Etiket arşivi: Atatürk’ün dil devrimi

Aşı Diplomasisi, AKP ve Türkiye

Op. Dr. Fikret Şahin’den Şehir Hastaneleri İle İlgili Önemli Tespitler

Op. Dr. Fikret ŞAHİN
CHP BALIKESİR MİLLETVEKİLİ
ESKİ BALIKESİR TABİP ODASI BAŞKANI

Cumhuriyet, 06 Mayıs 2021

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Covid-19 pandemisiyle birlikte yaşamımıza yeni bir kavram girdi “aşı diplomasisi”. Covid aşısının üretim teknolojisine sahip olmak uluslararası alanda güç, itibar ve etkinlik aracına dönüştü. Buna bağlı olarak tıbbi alandaki bilimsel yetenek ve üretim gücü son yıllarda ülkelerin bölgesel ve küresel etkinliğinin en önemli kaldıraç mekanizması durumuna geldi.

Covid aşısını başka ülkelerden bağımsız olarak üretebilmek, aşıya sahip olmak ve aşıyı gereksinimi olan ülkelerle paylaşmak uluslararası gücün ve etkinliğin en önemli göstergesi oldu. Zorlu ve çözülmesi güç uluslararası sorunlarda, ilgili ülkeleri ikna etmek ya da istenilen noktaya getirebilmek için Covid aşısı diplomasi masasında yerini aldı. Bu diplomasi türüyle dünya ilk kez karşılaşıyor. Bu. küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların vardığı noktayı bize göstermesi bakımından da manidar (AS: ) anlamlı.

BÜYÜK KOZA DÖNÜŞTÜ

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) başta olmak üzere pek çok tıbbi otorite Covid aşısına ulaşım konusunda adaletli davranılmasını hatta aşı patentinin ve üretim teknolojisinin açık olması gerektiğini belirtmesine karşın, tıbbi üretim teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler ve onların küresel firmaları aşı üzerinden güç ve para kazanma peşindeler.

Covid pandemisi başladığından bu yana DSÖ’nün resmi kayıtlarına göre yaşamını yitiren insan sayısı 3.5 milyona yaklaşmakta, resmi olmayan rakamlar doğal olarak bunun çok daha üzerinde. Her ne olursa olsun acı gerçek apaçık önümüzde duruyor ve günde ortalama 10 bin kişi yaşamını Covid nedeniyle yitiriyor. Herkesin çevresindeki çember o denli daraldı ki her gün bir tanıdığımızın acı haberini alır hale (AS: duruma) geldik.

İnsanoğlu yaşam ve ölüm arasında zamanla yarışıyor. Bu tablo karşısında, aşı teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler, DSÖ’nün çağrısını duymak istemiyor, aşı patentini açmıyorlar. DSÖ’nün yaptığı oldukça insancıl ve bilimsel olarak yapılması gereken bir çağrı fakat bu çağrının muhatabı ülkeler aşıyı diplomatik bir koz olarak kullanmakta kararlılar.

BİYOLOJİK SAVAŞ

Dünya şu anda bir biyolojik savaş durumunda. Düşman koronavirüs, buna karşılık insanoğlunun elindeki en etkili silah Covid aşısı. Bu silaha sahip ülkeler bu güçlerini başka ülkelerle paylaşmak yerine bu silahı küresel güçlerini artırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak niyetindeler. Her gün binlerce kişinin aşılanamadığı için yaşamını yitirmesi umurlarında değil. Onlar için önemli olan salgın sonrasında çok daha güçlü ve etkili olabilmek. Covid salgınını güçlerini artırmak ve pekiştirmek için fırsata çevirme peşindeler.

Küresel güçler açısından şu anda Covid aşısına sahip olmak nükleer güce sahip olmak gibi bir durum, belki de bundan daha da etkili. Ulaşmak istedikleri amaçları için Covid aşısını etkili bir argüman (AS: araç, silah) olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunun bir örneğini de ülke olarak biz yaşadık. Çin’den Sinovac aşısının tedariki (AS: sağlanması) sürecinde, Çin’in aşıyı yeterli dozda vermek için Türkiye’den suçluların iadesi anlaşmasını uygulamaya koymasını ve Türkiye’ de bulunan kimi Doğu Türkistanlıların iadesini istediği gündeme gelmişti. Bu konu her ne denli inkâr edilmiş (AS: yadsınmış) olsa da Çin’den aşı sağlanmasında duyurulan takvime uyulmaması, bu sorunun görüşmelere konu olduğunu düşündürmektedir.

Aşı üreten ülkeler, salgın sonrası siyasal ve ekonomik olarak daha avantajlı olabilmek için ilişkilerini geliştirmek istedikleri veya üzerinde etkili olmak istedikleri ülkelere aşı vererek ya da vermeyerek siyasal manevra yapıyorlar.

