdı. Şule Perinçek ağırlıyor bizi. Ayşecan Bugay ve Umur Bugaylar, Jale Konduk ve Kandemir Konduklar, Tunca Yönder ve Can Perinçek elbette. Masanın başında Tuncel Kurtiz oturuyor.
Gül alıp gül veriyoruz. Gül ile gülü tartıyoruz. Gönül pazarındayız.

Tuncel yarım yüzyıllık arkadaşlarımdan, o akşama kadar sormak aklıma gelmemiş.
Ama artık güncel. Niçin Tuncel? İsminin hikâyesini anlattı bize. Dersim Tunceli olunca, Cumhuriyet devriminin derebeyliğine karşı savaş ilanı, nüfus kâğıdına yazılmış.

Tunceli’nin ve Tuncel’in şerefine

Göğüslerimizi dolduran bir rüzgâr esti o an.

“Haydi Tunceli’nin şerefine içelim.”

Kadehler kalktı.

Kadehlerle birlikte Cumhuriyet Devrimciliği de ayakta.

Yalnız Tunceli için olur mu, Tuncel’in de şerefine!

Yürekler arkadaşlık aşkıyla çarpıyor. Havalanıyor gönül kuşları.
Geleceğe uzanan dallara konuyor. O an umut çiçekleri patlıyor dallarından.

Sonsuz hasrete uğurluyoruz

Planlar yapıyoruz, Ulusal Kanal’a ilişkin, Türkiye’nin büyük geleceğine dair.
Ne bilebilirdik önümüzde hasretler var. Önce bizleri duvarlar ayırdı.
Ve şimdi Tuncel Kurtiz’i sonsuz hasrete uğurluyoruz.

Öyle adamların hasretleri, ancak sonsuz olur. Yerine yenisi gelemeyecektir.
Yaratıcının ölümü gerçek ölümdür. Kendisiyle birlikte bundan sonra yapacakları da ölür. Toplum yetim kalır.

Tunceli olmasa biz olur muyduk?

Tuncel ile Tunceli arasındaki bağı düşünün. Ama derinlemesine!

Dersim Tunceli olmasaydı, Tuncel olur muydu?

Biz olur muyduk?

Kim olurdu?

Bizleri doğuran ne anamızdır, ne babamızdır.
Bizler Devrimci Cumhuriyetin çocuklarıyız.

Soyumuz sopumuz, Cumhuriyetimizdir.

Kimimiz kimsemiz, Cumhuriyetin kimsesizleridir.

  • Sicilimizde devrim çocuğu yazılıdır.

Haylazlık yapıp anamızı, babamızı bazen unutsak da böyledir.

Sahnelerimizin ve perdelerimizin Tunçları

Sahnelerimizde ve perdelerimizdeki Tunçlara bakın:

Tuncel Kurtiz: 1 Şubat 1936

Tunç Okan: 19 Ağustos 1936

Tuncer Necmioğlu: 17 Aralık 1936

Tunca Yönder: 1 Ocak 1938

Tuncer Cücenoğlu: 10 Nisan 1944

Beş Tunçlarda Tunçlaşan nedir?

“Beş Tunçlar” diyelim onlara.

Hepsi Dersim Tunceli olduktan sonra doğmuşlar.

Bu nedenle mi hepsinin başı dik?

Bu nedenle mi emekçiler için soluk alıp veriyorlar?

Hepsi özgür!

Beşi de yaratıcı!

Beşi de iliklerine kadar insan!

Başları dumanlı dağlar gibi gururlu adamlar ve kadınlar.

Sizce bunun bir anlamı yok mu?

Abdülhamit, Vahdettin adını taşıyan büyük bir sanatçı var mı?

Tunceli’den önce Tunç var mıydı? Araştırın bunu.

Biz ne zaman tunçlaştık, araştırın!

Tunceli’nin tuncu niçin künyemize yazılmış?

Tunçlaşan nedir burda?

‘Dört dağ içinde’ neler vardı?

“Ama” diyor Atatürk Devrimiyle sorunu olan politikacı,
“Türküler söylenir Dersim diye.”

Doğrudur, o türkülerde Dersim hep “4 dağın içindedir”:

  1. Ağalık,
  2. seyyitlik,
  3. eşkıyalık,
  4. pederşahilik.

Ve o dört dağın içinde, Tunceller olmaz; marabalar olur, müritler olur,
ocağı yağmalananlar olur, aşiret boğazlaşmaları olur, kan davaları olur ve
saçlarından sürüklenen kadınlar…

Canlandırılamayan karakter

Yaptığı işlere bakın, bir devrimin ortaya çıkardığı büyük yeteneği göreceksiniz!

– Umut’ta Arabacı Cabbar ile define arayan Tuncel

– Otobüsteki Tuncel

– Tunca Yönder’in Ağrı Dağı Yolculuğu’nda trendeki Tuncel

– Hamo Ağa

Şeyh Bedrettin

– Ramiz Dayı.

Her karakteri oynayabilirdi. Ama Tuncel Kurtiz karakterini kimse canlandıramaz.
Çok özel bir kişilik, kendine özgü. Taklidi imkânsız.

