Etiket arşivi: Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa

Sinan Meydan : Umudun fotoğrafı

Umudun fotoğrafı

Sinan MEYDAN
SÖZCÜ, 1 Mayıs 2017 

“Bu resme bugüne kadar gelen giden bakmaktadır. Ve nicesi, onun o mucizeli sözlerini –bir kutsal pınardan kendi ruhunun kabına abı hayat doldurur gibi- kâğıdına, defterine alıp gitmektedir.” (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, I, s.35) 

24 Mart 1918, Pazar,
Beşiktaş Akaretler’deki 76 numaralı ev;
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşanın evi…
Gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın) o evin kapısından girmek üzere…
Ruşen Eşref heyecanlı! İlk kez böyle bir röportaj yapacak.
Röportaj başlarken evde gördüğü manzara şu:
“Cumba tavanlarına ve pencere kenarlarına varıncaya kadar kanepeleri bile halılar, seccadeler ve kilimler altında koyulaşmış bu çok gölgeli geniş odada Mustafa Kemal Paşa’nın siması Rambrand vari bir tabloyu andırıyordu. Genç bir simada bu kadar engin bir mana gördüğümü hatırlamıyorum: Işıklarla gölgelerin dalgaları arasında kararlılık, tevekkül, tevazu, vakar, yumuşak huyluluk, sertlik, temizlik, zekâ… Bütün bu zıt şeylerin toplandığı sarışın ve gayet sevimli bir yüz…”
Ruşen Eşref Bey’in anlatımıyla Atatürk’ün üzerinde “sivil lacivert bir elbise”, elinde “doksandokuzlu bir Necef tespihi” vardır. (Bu arada, Atatürk‘ün lacivert elbise giymediği koca bir yalandır).
Atatürk, Ruşen Eşref Bey’e önce bir sigara ikram eder, sonra küçük masanın üstündeki çıngırağı iki kere çevirir, derhal kapının önünde mahmuzlarını birbirine vuran şık bir nefer belirir.
“Çocuğum bize iki kahve, sobanın da ateşine bakın” der.
Böylece 3 gün devam edecek röportaj başlar. (24-27 Mart)
Ruşen Eşref şöyle diyor:
“Ve kimi yerde, kimi yazıhanenin üzerinde, kimi köşede buzcamlı koyu renk dolapta, kimi İngilizlerden ele geçirilme koca bir makineli tüfek önündeki koyu renkli çini sobanın üzerinde bulunan defterlerden, yazılardan süzülen Çanakkale menkıbesinin özetini, bu sabırlı ve temkinli kumandandan 3 gün ve her mülâkat 12 saatten aşağı sürmemek şartıyla, 3 gün dinledim.”
Atatürk’ün Çanakkale Savaşları’nın önemli ayrıntılarını Ruşen Eşref Bey’e anlattığı bu röportaj aynı yıl “Yeni Mecmua”nın Çanakkale Özel Sayısı’nda “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülakat” başlığıyla yayımlanır.
O röportajla başlayan Atatürk, Ruşen Eşref dostluğu devam edecektir.

UMUDUN FOTOĞRAFI

Ruşen Eşref’in, 24 Mart 1918 tarihli bu röportajından tam 2 ay sonra, 24 Mayıs 1918’de, Atatürk, Ruşen Eşref Bey’e bir imzalı fotoğrafını hediye edecektir.

a1

Ancak bu sıradan bir imzalı fotoğraf değildir; bu, üzerindeki kısa notta ülkenin aydınlık geleceğinden söz edilen şaşırtıcı ve özel bir fotoğraftır. Fotoğraf gerçekten de şaşırtıcı ve özeldir, çünkü o günler hiç de aydınlık bir geleceğe gebe görünmemektedir. Tam tersine her yer kap karanlıktır: 1911-1918 arasında tam 7 yıldır savaşan; Balkan bozgununu, Sarıkamış felaketini, Kanal hezimetini yaşamış, Yemen’den Galiçya’ya yüz binlerce kilometre kareyi çocuklarının kanlarıyla sulamış, varını yoğunu kaybetmiş; yoksul, hastalıklı, çaresiz bir millet, büyük bir endişeyle I. Dünya Savaşı’nın sonucunu beklemektedir. O günlerde I. Dünya Savaşı bitmek üzeredir. Osmanlı büyük bir bozgunun eşiğindedir. Nitekim Atatürk’ün Ruşen Eşref Bey’e o imzalı fotoğrafı vermesinden 5 ay sonra, 30 Ekim 1918’de imzalanacak Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla büyük bozgun gerçekleşecektir.
1918 yılı itibarıyla geriye Çanakkale Zaferi’nin onurundan, gururundan başka hiçbir şey kalmayacaktır. İşte o kara günlerde Atatürk, gazeteci Ruşen Eşref Bey’e imzalayıp hediye ettiği o güzel fotoğrafının bir kenarına aynen şu satırları yazmıştır:

