Etiket arşivi: Antik Yunan

SİYASAL YOZLAŞMA ÜZERİNE

Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ
E. Albay, Cumhuriyet Tarihi Uzmanı

Yozlaşmak” kavramı Türk Dil Kurumu’nca hazırlanan Türkçe Sözlük’te şöyle betimlenmiştir: Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak (yozlaşmak), tereddi etmek.

Bu açıklamada da belirtildiği gibi kavramın temelini oluşturan olgu birşeyi oluşturan, tasarlayan düşüncenin başlangıçtaki iyi niyetlerinin iç ve/veya dış etkenler sonucunda zamanla yitirilmesidir. Yozlaşmak kavramını siyasi, kültürel, ahlaki, ekonomi vb. bir çok alanda yaşanabileceği söylenebilir. Ancak bu yazıda okuyucularla paylaşmak istediğim düşüncelerim daha çok Siyasal Yozlaşma üzerine kurgulanmıştır.

“Siyasal yozlaşma” üzerine siyaset feylesoflarının (filozoflarının) çalışmaları Antik Yunan’da Platon ve Aristoteles ile başlamış Roma döneminde Polybios ve Machievelli ile sürmüş, günümüzde de birçok siyaset bilimcisinin ilgi alanı olmuştur.

Platon’un öğrencisi Aristoteles, siyaseti kamu yararını gözeten, genel iyiliği ve toplumun mutluluğunu temel alan erdemli bir uğraş olarak tanımlamış, bunun nasıl olanaklı olabileceğine ilişkin siyasal rejimlerle ilgili belirlemeler yapmıştır. Aristoteles’e göre bu amaçlar ancak yönetim ilkeleri önceden belirlenmiş siyasal rejimlerle olanaklı olabilecektir. Bu çıkış noktasını temel alan Aristoteles, yönetim biçimlerini Monarşi (Krallık) – Aristokrasi (Kamu yararı ve toplumun mutluluğunu önceleyen bilge kişilerden oluşmuş elitlerin yönetimi)- Politeia (Çoğunluk Yönetimi) olarak sınıflamış ve bu rejimlerin siyasal yozlaşma sonucu Tiranlık (Tek kişinin adil olmayan ve zulme dayanan yönetimi) –Oligarşi (Yönetici elitlerin kişisel çıkarlarını öne aldığı, adaletin bozulduğu, toplumun mutluluğu ve genel iyilik kavramlarının göz ardı edildiği yönetim) – Demokrasi, Platon’dan başlayarak neredeyse bütün siyaset felsefecilerinin “En Kötü Yönetim” olarak uzlaştıkları liyakatsiz, erdemsiz, adaletsiz kişilerin yönetime geçmelerini olanaklı kılan rejim)’ye dönüşeceğini saptamasını yapmıştır.

Aristoteles, bu saptamadan sonra siyasal yozlaşmanın olmaması için kimi ölçütleri de belirlemiş ve siyasal rejimlerin temelini oluşturan Yasama – Yürütme – Yargı erklerinin birbirinden bağımsız olmasını, birbirini dengelemesi ve denetlemesini (check & balance) ve her birinin karşılıklı olarak çalışmalarının temel olduğunu vurgulamıştır. Aristoteles, siyasal yozlaşmanın salt yönetim sisteminde olmayacağını, yönetilenlerin de yöneticilerin kuralsız (keyfi) uygulamaları karşısında tepkili olmaları ve temel haklarını savunmaları gerektiğini vurgulamış, bunların olmaması durumunda rejimleri / yöneticileri/anayasaları değiştirecek Devrimlerin kaçınılmaz olacağının altını çizmiştir.

Roma döneminin siyaset bilimcilerinden biri olan Polybios da siyasal yozlaşma üzerine benzer çalışmalar yapmıştır. Polybios, öncelikle yönetim biçimlerini sınıflamış ve Aristoteles’in belirlemelerini bir bakıma yinelemiştir. Ancak Polybios, yaptığı irdeleme ile farklı bir bakış açısı getirmiş ve yozlaşan siyasal rejimlerim, tıpkı canlılarda olduğu gibi, er ya da geç sonlanacağını (öleceğini!) vurgulamış ve “Yönetimlerin Döngüsü” kavramını ortaya koymuştur. Polybios’a göre yozlaşan / çürüyen yönetimler devrimlerle yıkıldıktan sonra yerine gelen rejimlerin de bir süre sonra bozulmaya başlayacağını ve önünde sonunda onun da değişeceğini savlamıştır.

Gerek Aristoteles gerek Polybios’un siyasal yozlaşma konusunda yapmış olduğu saptamalar sonraki dönemlerde de sürmüştür. Siyasal yozlaşma üzerine çalışmalar yapan siyaset bilimcilerin çoğunlukla uzlaştığı ilke, yönetimlerin / rejimlerin kamu yararı, genel iyilik ve toplum mutluluğunu gözeten politikalardan uzaklaşmaları durumunda yozlaşan yönetimin er ya da geç sona ereceğidir. Bu saptamaya ek olarak yönetilenlerin de yöneticilerinin kuralsız (keyfi) uygulamalarına, kendi çıkarlarını gözetmelerine, ahlaksal (moral) bozulmalara, yaraşır olmayan (liyakatsiz) seçimlere, adaletsizliğe karşı duyarlı olmaları da vurgulanmış; en kötü durumun yozlaşan siyasal rejimlere karşı toplumun duyarsızlığı olduğu vurgulanmıştır.

