Etiket arşivi: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS

Cemevleri ibadethanedir!

Hamdi Yaver AKTAN
Yargıtay Onursal Daire Başkanı

Cemevleri ibadethanedir!

Cumhuriyet, 25 Şubat 2022

Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği’ne ait tüzüğün 2. maddesinde yer alan “Derneğin amacı Çankaya’da yaşayan Alevi inançlı yurttaşların inanç ve ibadetlerini yerine getirme merkezleri olan cemevlerini yapmak ve yaptırmaktır… ibaresi ile 4. maddesinin (a) fırkasındaki “Alevi inanç ve ibadet merkezi olan cemevlerini yapmak ve yaptırmak.. ve aynı maddenin (c) fıkrasında bulunan “İmar Yasası uyarınca imar planlarında ibadet yeri olarak ayrılan alanlar üzerinde Alevi yurttaşların yaşadığı yerlerde cemevi inşa etmek üzere girişimlerde bulunmak” ifadelerinin tüzükten çıkarılması Ankara Valiliği tarafından istenmiş, Derneğin kabul etmemesi üzerine feshi için dava açılmıştır.

Yargıtay, açılan davada verilen davanın reddine ilişkin kararın bozulmasına karar vermiş, ancak yerel mahkemenin direnmesi üzerine, dosyayı inceleyen Hukuk Genel Kurulu 3.12.2014 tarih ve 7- 1038 / 990 sayılı kararında direnme hükmünü onamıştır.

Hukuk Genel Kurulu kararında                  :

  • Anayasanın 174. maddesi,
  • 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun’un 1.,
  • 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki kanunun 1.,
  • Anayasanın 90. ile
  • 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 60/2. maddeleri

birlikte yorumlanmıştır. Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) özellikle dernek ve toplanma özgürlüklerine ilişkin kararlarına da kararda değinilmiştir.

  • AİHM’nin kararları, destek normundan öteye bağlayıcı kararlar olarak benimsenmiştir.

İSTIKRAR SAĞLAYAN KARAR

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 11. maddesinin bireylere tanıdığı hakları kullanabilmesi için devlete pozitif yükümlülük yüklediğini belirten Hukuk Genel Kurulu, kamu makamlarının bir ihmali veya hareketsizliğinin örgütlenme özgürlüğüne müdahale olduğunu kararlaştırmıştır.

Bireylere Aleviliğe inanma hakkı çerçevesinde, inançlarını gereği biçimde yerine getirmelerinin de sağlanması gerekliliğine işaret edilen kararda, aksine bir yaklaşımın toplumsal barışın ve düzenin bozulacağı karar gerekçesinde açıklanmıştır.

  • Kararın içeriğinden, ibadet yerlerinin belirlenmesinde karar mercii o dinin / inancın mensupları olduğu anlaşılmaktadır.

Kararın özet başlığında bu husus “İbadet yerinin meşruluğunu belirlemek konusunda devletin takdir yetkisinin olmadığı” yazılmıştır.

Yargıtay 3. Hukuk Dairesi de 28.5.2015 tarih ve 2014 /11238 esas ve 2015 / 9711 sayılı kararında Hukuk Genel Kurulu ile AİHM’nin Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı davasındaki gerekçeleri kullanmış ve uluslararası sözleşme hükümleriyle birlikte normatif düzenlemeler kapsamında hukuksal olgulara göre, cemevlerinin ibadethane olarak değerlendirilmesi gerekliliğini kararlaştırmak suretiyle kararlarda istikrar sağlamıştır.

ULUSLARARASI METIN

Yapılan itiraz da AİHM Büyük Dairesi tarafından reddedilen, elektrik faturalarından muaf tutulmaya ilişkin AİHM’nin 2.12.2014 tarihli Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı / Türkiye kararında cemevlerinin ibadethane olduğu kararlaştırılmıştı. Kararda yapılan ayrımcılık kabul edilmemiştir.

Öte yandan AİHM’nin 2 Aralık 2014 tarihli (Bireysel Başvuru No: 32093 / 10) kararında, ırkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu’nun (ECRI), 8 Şubat 2011 tarihli 10 Aralık 2010 tarihinde kabul edilen Türkiye hakkındaki 4. raporda Türk mercilerine; “Alevi toplumunun özellikle de ibadet yerleriyle ve bunlara sağlanacak tahsisatta ilgili konularda ayrımcı davranışta bulunulduğuna ilişkin kaygılarını araştırarak, varsa herhangi bir ayrımcılık konusuyla ilgili tüm gerekli tedbirleri almasını tavsiye eder” ifadesini de uluslararası metin bağlamında kullanmıştır.

Devletin, inançların meşruluğunu değerlendirme yetkisinin bulunmadığını, yansız ve tarafsız olma yükümlülüğünden bu sonucun çıktığını sorgulayan AİHM ayrıca hoşgörüye de dikkat çekmiştir (Paragraf: 49).

Komisyon, başvuruların %90’ını reddetti!

Komisyon, başvuruların %90’ını reddetti!

BİRGÜN ANKARA 26.4.19

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

KESK’e bağlı Büro Emekçileri Sendikası (BES) OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu’nun kendisine gelen dosyaların büyük çoğunluğunu reddetmesine tepki gösterdi.

Komisyonun Devlet Memurları Yasası, Danıştay, AYM ve AİHM kararlarına aykırı bir tutum sergilediğini söyleyen BES Genel Başkanı Serpil Akpınar, İnceleme Komisyonu’nun, yaşanan mağduriyetleri yargıya taşımanın önünde barikat işlevi gördüğü söyledi.

MAĞDURİYETLERİ GİDERMİYOR

OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler ile 135 bini aşkın kişinin kamudan ihraç edildiğini belirten Akpınar, şunları söyledi:

“Siyasi iktidarın oyalama ve yargı süreçlerini uzatma amacı ile kurduğu OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu mağduriyetler başladıktan 1 yıl sonra başvuru almaya başladı. Komisyon, iki yıllık sürede karara bağladığı 50 binin üzerindeki dosyanın %90’ınından çoğunu reddetti. Bu durum göstermektedir ki, Komisyon mağduriyetleri yargıya taşımanın önünde bir barikat olarak işlev görmektedir.

Bu Komisyonun Türkiye’nin hukuk sistemi içinde bir tarifi yok ve mevzuatça belirlenmiş bir yargı yeri de değil. Bu durum yasalara ve Anayasa’ya, yargısal işleyişe açıkça aykırıdır. İhraç edilen kamu emekçilerinin başvurularını hangi usul ve esasa göre kabul ya da ret ettikleri, yaptıkları soruşturmada hangi kıstasların temel alındığı tümüyle muğlaktır.”

HUKUKA AYKIRI

OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonu tarafından başvuruları reddedilen üyelerinin ret gerekçelerinin “İş bırakma, Berkin Elvan’la ilgili düzenlenen eylemlere katılma, odasının kapısına ‘bu iş yerinde grev var’ yazısı asması, ve ihraç olan arkadaşının evine geçmiş olsun ziyaretine gidilmesi” olduğunu belirten Akpınar, bu gerekçelerin suç ögesi taşımadığını söyledi.

Akpınar, sergilenen tutumun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle güvence altına alınan adil yargılama ilkesine, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na, Danıştay, AYM ve AİHM kararlarına aykırı olduğunu söyledi.
****
Dostlar,

Ankara Barosu Yasa İzleme Enstitüsü tarafından düzenlenen 685 Sayılı KHK Kapsamında Kurulan OHAL Komisyonu Paneli, 16 Şubat 2017’de Ankara Barosu Eğitim Merkezi’nde (ABEM) gerçekleştirildi. Açış konuşmasını, Baro Başkanı Av. Hakan Canduran yaptı. Canduran, şunları söyledi:

“23 Ocak 2017’de RG’de yayınlanan 685 Sayılı KHK gereğinde OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonu kuruldu. İlginç bir Komisyon olduğunu düşünüyorum. Sayın hocalarım bu konuda çok ayrıntılı bilgiler verecekler. AİHM yönünden nasıl bir değerlendirme olacağını da zannediyorum hocalarımız bize anlatacaklar.
Komisyonun süresi iki yıl olarak belirlendi. Bana OHAL’in en az iki yıl daha devam edeceği hissiyatı veriyor. Komisyon kararlarına karşı, HSYK tarafından belirlenecek Ankara İdare Mahkemesinde dava açılabilecek. Doğal yargıç ilkesini yerlerde süründüren düzenlemelerin yine yargı denetiminde nasıl bırakılacağını; yalnızca kurulan bu Komisyonun vereceği kararlarla mı yargıya taşınabileceğini gösteriyor; bunu tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Bence bu bir kaçma, bir kaçış. Ama bu benim kişisel düşüncem. Avrupa Konseyi organlarının hak ihlalleri konusundaki baskılarından, AİHM’nin Türkiye üzerinde yapacağı baskılardan kaçmak için kurulmuş bir görüntü komisyonu olduğunu düşünüyorum.” (http://yasaizleme.org.tr/yasa-izleme-enstitusu-egitim-dairesi-abemde-toplandi/ 30.4.19)

Sevgi ve saygı ile. 30 Nisan 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Kemal Gözler : “YSK kararlarına karşı Danıştay da dahil olmak üzere hiçbir mercie başvurulamaz”

Prof. Kemal Gözler yazdı: YSK’nın kararına karşı AYM’ye veya AİHM’e başvurulabilir mi?

“YSK kararlarına karşı Danıştay da dahil olmak üzere hiçbir mercie başvurulamaz”

Prof. Dr. Kemal Gözler (Anayasa hukukçusu)

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Referandumun yapıldığı 16 Nisan 2017 Pazar günü akşamından beri ülkemizde bir “mühürsüz oy pusulası” tartışması sürüyor. Yüksek Seçim Kurulu, 16 Nisan 2017 tarih ve 560 sayılı kararıyla mühürsüz oy pusulalarıyla kullanılan oyların geçerli olduğuna karar vermiştir[1].

İki gün önce 19 Nisan Çarşamba günü yayınladığım bir makalede bu kararın hukukî analizini yaptım. Makalede YSK’nın söz konusu kararının nasıl ve neden hukukî temelden mahrum olduğunu gösterdim. YSK, 16 Nisan 2017 tarih ve 560 sayılı Kararı, 298 sayılı Kanunun 101’nci maddesinin sözüne apaçık bir şekilde aykırıdır. YSK, 19 Nisan 2017 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi, Halkların Demokratik Partisi ve Vatan Partisinin yaptığı itirazların reddine karar vermiştir[2].