  • “HER ŞEYE RAĞMEN MUHAKKAK BİR NURA (AYDINLIĞA) DOĞRU YÜRÜMEKTEYİZ. BENDE BU İMANI YAŞATAN KUVVET, YALNIZ AZİZ MEMLEKET VE MİLLETİM HAKKINDAKİ PAYANSIZ MUHABBETİM (SONSUZ SEVGİM) DEĞİL, BUGÜNÜN KARANLIKLARI, AHLAKSIZLIKLARI, ŞARLATANLIKLARI İÇİNDE SIRF VATAN VE HAKİKAT AŞKIYLA ZİYA (IŞIK) SERPMEYE VE ARAMAYA ÇALIŞAN BİR GENÇLİK GÖRMEMDİR.” (R. E. Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, I, Kasım 1998, s. 5,6.)

    O sırada Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına daha 1 yıl, TBMM’yi toplamasına 2 yıl, Büyük Taarruz’u kazanmasına 4 yıl vardır. Bu, tek kelimeyle “umudun fotoğrafı”dır.
    Ne diyor Atatürk? “Her şeye rağmen” kesinlikle “bir aydınlığa doğru yürümekten” söz ediyor. Bu düşüncesinin iki kaynağı olduğunu açıklıyor:

    1. Millete olan sonsuz sevgisi ve güveni,
    2. Vatan ve gerçek aşkıyla hareket eden bir gençlik görmesi.

    Yokluğun, yoksulluğun, geri kalmışlığın kol gezdiği, mağlubiyetlerin acısının olanca şiddetiyle hissedildiği, yeni felaketlere gebe o umutsuz günlerde Atatürk, bir fotoğrafını adeta “umudun fotoğrafı”na dönüştürmüştür.

UMUDUN KİTABI

Bakın Kurtuluş Savaşı mucizesine; bu topraklarda umudun fotoğrafının Atatürk olduğunu göreceksiniz. 1919’da Samsun’a çıkarken ona;
“Ordu yok!” dediler; “kurulur” dedi.
“Para yok!” dediler; “bulunur” dedi.
“Düşman çok” dediler; “yenilir” dedi.
Ve gün geldi, bütün bu dedikleri oldu. Nasıl mı oldu? Bakın Nutuk’a…
Atatürk’ün 1927’de kaleme aldığı ve aynı yıl okuduğu Nutuk da aslında “umudun kitabı”dır. Atatürk Nutuk’ta en umutsuz koşullarda nasıl yoktan bir ülke kurduğunu anlatmıştır. Nasıl her türlü zorluğa inançla, azimle, akılla karşı koyduğunu belgelemiştir. Nasıl umutsuzluğu umuda dönüştürdüğünü göstermiştir.

a2

İlginçtir! 1918’de Ruşen Eşref Bey’e verdiği imzalı fotoğrafında umudunun kaynağının özellikle gençlik olduğunu belirten Atatürk, 9 yıl sonra, 1927’de kaleme alıp okuduğu Nutuk’ta da Türkiye Cumhuriyeti’ni gençliğe emanet etmiştir. 