  • Duyarsızlaşan toplum zalim, ihtiraslı (muhteris), adaletsiz yöneticiler ölçüsünde
    siyasal yozlaşmadan sorumludur.

Bu özet bilgiler ışığında hem yöneticilerin hem de yönetilenlerin; kendi durumlarını gözden geçirerek, binlerce yıl öncesinden saptaması yapılan siyasal yozlaşmanın hem yönetimde hem de toplumda var olup olmadığının irdelemesini ve gereğini yapma zamanıdır.

Yaşam ve ölüm

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
08 Ağustos 2022, Cumhuriyet

Antik Yunan filozofu Epikuros, yaşam varken ölümün var olmadığını, ölüm varken yaşamın var olmadığını, dolayısıyla insanın kendi ölümünü hiçbir zaman deneyim etmediğini, bu nedenle ölümle ilgili olarak korkmanın, huzursuz olmanın ve acı çekmenin gereksiz olduğunu savunmuştu.

Epikuros’un bu görüşü, bazı kişilerin kendi ölümleriyle ilgili olarak bazı korkularını, huzursuzluklarını ve acılarını belli bir ölçüde bertaraf etmesini sağlayabilse de, kişinin kendi ölümünün ve yok olmasının doğuracağı varoluşsal korkuları, endişeleri, huzursuzlukları ve acıları kökten ortadan kaldırmayacağı gibi, başkalarının ölümü sonucunda gelişen acıları da ortadan kaldırmaz.
***
Yaşamın geçici olması, doğum gibi ölümün de var olması, yaşamın sorgulanmasına yol açan temel unsurlardan birisidir.

İnsan neden doğar, neden ölür?

Buna dair birçok bilimsel açıklama elbette ortaya konabilir. Ancak sorgulayan insan aynı zamanda, insanın doğumuna ve ölümüne dair biyolojik, anatomik ve tıbbi açıklamaların ötesine de geçmek ister. Yaşamı ve ölümü anlamlandırmak isteyen kişi, yaşama ve ölüme dair bir amaç bulmaya çalışır.

Bazıları buna dair dinsel, bazıları felsefi, bazıları hem dinsel hem felsefi açıklamalar getirir. Dinsel açıklamalar birçok insan için rahatlatıcı olsa da, sorgulayıcı ve kuşkucu bir akıl için dinsel söylemler ikna edici değildir.

Erdem, adalet, özgürlük, yaratıcılık gibi amaçlar, felsefi açıklamalara yönelen birçok insan için yaşamı anlamlı kılar. Ancak yaşamın geçici olmasıyla ilgili sorun en derinde yine çözümsüz kalır.

Tek tek insanların yaşamlarının geçici olması düşüncesinden, insanlığın kalıcı olduğu düşüncesine geçerek, bu sorunun çözümsüzlüğünün yarattığı korku, endişe, huzursuzluk ve acı belki belli bir ölçüde aşılabilir.
***
İnsanın sevdiklerinin ölmesi, örneğin bir insanın annesini, babasını, çocuğunu, eşini, sevgilisini, dostunu kaybetmesi durumu karşısında ise bütün dinsel ve felsefi açıklamalar, evrenin uzak bir köşesindeki bir toz bulutuna dönüşür.

Böyle bir ölüm karşısında çekilen acı, insanı, ölüm gibi yaşamın da saçma olduğu düşüncesine sevk eder. Böyle anlarda insan, yaşamın ya hiç var olmamasını ya da sonsuza dek var olmasını ister. Böyle anlarda insan, geçici yaşamı kabullenemez. İnsanın sevdiği birisi ölünce, insan onunla birlikte ölmek ister, insan yaşama istencini kaybeder.

Sevmek ve sevilmek karşısında tüm sözler ve düşünceler anlamını yitirir, yetersiz kalır. Çünkü sevmek ve sevilmek bir bütündür. Sevenler yok olduğunda, evren, dünya ve yaşam insanın başına yıkılır.
***
Yaşam ölüm ile sonlandığı için trajiktir. Hatta ölüm, yaşayan bir şeydir. Çünkü ölüm, başkalarının ölümü üzerinden, insanın peşini, yaşarken hiç bırakmaz. İnsan yaşarken, kendisinin de başkalarının da öleceğinin bilincinde olarak yaşar. İnsan, bir yandan sevdiklerinin ölümü nedeniyle acı çeker, bir yandan da kendi ölümü konusunda varoluşsal endişeler taşır.

Buna rağmen çoğu insan umut etmeye devam eder. Umut, yaşama içgüdüsünün tetiklediği bir duygudur. Sevenlerin ve sevilenlerin ölümü nedeniyle insan belli bir süre yaşama istencini yitirse de, yaşamak istenci genellikle ölmek istencini eninde (AS: Önünde) sonunda aşar. Zaman, genellikle yaşamak istencinin lehine işler.

Umut etmek, ümitli olmak, umut edilen şeyin gerçekleşeceği anlamına gelmez. Umut zihinsel bir tasarımdır. Umut özneldir. Umut nesnel olgularda karşılığı olan bir şey değildir. Umut bir duygudur. Umut, olanla değil, olmasını istediğimizle ilgilidir.

Buna rağmen olmasını istediğimiz şeyin olabilmesi için, umut etmek bir önkoşuldur. Umut varoluşsal bir önkoşuldur. Ölüme rağmen yaşama bağlanmak ve yaşamı olumlamak, ancak umut etmekle olanaklıdır.