YSK’nın bu kararından sonra, şimdi de YSK’nın mühürsüz oy kararına karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, Anayasa Mahkemesi ve hatta Danıştay’a başvurulup başvurulmayacağı tartışılıyor. Bu konuda görüşlerimi açıklamak isterim:

1. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Başvurulamaz

YSK’nın 16 Nisan 2017 tarih ve 560 sayılı Kararı hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulamaz. Çünkü: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvuru yapılabilmesi için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi veya ek protokollerinde tanınan bir hak veya hürriyetin ihlâl edilmesi gerekir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi veya ek protokollerinde referandumla ilgili tanınan bir hak veya hürriyet yoktur. Bu konuyla ilgili en yakın madde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 Nolu Protokolün 3’üncü maddesidir. Bu maddede aynen şöyle denmektedir:

Madde 3.- Yüksek Sözleşmeci Taraflar, yasama organının seçilmesinde halkın kanaatlerinin özgürce açıklanmasını sağlayacak şartlar içinde, makul aralıklarla, gizli oyla serbest seçimler yapmayı taahhüt ederler”.

Açıkça görüldüğü gibi, 1 Nolu Protokolün 3’üncü maddesi, referandum için değil, yasama organının seçilmesi, yani milletvekili seçimleriyle ilgili bir maddedir. Yani Protokol, milletvekili seçimlerinde seçmenin oy hakkını güvence altına almaktadır; seçmenin referandumda kullandığı oy hakkı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin veya ek protokollerinin güvencesi altında değildir. Türkiye’de seçmenler 16 Nisan 2017 tarihinde yasama organının seçimi için değil, bir anayasa değişikliğinin kabûlü veya reddi için oy kullanmışlardır. Bu bir seçim değil, referandumdur. Dolayısıyla referandumla ilgili bir hak ihlâli iddiasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulamaz.

Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 11 Haziran 2013 tarih ve 12626/13 ve 2522/12 Sayılı McLean and Cole v. The United Kingdom Kararında “1 Nolu Protokolün 3. Maddesinin yasama organının seçimleriyle sınırlı olduğuna  ve referandumlara uygulanmayacağına (Article 3 of Protocol No. 1 is limited to elections concerning the choice of the legislature and does not apply to referendums)” hükmetmiştir. Mahkeme bu kararında referanduma  ilişkin başvurunun “kabul edilemez (inadmissible)” olduğuna karar vermiştir[3]. Durum bundan ibarettir. Şüphesiz, isteyen herkes, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunabilir. Ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yapılan bu başvuruların “konu bakımından (ratione materiae)” yetkisizlik nedeniyle “kabul edilemez (inadmissible)” olduklarına karar verecektir.

2. Anayasa Mahkemesine de Başvurulamaz

YSK’nın 16 Nisan 2017 tarih ve 560 sayılı Kararı hakkında Türk Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Çünkü Anayasamızın 148’inci maddesinin üçüncü fıkrası, bireysel başvuru yolunu, Anayasamızın koruduğu her temel hak veya hürriyet için değil, sadece bunlardan
“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi biri” için tanımıştır. Yani Türkiye’de Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunulabilmesi için, o hak ve hürriyetin sadece Türk Anayasası tarafından tanınması yetmez; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından da tanınması gerekir. Oysa yukarıda açıkladığımız gibi referandumda oy kullanma hakkı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleri tarafından tanınmamıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulamayan bir konuda Türk Anayasa Mahkemesine de bireysel başvuru yoluyla başvurulamaz. Kaldı ki Anayasamızın 79’uncu maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde açıkça “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” denmektedir. Bu hüküm Anayasamızda oldukça YSK kararlarına aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil başka herhangi bir mercie başvuru yapılması mümkün değildir.

İki gün önce YSK kararını eleştirirken kullandığım aynı satırları şimdi YSK kararına karşı başka mercilere başvuru yapmayı düşünenleri eleştirmek için kullanalım: Kanunun hükmü açıksa, yorum yapılmaz. In claris non fit interpretatio[4]. Mecellenin dediği gibi “tasrih mukabelesinde delalete itibar yoktur” (m.13) ve “mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (m.14).

Hukuk mantığı iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hep bir tarafa yontmaz. YSK’nın yorum yaparak 298 sayılı Kanunun 101’inci maddesinin “arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulaları geçerli değildir” şeklindeki hükme aykırı yorum yapması ne kadar yanlış ise, Anayasamızın 79’uncu maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesindeki “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” şeklindeki hükmüne aykırı olarak YSK kararlarına karşı Anayasa Mahkemesi veya bir başka mercie başvurulabileceğinin söylenmesi de o kadar yanlıştır.

3. Danıştaya da Başvurulamaz

Bugün (21 Nisan 2017) iki saat önce gazetelerden  CHP’nin YSK’nın kararı veya kararları aleyhine Danıştaya başvurduğunu okudum. Yukarıda açıkladığım aynı sebeple (AY, m.79/2.
son cümle), YSK kararlarına karşı Danıştay da dahil olmak üzere hiçbir mercie başvurulamaz. Anayasanın hükmü çok açık.

4. YSK Kararlarının Kesinliği Üzerine Bir Ek Açıklama[5]

Ben söyleyeceklerimi bu makalenin 21 Nisan 2017 günü yayınlanmış yukarıdaki kısmında söyledim. Ancak bu tartışma bitmedi; dün de çeşitli mecralarda çeşitli argümanlar kullanılarak YSK kararlarına karşı çeşitli mercilere başvuru yapılabileceği yolunda görüşler ileri sürülmeye devam edildi. O nedenle YSK kararlarının kesinliği üzerine biraz daha ayrıntılı bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim. Yukarıda açıkladığımız gibi, Anayasamızın 79’uncu maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde açıkça

“Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz”
denmektedir.

Dikkat edileceği üzere, Anayasa koyucu, bu cümlede “kararlar” kelimesini hiçbir ayrıma tâbi tutmaksızın kullanmıştır. Yani bu cümlede “kararlar” kelimesi, bir “genel kavram”, Latince terimlerle söylersek “generalia verba” veya fıkıh usûlü terimleriyle söylersek bir “âmm lafız” olarak kullanılmıştır[6]. “Generalia verba”, yani “âmm lafız”, konusu olan şeyin bütün parçalarına ve bütün çeşitlerine uygulanabilir[7]. Yani bir genel ibare, genel olarak yorumlanır (generale dictum generaliter est interpretandum)[8]; diğer bir ifadeyle, genel kelimeler, genel anlamda anlaşılmalıdır (generalia verba sunt generaliter intelligenta)[9]. Bu nedenle kanunun ayrım yapmadığı yerde, bizim de ayrım yapmamamız gerekir (ubi lex non distinguit, nec nos distinguere debemus)[10]. Çünkü kanun koyucu isteseydi, bu ibareyi genel anlamda kullanmaz, onu parçalara ayırarak, onun bazı parçalarını istisna tutarak kullanırdı. Zira “ubi lex voluit dixit, ubi noluit tacuit[11] (kanun istediği zaman söyler; istemediği zaman ise susar)”.

O hâlde hüküm koyarken kanun koyucu, ayrım yapmaksızın genel ibareler kullanmış ise, kanunun kullandığı ibareden en genel anlamı çıkarmak gerekir[12]. Yani kanunun ayrıma gitmediği yerde, yorumcu da ayrım yapamaz (ubi lex non distinguit neque interpretis est distinguere)[13]. Bu nedenle sınırsız bir hükmü sınırlamamak, hükmün genelliğine aykırı ayrımlamalar yapmamak gerekir[14].

Yukarıdaki ilkeler uyarınca genel hükümde kullanılan genel bir tabirin kapsamına belirli bir şeyin girip girmediği konusunda tereddüt hasıl olursa, söz konusu şeyin genel tabirin kapsamına girdiği sonucuna ulaşılır. Dolayısıyla, YSK’nın kararları arasında “seçimleri yönetme görevi çerçevesinde verdiği kararlar” – “denetim görevi çerçevesinde verdiği kararlar” veya “YSK’nın idarî kararları-yargısal kararları” şeklinde ayrımlar yapılmasının, Anayasamızın 79’uncu maddesinin ikinci fıkrasındaki “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” şeklindeki hüküm bakımından doğuracağı bir sonuç yoktur; çünkü bu cümlede kullanılan “kararlar” kelimesi, ayrım yapılmadan, yani bir “amm lafız”, bir “generalia verba” olarak kullanılmıştır; dolayısıyla YSK’nın bütün kararlarını kapsar. YSK’nın idarî kararları da, yargısal kararları da, m.79/2-son cümlede kullanılan “kararlar” kelimesinin kapsamındadır.
Bu nedenle, YSK’nın hangi tür kararı olursa olsun, o karara karşı, herhangi bir mercie başvurulamaz.

Aynı sebeple, “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” hükmü Anayasada bulundukça, YSK’nın bir idarî organ mı, yoksa bir yargı organı mı olduğu veya YSK’nın aynı zamanda hem bir idarî organ, hem de bir yargı organı mı olduğu tartışmasının[15] YSK’nın kararlarının kesinliği üzerinde doğuracağı bir etki de yoktur.
Bu vesileyle belirtmek isterim ki, ben, YSK’nın mevcut kuruluş şeklini savunan birisi değilim. Geçmişte YSK’ya hem idarî, hem de yargısal görevler verilmiş olmasını şiddetle eleştirdim[16]. Doğrusu, bu iki görevi birbirinden ayırmak ve bu iki görevi iki ayrı organa vermektir. Ülkemizde YSK, hem idareci, hem de hâkim konumundadır. Bu yanlıştır. Ancak bunun yanlış olması, YSK’nın kararlarının Anayasa Mahkemesi veya Danıştay tarafından denetlenebileceği anlamına gelmez. Anayasa, m.79/2, son cümle Anayasamızda bulundukça, yapacak bir şey yoktur.
* * *
İki gün önce YSK, 16 Nisan 2017 tarih ve 560 sayılı kararını eleştirirken kullandığım aynı satırları şimdi YSK kararına karşı başka mercilere başvuru yapmayı düşünenleri eleştirmek için kullanayım: Kanunun hükmü açıksa yorum yapılmaz. In claris non fit interpretatio[17]. Mecellenin dediği gibi “tasrih mukabelesinde delalete itibar yoktur” (m.13) ve “mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (m.14).
* * *
YSK’nın referandum kararını Danıştaya, Anayasa Mahkemesine veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine denetlettirebilmek için zorlama yorumlar yapılıyor. Hukukta yorum meşrudur. Ancak bu yorumun dürüstçe ve yorum ilkelerine uygun olarak, çarpıtılmadan yapılması gerekir. Hukukçu kanun koyucu veya anayasa koyucu değildir. Hukukçu, yorum görüntüsü altında kanun koyuculuk görevine soyunamaz. Kanunun sözünden uzaklaşan yorumun savunulabilecek bir yanı yoktur[18]. Francis Bacon, 1605 yılında yayınladığı The Advancement of Learning isimli ünlü eserinde şöyle der: “Non est interpretatio, sed divinatio, quae recedit a litera. Cum receditur a litera, judex transit in legislatorum” (Sözden uzaklaşan yorum, yorum değil; kehanettir. Hâkim sözden uzaklaşırsa, kanun koyucu hâline gelir)”[19].