Aşı adeta Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir mücadele zemini oluşturdu. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Almanya bu mücadelede başroldeler. Herkes aşısını kendisi için önemli olan ülkelere gönderme çabasında, rakip ülkenin aşısının kendi bölgesine girmesini istememekte, bunun için amansız bir mücadele sürüyor.

Hangi aşının, hangi ülkelerde kullanıldığına bakarak kimin nerede etkili olmak istediğini anlamak olanaklı. ABD bu yarışta özellikle Avrupa kıtasında var olmak isterken, EMA (Avrupa Birliği İlaç Dairesi) Rusya’nın Sputnik ve Çin’in Sinovac aşılarına halen kullanım onayı vermeyerek bu ülkelerin Avrupa’ya girişini engellemeye çalışmakta. Buna karşın, onaysız olsa da kimi AB ülkeleri bu aşıları kullanmaya başladılar.

İnsanlık tarihine baktığımızda her salgın hastalık sonrası dünyada kayda değer değişimler meydana gelmiştir. 14. yüzyılda yaşanan kara veba salgını sonrasında feodal sistem yıkılmış, kapitalist düzen başlamış, Katolik inanca güven azalmış Protestanlık inancı doğmuş, kilise ve eğitimde egemen dil Latinceden İngilizceye dönüşmüş, Rönesans ve Reform hareketleri yaşanmıştır.

  • Bu salgın geçtikten sonra yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıya kalacağımız kesindir.

Tarihsel olaylardan ders çıkaran ülkeler buna yönelik hazırlıkları ve zeminlerini özellikle aşı üzerinden yapmaktadırlar.

BİZ TÜRKİYE OLARAK NE YAPIYORUZ?

AKP iktidarıyla birlikte yerli aşı üretimini terk edip aşı ihraç eden (AS: dışsatımı yapan) ülke konumundan aşı ithal eden (AS: dışalımı yapan) ülke konumuna geriledik. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün 80 yıllık tarihsel birikim ve deneyimlerini bir anda sıfırladık. Vatandaşlarımız için başka ülkelerden gelecek aşıları bekleyerek zaman ve yaşam yitiriyoruz.

Oysa AKP iktidarından önce olduğu gibi kendi aşımızı üretebilseydik şimdi hem kendi vatandaşlarımızın aşılarını tamamlamış olacaktık hem de Türkiye olarak, aşı sayesinde bölgesel güç olmak fırsatını yakalayacaktı. Çevresindeki ülkelere ürettiği aşıları gönderecek güçte olan bir Türkiye’nin uluslararası itibarı (AS: saygınlığı) ve etkinliğinin ne ölçüde artacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Bilimin gücüyle ülkemizin gücünü örtüştürme fırsatını maalesef AKP’nin öngörüsüz sağlık politikaları nedeniyle kaçırdık. Bilim insanları bundan sonraki süreçte de benzer pandemilerin gerçekleşebileceğini düşünmekteler. Bu nedenle yerli aşı üretimi yalnızca bugün için değil, gelecekte de ülkemizin stratejik hedefleri ve diplomasi gücü açısından hayati (AS: yaşamsal) öneme sahip olacaktır.
============================
Dostlar, 

AŞI SAVAŞLARI ve AKP İKTİDARININ SINAVI

Başlıklı makalemiz 12 Aralık 2020 günü Cumhuriyet gazetesinin 2. sayfasında yayınlanmıştı…

Not                                 :

Sayın Milletvekili Dr. Fikret Şahin’in izni alınarak metinde çok sayıdaki Arapça- Farsça sözcüklerin yerine yaşayan – varolan güzelim Türkçe karşılıkları konmuştur; anlama dokunmaksızın. Yer yer de ayraç içinde Türkçe karşılıklar önerilmiştir.
ATATÜRK DEVRİMLERİ bir bütündür ve bir halkı Ulus yapan ortak niteliklerin başında DİL gelir. Bu yüzden, DİL DEVRİMİNİ sahiplenmek, yaşatmak ÖKSÜZ BIRAKMAMAK zorundayız.. Dr. Şahin’e olgunluğu için teşekkür ederiz.

Bu gün ayrıca Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Bşk. Sn. Dr. Alev Coşkun‘a da ilettik sorunu, Cumhuriyet gazetemiz yeterli özeni göstermiyor.. diye yakındık.. Sn. Işık Kansu‘ya da..

Sevgi ve saygı ile. 07 Mayıs 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter  @profsaltik     

Dil emperyalizmi

Dil emperyalizmi

Dil emperyalizmi

31.5.2019, AYDINLIK
https://www.aydinlik.com.tr/dil-emperyalizmi-ozgurluk-meydani-mayis-2019 

Bugün ortaya çıkan bütün başarısızlıklarına karşın bilinçsiz bir iyimserlikle ısrar edilen İngilizceyle eğitim uygulamasının Türk eğitim sistemi, Türk dili ve kültürü üzerinde yarattığı olumsuz sonuçlar vahimdir. Dahası, böylesi bir gaflet, Cumhuriyet’in temel taşlarını dinamitlemektedir.