Umut yoksa tek olasılık ölümdür. Umut varsa, geçici olan yaşam da olasılıklardan bir tanesidir.

DÜNYA DEMOKRASİ LİGİNDE TÜRKİYE’NİN YERİ

Ali Ercan

Prof. Dr., Nükleer Fizik

10-9 Tam demokrasiler
8-7 Kusurlu demokrasiler
6-5 Ara (hybrid) rejimler
4-0 Otoriter-dikta rejimler.
Buna göre, Demokrasi Göstergesi 6 puvanın altında olan ülkeler “demokratik ülke” sayılmıyor.
Türkiye 2006’da 167 ülke arasındaki demokrasi sıralamasında 5,7 puvanla 88. durumdaydı. En son yayınlanan 2020 raporuna göre, Türkiye epey gerilemiş görünüyor; nitekim 4,5 puvanla 104. sırada bulunuyor; yani Dikta rejimleri sınırına iyice yaklaşmış; bakalım, 2021 notu nasıl olacak… Kardeş Azerbaycan ise, 2,7 puvanla 167 ülke içinde 146. sırada yani otoriter/dikta rejimler bölgesinde bulunuyor (bkz. tablo)
Fotoğraf açıklaması yok.
***
Değerli arkadaşlar,
Demokrasi sözcüğü eski Helen (Bugünkü Yunan) dilinden gelir. (Demos = Halk) ve (Kratos = Güç, iktidar) sözcüklerinden türetilmiş bir kavram; Halkın öz yönetimi, Halkın halk tarafından yönetimi anlamına geliyor. Türkçe “Halkçılık” Demokrasi anlamındadır. (Bkz. Afet İnan, Yurttaşlık bilgileri kitabında Atatürk‘ün el yazısı)
Eski Atina’da olduğu gibi, 25-30 bin kişiden oluşan kent erkeklerinin büyük meydanda, Agora’da toplanarak kent sorunlarını oylamak dönemi artık çok gerilerde kaldı. Bugün Dünya nüfusu 8 milyara erişti, ülkelerin, kentlerin nüfusu milyonlarla ifade ediliyor; o nedenle demokrasinin çağımızdaki uygulama biçimi Temsili Demokrasidir; çağdaş Parlamenter demokrasi (farklılıkları kapsayan) “çoğulcu” ve olabildiğince yüksek derecede “katılımcı” bir yönetim biçimidir. Bu arada, aklıma geldi, ekleyelim; eski Atina demokrasisinde kadınların ve kölelerin oy hakları yoktu!*
Elbette, toplum içinde farklı düşünen, farklı inanan insanların hak ve özgürlüklerine, yaşam biçimlerine karşılıklı hoşgörülü ve saygılı olmak esastır; ancak bu yetmez, “özgür ve eşit yurttaşların öz yönetimi” olan Demokrasinin etkin işleyebilmesinin vazgeçilemez ön koşulu “Laiklik ilkesi“dir. Kamusal yaşamda, Devlet yönetiminde dogmalar, inançlar, Din vs. değil yalnızca ve yalnızca Bilim olmalıdır yol gösterici…
Türkiye’nin Demokrasi öyküsünü bu gerçekler ışığında nereye oturtabiliriz ki?! Kurtuluş savaşının ve büyük Dünya savaşının yaralarını henüz saramamış, Cumhuriyet Devrimlerini henüz tam anlamıyla içselleştirememiş, yorgun, bitkin, yoksul ve cahil bir ortaçağ toplumunun önüne sandık kondu; Oyu istendi (fikri soruldu); Doğal sonuç ortada ! 70 yıldır ağırlıklı olarak Laiklik karşıtları ligası çıkıyor sandıktan.
Değerli arkadaşlar,
Arapça “Fikir” sözcüğünün Öz Türkçe karşılığı “Oy” dur. (kimi lehçelerde Öğ**) Dolayısıyla “Oy vermek”, Fikrini söylemek, fikrini açıklamak anlamına gelir. Uğur Mumcu’nun çok kullandığı ünlü bir sözle bitirelim;
  • “Bilgisi olmayanın Fikri de olamaz”,
yani “Bilgisi olmayanın Oyu da olamaz!” (QED***)
Sevgilerimle…æ
_______________
* Ayrıca oylamak için Agora’ya girişte düz, ince bir çizgi üzerinde yalpalamadan yürüyebilmek gerekiyordu “sarhoş olmadığını” kanıtlamak için!.. Çağımızda da bir zeka testi yapılabilir örneğin 😄
** Öğ kökünden Öğüt (ders, nasihat) ve Öğretmen (öğleten) sözcükleri hala yaşıyor dilimizde…
Büyük Atatürk “Türk, Öğün, Çalış, Güven” derken “öğün” ile övünmeyi, böbürlenmeyi değil, “düşünmeyi” kastetmişti.
Anadolu Türkçesindeki (Düşün-mek, Anla-mak, Hatırla-mak) eylem sözcükleri Orta Asya da sırasıyla, (Ögün-, Tüşün-, Anıla-) biçiminde idi yüzyıllar öncesi… Kimi fosil kalıntılar var. Örneğin An(ı)lamak = (Ar.)Hatırlamak, kökünden “Anı” sözcüğü “hatıra” karşılığı kullanılıyor hâlâ.
***Matematik ve mantıkta net çözümlerin, kanıtların sonunda Latince QED harfleri konur (quod erat demonstrandum)
======================================
Dostlar,
Günümüzde Demokrasinin eriştiği evrimsel basamak, “doğrudan demokrasi” dir.
Gerek toplumsal (kolektif bilinç) gerekse bu olguyu destekleyecek teknik altyapıya birçok ülkenin hazır olduğu söylenebilir.