Almanya’da Şeyh Bedrettin’i tek başına oynarken birkaç gün birlikte gezdik.
Serez Çarşısı‘nda ağaca asılacak kadar Bedrettin olmuştu.

Aydınlık’ta okuyunca, Can dostum ve Parti Yoldaşım, efsanelerin ressamı
Muzaffer Akyol’u kıskandım. Son gecesinde Tuncel ile muhabbet etmişlerdi.
İlk defa dışarıda olmayı bu kadar yürekten istedim.
Gözlerinde yanan ışığı bir kez daha görseydim.

Haydi kadehlerimizi sonsuza kadar kaldırıyoruz

Tunceli’yi Dersim yapacaklarmış!

Peki Tuncel’in adını ne yapacaklar!

Bakın bu sorunun cevabı, Mecliste parmak kaldırarak verilemez.

Bu bahtsız karşıdevrim koalisyonu öğrenecektir:

  • Devrimin kanunu bütün kanunların üzerindedir.

Haydi arkadaşlar, biz kadehlerimizi, bir kez daha ve sonsuza kadar,
Tuncel için ve Tunceli için kaldırıyoruz!

İLAN

Adı Tunç köklü okuyucularımızın doğum tarihlerini e-postayla veya mektupla bildirmelerini diliyorum. Bakalım Tunceli Kanunu’ndan önce Tunç var mı?
Tunceller, Tunçerler, Tuncalar, Tuncaylar, Aytunçlar, hepsi Tunç’a dahildir.

TUNCELİ KANUNU’NA İLİŞKİN NOT

Milletvekilimiz Kamer Genç, Birinci Tunceli Kanunu’nun Bakanlar Kurulu tarafından
6 Kasım 1935 tarihindeki adına bakıyor: “Munzur Vilayeti Teşkilatı ve İdaresi Hakkında Kanun”

Ama O tasarının bir buçuk ay sonra 25 Aralık 1935 günü Meclis’te kabul edilen adına bakmıyor: “Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun”

Tunceli adı kanunla kabul edildi.
Başbakan İnönü, gerekçeyi şöyle açıkladı:

  • “Halkı ağaların ve mütegallibenin nüfuz tesirlerinden korumak.” 

Anlamı budur!

Bir ilin ve ilçenin adı kanunla verilir. İllerin ve ilçelerin adları milletin yetkisindedir.
Yoksa yerel halkın değil. Bu da bir devrim ilkesidir.

  • Küreselleşme, yerelliği kışkırtıyor, hâlâ görmüyor muyuz?

Dünyanın Önde Gelen Dev Kütüphaneleri… ve Uygarlaşma..


Dostlar
,
ADD Bilim Kurulu Başkanı sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan aşağıdaki iletiyi
ve ekini gönderdi..
Biz de, değişik ülkelerde bulunduğumuz dönemlerde başımızı kütüphanelerden alamazdık..
Günümüzde ise cep telefonlarımız bile birer gezgin (mobil) kitaplık ya da
bu tür hazinelere erişimde çok hünerli araçlar oldular. Ne büyük nimet..
Bütün bunlar, laboratuvarlarda, kütüphanelerde sabahlayan bilim emekçilerinin insanlığa değer biçilmez armağanı.
Ancak, bunu yapmayan (bilim ve türevi teknoloji üretmeyen!) mistik ve de miskin toplumlar, başkalarınca üretilen devasa bilgi birikimini ve teknolojik uyarlamasını “nakil” de bile artık havlu atmış durumdalar.
Cumhuriyetimizin kurucuları, kalkınmada temel işlevi Bilime ve uzmanlaşmaya vermişlerdi. Cumhuriyet daha bebek iken 1925’te Ankara’da, hem de TBMM binasında, Başbakan İnönü‘nün açış konuşmasıyla İlk Miili Türk Tıp Kongresi  toplanması çağrısının Atatürk‘ten gelmesi nasıl anlamlandırılabilir ??
Sizlerle de paylaşalım..
Teşekkürler Ali hocam..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.1.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Değerli arkadaşlar
,

Bu gün sizlere Dünyanın görülmeye değer harikalarını (bu dosyayı 17.1.13’te sitemizde izleyebilirsini; A. Saltık) ve de Avrupa’nın güzel yapılarıyla meşhur kütüphanelerini gönderiyorum.Dünyanın en büyük Kütüphaneler listesini de ekledim. 

Dünyanın en büyük kütüphanelerini en az yüzlerce yıl önce kurmuş olan  İngiltere, Almanya, Amerika, Rusya, Çin Japonya…gibi Ülkelerin bugün
tek kitaba bağlı kalmış toplumlara ve tüm Dünyaya egemen olmaları
tesadüf müdür sizce?
Sevgilerimle. æ

Not :
Ömrü boyunca bir insan, 50 yıl süresince ve ortalama haftada bir kitap hesabıyla en çok 2500 kitap okuyabilir. Oysa Dünyada en az 25 milyon özgün kitap üretilmiştir. Medeniyet boyunca; yani kitaplardaki verinin en çok onbinde birine erişebilirsiniz.. Bu demektir ki, okuyacağımız kitapları çok özenle seçmek gerekiyor. æ