Hukuk teorisinde metnin anlamını bozan yoruma “maledicta est expositio quae corrumpit textum (metni ifsad eden yoruma lanet olsun)” denerek beddua edilmiştir[20]. Yine benzer şekilde Sir Edward Coke “viperina est expositio quae corrodit viscera textus (metnin içini kemiren yorum, zehirli yılandır)” diyerek metinden uzaklaşan yorumu lanetlemiştir[21].
* * *
Hukuk mantığı iki tarafı keskin bıçak gibidir. Mantık nalıncı keseri değildir; hep bir tarafa yontmaz. YSK’nın 298 sayılı Kanun, m.101’deki “arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulaları geçerli değildir” hükmünün açık sözüne aykırı yorum yapması ne kadar yanlış ise, CHP’nin veya bir başka kurumun veya kişinin, Anayasa, m.79/2’deki “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” hükmünün açık sözüne aykırı yorum yapması da o kadar yanlıştır.
* * *
Üzerime vazife olmayarak ilave etmek isterim ki, CHP’nin tutumunun sadece hukuken değil, aynı zamanda siyaseten de yanlış olduğunu düşünüyorum. Sonucun olumsuz olacağını bile bile başvuru yapmak, topu karşı takımın kalesine değil, bile bile avuta atmak gibi bir şeydir. Yarın CHP’ye, “YSK’ya başvurdun, reddedildi; Danıştaya başvurdun, reddedildi; Anayasa Mahkemesine başvurdun, reddedildi; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdun, reddedildi; daha ne istiyorsun” dendiğinde CHP’nin söyleyecek bir sözü kalmaz.

Dahası bundan iki ay kadar önce CHP, referandumda oyladığımız Anayasa Değişikliği Kanunu hakkında Anayasa Mahkemesinde iptal davası açma hakkına sahip iken Anayasa Mahkemesine başvurmamıştır. Hâliyle bu kendi bileceği bir şeydir. Belki böyle bir başvurunun başarı ihtimalini düşük görmüştür. Ancak şunu gözlemlemek sanıyorum hakkımızdır: İki ay önce, Anayasanın kendisine verdiği Anayasa Mahkemesine başvurma hakkından feragat eden CHP’nin, şimdi bu tartışmalı başvurular konusunda neden bu kadar ısrarcı olduğunu anlamak zordur.

Sonuç
Görüldüğü gibi YSK’nın referandumla ilgili kararlarına karşı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine veya Anayasa Mahkemesi veya Danıştaya veya başka bir mahkemeye veya mercie başvurulamaz. YSK’nın kararı kesin ve bağlayıcıdır. Hukuk sistemimizde YSK’nın kararları, kanuna ne kadar apaçık bir şekilde aykırı olursa olsun geçerlidir ve bağlayıcıdır. YSK’nın kararının yanlış olması başka şey, bu kararın geçerliliği ve bağlayıcılığı başka şeydir.

Kararın hukuken doğruluğunu tartışabiliriz; ama kararın bağlayıcılığını tartışmamamız gerekir. Aksi takdirde hukuk güvenliği sarsılır. Anayasamız seçimlerin yönetimi ve denetimi konusunda son sözü söyleme yetkisini YSK’ya vermiştir. YSK’nın kararları, biz beğensek de beğenmesek de, kanuna uygun da olsa, aykırı da olsa, Anayasamıza göre geçerli ve bağlayıcıdır. Bu sonuç, hukukçu olmayanlar tarafından şaşırtıcı ve kabul edilemez bir şey olarak görülebilir. Ama hukuken durum budur. Seçimlerin yönetilmesi ve denetlenmesi konusunda Türk hukuk sisteminde nihaî karar verme yetkisine sahip tek makam vardır; o da YSK’dır. YSK’nın kararları kesin ve bağlayıcıdır. Hukukun genel teorisi bakımından bunda şaşırtıcı olan bir şey de yoktur. Bu konuda tereddütleri olanların benim Hukukun Genel Teorisine Giriş[22] isimli kitabımın “geçerlilik”, “bağlayıcılık” ve “otantik yorum” başlıklı konularına bakabilirler.

Sahte oy kullanıldığına ilişkin bilgi ve delilleri olanların şikayetlerini ilçe ve il seçim kurullarına ve keza YSK’ya süresi içinde yapmaları gerekir. Keza sahte oy kullanma hukukumuzda suçtur. Bu suçun işlendiği konusunda bilgisi olanların cumhuriyet savcılıklarına suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Yapılacak şey bundan ibarettir. Bunun dışında spekülasyonda bulunmanın kimseye sağlayacağı bir yarar yoktur.

21 Nisan 2017, Saat 20, K.G.

4. madde eklenmiştir, 23 Nisan 2017, Saat 07. K.G

(http://t24.com.tr/haber/prof-kemal-gozler-yazdi-ysknin-kararina-karsi-aymye-veya-aihme-basvurulabilir-mi,400436, 24.4.17)

[1].  http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/Kararlar/2017-560.pdf
[2].         http://www.ysk.gov.tr/ysk/faces/HaberDetay?training_id=YSKPWCN1_4444023136&_afrLoop=14939116160678&_afrWindowMode=0&_afrWindowId=v20tp6jia_37#%40%3F_afrWindowId%3Dv20tp6jia_37%26_afrLoop%3D14939116160678%26training_id%3DYSKPWCN1_4444023136%26_afrWindowMode%3D0%26_adf.ctrl-state%3Dv20tp6jia_58.
[3].   Bkz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Dördüncü Bölüm, 11 Haziran 2013 tarih ve 12626/13 ve 2522/12 Sayılı McLean and Cole v. The United Kingdom Kararı, paragraf 32 (http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-122352). Aynı yönde diğer kararlar için bkz:  X. v. the United Kingdom, no. 7096/75, Bader v. Germany, no. 26633/95, Castelli and Others v. Italy,nos. 35790/97 and 38438/97, Hilbe v. Liechtenstein (dec.), no. 31981/96, ECHR 1999‑VI;Borghi v. Italy (dec.), no. 54767/00, ECHR 2002‑V.
[4].   Bu konuda bkz. Kemal Gözler, Hukuka Giriş, Bursa, Ekin, 13. baskı, 2016, s.290-291.

=========================================
Dostlar,

Yetkin Anayasa hukukçusu Sn. Prof. Dr. Kemal Gözler’in kapsamlı bilimsel irdelemesi yukarıda. Sayın Gözler görüşlerini birtakım kaynaklara dayandırıyor. Bu da bir hukuksal yorumdur sonuçta. Gerçekte Hukuk “bir yorum” olarak kabul edilir ve tanımlanır.
Gözler hocanın katı bir pozitivist olduğunu biliyoruz.

Biz biraz daha farklı düşünüyoruz. Hukukun da bir araç olduğunu, adil – demokratik bir düzen için insan aklıyla yaratılıp kurgulandığını düşünüyoruz. Sonuçta Hukuk da insan aklının – emeğinin bir ürünüdür ve kutsallaştırılıp yaşamı – düzeni örümcek ağı gibi tutsak almasına izin verilebilir mi?? Hukuka aşkın bir konum ve statü yükleyip (atfedip) aşılamaz kılınması ne denli bilimsel, faydacı ve pragmatik olabilir? Hukuk kuralları, bir düzen oluşturmak ve toplumsal ilişkilerden kaynaklanan sorunları çözme amaçlıdır; açık adaletsizlik doğurma gücü ve işlevi olduğu varsayılamaz. Ya da açıkça çelişkiye ve aykırılığa düşse bile gene de ona şapka çıkarılmasının doğru – yerinde olacağı savunulamaz.

Anayasa yalnızca 79/2 maddesinden ibaret değildir. Bütün hükümleriyle bir sistematik bütünlük taşımaktadır. Temel amacıyla, 2. maddede tanımlanan nitelikleriyle Cumhuriyet’in hukuksal dayanağını oluşturmaktır. Herhangi bir maddesini yalıtarak kendi içinde yorumlamak anayasal sistematik bütüne zarar veriyor, o kurguyu özünden zedeliyorsa, o hükmün bu güçte – ayrıcalıkta olamayacağı, o yönde yorumlanamayacağı kabul edilmelidir. Tersi durumda tek bir aykırı anayasa normuna öbürlerinden üstünlük tanınmış olabilir. O denli ki bu sözde patolojik üstünlük, anayasal bütünlüğün özünü ağır biçimde zedelemektedir; açık yasa çiğnemeye dokunamamaktadır!?

Bu bağlamda herhangi bir kurumun ya da kişinin şu ya da bu eylem yahut işleminin açıkça yasaya aykırı olabileceği, apaçık yasaya aykırı olsa bile ancak buna karşı hiçbir şey yapılamayacağı savunulabilir mi? Bu durum hukuk sisteminin burçlarında ciddi bir gedik açar ve asıl hukuk güvensizliği, hukukun öngörülemezliği bu durum olsa gerektir.

Böylesi zor hukuksal durumlar için Ronald Dworkin’in “Herkül yargıç” modeli geliştirilmiştir. Yargıç Herkül, her somut verili durumda mutlak bir öncelikle adaleti gerçekleştirmenin, en adil kararı vermenin peşindedir. Sorunu irdeler, olayların hukuksal nitelemesini yapar ve en adil kararı bulur; sonra da asıl işlevi zaten adalete aracılık etmek olan hukukun temel ilkeleri / standartları, varsa mevzuat normları içinden uygun dayanağı arar, mutlaka bulur ve çıkarır..