Tipik olarak cep telefonlarına gönderme yapmaktayız. 18+ yaş cep telefonu sahibi, oy kullanma yeterliği olan (us sağlığı yerinde) herkes, şimdilik önemli halkoylamalarında (referandum ya da plebisit) bu telefonlarıyla oy kullanabilirler. Örn. e-devlet kodlarıyla oylama ortamına erişip gerek görülen ek güvenlik önlemleriyle birlikte oylarını kullanabilirler, özçekim (selfi) fotoğraflarını ya da parmak izlerini okutabilirler..

Sanırız çok zaman kalmadı.. 18+ yaş, oy kullanma ehliyetli  herkesin temel teknik donanımı olan cep telefonu edinmesi ve kullanabilecek beceriye erişmesi. Gerektiğinde az sayıda zordaki yurttaşa yeminli destekçiler de sağlanabilir.
Düşünsenize, bir Anayasa değişikliği ya da başkaca temel konularda yasa oylaması ya da genel af için görüş alma.. Birkaç saat içinde Türkiye’de 60 milyon dolayında seçmenin istencini belirleme!
Siyasal sistem, teknolojinin de itkisiyle bu yönde evrilmeli ve Antik Yunan‘ın 2500 yıl önceki özlemsel (nostaljik) Agoraları sanal ortamda oluşturulmalıdır; aradan aza zaman geçmedi! Kuşkusuz kadın – erkek ayrımı olmaksızın ve Köleci toplumu çoook gerilerde bırakarak..
Sevgi ve saygı ile. 10 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Başbakan’ın “EDEPSİZ – YALANCI” Öfke Patlamasının Tarihsel Bedeli..


Başbakan’ın “EDEPSİZ  – YALANCI” Öfke Patlamasının 
Tarihsel Bedeli..


Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Demokrasilerde siyasal önderler serinkanlılığı ile bilinen deneyimli ve birikimli insanlardır.
Özgüvenlidirler ve demokrasi terbiyesi almışlardır.
Bu donanımları sayesindedir ki, hoşgörülü ve dayançlıdırlar (tahammüllüdürler).

Başbakan R.T. Erdoğan, Türkiye’yi 12 yıldır deyim yerinde ise
demir yumrukla yönetiyor.
Sindirmediği kişi – kurum kalmadı gibi..
Hala yetin(e)miyor yarattığı örtük faşizm rejimiyle.

Son durak İslami faşizm midir?

Brunei Sultanlığı, Osmanlı Padişahlığı, Suudi Krallığı, Birleşik Arap Emirlikleri benzeri
mutlak bir Despotizm / Tiranlık mıdır?

Ancak o zaman mı tatmin olabilecektir??

Antik Yunan‘da, günümüzden 2400 yıl kadar önce Platon ve Aristo‘nun yazdıklarına bakılsın.
Orada bile ülke yönetiminin Tiranlaşmaması için sistematik – kurumsal demokratik öneriler var. Güçler Ayrılığı gibi..

AKP ve Başbakan ile bu yüz kızartıcı olayda TBB Başkanı
Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’na edepsiz – yalancı diyerek
 destekçileri,
Antik Yunan anlayışının bile gerisine düştüklerinin ayırdındalar mı acaba??

Türkiye neden böyle bahtsız bir ülke??

Atatürk’ün AYDINLANMA Devrimi yarım kaldı
60 yıldır da -1950’den bu yana- karşıdevrim iktidarda.

Halk bu yönde koşullandırıldı, çağdaş eğitim veril(e)medi.. Hızlı nüfus artışı ile yoksullaştırıldı, işsizleştirildi, çaresizleştirildi, sömürüldü ve oy deposu durumuna düşürüldü – dönüştürüldü..

  • En ürküncü de Halkın, İktidar yolsuzluklarından nemalandırılarak
    ahlakı bozuldu, 
    demokrasi anlayışı yozlaştırıldı..

Halk, kendisine benzeyeni seçiyor..
Kısa erimli çıkar ve beklentilerinin tutsağı, popülizmin oyuncağı..
Politik öngörüde bulunamıyor, günü yaşıyor, sorgulayamıyor,
deneme – yanılma ile öğreniyor.
Basın çok büyük ölçüde ele geçirilmiş ve beyin yıkama – koşullama işlevi görüyor.

Ülkede demokrasicilik oynanıyor..

Ama tarihten de biliyoruz ki, insanların – toplumların algısını (idrakini) sonsuza dek teslim alıp yönetmek olanaklı değil..

Halklar, önünde sonunda uyanıyor ve intikamı da ağır oluyor.

En somut örneklerden biri Fransız Devrimi değil mi?

Çıplak ayaklı köylüler yapmadı mı bu kanlı ayaklanmayı?
Yitirecek hiçbir şeyleri kalmadığında..
Ama Voltaire’in, Robespierre’in, J.J. Rousseau’nun, D. Diderot’un, Montesquieu‘nun..
Aydınlanma önderleri olarak yaşamsal katkılarını unutmadan..

Kral 16. Louise ve Kraliçe M. Antoinetté giyotinle idam edilmedi mi?

