Etiket arşivi: Atatürkçü Düşün Dergisi

YAZILI METİNLERLE, YAYIN ORGANLARIYLA YAYILIR YA DA YARGILANIRSINIZ…

portresiLütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

İlkokul sıralarında, okuma yazmayı öğrendikten sonra ilk öğrendiğimiz bilgilerden birisi de tarihin yazının icadı ile başladığı idi. Bütün ilkokul döneminde sınıf duvarındaki panoda zaman cetveli, tarihsel dönemleri bu esasa göre gösterirdi. İnsanın evrimsel olarak 200 bin yıl önce ortaya çıkmasına karşın Sümerler’in icadı Çivi Yazısının yaklaşık 5500 yıllık bir geçmişi var ve biz tarihi 200 bin yıl öncesinden değil 5500 yıl öncesinden başlatıyoruz. Ondan öncesini çanak çömlekten, yapılardan, üretim-savaş araçlarından kestirebiliyoruz.

İnsanın dünyaya bakışını, ilişkilerini, toplumsal yaşayışını düzenleyen dinsel inanışları da değerlendirirken tek tanrılı dinlerin daha yaygın olduğunu görüyoruz. Çünkü tek tanrılı dinler ortaya çıkışlarından bir süre sonra olsa da kutsal kitaplarla yazılı metinler ve kurallar koydukları için daha çok yayılabilmişlerdir. Tek tanrılı dinler dışındaki inanışlar ve öğretiler de yazılı metinler haline dönüştükten sonra kalıcılaşmıştır. Zaten matbaanın icadıyla ilk önce din kitapları basılmıştır. (Tuhaftır dinlerin yaygınlaşmasını sağlayan din kitaplarını basanlar da yargılanıp cezalandırılmıştır.)

Ve elbette son 250 yıl içinde dünyaya yön veren, felsefeler, ideolojiler, siyasal düzen önerileri de yazılı metinlerle ve yayın organları ile yaygınlaşmışlar, pek çoğu yargılanıp mahkûm edilmiştir. Buradaki yargılanıp mahkûm edilme, yaygın olarak insan topluluklarının zihinsel gelişimi sonucu kabul görmez olması şeklinde de olabildiği gibi, eski düzeni koruma isteğindeki yöneticilerin yargı sistemlerinde yargılanıp ezilmeleri hatta öldürülmeleri olarak anlaşılmalıdır. Pek çok yazılı metindeki düşünce başlangıçta mahkûm edilse bile, sonradan anlaşılıp ayağa kalkmış ve insanlığın malı durumuna gelmiştir. Ancak son çözümlemede tarihin yargılamasına açık kalmaktadır.

İdealizm dediğimiz metafizik düşünce sistemi ile materyalizm tezleri arasındaki bitmeyen kavga, bunlardan sapmalar biçimindeki ara akımlar arasındaki tartışmalar hep yazılı metinlerle ve çoğunlukla süreli yayın organlarıyla yapılır. Bu nedenle Liberalizm, Sosyalizm, Faşizm benzeri düşünce sistemlerinin esas savunucuları, yayın organlarındaki temel tezleri savunan yazılara, yazarlara son derece dikkat ederler. Çünkü bu yazılar yayınlayanı bağlar. Bu yayın organlarında rastgele yazılar yayınlanmasına ya da kendilerinden olmayanların yazmasına izin vermezler. Düşünce sistemleri arasındaki tartışmalar farklı yayınlar arasındaki tartışmalarla sürer. Özgürlük adına (için) hiç kimse kendi yayın organında karşıt düşüncelerin yayınlanmasına izin vermez. Hatta kimi konularda karşıt düşünceleri çok belirgin olan ve o düşünce sisteminin lideri konumundaki kişiye, belirli bir konudaki düşüncesi çok aykırı olmasa bile genel çizgisi karşı tarafta olduğu için, reklamı yapılmaması adına (için) o yazı yayınlanmaz. Hele yazı siparişi hiç ama hiç verilmez. Bu durumun istisnası (ayrığı) bir konu çevresinde farklı fikirleri olanları canlı olarak tartıştırmak, sonra bu tartışmayı basılı metin durumuna getirme geleneği de çok eskilerde kalmış, sonraları TV programları olsa bile, o da RTE ile son bulmuş, sonuçta herkes kendi TV kanalında kendisi gibi düşünenleri konuşturur olmuştur.