CHP’nin başvurusu üzerine Danıştay 10. Dairesi üyelerinden karşı oy yazan sayın üyenin gerekçesi kayda değerdir :

  • “Seçim güvenliğinin, dürüstlüğünün ve seçim sonuçlarının sürüncemede bırakılmayarak kısa süre içinde açıklanmasının sağlanması amacıyla Kurul kararlarına karşı başka merciye başvurulamayacağı yönündeki hükmün, tam kanunsuzluk halinin bulunduğu ileri sürülen başvurularda da geçerli olduğunu, hiçbir istisnanın bulunmadığını kabul etmek, hak arama özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ilkesinin açıkça ihlali sonucunu doğuracağından, Kurul kararının idari davaya konu olabileceğinin kabulü gerekir.
  • Belirtilen nedenle YSK’nın önceki kararlarında da isabetle ifade ettiği ve yerleşik hale geldiği üzere, tüm kanunsuzluk hallerinin tespiti halinde, itiraza veya şikayete konu karara karşı, süresinde başvurulup başvurulmadığı, kararın kesin olup olmadığına bakılmaksızın başvuruya konu kararın incelendiği, kendine özgü idari bir kurul olan YSK’nın idari davaya konu olabilecek nitelikteki 16 Nisan 2017 tarih ve 560 sayılı kararının hukuk devleti olmanın ve hukukun üstünlüğünün bir gereği olarak ‘tam kanunsuzluk’ iddiası ile sınırlı olarak esasının incelenerek bir karar verilmesi gerektiği görüşüyle aksi yönde verilen çoğunluk kararına katılmıyorum.”Anayasa hukukçusu Prof. İ. Kaboğlu “AYM’ye YSK kararını götürmenin önünde bir engel yok…” görüşündedir (http://ahmetsaltik.net/2017/04/20/prof-kaboglu-ysk-karari-icin-aymye-de-aihme-de-gidilebilir/)

    Sn. Prof. Gözler, Anayasal bir kurum olan ve 11 yüksek yargıçtan oluşan YSK’nın apaçık
    yasayı çiğnemesine bir biçimde suskun kalarak hazmetmeyi önermekte ve çaresizliğe teslim olmaktadır. Bu yorum kabul edilemez; Hukuk, son çözümlemede bir çaresizlik değil, çare kurumudur. Tersini savunmak Hukuk kurumunu yadsımak, giderek hiçselleştirmeye itmektir.

    YSK’NIN HUKUKSUZ KARARINI ANAYASA MAHKEMESİ’NE TAŞIDIK
    başlıklı makaleye de bakılmasını dileriz.

    Sevgi ve saygı ile. 26 Nisan 2017, Ankara

    Ahmet SALTIK
    Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net    

OHAL KHK’leriyle kalıcı sonuçlara varılamaz

OHAL KHK’leriyle kalıcı sonuçlara varılamaz

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES)
Eski Aksaray Şube Başkanı Av. Songül Beydilli,
OHAL kararnamelerinin hukuksal yönünü inceledi.

Dosya: OHAL kararnameleri

Hazırlayan:  Av. Songül BEYDİLLİ (SES Eski Aksaray Şube Başkanı)

Süresi içinde (30 gün) Mecliste onaylanmayan KHK’lere dayanılarak yapılan göreve son verme işlemleri, bu KHK’ler bağlayıcılığını yitirdiğinden, tümüyle yok hükmünde olduğu gibi; KHK ile göreve son verme işlemi hukuka aykırıdır. Göreve  son verilenlerin bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemeyeceği, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemeyeceği hükmü de hukuken geçersizdir.
Nitekim, E. 1988/6, K. 1989/4, T. 7.12.1989 Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararı ile, Sıkıyönetim Komutanlığının istemi üzerine görevine son verilen davacının daha sonra sıkıyönetim kalkması dolayısıyla görevine iade edilmesi isteminin reddi kararının iptali istemiyle açılan davada;
“Kendilerine savunma olanağı verilmemiş ve haklarında suçluluklarına ilişkin herhangi bir yargı kararı bulunmadığı,
-Sıkıyönetim ilanını gerektiren nedenlerin ortadan kalkmış ve normal yönetim sürecine girilmiş olmasına karşın, yasaklama hükmünün sürdürülmesinin, ilgililer hakkında toplumda olumsuz değer yargılarına neden olacağı, onların manevi kişiliklerini zedeleyeceği,
-Bu tür bir uygulamanın Türkiye’nin de taraf olduğu ve onayladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 5’inci, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin (AS : AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ – AİHS) 3. maddesinde açıklanan

  • “Hiç kimse haysiyet kırıcı ceza ve muameleye tabi tutulamaz” kuralı ile bağdaşmayacağı,-OHAL yasasının, kabul ve yürürlük tarihi itibariyle Anayasa’nın geçici 15. maddesi kapsamında olduğu için, Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülemeyecek olmasının, onun mümkün olduğu ölçüde Anayasa’ya uygun olarak yorumlanmasına engel olmadığı,
    Anayasa Mahkemesi‘nin 28.9.1984 günlü, 1 sayılı kararında da belirtildiği gibi, Anayasa’nın 15. maddesi kapsamına giren yasalardaki kuralların, “Anayasa’nın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına (AS : jus cogens)  olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmalarının” hukuk devleti ilkesinin gereği olduğu;
    -Yürürlüğe konulan sıkıyönetimin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla sıkıyönetim komutanlığınca alınan önlemlerin de sıkıyönetim süresi ile sınırlı bulunması;
    -Anayasa’nın 15. ve 122. maddelerinde sıkıyönetim halinde temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile, Sıkıyönetim Kanunu’nda yer alan “…Bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar” ibaresini, sıkıyönetim süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece sıkıyönetim süresince hukuki sonuç doğurabileceğini kabul etmek gerektiği, işlerine son verilen memurların, diğer kamu görevlilerinin ve kamu hizmetlerinde görevli işçilerin, ilk kez kamu görevine girdikleri tarihte bu görev için yasa ve yönetmeliklerde öngörülen nitelikleri kaybetmemiş olmaları koşuluyla, işlerine son verildiği bölgede sıkıyönetim kalktıktan sonra, kurumlarınca eski görevlerine iade edilmeleri gerekeceği” gerekçeleri ile hüküm kurulmuştur.

OHAL kararnameleri Anayasa ve hukuka aykırıdır

İŞLEM İPTAL EDİLECEK ve
TAZMİNATA HÜKMEDİLECEK

Bu  durumda, OHAL sona erdiğinde, kesinleşmiş bir yargı kararı ile, kişinin memuriyete engel bir suç ve ceza ile cezalandırılmasına karar verilmediği halde; OHAL KHK’sinin geçerliliği kalmadığından, dayanağı olmayan işlem iptal edilecek, tazminata hükmedilecektir.
Ayrıca, OHAL KHK’leri ile yapılan meslekten veya kamu görevinden çıkarma işlemi; TCK’de tanımlanan suç gerekçe gösterilirken, kişilerle ilgili kesinleşmiş mahkeme kararına dayanmadığı gibi; “Terör örgütleri ile milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğu kabul edilen diğer yapıların kamu kurum ve kuruluşlarındaki varlığını ortadan kaldırma amacı” iddiası ile ve “olağanüstü tedbir” olarak düzenlenmekle birlikte; tedbir niteliğini aşan, geçici olmayan ve kalıcı  sonuç doğuran bir işlemdir.

İDARİ MAKAMLAR YARGININ YERİNE GEÇEREK
SUÇ İŞLEMEKTEDİR

İşten atılan kişiler hakkında yapılan “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirmesi” özneldir (subjektiftir), yargı kararına dayanmamaktadır. İddia edilen suç ve ögeleri Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmamıştır. Anayasa’nın 38. maddesinin

  • “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.
    Ceza sorumluluğu şahsidir..”

hükümlerine göre; Ceza Kanunu kapsamında olan suçlama ile ilgili kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmadığı dikkate alındığında; kimse, Ceza Kanunu’nda  suç sayılmayan fiilleri gerekçe gösterilerek, ya da yakınlarının fiilleri, ya da amirlerinin kanaati gerekçe gösterilerek  “Terör örgütleri ile milli güvenliğe karşı faaliyette bulunmakla” suçlanamaz.

Başta 17-25 Aralık (2013) tarihinin milat olarak kabul edilmesi olmak üzere, belirlenen  ölçütler tümüyle nesnel (objektif) dayanaktan yoksun olduğu gibi, sendika üyeliği ve sendika eylemlerine katılma, düşünce ve kanaat açıklamalarının suç olarak gösterilmesi, açıkça hukuka Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Bu durum, aynı zamanda, Türk Ceza Kanunu’nun “madde 2- (2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz” hükmüne de açıkça aykırıdır. İdarenin görevi,  söz konusu suçun işlendiğine ilişkin somut bilgi/belge ve kanıt bulunduğunu iddia ettiği kamu görevlileri hakkında, suç duyurusunda bulunmaktan ibarettir. Kaldı ki; söz konusu suç nedeniyle yapılacak ceza yargılaması sonunda, cezalandırılmasına kesin olarak karar verilenler hakkında, zaten TCK 53. madde gereğince, kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tabi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten yoksun bırakma kararı verilecektir. İdare, bu arada, söz konusu kişi hakkında disiplin soruşturması başlatabilir. Ancak bilinmelidir ki, soruşturma sonucunda göreve son verme kararı verilirse; ceza  yargılaması  sonucunda, kişinin  devlet memurluğuna engel bir suç nedeni ile ve memurluğa engel olacak nitelikte, kesinleşmiş bir ceza almadığı takdirde; açılacak iptal davasında, görevden çıkarma kararı iptal edilecektir.
Memurluğa  son vermek, meslekten çıkarmak esasen bir disiplin cezası niteliğindedir. OHAL ilanı ile Anayasa’nın tümü askıya alınmadığı gibi,  Hakimler ve Savcılar Kanunu, YÖK Kanunu, Askeri Personel Kanunu, 657 sayılı Kanun ve  İş Kanunu hükümleri de yürürlüktedir.