ATATÜRK UMUTTUR

Bu topraklarda herkesin umutsuz olmaya hakkı vardır. Ancak “Ben Atatürkçüyüm”, “Ben Kemalistim” “Ben Atatürk’ün izinden gidiyorum”, “Ben Atatürk’ü anlıyorum” diyenlerin umutsuz olmaya hakkı yoktur. Atatürk, bu millete en zor koşullarda bile umutsuz olmamayı öğretmiştir. Atatürk, bu millete en umutsuz zamanlarda kurtuluşu gösteren akıldır, iradedir. Bir gün çocuklarınız size Atatürk nedir? Atatürk kimdir? diye soracak olursa, ki mutlaka soracaktır; önce Atatürk’ün 24 Mayıs 1918’de Ruşen Eşref Bey’e imzalayıp verdiği bu fotoğrafı gösterin, sonra Atatürk’ün bu fotoğrafının kenarına yazdıklarını okuyun. Sonra da “Atatürk umuttur” deyin.
Üstelik yalnızca bizim, Türk Milleti’nin değil, emperyalizmin, bağnazlığın ve
geri kalmışlığın pençesine düş(ürül)müş tüm mazlum milletlerin umudu hâlâ Atatürk’tür. Umuda sarılmanın tam zamanıdır.
 

ATATÜRK’ÜN HİÇ BİTMEYEN UMUDU

Atatürk’ün hiç bitmeyin umudunun ardında hiç bitmeyen bir çaba, hiç bitmeyen bir azim, hiç bitmeyen bir irade vardır. Örneğin,
O “umut fotoğrafı”nı imzaladıktan bir gün sonra, 25 Mayıs’ta, böbrek rahatsızlığını tedavi ettirmek için Viyana Karlsbad’a gitti. 2 Ağustos’ta İstanbul’a döndü.
7 Ağustos’ta, 7. Ordu Komutanı olarak Suriye-Filistin’e ikinci kez atandı.
28 Ağustos’ta Nablus’a gidip komutayı aldı. 19 Eylül’de General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu, Filistin-Suriye cephesine saldırdı. 26 Ekim’de Atatürk, İngiliz-Arap kuvvetlerini Halep’in kuzeyinde durdurdu. Kendi ifadesiyle, orada“Türk süngüleriyle bir sınır” çizdi.
30 Ekim’de Osmanlı, Mondros’u imzalayıp savaştan çekildi.
31 Ekim’de Liman Von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları Komutanlığı’na getirildi.
1 Kasım’da Adana’ya gelerek Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devraldı
1 Kasım-10 Kasım arasında Adana’da Kurtuluş Savaşı’nın ilk hazırlıklarını yaptı.
Osmanlı umudu tüketip teslim oldu, ama Atatürk asla teslim olmadı.
Şartlar ne kadar kötü olursa olsun Atatürk hiç vazgeçmedi, hep kazanacağına inanarak savaştı, asla umudunu yitirmedi.
Kurtuluş Savaşı, işte bu hiç bitmeyen umudun eseridir.

RUŞEN EŞREF BEY ANLATIYOR

Atatürk, Ruşen Eşref Bey’e imzalayıp verdiği fotoğrafını yıllar sonra gördüğünde çok duygulanmış, yazdıklarını bir kere daha okuyup beğenmiş ve o kenar yazısının Hâkimiyeti Milliye’de yayımlanmasını istemişti.