Krallık çok kanlı olarak tasfiye edilip laik Cumhuriyet kurulmadı mı?
Ve de 1789’dan bu yana gericilerin bu Fransız Cumhuriyet’ini 4 kez yıkmalarına karşın ilericiler – Devrimciler 5. Cumhuriyeti kurmadılar mı?

1958’den bu yana General C. DeGaulle’ün 5. Cumhuriyeti dimdik ayakta değil mi?

Türkiye de mutlaka laik – demokratik rejim yönünde ilerleyecektir;
yaşamın diyalektiğinin gereği budur.

AKP iktidarının ve başının engelleyici direnişleri olsa olsa “bir süre” gecikmeye
neden olur; hepsi o denli..

Büyük ATATÜRK’ün şu sözleri kulaklara küpe olmalıdır :

  • “Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ama
    Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.”

Herkes de davranışının bedelini tarih önünde öder..

Artık herkesin aklını başına alması gerek..
Bunun ilk koşulu, kıyasıya da olsa eleştiriye dayanmak ve hatta yararlanmaktır.

Başbakan R.T. Erdoğan ve AKP’ye içten önerimiz bu yöndedir;
giderek umudumuz azalsa da..

Tarih yinelensin (tekerrür etsin) istemiyorlarsa eğer..

Sevgi ve saygı ile.
11 Mayıs 2014, Ankara

Danıştay töreninde yaşananların düşündürdükleri


Dostlar
,

Sayın Dr. Onur Öymen, serinkanlılığı ile bilinen deneyimli ve birikimli bir diplomattır.
Özgüvenlidir ve demokrasi terbiyesi almıştır.
Bu donanımları sayesindedir ki hoşgörülüdür, tahammüllüdür.

Başbakan R.T. Erdoğan, ülkeyi 12 yıldır deyim yerinde ise demir yumrukla yönetiyor.
Sindirmediği kişi – kurum kalmadı gibi..
Hala yetin(e)miyor yarattığı örtük faşizm rejimiyle.

Son durak İslami faşizm midir?

Brunei Sultanlığı, Osmanlı Padişahlığı, Suudi Krallığı, Birleşik Arap Emirlikleri benzeri mutlak bir Despotizm / Tiranlık mıdır?

Ancak o zaman mı tatmin olabilecektir??

Antik Yunan‘da, günümüzden 2400 yıl kadar önce Platon ve Aristo‘nun yazdıklarına baksın..
Orada bile ülke yönetiminin Tiranlaşmaması için sistematik – kurumsal öneriler var..

AKP ve Başbakan ile bu yüz kızartıcı olayda -TBB Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’na edepsiz – yalancı diyerek- destekçileri Antik Yunan anlayışının bile gerisine düştüklerinin ayırdındalar  mı acaba??

Türkiye neden böyle bahtsız bir ülke??

Atatürk’ün AYDINLANMA Devrimi yarım kaldı,
60 yıldır da -1950’den bu yana- karşıdevrim iktidarda.

Halk bu yönde koşullandırıldı, çağdaş eğitim veril(e)medi..
Yoksullaştırıldı, işsizleştirildi, çaresizleştirildi, sömürüldü ve oy deposu haline dönüştürüldü..

  • Halkın, İktidar yolsuzluklarından nemalandırılarak ahlakı bozuldu,
    demokrasi anlayışı yozlaştırıldı..

Halk, kendisine benzeyeni seçiyor..
Kısa erimli çıkar ve beklentilerinin tutsağı, popülizmin oyuncağı..
Ülkede demokrasicilik oynanıyor..

Ama tarihten de biliyoruz ki, insanların – toplumların idrakini sonsuza dek teslim alıp yönetmek olanaklı değil..

Halk önünde sonunda uyanıyor ve intikamı da ağır oluyor.

En somut örneklerden biri Fransız Devrimi değil mi?

Çıplak ayaklı köylüler yapmadı mı bu kanlı ayaklanmayı?
Yitirecek hiçbir şeyleri kalmadığında..
Ama Voltaire’in, Robespierre’in, J.J. Rousseau’nun, D. Diderot’un, Montesquieu‘nun.. Aydınlanma önderleri olarak yaşamsal katkılarını unutmadan..

Kral 16. Louise ve Kraliçe M. Antoinetté giyotinle idam edilmedi mi?

Krallık çok kanlı olarak tasfiye edilip laik Cumhuriyet kurulmadı mı?
Ve de 1789’dan bu yana gericilerin bu Fransız Cumhuriyetini 4 kez yıkmalarına karşın ilericiler –  Devrimciler 5. Cumhuriyeti kurmadılar mı?

1958’den bu yana General C. DeGaulle’ün 5. Cumhuriyeti dimdik ayakta değil mi?

Türkiye de mutlaka laik – demokratik rejim yönünde ilerleyecektir..
AKP iktidarının ve başının engelleyici direnişleri olsa olsa “bir süre” gecikmeye
neden olur; hepsi o denli..

Herkes de davranışının bedelini tarih önünde öder..

Herkesin aklını başına alması gerek..
Bunun ilk koşulu da, kıyasıya da olsa eleştiriye dayanmak hatta yararlanmaktır.

Başbakan R.T. Erdoğan ve AKP’ye içten önerimiz bu yöndedir.

Tarih tekerrür etmesin istemiyorlarsa eğer..