Image result for PROF. DR. SİNAN BAYRAKTAROĞLU
PROF. DR. SİNAN BAYRAKTAROĞLU

Cambridge Üniversitesi Öğretim Üyesi (1972-1977)
Cambridge Yabancı Diller Merkezi, Sawston Hall, Kurucu Direktörü (1980-2005)

1780’de ABD’nin 2. Başkanı John Adams(1), Amerikan Kongresine bir “Amerikan Akademisi”nin kurulmasını önerirken şöyle bir kehanette bulunuyordu: “İngilizcenin yazgısı, gelecek ve onu izleyen yüzyıllarda, Latincenin geçen yüzyıllarda ya da Fransızcanın bu yüzyılda olduğundan daha da yaygın bir dünya dili haline gelmektir.”

Bu kehanetine gerekçe olarak, Amerikanın o zamanlar hızla çoğalan nüfusunu, tüm dünya ülkeleri ile bağlantılarını ve İngiliz İmparatorluğunun da desteğini belirterek, İngilizcenin küresel yayılışı önünde hiçbir gücün duramayacağını gösteriyordu.

Buna ek olarak, 1941 yılında Churchill ve Roosevelt faşizmin devrilmesinden sonra nasıl bir işbirliği içinde olacakları konusunda koşulsuz nitelikteki Atlantik Antlaşmasını imzaladılar. 1943’te Roosevelt’in telkiniyle Churchill’e Harvard Üniversitesi tarafından fahri doktora veriliyor. Churchill doktora töreninde yaptığı kabul konuşmasının beş ana teması sırasıyla Birleşik Krallık ile Amerika Birleşik Devletlerinin birlik ve bütünlüğü, askeri alanda işbirlikleri, küresel barışın korunmasına ilişkin tasarıları, Birleşik Krallık ile Amerika Birleşik Devletlerin küresel egemenliği ve küresel İngilizce idi.(2)

CHURCHİLL’in GÖRÜŞÜ

Churchill’in 1943’te Harvard Üniversitesinde fahri doktora törenindeki kabul konuşmasında İngiliz dili ile ilgili olarak aşağıdaki söylemleri bu dilin 2. Dünya Savaşından sonra dünyada hızla yayılmasını ve ‘dil emperyalizminin’ nasıl oluştuğunu anlamamız açısından ilginçtir:

“Bizlere bahşedilen ‘ortak dilimiz’ paha biçilmez bir mirastır ve bu bir gün ortak vatandaş olabilmemizin temelini oluşturabilir. Britanyalıların ve Amerikalıların birbirlerinin geniş topraklarında birbirilerine karşı hiç yabancılık hissetmeden rahat ve özgürce dolaşabilmelerini görmek isterim. Aynı şekilde, ortak dilimizi dünyada çok daha geniş bir alana yaymaya ve doğuştan sahip olduğumuz böylesine büyük bir değere birlikte sahip çıkmaya kendi bencil menfaatlerimizi gözetmeksizin birlikte çaba göstermememiz için herhangi bir neden görmüyorum.”

Churchill konuşmasını şu sözleriyle sonuçlandırmaktadır:

“Öne sürmüş olduğum bu beş temel ilkenin uygulanması insanların topraklarını işgal edip onları amansızca sömürmemizden çok daha verimli sonuçları bizlere armağan edecektir. Geleceğin imparatorlukları gücünü akıldan alan imparatorluklardır.”

İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda İngilizcenin küresel yayılışının geldiği durum şudur: 20. yüzyıldan beri dünya ekonomisine liberalizmin / neo-liberalizmin egemen olması üzerine, İngilizce, teknolojik gelişmelerin de desteğiyle, dünya ülkelerinin adeta “ortak dili” (lingua franca) olmuş ve uluslararası bir iletişim aracı haline gelmiştir.

Günümüzde, 1.75 milyar dünya halkı (her dört kişiden biri) İngilizce konuşmakta ve 2020’de bu sayının 2 milyara (British Council, 2013:2), 2040’ta 3 milyara (yaklaşık olarak dünya nüfusunun %40’ı) ulaşacağı kestirilmektedir.(3)

ABD, Birleşik Krallık, Kanada, İrlanda, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde toplam 329 milyon kişi İngilizceyi “anadil” olarak konuşurken, sömürgeciliğin sonucu, İngilizcenin resmi dil veya 2. dil olduğu, Hindistan, Kenya, Malezya, Singapur ve Zambia gibi ülkelerde 300 milyon kişi İngilizce konuşmaktadır. Öte yandan tarihlerinde hiç sömürge / koloni durumuna düşmemiş Çin, Rusya, Japonya, Türkiye, Avrupa ülkeleri, vb. gibi 1 milyarın üstündeki dünya halkı da İngilizceyi “yabancı bir dil olarak konuşmaktadır. Kısaca İngilizce, üzerinde güneş batmayan topraklarda konuşulan bir dil durumuna gelmiştir!(4)