a3

Ayrıntıları Ruşen Eşref Bey’den dinleyelim:
“Bana imzalayıp verdikten yıllarca sonra kendisi bu resmi Çankaya’daki evimizde tekrar gördü, yazdığını okudu; duygulandı. Onu, birlikte misafir geldikleri ve bize şeref verdikleri İnönü’ye de okuttu. Ve bana dedi ki:
‘İyi yazmışım… Bunu yarın Hâkimiyet-i Milliye’de bastırt.’
Bütün Türklerin en bahtiyarlarından biriymişim ki ondan bana böyle bir lütuf nasip oldu… Resmin de yazıların da manasına çoktan hayrandım. Anlıyordum ki o yüksek sözler sade bana kalamaz… Anlıyordum ki bu resmin üstüne yazdığı yazının ilk parçası milletimizin ezberine geçecek değerdedir. İnancın ve güvenin nasıl ta eskiden beri şuurunda yer etmiş bulunduğunu bildiren bir ışıktır bu… Eserin (Türk Devrimi‘nin) arifesini aydınlatıyor, eser sahibinin eşsiz özünü belirtiyor. Fakat sonu, şahsıma iltifatıydı.”
“Bu resme bugüne kadar gelen, giden bakmaktadır. Ve nicesi, onun o mucizeli sözlerini –bir kutsal pınardan kendi ruhunun kabına abı hayat doldurur gibi- kâğıdına, defterine alıp gitmektedir. Resmi bundan iki yıl önce (1937) Türk Tarih Kurumu, Dolmabahçe Sarayı’ndaki sergisinde gösterilmek üzere benden istemişti. Bir müddet orada sergilediler.
Şimdi yabancı bir ilde (Atina) işte bu resimle karşı karşıyayım. Ve büyük adamın o akşam bana söylemiş olduklarını andıkça pişmanlığa, utanmaya varan bir kırıklık duyuyorum… O akşam genç ve dinç önderin hayat çağlar gönlünden gelen gelişigüzel bir arzu rüzgârı gibi esip geçivermiş o dilek, düşünebilir miydim ki, gün olup içime bir vasiyet gibi işleyecektir!” (Atatürk’ü Özleyiş, I, s. 34-36).
“Bu resim benim hayatımda bir tarihtir. O günden bu güne benliğimi, yaşayışımı kaplamış bir iradenin çağrısıdır.
Yalnız benim yaşayışımı mı? Milletiminkini de… Sadece onunkini de değil, Bu resim dünyanın Türkiye’ye görüşünü değiştirmiş kudretin tasviridir…” (Atatürk’ü Özleyiş, I, s.13,14)
Ruşen Eşref Bey, Atatürk’ün 1918’de imzalayıp kendisine hediye ettiği o fotoğraftaki “aydınlık gelecek” vurgusundan çok etkilenmişti. 1934’te Soyadı Kanunu çıktığında Atatürk ona “Ün-Aydın” soyadını verdi.
==========================================0

Teşekkürler değerli tarihçi – yazar Sinan Meydan‘a…
O’na yer veren SÖZCÜ Gazetesine de teşekkür ediyoruz…
ATATÜRK UMUTTUR ve umuda sarılmanın zamanıdır..
Türkiyemiz bu karanlık – lanetli yılları da mutlaka ama mutlaka aşacaktır..

Sevgi ve saygı ile. 03 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sinan Meydan : Sarayın Değil Meclisin Eseri

Sarayın Değil Meclisin Eseri

 

Sinan MEYDAN
10 Nisan 2017, SÖZCÜ

“Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir”
(Atatürk, 1922)

Hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Gazi Meclis’in etkisizleştirilmesine “Evet” diyebilir? Hangi yurtsever, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini Meclis’in; ortak aklın elinden alıp bir adamın aklına, insafına vicdanına teslim edebilir?

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi işgal eden emperyalist evletler, öncelikle Meclis’i etkisizleştirip bir adamı; padişahı / halifeyi kontrol etmek istediler. Çünkü Meclis’in, ne o kanlı işgalleri ne de o idam fermanı Sevr Antlaşması’nı kabul etmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Planları şuydu: Önce Meclis’ten, milli iradeden, ortak akıldan
    kurtulacaklar, sonra da kontrol ettikleri bir adamı; padişahı / halifeyi kullanıp bir milleti esir etmeye çalışacaklardı. Nitekim padişaha baskı yaptılar, Meclis’i kapattırdılar. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Emperyalizmin bu tek adam planını Atatürk yine Meclis’le bozdu.

MİLLETİN MECLİSİ VE HALKIN DEVLETİ

23 Nisan, güneşli bir cuma günüydü. Ankara’da mahşeri bir kalabalık vardı.
Hacı Bayram Camii’nde kılınan cuma namazından sonra dışarıda bir alay düzenlendi.
Ulema, şeyhler, sarıklı, kalpaklı, fesli milletvekilleri, ileri gelen yöneticilerle yüksek rütbeli askerler, büyük bir kalabalık eşliğinde Hacı Bayram Camisinden Millet Meclisi’nin açılacağı binaya doğru yürüyordu. Meclis’in önünde dualar okunup tekbirler getirilip kurbanlar
kesildikten sonra Atatürk, Meclis binasının iki üç basamaklı merdivenlerine çıktı. Kırmızı-beyaz kurdeleler bağlanmış olan kapıya yaklaştı. Bir makasla kurdeleleri kesti. Dualarla Meclis’e girildi. İşte o an Ankara’da yeni bir devlet kuruldu. Bu yeni Türk devleti, sarayın değil halkın devletiydi. Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “Halk hareketi bir halk devleti şeklini aldı.” Meclis salonunda tahta okul sıraları vardı. Karşıda bir kürsü ve konuşma yeri yapılmıştı. Bir kahveden getirilen iki asma lamba tavandan sarkıtılmıştı. Hacı Bayram Camisinden getirilen sancak kürsünün arkasına; Kuran’ı Kerim’le Sakalı Şerif de kürsünün üstüne konulmuştu.