Sevgi ve saygı ile.
11 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Danıştay töreninde yaşananların düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

 

Danıştay’daki tören sırasında Prof. Metin Feyzioğlu‘nun yaptığı konuşmaya gösterilen tepki çağdaş demokrasilerde örneği görülmeyen bir durum yaratmıştır.

Feyzioğlu, Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak şimdiye dek hukukun üstünlüğünü ve yargı bağımsızlığını koruyan sözleri ve davranışlarıyla çok başarılı sınav vermiş olan değerli bir hukukçudur.

O’nun Danıştay’da yaptığı konuşma şimdiye dek izlediği çizgiden farklı olmamıştır. Feyzioğlu’nun hakaret içermeyen düşüncelerini özgürce dile getirme hakkına
saygı göstermek yerine O’nu aşağılayıcı sözlerle suçlamaya çalışmak,
yakışık almayan bir durum yaratmış ve ülkemizin saygınlığına zarar vermiştir.

De Gaulle‘ün kendisini şiddetle eleştiren Jean Paul Sartre‘ın sözlerinden
rahatsız olan yakınlarına söylediği sözler hoşgörü örneği olarak tarihe geçmiştir:

“O’na dokunmayın, Jean Paul Sartre da Fransa’dır.”

Feyzioğlu’nu eleştirenlere karşı söylenebilecek en doğru söz,

“Feyzioğlu’nun düşüncelerine saygı gösterin, O da Türkiye’dir.” olmalıydı.

Ülkenin durumu hakkında düşünceleri merakla beklenen önemli bir konuşmacının sözlerinin biraz uzun sürmesi, ülkemizde ilk kez rastlanan bir durum değildir ve bu nedenle Feyzioğlu’nun açıkça suçlanması makul karşılanamaz.

Barolar Birliği’nin eleştirilerine karşı çeşitli ortamlarda yanıt verme hakkına sahip olanların gösterdikleri tepki, dünyada eleştirilere tahammülsüzlüğün bir işareti olarak yorumlanacaktır..

Bu olay karşısında siyasal sorumluluk taşıyanların sergilemesi beklenen tutum,
bence, Feyzioğlu’nun sözlerini serinkanlılıkla değerlendirmek olmalıydı.

Demokrasinin kurallarına saygı göstermek ülkemizin demokratik düzeyinin yükseltilmesi için atılması gereken ilk adımdır.

Saygılar, sevgiler.

GÖZALTINA ALINMADA HUKUKSAL HAKLARIMIZ..


Dostlar
;

GÖZALTINA ALINMADA HUKUKSAL HAKLARIMIZ..

Herkese gerek.. dikkatle okuyalım ve paylaşalım..

Bir de anımsatmamız olacak : Antik Yunan düşünürlerinden (Filozoflarından) Demokritos’tan (İÖ 460 – 370) aktaralım :

  • “Adaletsizlik eden, adaletsizliğe uğrayandan mutsuzdur.” 

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 9.6.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

ÇHD (Çağdaş  Hukukçular Derneği) BAŞKANI BİLGİLENDİRİYOR :

İNTERNETE GİREN HERKES İÇİN ÇOK GEREKLİ

Selçuk KOZAĞAÇLI
Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Başkanı

Bir gün herkes gözaltına alınabilir. Tüm olağan şüphelilere en temel gözaltı tavsiyeleri:

1. KLASİK TAKTİKLERE KANMA: Kolluk güçleri, sorgu konusunda kapsamlı bir eğitime ve deneyime sahip. Hemen hiçbir davranışları amaçsız değil. Ağzınızdan
söz alabilmek için hemşerilik, abilik, iyi niyet, sohbet gibi vesileleri öne sürebilirler.
“Biz hemşeriymişiz, sen bunu imzala. Seni kurtaracağız, yoksa 20 yıl yersin.” diyerek sizi ikna etmeye çalışabilirler. Bunların öğretilmiş sorgu teknikleri olduğu,
herkese yapıldığı bilinmeli ve önlemli olunmalı. Bunları bir yana bırakıp kendiniz hakkında suç kanıtı oluşturabilecek hiçbir bildirimde bulunmadan önce sorunu
bir avukatla görüşmek en doğrusu.

2. POLİSLE DEĞİL AVUKATLA MUHABBET ET: Son dönemdeki kimi gözaltılarda ortaya çıkan yeni bir durum daha var: Polisin ‘görüşme’ (mülakat) adını verdiği
bu uygulamada şüpheliye ifade alınmadığı söyleniyor, sohbet biçiminde sorular soruluyor. Şüpheli de ifade vermediğini, ifade tutanağı imzalamadığını düşünüyor.
Oysa o sohbetteki her an, sesli ve görüntülü olarak kayıt altına alınıyor. Daha sonra da ‘mülakat notları’ başlığı altında, soruşturma dosyasına kanıt olarak konuyor.
Bu nedenle en doğru hareket, muhabbeti polisle değil, avukatla yapmak.

3. DİJİTAL VARLIKLARINI KONTROL ALTINDA TUT: Soruşturmaya uğrayan kişilerin dikkat etmesi gereken konulardan biri de internette bıraktığımız izler.
İnternette birçok dijital izin kaldığı bilinmeli. İnternet erişimi olanaklı olan
görsel bir malzemenin saklanması veya paylaşılması hukuksal olarak yasak olabilir. İnternet sağlayıcıları isteğimiz dışında bu kütüklerde iz bırakabilir. Asıl tehlikeyse,
adli işlemler tamamlanmadan önce hemen test edemediğiniz bir dijital materyalin içeriğini peşinen sahiplenmek. Dijital varlıklarımızı bilmeli ve denetim altında tutmalıyız.