Yüzyıllar önce planlanıp küresel düzeyde etkinliğini gösteren böylesine bir dil emperyalizmi, bugün Türk toplumunun dil ve kültürünü, birliğini ve geleceğini ciddi boyutlarda her yönüyle tehdit etmektedir. Bunun sonucu olarak, bugün yükseköğretimde neredeyse hiç farkına varmadığımız bir “dil çıkmazına”(5) sürüklenmiş buluyoruz.

  • Dil olmayınca “düşünce”de “yaratıcılık da” olamaz.

Ünlü dilbilimci Ludwig Wittgenstein’ın(6) belirttiği üzere,

  • “Dilimin sınırları dünyamın sınırları demektir.”

DİL ÇIKMAZI

Üniversitelerdeki hem Türkçe hem de İngilizce eğitiminde, yıllardır süregelen son derece endişe verici sorunlar yaşıyoruz. Bu sorunları Cumhuriyet’in 100. yıldönümüne az bir zaman kalmış olmasına karşın henüz giderememişken, bir de yükseköğretimde “İngilizceyle eğitim” yapma sevdasına kapılmış ve ülkemizi tam bir dil çıkmazının içine sürüklemiş durumdayız.

  • İngilizceyle eğitim, İngilizce öğretim ve öğrenim yöntemi değildir.

Bunlar pedagojik amaç ve hedefleri farklı iki tür eğitim etkinliğidir.

Yabancı dille eğitim uygulamasının yükseköğretimin niteliğini ciddi boyutlarda tehdit ettiğini görüyoruz. Bu uygulamaya tabi tutulan öğrenciler, bırakın İngilizce olarak yorum yapamamalarını, kendi ana dilleri Türkçede bile üretken ve yaratıcı olmalarını sağlayıcı dil kullanım becerilerini edinemiyorlar.

  • İngilizceyle eğitim yapma pahasına kendi anadilinde düşünebilme, sorun çözebilme, üretebilme ve yaratıcı olabilme becerilerinden yoksun bırakılan genç nüfusumuz, geleceğin Türkiye’sine ümit olma yerine, altından kalkılması çok zor sosyal ve ekonomik sorunlar yaratacak bir tehdit haline kolayca gelebilir.

Küreselleşen bir dünyada yükseköğretime uluslararası düzeyde akademik bir kimlik kazandırabilmek için İngilizce öğretim ve öğrenimine ne denli büyük önem verilse yeridir. Ancak, etkin bir Türkçe eğitimi gerçekleştirilmeden ne İngilizce ne de İngilizce ile eğitim uygulaması sağlıklı bir biçimde yapılabilir.

  • Unutulmamalıdır ki, anadil eğitimi her ülkenin eğitim sisteminin temelidir.

Dolayısıyla, etkin bir Türkçe eğitimi ve buna bağlı olarak uluslararası standartlarda güçlü bir İngilizce eğitimi, akademik eğitimin Türkçe ile yapılması koşuluyla yaşama geçirilmelidir.

Bugün ortaya çıkan bütün başarısızlıklarına karşın bilinçsiz bir iyimserlikle ısrar edilen İngilizceyle eğitim uygulamasının Türk eğitim sistemi, Türk dili ve kültürü üzerinde yarattığı olumsuz sonuçlar vahimdir (AS: ürkünçtür). Dahası, böylesi bir gaflet (AS: aymazlık), Cumhuriyet’in temel taşlarını dinamitlemektedir.

Osmanlı okumuşu, Arapça ve Farsçayı Türkçeye yeğ tutmakla vaktiyle hata etmişti. Bugün yükseköğretimde İngilizceyle eğitimi savunan aydınlarımız da aynı hatayı işliyorlar.(7) Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti, O’nun kurucusu olan Atatürk’ün şu söylemleri doğrultusunda kurulmuştur:

“Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlâkının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının, kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” 

“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Kaynaklar
1- Adams, John. (1780). Letter to the President of Congress (5 September 1780). In C.F. Adams, The Works of John Adams, Vol. 7 (Letters and State Papers 1777-1782), Boston: Little, Brown,
2- http://www.winstonchurchill.org/learn/speeches/speeches-of-winston-churchill/118-the-price-ofgreatness. Alıntı: Phillipson (2017), s. 318.
3- Council Report, (1995) THE ‘WORLD ENGLISH PROJECT’. Alıntı: David Graddol (2006), English Next, : British Council, s.107.
4- Crystal, David (2003), English as a Global Language, : Cambridge University Press, 2nd ed.
5- Bu yazımızda sözü edilen “dil çıkmazı”nın ne olduğu ve sorunların nerelerden kaynaklandığının kapsamlı biçimde irdelenmesi ve bunları giderici çağdaş dil pedagojisi doğrultusunda öne sürülen yapıcı çözüm önerileri için bkz: Cumhuriyetin 100. Yılına Doğru Yükseköğretimde Dil Çıkmazı: Türkçe ve İngilizce Eğitimde Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Ataürkçü Düşünce Derneği Yayını, 318 s.
6- Logico-Tractatus Philosophicus,1921.
7- Tekin, T. (1975), “Üniversitelerde Bilim Dili: Türkçe…”, Milliyet,1 Kasım 1975.