KHK’LERLE GÖREVDEN ÇIKARMA CEZASI VERİLEMEZ

Emredici  nitelikte olan bu  özel kanunlarla düzenlenen usul ve esaslara uyulmadan, haklarında bir soruşturma yürütülmeden, suçlama konusu kanıt ve belgeleri inceleme hakkı tanınmadan, savunmaları alınmadan, kesinleşmiş bir yargı kararı ile, kişinin memuriyete engel bir suç ve ceza ile cezalandırılmasına karar verilmediği halde; düzenleyici işlem olan KHK’lerle meslekten ve kamu görevinden-devlet memurluğundan çıkarma cezası verilemez.
Zira, Anayasa’nın 128. maddesi ile, “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerinin, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği” görev ve sorumlulukları, disiplin kovuşturmasında güvence başlıklı 129. madde ile; “

  • Memurlar ve diğer kamu görevlilerine savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği. Disiplin kararlarının yargı denetimi dışında bırakılamayacağı” 130. maddesi “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanlarının; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamayacağı…. Yükseköğretim kurumlarının …öğretim elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim elemanı yetiştirme…, disiplin ve ceza işleri, mali işler, özlük hakları, öğretim elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesinin, Yükseköğretim Kuruluna ve üniversitelere devletin sağladığı mali kaynakların kullanılmasının kanunla düzenleneceği”, hakimlik ve savcılık teminatı başlıklı 139. madde ile “Hakimler ve savcıların azlolunamayacağı”, madde 140 ile “Hakim ve savcıların, haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi, görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve diğer özlük işlerinin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre yasayla düzenleneceği” hükümlerinden anlaşılacağı üzere, sözü geçen kamu görevlilerine savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği gibi, disiplin cezası vermenin usul ve esasları ilgili yasalarında açıklanmıştır. (657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve YÖK, Hakimler ve Savcılar Kanunu, Askeri Personel Kanunu, İş Kanunu)..

(https://www.evrensel.net/haber/290299/ohal-khkleriyle-kalici-sonuclara-varilamaz, 27.9.16)

=================================================

Dostlar,

Sn. Av. Songül BEYDİLLİ (SES Eski Aksaray Şube Başkanı) büyük ölçüde hukuksal gerçekleri kaleme almış durumda..

AKP öncelikle evinin içini ve kapısının önünü süpürmek zorunda..

Buna ise ne AKP cesaret edebiliyor ne de Tayyip beyin gücü yetiyor..
Sonuç; bu tehlikeli oyuncak elinizde patlar, önünde sonunda bumerang gibi kullananı vurur.

Yineleyelim : AKP öncelikle evinin içini ve kapısının önünü süpürmek zorunda..

Sonra da, ihraç edeilecek vekiller yüzünden salt çoğunluğu yitireceği için,
bir ulusal koalisyona gidilmelidir.

  • Sorunlar, yaratıcısı olan AKP’nin aklıyla ve tek başına iktidarı lle çözülemeyecek ölçüde ciddi, ağır, kapsamlı, ivedi ve kuşatıcıdır..

Batı emperyalizmi “artık” sonuç almak istemektedir ve bir meydan okuma (challenge) sahnededir.. Tükiye’nin Ulusal savunması ise topyekun olmak zorundadır. AKP, içindeki FETÖ’cüleri koruyarak olsa olsa kısa bir süre daha ayakta kalabilir; dağılma çöküş kaçınılmazdır. Ancak gangren olan kolunu keserse, siyasal yaşamını sürdürebilir.. RTE de..

Sevgi ve saygı ile.
27 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

“Korku iklimi herkesi etkiliyor; Gazeteciler dirensin – pes etmesin”


Dostlar,

AYM Başkanı Haşim Kılıç‘tan zehir zemberek açıklamalar geliyor..
2 Ekim 2014 günü, hukuk ucubesi – AKP dayatması sayısız “Torba yasa”lardan (!?) birinde yer alan 4 önemli maddeyi iptal eden Yüksek Mahkemenin Başkanı,
tarihe geçecek şu sözleri kritik kullanıyor :

  • “….korku iklimi gazetecileri de etkiliyor.
  • Temel hak ve özgürlükler konusunda mücadele gerekir.
  • Gazeteciler de direnmeli. Pes etmemeleri gerekir.”

Siyasal iktidar ise “ileri demokrasi” teraneleri ile resmen halkla dalga geçiyor..
Apaçık İslami faşizme sürüklenişin adı “ileri demokrasi” oluyor!. Yuh olsun!
Bunca iğrenç – mide bulandıran takiyye (retorik) herhalde yeryüzünde görülmemiştir!

AYM Başkanı,

– AKP’nin “korku iklimi” yarattığını,
– gazetecileri baskıladığını vurguluyor.

Ayrıca temel hak ve özgürlüklerin de gasp edildiğini ima ile
bunlar için mücadele edilmesi gereğini vurguluyor..

Gazetecileri, AKP iktidarının yarattığı korku iklimine direnerek
PES ETMEMEYE çağırıyor!
Daha ne yapsın???

Bakalım AKP’nin RTE’si – RTE’nin AKP’si (Davutoğlu’nu ayrıca bir teferruat olarak anmaya gerek var mı??) ne diyecek ??

12. CB – yarıbaşkan RTE, AYM Başkanında da efelenerek “cübbeni çıkar da gel!” mi diyecek?? En yüksek yargı organının başkanının bu tür toplantı zeminlerini araç olarak kullanıp siyasal iktidara yönelik açık – örtük uyarılarını nimet sayarak,
rejimin sigortası görerek, özenle değerlendirerek ayağını denk alacak mı??

Ve de 312 AKP’li vekil… Hiç ders çıkarmayacaklar mı bu ciddi söylemlerden?
Kurşun asker gibi blok oy kullanmayı sürdürecekler mi??

Her – kes ama her  – kes bu ülkede kendilerine düşman, karşıt mı?
Bu ne derin – dipsiz paranoyadır?

Bir tek “Tek Adam” mı doğru, mazlum, masum, masun ve mağdur???
Prof. Örsan Öymen‘in bu günkü AYDINLIK’ta yer alan makalesinin adıyla :

DESPOT RUHLU SAHTE MAĞDURLAR!

Bunca rolü sokaktaki insan artık yutar mı??

Ve de bunca uyarıya karşın siyasal iktidar hukuku çiğner – demokrasinin enaz (asgari) gereklerini ayaklar altına alır ve ülkede bir “korku iklimi” yaratır,
“temel hak ve özgürlükleri askıya alır”, gazetecileri de baskılarsa…

Bu işin sonu nereye varır?

AKP’nin 12 yıldır yapageldiği AÇIK SEÇİK KARŞI DEVRİM – SİVİL DARBEDİR!
Kendi darbeciliklerini örtmenin yolu, saldırgan savunma ile, kendilerini deşifre edenleri darbecillikle suçlamaktır. Ergenekon, Balyoz. vb. davalarla bu iğrenç yolu kullanmışlardır.

Halk artık bu hain tuzakları yutmayacaktır.
AKP’nin de kendilerinin itiraf ettikleri gibi Cemaat ile ortak yeni kumpas kuracak gücü kalmamıştır. Cephane tükenmektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin Başkanı’nun sözleri hukuksal bir ültimatom,
bir hukuk muhtırası gibidir.

AKP iktidarı meşruluğunu yitirmenin sınırlarını aşmıştır.

3 maymunu oynayıp “cambaza bak” taktiklerini sürdürme olanağı kalmamıştır.
AKP için yolun sonu gözükmüştür, artık geriye sayım dönemi başlamıştır.
Onu kendi haline bırakınız..

Temel sorun AKP değil, yurtsever – ulusalcı bir muhalefet yokluğudur.
Türkiye, 2015 kritik genel seçimleri öncesinde bu yakıcı soruna ivedilikle odaklanmalıdır.  Sınırlı enerji bu kulvarda kullanılmalıdır.

Sevgi ve saygıyla.
05.10.2014, Manavgat

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

AYM Başkanı Haşim Kılıç:

“Korku iklimi herkesi etkiliyor; Gazeteciler dirensin – pes etmesin”

© Copyright (c) Hürriyet Haşim Kılıç:
“Korku iklimi herkesi etkiliyor. Gazeteciler dirensin, pes etmesin”
http://www.msn.com/tr-tr/haber/turkiye/, 5.10.14

Viyana merkezli Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) ve New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) ortaklaşa oluşturduğu misyon, Ankara’daki temaslarının
ilk günü olan 1 Ekim’de Anayasa Mahkemesi yerleşkesinde Kılıç ile görüşmüştü. Başbakanlık Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) verilen
“4 saat içinde internet sitesi kapatma” ve internet trafiği bilgilerini toplama yetkisini
2 Ekim’de iptal eden Mahkemenin başkanı Kılıç, kurula şunları söyledi:

EN BÜYÜK GÖREV YARGININ

– En önemli, 1. derecedeki özgürlük ifade özgürlüğüdür.
Hatta bence aşırı olacak ama yaşam hakkından bile daha çok değere sahiptir.

– 2004’te Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, temel hak ve özgürlükler konusunda yerel hukuk ile imzalanan uluslararası antlaşmalar arasında çatışma olduğunda, uluslararası antlaşmaların esas alınması öngörüldü. Bu bir dönüm noktasıdır, devrim niteliğindedir. Ancak buna karşın bugün ifade özgürlüğünde
sorun yaşanıyorsa bu maddenin uygulamaya geçirilememesinden kaynaklanıyor.
Bu konuda en büyük görev yargıya düşüyor. Sıkıntının temel kaynaklarından birisi, temel haklar konusunda davalara bakan yargı mensuplarının bu algıya sahip olmaması.

HUZUR KAÇIRICI İFADELER DE HAK

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile Türk yargısı arasında ciddi anlayış farklılığı çıkıyor. Avrupa hukuku, ifade özgürlüğünün sınırlarını çok şok edici,
rahatsız edici, huzur kaçırıcı ifadeleri de kapsayacak şekilde çizer.
Sıkıntı, son tahlilde bu davaların Türkiye’de bu anlayışı içselleştirememiş yargı mensuplarının önüne gelmesiyle çıkıyor. Avrupa Konseyi ile Türk yargıç ve avukatların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları konusunda bilgilendirilmesi için
üç yıllık bir projeye başlıyoruz. Yargı mensupları konusunda dile getirdiğim sorunun böyle çözüleceğini ümit ediyorum.

ÖZGÜRLÜK AÇILINCA, KAPATMAK ZORDUR

– 2010 anayasa değişikliği ile AYM’ye bireysel başvuru hakkı tanınması bir şanstır. Çünkü AYM’nin ifade özgürlüğü meselesine bakışı tam da AİHS ile AİHM’in bakışıyla örtüşüyor. Twitter ve Youtube kararları buna örnektir. Özgürlük alanlarını açtıktan sonra kapatmak zordur. Ben arkadaşlarıma güveniyorum; bizden sonra da AYM’nin görevi özgürlük alanını genişletmek olacaktır.