  • İçeriğini bilmediğimiz CD, DVD, hard disk, akıllı telefon, USB bellek gibi
    hiçbir dijital materyali saklamamalıyız.

Bunlar soruşturma sırasında elinizden çıktıktan sonra kötü niyetli müdahaleye ve
çok zor anlaşılabilecek ekleme-çıkarmalara her zaman açık.

4. İMAJLAR, ARAMA YAPILAN YERDE ALINMALI: Yine şüphelinin ev ya da işyerine yapılan baskınlarda kolluk güçleri hard diskleri daha sonra imajını alacağız diyerek götürüyor. Buna itiraz edilmeli, size ait olup zaptedilecek bütün dijital malzemenin
bir yedek kopyasının tutanakla size teslim edilmesini talep etmelisiniz. Ayrıca el koyma anında HASH adı verilen bir dijital matriksinin çıkarılıp verilmesini sağlamak bir ölçüde güvence sağlar. Bunlar yasayla tanınmış haklar.
Uygulanmasında ısrar etmelisiniz.

5. EVRAK İMZALARKEN İKİ KEZ DÜŞÜNÜN: Eğer bir biçimde suçlanmanız gerekiyorsa, maruz kalacağınız hukuksal aykırılıklar süreci yürütenlerin hayal gücüne
ve yaşatıcılığına bağlı. Yasaya göre şüpheli kişi, gerekirse, imzaladığı belgelere
şerh düşerek usulsüz ya gerçek dışı bir durumu belgelemeli böyle bir itiraz hakkı olduğunu bilmeli. Arka arkaya önüne konan evrakları denetlemeden imzalayan şüpheli, farkında olmadan kendisi aleyhine kanıtı delili oluyor ya da suç itirafını imzalamış oluyor. Bu nedenle herhangi bir evraka imza atarken iki kez düşünmek gerek.

6. SUSMA HAKKINIZ OLDUĞUNU BİLİN: Emniyette ya da savcılıkta susma hakkını kullanmak, karakola ilk kez işi düşen bir olağan şüpheli için çekingenlik oluşuyor.
Sanki susma hakkını kullanırlarsa işlerin daha zorlaşacağından korkuyorlar. Oysa bu, CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunu) ile tanınmış en temel hak. Kollukta ya da savcılıkta ne tür bir suçlamayla karşı karşıya kaldığınızı anlayıp kendinizi ifade etme olanağı bulana, yeterli ve güvenilir verilere ulaşana dek susma hakkını kullanmak şüphelinin lehine.

7. KAN ÖRNEĞİ VERMEK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ : Hiç kimse kendi aleyhine kullanılabilecek bir kanıtı kolluk gücüne vermek zorunda değil. Hedef kişinin saç teli, tükürüğü, parmak izi kendisi farkında olmadan kanıt olarak toplanmış olabilir.
Bunun önüne geçmek pek olanaklı olmaz ama şüpheli, Adli Tıp’ta kan örneği vermek zorunda değil, buna zorlanamaz.

8.YAKINLARININ ÖZEL HAYAT İHLALİNE İTİRAZ: Şüpheli ailesiyle birlikte yaşıyorsa, kendi yaşam alanı dışında yakınlarına ait odalarda yapılan aramalar özel hayatın gizliliğini ihlaldir, buna itiraz edilmeli. Aynı biçimde bir kurumda çalışan kişinin yalnızca kendi masası ya da ofisinde o kişiyle ilgili kanıt araması yapılabilir.

9.HER AŞAMADA İTİRAZ HAKKINIZ OLDUĞUNU BİLİN: Şüpheli, yakalama anından savcılığa çıkarılacağı süre arasındaki her aşamada, hemen her işlemde
itiraz hakkınız olduğunu bilin
. Gözaltındayken, gözaltı süresini uzatan evraka
imza atmayarak itiraz edebilirsiniz. Polis imzalanmayan evrakı savcıya götürmek zorunda, savcı da ek süre konusunda mahkemeden karar almak zorunda.
Daha gözaltına alınırken Adli Tıp’a sevkinizi isteyebilirsiniz, bu sizin hakkınız.

10.DOKTORLA BAŞBAŞA KALMA HAKKINIZI KULLANIN: Şüpheli, gözaltına alındıktan sonra sağlık denetimine götürülür. Polis genelde sağlık denetimi sırasında şüpheliyle birlikte doktorun odasına girer ve bekler. Polisten kötü muamele görmüş
bir kişinin doktora her şeyi anlatması bu durumda söz konusu olamaz. Doktor da
polisin odada olması nedeniyle kendini baskı altında duyumsayıp, şüphelide belirlediği her bulguyu raporuna tam olarak geçiremeyebiliyor. Şüphelinin, polisin odadan çıkmasını istemesi gerekiyor. Polis çıkmadığı için muayene olmadan dönen şüpheliler var.

“Acemi şüpheli”, polisin tutukladığını zannediyor.

Dr. Ahmet Saltık’ın eklemeleri              :

Oysa işlem yakalama – gözaltıdır. Kolluğun görevi bununla sınırlıdır.
Ağır cezayı gerektirmeyen suçüstü durumları dışında yakalama – gözaltı da
ancak savcı talimatı – izniyle olabilir.
Gözaltı süresi olağan koşullarda 24 saati aşamaz.
Polis, zorunlu durumlarda savcıdan bu süreyi 1’er günlük olmak üzere
Tutuklama mahkemenin yetkisindedir.
Bunun için de savcılığın “tutuklama istemiyle” nöbetçi mahkemeye sevki gerekir.