ADD Genel Merkezi : CUMHURİYET SAHİPSİZ DEĞİLDİR!


Dostlar,

ADD Genel Merkezi, Genel Başkan Tansel Çölaşan imzasıyla aşağıdaki
basın açıklamasını yayımladı.

ADD Genel Merkezince yapılan bu değerlendirmeye genel olarak katılıyoruz..

Ancak son paragrafta yer alan aşağıdaki anlatım dikkatimizi çekiyor..

  • “Kurucu ilkeleri bugünün sorunlarını çözecek biçimde geliştirmek, yaratıcı ve cesur adımlarla Cumhuriyetimizi yeniden çağdaşlık hedefine yöneltmek için Cumhuriyetimizin kurucu siyasal ilkeleri yeterli ve değerlidir.”

Burada “kurucu ilkelerin bugünün sorunlarını çözecek biçimde geliştirilmesinden”
söz edilmektedir.

ADD Genel Merkezi, kurucu ilkelerin günümüz sorunlarını çözmede yetersiz olduğunu mu düşünmektedir?

Bu “yetersizlik” hangi ilkelerde ve ne ölçüdedir ve ADD Genel Merkezi ne yön ve içerikte, derinlikte “geliştirme” düşünmektedir?

Yine bu paragrafta sözü geçen “yaratıcı ve cesur adımlar” dan ne kastedilmektedir? CHP’de olduğu gibi ADD de “Y-ADD” ye mi evrilecektir?

Ayrıca aynı paragrafın son tümcesinde

“.. Cumhuriyetimizi yeniden çağdaşlık hedefine yöneltmek için Cumhuriyetimizin kurucu siyasal ilkeleri yeterli ve değerlidir.”

denilerek ilk tümce ile çelişkiye düşülmektedir. İlkinde bu ilkelerin “geliştirilmesi” gereği vurgulanmakta, “cesur ve yaratıcı adımlar” geliştirme aracı olarak önerilmekte,
sonunda da bu ilkelerin “yeterli ve değerli” olduğu belirtilmektedir.

ADD Genel Başkanını bilemeyiz ama ADD’nin kurumsal kimliği adına bu tür tehlikeli düşünsel karmaşalar bizi üzüyor ve endişelendiriyor..
Açıklama Genel Başkan imzasını taşıyor.. Acaba GYK bu görüşleri paylaşıyor mu?
İmzada “GYK adına” notu yok.. Anlaşılan Bn. Çölaşan’ın kişisel açıklaması..

Keşke bu tür önemli metinler birkaç kişilik kurul eliyle hazırlansa..
Bu hususu daha önce de önerdik..
Metinde başkaca da ufak tefek eksikler var.. Ayraç içinde düzelttik.
Dili de çok eski!? Nerede kaldı Atatürk’ün Dil Devrimi ??

Sevgi ve saygı ile.
13 Ağustos 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================================

ADD_logosu

 

 

CUMHURİYET SAHİPSİZ DEĞİLDİR!

 

 

Recep Tayyip Erdoğan %75 katılımlı bir seçimde,
geçerli oyların %51,8’ini almış ve 12. Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Bu durum, Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşmak,
Atatürkçü Düşünce’den rövanş almak olarak özetlenebilecek devrim karşıtı hayaller için aslında BAŞLANGICIN SONU OLACAKTIR.

Türkiye’nin laik ve demokratik bir hukuk devleti olduğu, parlamenter demokrasiyle yönetileceği, seçilen her cumhurbaşkanının bağlılık yemini edeceği Anayasa gereğidir.

Anayasa’da cumhurbaşkanı için öngörülen ayrıcalıklar ve yetkiler, otokratik bir başkanlık sistemi zorlamasına olanak vermez. Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa (AS: Mahkemesi) dahil, yargı mercilerine başvurulamaması (Any. 105/2); Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemlerin yargı denetimi dışında olması (Any. 125/2) hukuk devletine meydan okumayı meşrulaştırmaz.

Ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın gerektiği hallerde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi (Any. 104/12) toplumsal muhalefeti bastırmak için şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamayacak kanun hükmünde kararnamelerin çıkarılacağı olağanüstü hal ve sıkıyönetim dayatmalarına
ortam oluşturamaz.