Kural durumuna gelmiş bu yöntem Kemalist ideoloji için de geçerli olmalıdır. Size yaşam hakkı ve özgürlük tanımayanlara yayın organınızda yer vermek safdillik olacaktır. Böyle bir özgürlük anlayışı Kabul edilemez. Bir zamanlar aynı düşünce sistemini savundukları halde düşünce ayrılıkları keskinleşen kişilerin yolları önce yayın organında ayrılır. Basılı metinler üzerinden polemik kültürü de ne yazık ki kalmamıştır. Kendi yayın organlarında Kemalistlere yer ayırmayı hayal bile edemeyenlere sayfalarını açmak, anlaşılır bir durum değildir. Cumhuriyetin en devrimci dönemine “diktatörlük” demek, devrimlerin ve devrimcilerin yıkılan eski düzeni bir daha ayağa kalkmamak üzere ezmesini anlamamak, sonra da Devrimin önderi Mustafa Kemal Atatürk’e, yıkılan düzenin temsilcileri ile aynı dili kullanarak “diktatör” diyerek saldırmak, olsa olsa, kendine karpuz kabuğundan “devrimci” madalyası yapan devrim kaçkınlarının işi olabilir.

Kendilerinin ya da etkin oldukları kuruluşların toplantılarının açılışında saygı duruşu öncesi Atatürk adını anmadan genel bir “devrim şehitleri için” diyerek yasak savanlarla, dahası bu “devrim şehitleri” içine PKK’lı teröristleri sokanlarla, İstiklal (bağımsızlık) marşımızı “ırkçı” bulup okumayı reddedenlerle ya da ayağa kalkmayanlarla, aynı dergi sayfalarında nasıl buluşabilir, onlara sayfalarımızı nasıl açabiliriz?

PKK terör örgütünün “yasal” görünümdeki uzantısı HDP’nin peşine takılıp, “Altılı Masa” adı verilen ucubenin içine seçim kazanmak için HDP’yi dahil etmenin kuramını yapanlara sayfalarımızda nasıl yer verebiliriz?

Bir başka örnek, ADD yöneticilerine görüşme için randevu bile vermeyenlere nasıl sayfalarımızda yer verebiliriz?

KEMALİST BAKIŞ

Evet… Gözbebeğimiz Atatürkçü Düşünce Derneği‘nin temel görüşlerini yayan Kemalist düşüncenin günümüz koşullarında nasıl olması gerektiği tezlerini oluşturma çabasındaki ATATÜRKÇÜ DÜŞÜN dergisinden söz ediyoruz. Derginin bir önceki sayısında yer alan kimi yazılar ile Ocak, Şubat, Mart aylarını kapsayan 150. sayısını ilk ele aldığımda yaşadığım düş kırıklığı, bu yazıyı yazmayı zorunlu kıldı.

Dergimizin bir sorumlusu, bir editörü bir Yayın Kurulu ve bir de Yayın Danışma Kurulu var. Yayın Kurulu her sayıdan önce güncel ya da tarihten gelen olaylara uygun bir dosya konusu seçmeli ve yayınlanan yazılar değişik açılardan bu konuyu besleyecek yazarların ürünleri ile desteklenmelidir. Buna ek olarak, kalan sayfalarda özgün yazılar ve ardından örgüt haberleri gelebilir. Gelen yazılar Yayın Danışma Kurulu ile paylaşılarak değerlendirilmeli,varsa sakıncalı bölümler yazarına bildirildikten sonra gerekirse yayınlanmamalıdır. Elbette kimlerden yazı alınacağı en baştan dikkatlice karar verilmesi gereken bir konudur. Yazı sipariş edildikten sonra yayınlamamak hoş bir davranış olamaz. Dergimizin Yayın Danışma Kurulu bilimsel bir derginin hakemleri gibi çalışmalıdır.