SİYASET KURUMLARI SORUMLU

– Beni endişelendiren konu, Türkiye’de giderek artan kin ve nefret söylemi.
Bu iklimin oluşmasında siyaset kurumlarının sorumluluğu var.
Bu sorunun siyasi tansiyonun düşmesiyle azalacağını tahmin ediyorum.

– Bu ortamda oluşan korku iklimi gazetecileri de etkiliyor.
Temel hak ve özgürlükler konusunda mücadele gerekir.
Gazeteciler de direnmeli. Pes etmemeleri gerekir.

Yargıtay İçtihadında SAĞLIK HAKKI


Dostlar
,

Bir Yargıtay İçtihadını paylaşmak istiyoruz.

Konu sağlık hakkı.

Ülkemizde ilk basmak ve yüksek yargı makamları, kararlarında gerekçe olarak uluslararası hukukun pozitif normlarını da dayanak yapmaya giderek daha çok özen göstermekteler. Bilindiği gibi Anayasanın 90. maddesi Mayıs 2004’te değiştirildi :

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma

Madde 90 – Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.  Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen
ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu andlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur.  Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticari veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.

Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır.

  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar
    kanun hükmündedir.
    Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
    Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
    (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.)
  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri
    esas alınır. 

===========================================================

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU

E. 2009/13-393
K. 2009/452
T. 21.10.2009

• TEDAVİ HİZMETİ (Hastanenin Sorumluluğuna Dayalı Tazminat – Akıl Hastası ve İntihara Meyilli Bulunan Hastaya Hemşire Görevlendirmeyerek Hasta Yakınını Refakatçi Seçmesi / Hastanın Hastanede İntiharına Engel Olamayan Davalı Hastanenin Tazminatla Sorumlu Tutulacağı)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin 3. maddesinde; “Yaşamak, herkesin hakkıdır.”

Sağlık hakkı, 25. maddede temel insan hakkı olarak kabul edilerek;

  • “Gerek kendisi, gerek ailesi için tıbbi bakım da dahil olmak üzere, sağlık ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, yaşlılık veya geçim olanaklarından kendi iradesi dışında yoksun bırakacak başka durumlarda” herkesin sahip olması gereken “güvence hakkı
    şeklinde tanımlanmıştır.

Bu tanım gereği sağlık hakkı, kişinin, içinde yaşadığı toplum (ülke, devlet) tarafından tanınan ve güvence altına alınan temel insan haklarından biridir
(Er, Unal: Sağlık Hukuku, Savaş Yayınevi, Ankara 2008, syf. 31).

1976 yılında yürürlüğe giren Birleşmis Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesinin Sağlık Standardına ilişkin 12. maddesinde;

“Bu Sözleşmeye taraf olan devletler, herkesin mümkün olan en yüksek seviyede fiziksel ve ruhsal sağlık standartlarına sahip olma hakkını tanır. Sözleşmeye
taraf olan devletlerin bu hakkı tam olarak gerçekleştirmek amacıyla alacakları tedbirler, aşağıdakiler için de alınması gerekli tedbirleri içerir; Hastalık halinde her türlü sağlık hizmetinin ve bakımının sağlanması için gerekli şartların yaratılması

şeklinde belirlenmiştir (Akıllıoğlu, Tekin: İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Belgeler, Bilgi Yayınları, Ankara 1995, sayfa 55 ).

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 2. maddesinde ise;

  • “Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır.”

denilmek suretiyle uluslararası alanda konunun önemi karşısında kişiler bakımından garantiler sağlanarak, devletlere de bu hakların iç hukukta yerine getirilmesi ödevinin yüklenmek istendiği anlaşılmaktadır.

İç hukuka yansıması :

Böylece uluslararası belgelerde teminat altına alınan sağlıklı yaşam hakkının
iç hukukumuza yansıması bakımından konuya yaklaşıldığında ise;

Anayasa’nın 17/1. maddesine göre;

  • Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” denilmiş yine;

Anayasanın 56/3. maddesine göre;

  • “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.”

Aynı maddenin dördüncü fıkrasında;

  • “Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.”

şeklindeki düzenlemeler ile kişilerin sağlık hukuku teminat altına alınmıştır.

Ayrıca Hasta Hakları Yönetmeliği (R.G. 01.08.1998-23420 )’nin
“Güvenliğin Sağlanması” başlığını taşıyan 37. maddesinde;

  • Herkesin, sağlık kurum ve kuruluşlarında güvenlik içinde olmayı bekleme ve
    bunu istemek hakları vardır
    … Bütün sağlık kurum ve kuruluşları, hastaların ve ziyaretçi ve refakatçi gibi yakınlarının can ve mal güvenliklerinin korunması ve sağlanması için gerekli tedbirleri almak zorundadırlar.”

şeklinde hükümlere yer verildiği görülmüştür.

======================================

Bir de Anayasanın 60. maddesi ile tanımlanan sosyal güvenlik hakkına
yer vermek istiyoruz :

A. Sosyal güvenlik hakkı
Madde 60 – Herkes, sosyal güvenlik hakkına  sahiptir.
Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.

*****

Başkaca uluslararası hukuk metinleri de eklenebilir (Bkz. Sağlık Mevzuatı – Health Legislation başlıklı ders sunumumuz. http://ahmetsaltik.net/2013/06/18/saglik-mevzuati/)

AKP’nin izlediği sağlık politikalarının SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM adı altında tümüyle
vahşi kapitalist piyasalara devri yönünde olduğunu yaklaşık 11 yıldır izlemekteyiz.

Önümüzdeki dönemde, iç hukuktaki düzenlemelerle sağlık ve sosyal güvenlik hakkının daha da ileri geçen düzeylerde gasbına tanık olacağımız endişesi taşıyoruz.

Bu bağlamda, Anayasa md. 90/son fıkra korumasında olan uluslararası hukuk metinlerine
dayanılması gerekeceği ortadadır. Yargıda bu yönde eğilim olumludur.

Sevgi ve saygı ile.
24.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

ANAYASA MAHKEMESİ : 10 YILLIK TUTUKLULUK ANAYASAYA AYKIRI


Dostlar,

Anayasa Mahkemesi (AYM), “10 Yıllık tutukluluğun Anayasaya aykırılığı” na ilişkin 4 Temmuz 2013 günü oybirliği ile verdiği kararın gerekçesini açıkladı ve
bu gerekçe Resmi Gazete’de (RG) yayımlandı. Türkiye hızla 5 Ağustos gündemine kaymıştı. Bir yandan
“AYM kararı uygulansın, yurtseverler bırakılsın” istemleri yükseltilirken bir yandan da Ergenekon davasının karar duruşmasına kilitlenilmişti.

Bu yoğunluk içinde, bu önemli kararın gerekçesi yayımlandı 2.8.13 günü.
Özel Yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, tahliye istemlerini karar gerekçesi RG’de yayımlanmadığı için reddetmişti. 1 ay sonra bu koşul da yerine gelmiş oldu karar gününden 3 gün önce. Ama bu kez de yürürlük için AYM’nin TBMM’ne verdiği 1 yıllık süreyi bu Mahkeme kullanmak isteyecekti.. Öyle de oldu. AYM Başkanı Haşim Kılıç‘ın teamül dışına çıkarak sözlü açıklama ile kararlarına açıklık getirerek
durumu uygun olanların tahliye edilebileceğini açıklaması da yetmedi!

5 Ağustos 2013 günü ağır bir hukuk katliamı geçekleştirildi. 275 sanığın çoğuna son derece ağır cezalar verildi.. Müebbet, ağırlaştırılmış müebbet, 2 kez müebbet..

AYM’nin hem “10 yıl tutukluluk kabul edilemez!” kararı hem de gerekçesi oldukça önemli. Türkiye’nin pek çok bakmdan kıskaca alındığı bir çerçevede
bu önemli kararın özellikle sıkı bir gerekçesi var ve hukuk devleti adına umut verici.
AYM’ne bu karar ve çok doyurucu hukuksal gerekçesi için teşekkür etmeliyiz.
Paylaşalım ve not edelim..

Sevgi ve saygı ile.
Pertek – Tunceli, 11.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Anayasa Mahkemesi (AYM) :

“10 yıl tutukluluk kabul edilemez!”

Anayasa Mahkemesi azami 10 yıl tutukluluk süresinin demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek kadar uzun olduğunu belirterek

  • “Tutuklamanın adeta bir ceza olarak uygulanabilmesine
    imkan tanınarak, tutuklama tedbiriyle ulaşılmak istenen hukuki yarar ile kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı arasındaki makul dengenin
    kişi özgürlüğü ve güvenliği
    hakkı aleyhine bozulmasına neden olmaktadır.” dedi.

CHP, 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun’un bazı maddelerinin iptali ve yürütmesinin durdurulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu.
Yüksek Mahkeme, CHP’nin açtığı davayı esastan karara bağladı.

Heyet, Kanun’un 75. maddesiyle 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) başlığıyla değiştirilen 10. maddesinin, “Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332. maddeleri hariç olmak üzere, 2. kitap 4. kısmın dört, beş, altı ve yedinci bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır” biçimindeki beşinci fıkrasının iptaline karar verdi.

İptal edilen düzenleme, TCK’daki,

“Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar”,
“Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar”,
“Milli Savunmaya Karşı Suçlar” ve
“Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” suçlarında

CMK’da öngörülen tutuklama süresinin 2 kat artırılmasını düzenliyordu.
Kararın iptal gerekçesi Resmi Gazete’nin bugünkü (2.8.13) sayısında yayımlandı.

Gerekçeli kararda, Anayasa’da kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını sınırlayan
bir tedbir olarak tutuklama kurumuna, bu kurumun uygulanma koşullarına ve nedenlerine yer verilmiş, ancak tutuklama yönünden uygulanması gereken
somut bir azami süre belirlenmediğine dikkat çekildi.

CMK’nı 102. maddesinde, azami tutuklama süreleri düzenlendiği ve yasal düzeyde bir üst sınır getirildiğinin anımsatıldığı gerekçeli kararda,

  • Tutuklamanın ancak suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişinin kaçmasının veya delilleri karartmasının önlenmesi veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer sebeplerin gerçekleşmesi hâlinde hâkim kararıyla uygulanabileceğine..

işaret etti.

ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE AYKIRI OLAMAZ

Özgürlük ve güvenlik hakkının sınırlandırılabilmesi için Anayasa’da belirtilen koşulların yanı sıra temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması rejimini belirleyen Anayasa’nın 13. maddesine de uyulması gerektiğinin ifade edildiği gerekçeli kararda,

  • Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine de aykırı olamayacağı vurgulandı.

Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin, belirtilen koşullara ve nedenlere uygun olarak tutuklamanın,

– adil ve etkili bir yargılamanın sağlanması amacıyla
– demokratik toplum düzeni bakımından alınması gereken zorunlu tedbirler arasında   yer aldığının kaydedildiği gerekçeli kararda,

“Nitekim tüm çağdaş demokratik devletlerin mevzuatında ve
 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) bu tedbire (tutuklamaya)

  • özgürlük ve güvenlik hakkını sınırlayan bir istisna olarak yer verilmiştir.

Ancak tutuklama tedbirinin demokratik toplumda gerekli olması yeterli olmayıp ölçülü de olması gerekir.

  • Bu çerçevede adil ve etkili bir yargılamanın sağlanması şeklindeki
    kamu yararı ile kişilerin özgürlük ve güvenlik hakkı arasında
    makul bir dengenin kurulması ve tutuklama tedbirinin kişi yönünden
    bir cezaya dönüşecek şekilde orantısız olarak uygulanmasına
    izin verilmemesi gerekir
    .”

değerlendirmesi yer aldı.

MAKUL DENGE UYARISI

Kişilerin “makul süre içinde yargılanma” ve “makul süreyi aşan sürelerle tutuklu kalmama” haklarının anayasal güvenceye bağlandığının vurgulandığı
gerekçeli kararda, tutuklama tedbirinin ölçülü olmasının Anayasa’ya göre
bir zorunluluk olduğu ifade edildi.

Ceza hukukunun, toplumun kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve ekonomik yaşantısıyla ilgili bulunması nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele amacıyla
ceza ve ceza muhakemesi alanında sistem tercihinde bulunulması,
devletin ceza siyaseti ile ilgili olduğunun kaydedildiği gerekçeli kararda,
şu ifadelere yer verildi:

“Ceza yargılamasına ilişkin kuralları ve bu kapsamda suç türlerine göre
tutukluluk sürelerini belirlemek kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında bulunmakla birlikte; gerek ulusal mevzuatta ve uygulamada gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında, ilk derece mahkemelerince sanığın suçlu bulunarak mahkûm edilmesinden sonraki sürecin tutukluluk olarak değerlendirilmediği de nazara alındığında, dava konusu kuralda düzenlenen azami tutukluluk süresinin
demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek kadar uzun olduğu,
bu yönüyle kuralda tutuklamanın adeta bir ceza olarak uygulanabilmesine imkan tanınarak, tutuklama tedbiriyle ulaşılmak istenen hukuksal yarar ile
kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı arasındaki makul dengenin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı aleyhine bozulmasına neden olunduğu görülmektedir.
Dava konusu kural Anayasa’ya aykırıdır.” (Anka, 2.8.13)

SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMİNDE NELER SÖYLEDİK??


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN;
HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ

Dostlar,

Sessiz Çığlık” eyleminde bu Cumartesi de katıldık.
Kitle sayısal olarak önceki haftadan daha küçüktü.
Ankara tatile çıkıyor galiba.. diye düşündük.
Ama tekerlekli sandalyesinde bir kadın da oradaydı!
Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de, Silivri’de, Sincan’da… zindanlarda tutsak
ya da rehin alınan asker – sivil yurttaşların yakınları idi gene bir avuç..

Ellerinde “sevdiceklerinin” fotoğrafları vardı.. Yer yer kollarının var gücüyle yukarı kaldırıyor, yorulunca da sıkı sıkı göğüslerine bastırarak tutuyorlardı.

Kadınlar, ağızları bağlı örgü örüyorlardı. Hava çok sıcaktı..

Bir gezgin (mobil) sesbüyütürden (hoparlör) marşlar çalınıyordu…
Güzelim Harbiye Marşı da!
Basın olarak Ulusal Kanal ve Başkent TV dışında mikrofon görmedik ama
en az 5-6 kamera üçayaklarının (tripod) üzerinde çekim yapmaktaydı.

Geçen hafta, birşeyler söylemek istediğimizi düzenleyiciye belirtmiştik. O hafta tümüyle “sessiz çığlık” idi yapılan.. Ağızlar bağlı, kadınlar eşlerine çorap – hırka vb. örüyor; fotoğraf ve posterler de zaten dilsiz..

Siyasal iktidar belki bu “dil” den anlardı !?

Ama olumlu gelişen bir şey olmuyordu..

Bu hafta ilk sözü, Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz aldılar. Bırakalım hukukun özünü, yani her somut olayda gerektiğinde hukuk yaratarak adaleti gerçekleştirmeyi; apaçık, net, pozitif hukuk kurallarının (normlarının) bile nasıl ayaklar altına alındığından örnekler verdi. Uluslararası normların da.. Dehşet verici bir tablo idi. Çünkü Hukuk içinde kalarak hak arama ve adaletsizliği dışlama (bertaraf etme) olanağı kalmamıştı.. Peki ne yapılacaktı?

Karşımızda hukuku pervasızca çiğneyen, yargıyı büyük ölçüde siyasallaştırmış bir iktidar vardı. Nasıl savaşım verilecekti? Silahlar denk değildi.. Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüzü dinlerken kafamızda bu acı çağrışımlar dolaşmaktaydı.

*******************

Pablo_Neruda_Halkin_gercek_gucu

Mikrofon bize uzatıldığında aşağı – yukarı ve şunları söyledik (yazarken eklemeler yaptık) :

Ülkemizin değişik zindanlarında yıllardır tutsak / rehin alınan asker – sivil yurttaşlarımızı saygı ve sevgi ile selamlıyoruz. Verdikleri ulusal dava savaşımının (mücadelesinin) ortaklarıyız.

Bu günler de elbet bitecektir. Onurlu ve dik duruşları nedeniyle onlarla övünüyoruz..

Biz bu gün burada salt bilimsel bir değerlendirme yapacağız. 40 yılı aşan tıp birikimimizi
öne çıkaracağız. Politik söylemler iktidarı çok rahatsız ediyor. Belki bilimsel gerçekler işe yarar??

Pekii.. Bir canlı, bir toplum neden ÇIĞLIK atar?

Tehlikede olduğunu, yardıma gereksinimi olduğunu başkalarına duyurmak için..
Bu davranışın Tıpta, Psiko-biyolojide karşılığı, Hans Selye’nin STRES KURAMI’dır. Canlılar strese sokulduklarında ÇIĞLIK atarlar.
Bu çığlık doğası gereği seslidir ve hatta olabildiğince yüksek şiddette
(dBA) ve tizdir ki duyulma olasılığı artsın.

Ne var ki, 1 yıla varan süredir bu eylemler SESSİZ ÇIĞLIK olarak yürütülüyor.
Hem çığlık atılacak hem de bu eylem, doğasına aykırı olarak SESSİZ olacak!
Aşkolsun bu halka, helal olsun bu insanların sabır, olgunluk ve yaratıcılıklarına!
Ancak bu sessiz çığlıkları da duyan yok! Oysa seslisinden etkili olur diye umulmuştu!

Çare neydi? Çare, hükümeti rahatsız edecek eylemlerde.. Bu belirlemenin de payı olsa gerek ki, 1 aydır bu kez “İNTİFADA” (sesli mi sesli çığlık!) sergilenmekte. İşte bu tablo siyasal iktidarı epey ürküttü ve o ölçüde de orantısız şiddet hatta vahşet kullanmaya başladı.

Oysa sağduyunun gereği, bu insanların ne dertleri olduğunu anlamaya çalışmayı gerektiriyordu. Ardından da demokratik uzlaşma kültürünün gereği olarak istemleri olabildiğince, hukuk içinde karşılamak..

Ne ki, tam tersini gözlüyoruz.. Gittikçe artan kolluk şiddeti..
Bu bir kısır döngüdür ve Sistem Kuramı’na göre yıkım doğurur.
Yıkılacak olan Halk değilse kimdir? Elbette siyasal iktidardır!

– 5 insanımız öldü,
– 13 insan gözünü yitirdi,
– çok sayıda insanın yüzünde sabit izler kalacak
(Adli tıp deyimi ile Çehrede sabit eser)..
– 60 dolayında ağır yaralı var. Kafatası kırılanlar, kaburgaları kırılanlar,
halen yoğun bakımda olanlar..
– 8 bini aşkın resmi kayıtlı yaralı var..

Bir de milyonlarca gönlü kırıklar..
Yani psişik travma alanlar ki olumsuz etkileri bırakın yaşam boyu sürmeyi, kuşaklar boyunca aktarılabilecek olanlar.. Özellikle can yitikleri!

Ne oluyoruz?? Ülkede iç savaş mı var??

Ve araçlarını bu denli ölçüsüz, orantısız, hukuk dışı ve yaralama – öldürme erekli kullanan polise parasal ödül (Osmanlı Ulufesi?) 2 anlama gelebilir :
Ya açık bir psikolojik savaş ya da tam bir düşünsel karmaşa (mental konfüzyon)!
İki seçenek de birbirinden sakıncalı AKP yönetimi ve ülkemiz için.

Çok talihsiz bir saptama ki, ülkenin tepe yöneticisi “kör gözüm parmağına” tutumu içinde. Hem de inatla, gözü kara biçimde.. Kolluk tek tutamağı gibi, tek koruyucusu gibi, öylesine bir algı içinde. Halkının en az yarısını kendisine “düşman” görmekte.
Oysa demokraside ötekileştirme yoktur, çoğunluk baskısı olamaz, çoğulculuk temeldir. En az sayıdaki insanların bile hakları korunur. İktidarınız değil %50 (ki gerçekte matematiksel olarak hiç %50 olmadığı gibi halen çok daha düşük, AKP azınlık iktidarı!), % 80 bile olsa, mutlak sınırlarınız vardır :

TEMEL İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ!
Bunun da çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS‘dir ve
Türkiye bu Sözleşme’ye taraftır, hukuksal olarak bu üstün hukuk normlarıyla bağlıdır (Anayasa md. 90)!

  • Bu olaylar AİHM’ne taşınacak ve Türkiye çok sayıda davada ciddi mahkumiyetler alacaktır. AKP iktidarının siyasal – tarihsel ömrü ve işlevi tamam olmuştur.