Başbakanın seçim sürecindeki söylemlerinden, bu yolların zorlanacağı görülmektedir.

12 yıllık iktidarı boyunca toplumun refah düzeyini artırdığı, “açılım süreciyle”
toplumsal barışı sağladığı, ülkeyi ekonomik istikrara kavuşturduğu ve uluslar arası ilişkilerde ülkenin saygınlığını artırdığı yönündeki söylemlerle geniş toplum kesimlerini yanıltmış olması, muhalefetin ise bu önemli konularda seçenek üretmemesi ve
seçim sürecinde bu konuları işlememesi, seçimin bu şekilde sonuçlanmasına
katkı sağlamıştır.

Öyle ki; Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı olan birinin cumhurbaşkanı olmasının ülkeyi ne tür tehlikelerle baş başa bırakabileceği konusu, hiç ele alınmamıştır.
Bu nedenle siyaset kurumunun tavizkar (AS: ödüncü) ve teslimiyetçi anlayışı
iflas etmiştir.

Sonuç olarak; devletin tüm olanaklarını reklam ve propaganda amacıyla kullanan RTE, hem muhalefetin, hem de seçime katılmayan kesimlerin katkıları sayesinde cumhurbaşkanı seçilmiştir. Önümüzde bizleri bekleyen olasılıklar şunlardır :

1- Bu kişi kendisinin de ifadesiyle, tarafsız bir cumhurbaşkanı olmayacaktır.
Partizan bir anlayış ile, siyasal iktidarın başında bulunmaya devam edecek,
yalnızca kendisine destek verenlere yönelik politika geliştirecektir.

2- Çatışmacı dili ve ötekileştirici tavrıyla, milletin birliğini tehdit etmeye
devam edecektir.

3- Genel sorumluluk alanlarının dışına çıkarak, devlet organları arasında uyumu sağlamaktan çok, tartışmayı, çatışmayı körükleyecektir.

4- Anayasa değişikliği ile parlamenter sistem yerine başkanlık adı altında tek adam diktasını getirmek ve barış, açılım sürecin söylemleriyle vatanı bölme planlarına devam etmek isteyecektir. (Ancak Başkanlık Sistemi’ne geçmek için Anayasa değişikliğine gerek olduğu, dolayısıyla Anayasa’nın üçte ikisinin değişmesi gerektiği, bunun da ancak TBMM üye tamsayısının en az beşte üç çoğunluğunun (330 oy) gizli oyuyla (AS: ve ek olarak halkoylaması ile) sağlanacağı, şayet 2015 Genel Seçimleri sonucunda AKP TBMM’de bu oy çoğunluğuna sahip olmazsa Başkanlık Sistemi’ne kolay kolay geçilemeyeceği, dolayısıyla 2015 Genel Seçimlerinde Türk halkının ve muhalefet partilerinin önünde hâlâ tarihsel bir fırsat bulunduğu unutulmamalıdır.)

5- Başkomutanlık sıfatıyla, ülkemizi komşu ülkelerle savaşın eşiğine getirecek, hepimizin yaşamını tehdit edecektir.

6. Üniversitelere rektör atamaları ve başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere
yargıya yapacağı atamalarla kendi otoriter rejim anlayışını dayatacaktır.

Ayrıca, Türkiye’yi ciddi bir ekonomik krizin beklediğini her kesimden ekonomistler dile getirmektedir. Dış politika krizi de dış siyasetimizi yönetilemez noktaya getirecektir. Bu durumda kriz ile erken seçim olasılığı güçlenebilir ve siyasal iktidar seçimi
krizin etkisi baş göstermeden bitirmek isteyebilir.

İstisnasız bütün kesimleri etkileyecek olan ekonomik krizi en son hissedecek olan
geniş halk yığınlarıdır. İlk olarak ise bankalara özellikle dövizle borçlu olanlar olacaktır.
İlk planda dövizin yükselmesine ihracatçı geçinenler sevinse bile, büyük ölçüde hammadde açısından dışa bağımlı olduklarından, bir sonraki aşamada onlar da etkilenecektir. Dolayısıyla “istikrar sürsün” söylemi çökecektir.

Bu durum karşısında, ülkenin Cumhuriyetçi güçlerinin birlikte mücadele etmesi, kurucu ilkelerin günümüz sorunlarına çözüm üretme noktasında geliştirilip yaygınlaştırılması ve siyaset kurumları ile toplum nezdinde (AS: katında)
güç odağı durumuna gelinmesi gerekmektedir.

Milleti, daha önce olduğu gibi yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Seçeneksizliklerle, dayatmalarla, peş peşe alınan seçim yenilgileriyle umutsuzluğa kapılan, yorulan veya küsen yurttaşlarımızı bu çerçevede silkelenmeye davet ediyoruz.