SELÇUK KOZAĞAÇLI
ÇHD BAŞKANI

Son yıllarda yaşamında ilk kez karakola giden, kolluk işleminden geçirilen, tutuklanan kişi sayısı o denli arttı ki; böyle bir çalışma yapmak zorunlu olmuştu.

Tabii bunda kendisini polisin “tutukladığını”, yargıç serbest bıraktığı için davanın bittiğini ve aklandığını (beraat ettiğini) sanan “acemi şüpheli” öykülerinin artması da
etkili oldu. İktidarın geniş bir halk kesimini “yeterince iyi vatandaş kabul etmediği” günlerden geçiyoruz. Her mesleksel, siyasal, toplumsal protestonun arkasında
gizli örgüt parmağı aranıyor. Bu hukuk dışı duruma işaret etmek için
‘olağan şüpheli’ kavramını seçtik.

ÇHD YÖNETİM KURULU ÜYESİ
Av. EVRİM DENİZ KARATANA

Aslına bakarsanız hepimiz birer ‘olağan şüpheli‘yiz!

  • AKP, oylarını % 50’ye çıkardığı günden bu yana gözaltı ve tutuklamalarda
    gözle görülür bir artış yaşandı.

‘Herkes bir gün gözaltına alınabilir’ sloganının gerçek yaratıcısı iktidar!

Muhalefeti sindirme politikası halkın her kesimine, hemen tüm meslek kümelerine  ulaştı. Bu duruma yalnızca “paranoya” dersek, iktidarın hakkını yemiş oluruz.

GÖZALTILARLA BİRLİKTE TUTUKLU ORANI DA ARTI

Adalet Bakanlığı Adli İstatistik Müdürlüğü‘nün verileri en son 2010 yılı sonuna ait rakamları veriyor. 2011 rakamları 1.5 ay sonra. Bu verilere göre 2010 yılında,
hakkında ceza soruşturması açılan şüpheli sayısı 4 milyon 653 bin 503.
Bu rakam bir önceki yıla göre şüpheli sayısında 325 bin 154 kişilik bir artışa
denk geliyor.

Adalet Bakanlığı verilerine göre 2011 sonunda cezaevlerinde 93 bin 844’ü hükümlü,
36 bin 430’u tutuklu olmak üzere toplam 128 bin 274 kişi bulunuyor.
Bakanlığa göre tutuklu ve hükümlü sayısı 2010 yılında 120 bin 916 imiş.

CUMHURİYET Gazetesi’nın 18 Aralık 2012 günlü kapağı ve yorumlarımız..

Dostlar,

CUMHURİYET Gazetesi’nın 18 Aralık 2012 günlü kapağı ve yorumlarımız..

Başbakan Erdoğan kuvvetler ayrılığının engel olduğunu belirterek
  denetimsiz iktidar istiyor..

* Bütün saha benim!

* Yargı tıkıyormuş.. Başbakan Erdoğan, AKP döneminde büyük ölçüde zedelenen güçtler ayrılığını toptan kaldırma niyetini dile getirdi.

* “Bürokratik oligarşi ve yargının” önlerini tıkadığını,
CHP’nin de engelleme yaptığını belirten Erdoğan,
şehir hastaneleri projesini 6 yıldır yaşama geçiremediklerini anlattı.

* Muhalefet olmasa..

* Erdoğan “Dışarıdan bakanlar ‘326 milletvekiliniz var yine bahane’ diyor.
Ama kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor sizin önünüze dikiliyor.
Diyor ki ‘Senin de bir oynama sahan var’. Meclis’te de ana muhalefet partisi
engel çıkarıyor” dedi.

Güçler ayrılığı, yani YASAMA-YÜRÜTME-YARGI erklerinin birbirini denetleyecek ve dengeleyecek biçimde kurgulanması demokrasi için vazgeçilmez bir ilke olarak tartışmasız kabul görüyor ve gelişmiş demokrasilerde uygulanıyor.

Güçler (Kuvvetler ayrılığı)Fransız aydınlanmacı düşünür Montesquieu tarafından ortaya atılmış olan, demokratik devlet yönetimini düzenleyen bir modeldir. (Wikipedia)

Aslında yeni de değil.. Tarihi John Locke‘a (1632-1704)
hatta taa Antik Yunan‘a, kadim Aristoteles‘e (M.Ö. 384 – 322) dek uzanıyor !

Bu durumda bizim “ileri demokrasimiz” tarihin neresine svruluyor?
Pre-historik, arkaik zamanlara mı ??

************************

Türkiye dolaylı vergi şampiyonu!

318 milyarın 218’i cepten..

2013’te toplam 317.9 milyar lira vergi geliri öngörüldüğü, bunun 218.1 milyar TL’sinin dolaylı vergilerden elde edileceği belirtildi. Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan Çakar, “Türkiye, yoksul, dar gelirli, emekçi tüketicilerden peşin olarak alınan dolaylı ve adaletsiz vergide dünya şampiyonu” diye tepki gösterdi.

Çakar, 2013 bütçesinin halktan değil sermayeden ve rantiyeden yana olduğunu belirterek “Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapacak.” dedi..

Sevgi ve saygı ile.
18.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net