Toplumsal olaylarda kolluk, güvenlik önlemi alırken, sağlık hizmetleri için de koridorlar açmak zorundadır. YAŞAM HAKKI kutsaldır ve her şeyin üzerindedir. Devletin de
1. görevi yurttaşın can – mal güvenliğini sağlamaktır. Polis bunu becerememekte,
Sağlık Bakanlığı da görevini gereği gibi yapmamaktadır. Oluşan kabul edilemez hizmet boşluğu, gönüllü hekimler tarafından Türk Tabipleri Birliği örgütlemesi ile kapatılmaya çalışılmış ve çok sayıda acil sağlık hizmeti gereksinimi yerinde karşılanmıştır.
Bu yapılmasa idi tablo çok daha ağır olabilirdi. Hükümet en azından bu katkıyı şükranla karşılamak yerine, bir başka irrasyonel davranışla sağlık personelini ellerini
arkadan kelepçeleyerek
gözaltına almıştır! Yetkili Cumhuriyet savcısı bu açık yasa dışı davranışa nasıl göz yumabilir? Bırakın arkadan kelepçelemeyi, normal kelepçenin de koşulları yoktur! Bu kişilerin kaçma olasılığı, kendisine ya da çevresine zarar verme olasılığı.. Hangisi vardı? Üstelik elleri arkadan kelepçelenen insanın özel olarak korunması gerekir.. Gözaltına alınırken itilir kakılırsa ve düşerse kendisini ciddi – ağır yaralanmalardan nasıl korur? Yoksa amaç – murat tam da bu mudur? Tam da bu tür vahşet midir parasal ödül (başa bela Yeniçeri ulufesi!) getiren? Oysa sağlık çalışanlarının savaşta bile dokunulmazlığı vardır. Kendilerine ateş edilmez,
tutsak alınmazlar.. Hipokrat yemini ve Tıbbi Deontoloji Tüzüğü,
hekimleri her durumda gereksinim sahiplerine tıbbi yardımla yükümlü kılar.

Bir de Sağlık Bakanlığı’nın soruşturma işlemi.. Tam bir trajik-komedi!
Türkiye Barolar Birliği Sağlık Bakanlığı hakkında, çok yerinde bir girişimle
suç duyurusunda bulundu. Türk Tabipleri Birliği de bugünkü kongresinde Bakanlığı kınadı ve bu yardımın gerektiğinde sürdürüleceğini açıkladı
(Başkan, tıbbiyeden sınıf arkadışımız sevgili Prof. Özdemir Aktan’ın ağzından).

  • Biz de diyoruz ki; BARİ SAVAŞ HUKUKU UYGULAYIN!

 

Sessiz_ciglik_konusmamiz_30.6.13

 

 

 

 

 

 

 

Polisin kullandığı basınçlı suya gelince : Bir kez basıncı çok yüksek, çarptığı insanları savurup yere seriyor.. Bu ciddiyaralanma, sakatlanma hatta ölüm riski demektir. Gözünüze gelirse kesin olarak parçalar ve kör edebilir. Bu bakımdan basıncının azaltılması ve 45 derece açı ile yere sıkılması gerekir. En fazla diz altı düzeyinde insana sıkılabilir çok zorunlu kalınırsa..

İçine “ilaç” koymaya gelince.. İstanbul Valisi beyefendi “Suya kimyasal değil ilaç konuyor” buyurmuş. Özürü kabahatini öyle aşkın ki.. Bir kez ilacı yalnız hekimler kullanır. Böylesi bir amaçla kullanımı hekimlerin de yetkisinde değildir. İlaç kullanımı hekimler için ciddi tıbbi – yasal yükümlülükler de doğurur. Vali bey güya “kimyasal kullanmıyoruz” demeye getiriyor ama bilgisi her ilacın bir “kimyasal” olduğunu ayırtedemeyecek durumda! AKP’nin valisinin bu hallerini art alana itersek, tablo vahimdir. Kolluk, basınçlı suyu hatalı ve vahşice kullanmakla yetinmemekte, boyalı kimyasal katarak insanları damgalamaktadır. Ayrıca bu boyalı kimyasallar deride yangı tepkimesi oluşturarak insanların canlarını ek olarak yakmaktadır. Beklenen, her araç mübah olarak protestocuları dağıtmaktır. RT Erdoğan’ın asabı bozulmakta, tahammül edememekte, kalabalıkları zaafiyet olarak görmekte ve Bakanına kesin talimat vermektedir : DAĞITIN!

  • Polis de “DAĞILIN LAN DAĞILIN” buyurmaktadır.

An gelir, Halepçe vb. örneklerdeki gibi halkına kimyasal silah kullanma eşiğine gelirsiniz, uyaralım.. Bu sulara hiçbir kimyasal katılMAmalı ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlarla kullanılmalıdır.

BİBER GAZI sorunu.. Başbakan “olağandır, polis kullanır..” deme zorunluğunu neden duyuyor? Danışmanları O’na, AİHM’nin Nisan 2012’de Ali Güneş davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini, 10 bin € tazminat ödendiğini neden söylemiyor?? Ya da RTE bilmezden mi geliyor? Bu gazların içeriği nedir? Bir hekim olarak benim bunları bilmem gerekir ki, etkilenenlere uygun sağaltım verebileyim, varsa özgül antidotunu kullanayım. TTB İçişleri Bakanlığından sordu ancak yanıt yok.. Oysa Anayasa md. 74 “gecikmeden” yanıt yükümlüğü yüklüyor İdareye!

Kapalı mekanlara asla sıkılmamalıdır, kitleler uyarılmadan kullanılmamalıdır.
Düşük yoğunlukta ve havaya 45 derece açı ile atılmalıdır. Bu koşullarda bile insanlar zarar görürse, AİHM kararı uyarınca Devlet – Kolluk zincirleme sorumludur ve
Devletin zararı hatalı kamu görevlisine rücu (geri yükleme) zorunluğu vardır.

40 yılı aşan tıbbi birikimimizle rahatlıkla söyleyebiliriz ki;

  • Başbakan R.T. Erdoğan’ın ruhsal duygudurumu (İng. mood) ülkemizi yönetebilecek durumda değildir.

Her gün yazılı basın ve TV’lerden bu durum açık ve net olarak izliyoruz.

  • Başbakan zorunlu bir “mola” almalıdır.

Bir yurttaş olarak, tam donanımlı bir Üniversite hastanesinden “görevini sürdürebilir” raporu almasını istiyoruz. Başbakan buna zorlanmalıdır. Türk Tabipleri Birliği,
Türk Psikiyatri Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği HASUDER, Türk Psikologlar Derneği.. bu bağlamda baskı grubu olmalıdır.

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler etkisizleştirilmiştir
, sesleri çık(a)mamaktadır!
Başbakanın buna yanaşmayacağı kesin gibidir. O zaman “yokluğunda” (gıyabında) rapor düzenlenebilir.. Bu rapor istemi bir demokratik meşru direniş yöntemidir. Çünkü bu kişinin davranışları kamuoyu önündedir.  Panik bozukluğu içindedir. Bilerek ve isteyerek
gerçek dışı açıklamalarda ve tahriklerde bulunmakta, halkını yanıltmaya ve ayrıştırmaya çalışmaktadır. Realiteden kopmuş gibi bir görünümü vardır, bu durum çok tehlikeli
bir dissosyasyona neden olabiliir. Dissosyatif sendromlar tıpta ağır tablolardır,
kişilerin hak (ve fiil) ehliyetlerini ciddi düzeyde sınırlamak gerekebiir. Ayrıca ruhsal kapasitesinde apaçık bir regresyon izlenmektedir; geçen hafta Kayseri mitinginde kalabalıklara 2 kez “kadanızı alırım sizin” gibi üzerinde çooook durulması gereken
bir abartılı duygusal tepki göstermiştir. Regresyon, puerilizm eşiğinde ciddi midir?

Bu kritik soruların yanıtını merak ediyoruz.
Gerçek durum bu ise, RT Erdoğan’ın tıbbi raporla en azından bir süre görevinden ayrılması ve tedavi edilmesi gerekebilir.
Durumun ortaya konması 5 kişilik bir Psikiyatrist kurulunun raporunu gerektirir.
Bunu istemeliyiz.

Bu arada; Devletin başı olan kişi, neden bu denli atıldır neden, neden?

Sonuç olarak :  İktidar panik içindedir, halk, deyimi yerinde ise “teneke çalmaktadır”. Eylemler tüm dünyada haklı, meşru ve de çooook yaratıcı bulunmaktadır.
Sağduyu herkesten çok R.T. Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine düşmektedir.
Bürokrasi de, yasaya aykırı emirleri uygulamamalıdır. Allah’tan ümit kesilmez; Çankaya’da oturan AKP’li zat da, hidayate erişir mi acaba?? Göreceğiz.

Siyaset kurumu, bu inanılmaz güzellik ve incelik (zarafet) taşıyan halk direnişine
benzer yaratıcılıkla önderlik etme yükümü altındadır.
Bu, dayanılmaz, karşı konulmaz, ertelenemez asal bir tarihsel sorumluluktur.
Aksi takdirde dere, akacağı yatağı kendi potansiyeli ile bulacak ve
kapsamlı bir politik tasfiye kaçınılmaz olacaktır.

Adnan Binyazar‘ın söylemiyle

  • “Son sözü, tarihin en kritik yerinde hep direnenler söyleyecektir!”..

Direniş şehidi, polis kurşunu kurbanı Ethem Sarısülük de bu dövizi taşıyordu vurulduğunda.. Elinde başkaca hiçbir şey yoktu..
Ama mahkeme, katil polis Ahmet Şahbaz’ı “nefsi müdafa” bağlamında salverdi!?
Dayan yüreğim dayan..

Dayanacak ve örgütlü savaşımla (mücadele) ile bu deli gömleğini de
mutlaka yırtacağız
.

Herkese ama herkese sabır, kolaylık ve kesin bir sağduyu diliyoruz.

Umutsuzluk ATATÜRK’ün devrimci halkına yakışmaz, bilimsel değildir, duygusaldır.

Felsefeci Prof. Ahmet İnam, “Umutsuzluk Ahlaksızlıktır” diyor bu adı taşıyan kitabında!

Adnan_Binyazar_son_sozu_hep_direnenler_soyler

Önümüzde 3 D modeli duruyor..

Diren Türkiye!

Dik dur Türkiye!

Dev-ri-le-cek-ler !!!

Yazımız pdf olarak da okunabilir :

 

HALK_AYAKLANMASININ_SOSYAL_PSIKOLOJIK_IRDELEMESI

Sevgi ve saygı ile.
30.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net