Unutmayalım;

Kurucu ilkeleri bugünün sorunlarını çözecek biçimde geliştirmek, yaratıcı ve
cesur adımlarla Cumhuriyetimizi yeniden çağdaşlık hedefine yöneltmek için
Cumhuriyetimizin kurucu siyasal ilkeleri yeterli ve değerlidir.

Egemenlik iktidarların değil ulusundur! 

ADD Genel Merkezi
13 Ağustos 2014

Türk Aydınlanması 1: Atatürk ve Geometri Kitabı


Dostlar
,

Sn. Prof. Kemal Arı son zamanlarda birbirinden değerli yazılar yazmakta Atatürk, Aydınlanma ve yakın tarihimize ilişkin.. Sürdürmesini diliyor ve teşekkür ediyoruz.

Aşağıda, ATATÜRK’ümüzün Yazdığı Geometri Terimleri Kılavuzu hk. yazısını paylaşıyoruz.. (Görseli biz ekledik..)

Ata'nin_GEOMETRI_TERIMLERI_KILAVUZU

 

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Türk Aydınlanması 1: Atatürk ve Geometri Kitabı
Prof. Dr. Kemal ARI

  • Aydınlık İçinde Yat Atatürk; Sen Çağları Aşan Büyük Adammışsın!

Buyrun, buradan başlayalım:
“Müselles-i mütesaviyül adla”…
Herkes belleğini zorlasın; anlamı ne?
Yanıt veremediniz mi?
Yeni bir tanesini soralım:
“Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”
Aaa!
Gene anlamadınız mı?
Pekala, yeni terimleri soralım; bunlar bizi kesmedi:
Örneğin; “Müselles kaimüz zaviye, Zûerbaatül adla, Zaviyatanı mütevafikatan…”
Kuşkum yok, gene anlamadınız.
Şimdi bir düş kuralım:

Çocuğunuz sabahleyin kalksın, kahvaltısını yapsın; körpe beyni ve her şeyi algılamaya can atan zekasıyla yollara dökülsün; okuluna gitsin… Burada derhal, yüz yıl öncesine atlayalım; düş bu ya! Onu, çatık kaşlarıyla bir karış sakalı, başında sarığı, mintanı, şalvarı ile bir muallim karşılasın. Sonra çocuğunuz, öteki çocuklar gibi yere diz çökerek otursunlar. Önlerinde birer rahle… Anlamadınızsa söyleyelim; rahle, yani okumak için üzerine kitap konulan çapraz tahtadan alet… Ve muallim, müderris, molla; her ne ise, alsa eline uzun bir çubuk ve çocukların başlarına dokunarak; onlara bu terimlerle
sözüm ona geometri ya da matematik dersi anlatmaya çalışsa!

Burada hemen bir parantez açalım:

Eğer tarihimiz açısından bakıyorsak; bu sakallı ve sarıklı molla, matematik; eski adı ile “riyaziye” dersi verecek konuma gelmişse, demek ki bu aşamada bile büyük bir devrim gerçekleştirilmiştir. Çünkü bir elli yıl daha öncesine giderseniz; orada riyasize dersinin de olmadığını; bilim adına ancak dini bilgilerin okutulduğunu göreceksiniz çünkü…

Neyse geçelim…

Yirminci yüzyılın başlarında, hatta cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, ana kucağından kalkıp, mektebe koşan bu Türk çocukları, matematik gibi bir çağdaş ve bilimsel eğitimin temelinde yer alan bir bilim alanında, bu kavramlarla matematiği nasıl anlayacak, içselleştirecek ve onun önemine kavrayacak? Ana kucağında ise hiç işlenmemiş,
bilim yapılmamış, kaba bir Türkçe ile dimağı yoğrulmuş; beden ve ruh biçimlendirmesi buna göre yapılmış; şimdi gitmiş mektebe, Arapça’nın en ağır ağdalı bu terimleriyle matematiği anlayacak ve sonra da çağı yakalayacak ha!

Hani kimi günümüz softaları ya da molla kafalıları var; Agop Dilaçar gibi bir dil dehasını, Atatürk’ün dil devrimini gerçekleştirmesinde “akıl hocası” diye eleştirdikleri ve küçümsemeye çalıştıkları bu dahi kişinin, etnik kimliği üzerinden giderek,
olayın önemini küçümsemeye çalışırlar… Dilaçar’ı eleştirileri bile, onun “Ermeni” kimliği üzerinden küçük görme duygusu ile yapılıyor.

Bu bize kimi şeyler çağrıştırmıyor mu?