  • Derginin künyesinin altında bulunan “yazıların sorumluluğu yazarlara aittir” sözü hukuksal sorumluluğa ilişkin ise de, bir de, tarihe ve örgütümüze karşı SİYASAL ve İDEOLOJİK SORUMLULUĞUMUZ var.
  • Gelinen noktada bu konulara hiç dikkat edilmediği, derginin birkaç kişinin çabasına bırakıldığı, sonuçta gelen yazıların dolduruluverdiği bir yayın durumuna düşürüldüğü kolayca anlaşılmaktadır.
  • Oysa bu dergiyi her an besleyebilecek en az 20-30 değerli arkadaşımız çekildikleri köşede küskün durmakta, derginin durumunu düş kırıklığı ile izlemektedir.

Bir başka üzücü nokta ise, ilişki kurduğum kimi arkadaşlarımın dergiyi ya hiç görmemiş olmaları, ya da okumamış olmalarıdır. Kaynak kişilerin sayısı arttıkça dergi de ilgi çekici duruma gelecek, okurları artacaktır. Aksi durumda pek çok Şubede olduğu gibi ambalajından bile çıkmadan yitip gidecektir.

Bir başka konu da derginin elektronik ortamda yayınlanarak çok daha hızlı, kolay ve ucuz dağıtımı konusudur. Zaten elektronik ortamda hazırlanan yazılar matbaaya gönderilmiş biçimi ile ADD Şubelerine ve dileyen tüm üyelere hızla ulaştırılabilir. Artık yaygın duruma gelen akıllı telefonlarla da fırsat bulunan her an okunabilir. Elbette bizler gibi eski kuşaklar için basılı organları okumanın bir başka zevkini de ihmal etmiyorum.

En kısa sürede düzelmesi dileği ile saygılarımla… 31.01.2023

https://sol.org.tr/yazar/post-post-kemalizm-sinifsizligin-surekliligi-351399
Post-Kemalizm: Sınıfsızlığın sürekliliği
Dergide yazısı yayınlanan Fatih Yaşlı

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” PAROLASINI DEĞİŞTİRMENİN SONU: ESARET…

Lütfü Kırayoğlu 
Yurttaş. 
15.01.2023

  • “Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!”
    M. Kemal Atatürk, Sivas Kongresi, 9 Eylül 1919

Atatürkçü Düşün Dergisi‘nin Ekim-Kasım-Aralık aylarına ilişkin 149. sayısını gecikmeli olarak sağlayabildim. Cumhuriyetimizin 100. Yıl Özel Sayısı olarak yayınlanan dergide çok katılamadığım kimi değerlendirmeler yanında önemli yazılar da var. Derginin 10. sayfasında yer alan yazının başlığı beni oldukça şaşırttı ve ürküttü. CHP Parti Meclisi Üyesi ve Kadın Kolları Genel Başkanı sıfatı ile yayınlanan yazının başlığı “Ya İstiklâl, Ya Esaret”. Yazının ilk paragrafı Halide Edip Adıvar’ın 23 Mayıs 1919 günü İstanbul Sultanahmet Meydanında yaptığı ünlü konuşmanın sonunda alanda toplananlara yaptırdığı yemini anlatıyor. Yazar paragrafı şu tümce ile tamamlıyor:

  • “Bu yeminin özünde, ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu şiarı vardır: Ya istiklâl ya ölüm!