Atatürk’ün ve O’nun ortaya koyduğu çağdaşlaşma ideolojisinin temelinde, bugün
pek çok kişinin savının tersine, ırkçılık olmadığını; hangi kökten, soydan, ırktan, kabileden gelirse gelsin, herkesi ulus kimliğinde buluşturan bir anlayış olduğunu ve bu ulus bireylerinin ulusun en değerli varlıkları olarak görüldüğünü…
Evet, evet; aynen öyle…

  • Agop Dilaçar Ermeni ama bu ulusun, en değerli bilim insanlarından biri…

Kökeni Ermeni olmasına karşın, Türk Ulusu’nun çok değerli bir varlığı ve beyni…
Lütfen sözüm ona Türkiye’nin Dil Devrimi’ni küçümseyenlerin kendi kullandıkları dili şöyle bir gözden geçirin. Ve bir yandan dil devrimini eleştirirken, öte yandan
dil devriminin getirdiği sözcüklerle, meramlarını anlatmaya çalıştıklarını
derhal göreceksiniz!

Ne yaman çelişki değil mi?

Hem Dil Devrimini büyük bir tarihsel kıyım olarak görüyor ve değerlendiriyorlar;
sonra da Türk Dil Devrimi’nin Türkçeye kazandırdığı o “canım” Türkçe sözcükleri kullanmaktan da geri kalmıyorlar.
Buyurun beyler; 19. Yüzyıl Osmanlıcası ile konuşun; engel mi var?
Hemen bir örnek:

“Devletlü efendim hazretleri
İran devleti tebaasından ve Keldani cemaatinden olduğu halde bu kere arzu-yı vicdani ile kabul-i İslamiyet eylediği Mezâhib Nezaret-i Celilesinden verilip ibrâz ettiği ilm ü haberden müstefâd olan Abdulahad Efendi lisân-ı Türkî ile elsine-i ecnebiyyeye vâkıf ve ihtidası sebebiyle de âtıfet-i seniyyeye layık bir zat olduğundan nezâret-i celilelerine merbût mekâtibden birinin lisân muallimliği ve yahud buna mümasil diğer bir hizmetle ikdârı menût-ı himem-i aliyye-i dâverileridir efendim.

Fî 17 Rebiülevvel Sene 1323 ve Fî 9 Mayıs Sene 1321
Şeyh-ül islâm
Muhammed Cemâleddîn”

Anladınız mı?
Şimdi birileri şunu diyecek:
O zamanki insanlar anlıyordu.
Hayır, anlamıyordu. Ancak diplomasi dilini bilen, çok az sayıda seçkin bir grubun anladığı bu yazıyı, Anadolu’da ortalama bir insan kesinlikle anlamıyordu.
Çok merak ediyorum, acaba eski Türkçe’nin, yani Osmanlıca’nın kerametini savunanlar bu yazıyı anlıyorlar mı?

Geçelim.
Ve gelelim konunun en başında verdiğimiz Osmanlıca kalıpların anlamına:

İlki, eşkenar üçgen demek… Ondan sonraki “dış bükey açı”; ve ardı ardına sıraladıklarımız da; örneğin “Müselles kaimüz zaviye” “dikkenar üçgen”; “Zûerbaatül adla” “dörtgen”, Zaviyatanı mütevafikatan ise “yöndeş açılar” demek…

İşte Atatürk’ün en büyük hizmetlerinden biri, onun oturup; bugün bile kullandığımız matematikteki Arapça terimler yerine Türkçe karşılıklarını Türkçe’nin kurallarına göre türetip, bunları kullanarak bir geometri kitabı yazmasıdır. Tarih 1936’dır. Büyük Gazi, Türkçe ile pozitif bilimlerin yapılabileceğini göstermek ister. Ve bugün, bu zamandaş (ancak çağdışı) mollaların bile kullandığı geometrik terimleri Türkçeye kazandırır.
Ve bu kitap, ilk önce öğrencilere kaynak kitap olarak önerilir. Ardından da Türkiye’de geometri kitapları, türetilen bu Türkçe terimler kullanılarak yazılır.

İşte size bir seçki:

  • Açı, açıortay, alan, artı, beşgen, boyut, bölü, çap, çarpı, çekül, çember, dışters açı, dar açı, geniş açı; dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eksi, eşit, eşkenar, gerekçe, içters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, paralelkenar, taban, teğet, toplam, türev, uzam, uzay, üçgen, eşkenar üçgen, varsayı, yamuk, yatay, yöndeş…

Çok önemli olan eğitim alanında da çok şeyi biliyor ve eskiye dönme özlemi içinde tutuşuyorlar ya; ah bir de şu terimleri kaldırmayı ve yerine eski karşılıklarını koymayı deneseler…
Ah, ah…
O zaman herkes Türkiye’de Cumhuriyet Devrimi’ni çok daha iyi anlardı…
Ah, ah..
Ah ki ah!
Ah bir deneseler, ah…
İşte, yalnız bu anlatılanlar üzerine bile azıcık düşünen bir kafa derhal şu yanıtı -eğer vicdanı varsa elbet- verecektir:

  • “Aydınlık içinde yat Atatürk… 
  • Sen gerçekten, çağları aşan, büyük bir adammışsın…”

Kemal Arı
25.09.2013.