ADD’nin temel ideolojik dergisine yazılan bir yazıya bu paragrafla giriliyorsa yazının “Ya İstiklâl, Ya Esaret” biçimindeki başlığını nasıl açıklayacağız? Yazı eğer uzun yıllardır yaşanan aymazlıkları görmezden gelen, dahası savunanları uyarmak, bu uyarılar sonunda kendine gelmeyenlerin varacağı yere dikkat çekmek amacıyla yazılsaydı, böyle bir başlığı anlayabilirdik. Ne acıdır ki, yazının en son paragrafı ve ana düşününü (fikrini) özetleyen bölümü kendini ve Türk kadınını kapsayan şu tümcelerle sona eriyor: “Biz kadınlar, Cumhuriyetimizin ilke ve devrimlerinden asla vazgeçmeyeceğiz. Karşı devrimcileri ilk seçimde sandığa gömeceğiz. Ya istiklâl ya esaret!

Yazının başlığından ve son paragrafından anlaşılacağı gibi günümüz kadınına bağımsızlık ya da esaret gösterilmektedir. Yüz yıl önceki gibi ölüm pahasına bağımsızlık artık rafa kalkmıştır. İnebolu’dan Anadolu’nun bağrına uzanan “İstiklal Yolunda” cepheye mermi taşıyan Türk kadınının, Kara Fatmaların, Şerife Bacıların, Nezahat Onbaşıların, Makbule Efelerin ya da yakın geçmişte şehit verdiğimiz Bahriye Üçokların ölümü göze almaları gitmiş, yerini tutsaklığı (esareti) kabulleniverme almıştır. Öyle mi?

Ulusal Kurtuluş Savaşımıza yön veren TAM BAĞIMSIZLIK ilkesinin parolası durumuna gelen “YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!” sözünün en vurucu biçimde gündeme gelmesi 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresidir. Sivas Kongresi’nde, 9 Eylül 1919 gecesi kürsüye çıkan Tıbbiye Öğrencilerinin Temsilcisi Hikmet Boran (Orhan Boran’ın babası) Mustafa Kemal Paşa’ya seslenerek :

  • “Paşam temsilcisi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz (kınarız). Farz-ı mahal (varsayalım ki), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz).” demiştir.

    Bu sözler kongre salonunu bir anda coşturmuş ve Mustafa Kemal Paşa, yanıt olarak şu tarihsel sözleri söylemiştir:

  • “Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır… Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı
    kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez:
    Ya istikâl, ya ölüm!

Bu sözlerden apaçık görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Atatürk’ün “tektir ve değişmez” dediği gibi parola “Ya İstiklâl Ya Ölüm!”dür. Nitekim günümüzde de neredeyse her gün ülkemizin bağımsızlığı uğruna canını veren evlatlarımızın al bayrağa sarılı bedenleri yurdun 4 köşesinde toprağa verilmektedir.

Söz konusu dergide en çelişik yön ise, bendeniz tarafından kaleme alınan

  • “DEVRİMİN ÖLDÜRÜLMESİNE İZİN VERİRSENİZ İÇİNİZDEKİ DEVRİMCİ DE ÖLÜR…”

başlıklı yazının son paragrafının birebir şu tümcelerle sona eriyor olmasıdır:

Atatürk, “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” diyerek yola çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’yı etkileyen Fransız devrimcileri 10 Ağustos 1792 sonrası Mecliste şöyle yemin ediyorlardı: “Millet adına bütün gücümle hürriyet ve eşitliği korumaya yahut ölmeye yemin ederim“. İşte bugün, Türk ulusunun temsilcileri, Mecliste 12 Eylül’cülerin karmaşık yemini yerine, Atatürk’ün kısa ve özlü yeminini etmeliler ve gerektiğinde Türk ulusuna hesap vermeliler.

Unutmayın..!

Ulusal bağımsızlık ancak böyle korunur…

Ne dersiniz? Unutkanlık Atatürk’ün partisini kemirmeye devam mı ediyor?

Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” parolasını değiştirmenin sonu kaçınılmaz olarak tutsaklığı kabullenmektir.