ÇEŞİTLİLİK VE KUTSAL BİRLEŞME

Meclis’te toplam 414 milletvekili olacaktı, ancak birçok ilin milletvekilleri henüz Ankara’ya gelememişti. Bu nedenle Meclis 115 milletvekilinin katılımıyla açıldı. Daha sonra gelebilenlerle bu sayı 380’e kadar çıkacaktı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C 2, 26. Bas., İstanbul, 2009, s. 321)
115 memur-emekli
61 sarıklı hoca
51 kumandan-subay
46 çiftçi
37 tüccar
29 avukat
15 doktor
10 aşiret reisi, ağa
8 tarikat şeyhi
6 gazeteci
2 mühendis
İlk Meclis’teki bu yoğun çeşitlilik şaşırtıcı biçimde kutsal bir amaçta birleşecekti.
İlk Meclis’teki bu çeşitliliği ve birleşmeyi o Meclis’te genç bir memur olarak çalışan
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
 şöyle gözlemlemişti:

“1920’de Meclis’e memur olarak girdiğimde hemen dikkatimi çeken durum milletvekillerinin kılık, kıyafet, yaş, kafa yapısı ve görgülerinin başka başka ve çok değişik oluşuydu. (…) Bilgileri ve yetişme ortamları çok değişik olan bu insanlar bir tek amaç doğrultusunda birleşmişlerdi: Vatanı kurtarmak. Bu birleşmeyi sağlayan kişi de Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa idi.”(Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis,
Nisan 1999, s. 80-81)

İlk Meclis, o günlerde Türkiye’de yaşayan halkın tamamını en iyi şekilde temsil ediyordu.
Samet Ağaoğlu’nun ifadesiyle, “Birinci Büyük Millet Meclisi Türk Milleti’nin ta kendisiydi.” (Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, 4. Bas., İstanbul, 1973 s. 57) İlk Meclis’in zenginliği ve gücü aslında bu çeşitliliğinden geliyordu. Farklı etnik kökenden, mezhepten, siyasi görüşten, meslekten gelen milletvekilleri arasında doğal olarak birçok konuda fikir ayrılığı vardı. Bu fikir ayrılıkları çok sert tartışmalara neden oluyordu.
Hükümet Meclis’e karşı sorumluydu. Meclis, hükümeti çok sıkı kontrol ediyordu. Örneğin birçok konuda gensoru verilmişti. Bütçe görüşmelerinde birkaç kuruşun bile hesabı sorulmuştu. Her konu en ince ayrıntısına kadar tartışılıyordu. Meclis’in bilgisi dışında bir karar alıp uygulamanın imkânı yoktu. Kurtuluş Savaşı boyunca tüm kararlar, tartışma ve görüşmeyle, oy birliğiyle Meclis’te alındı.

Türk tarihinde ilk kez millet kendi kaderini kayıtsız koşulsuz bizzat kendi eline aldı. Artık egemenlik kayıtsız şartsız milletindi. Millet artık tek adamların; sultanların/ padişahların ağzına bakmayacak, kendi kararını kendisi verecek, kendi geleceğini kendisi yazacaktı.

TÜRKİYE’NİN KALBİ

Türkiye’nin kalbi artık Anadolu’nun orta yerinde, Ankara’daki küçük bir binada atıyordu.
İlk Meclis binası, İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılmış, ancak bazı bölümleri henüz tamamlanmamıştı. I. Dünya Savaşı sonrası Ankara’ya gelen Fransız subay ve erler tarafından kullanılmıştı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun deyişiyle:“Bugün müze olan ilk Meclis binası Milli Mücadele’nin sanki soluk alıp verdiği ‘göğüs kafesi’ idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına her gün inanç, yüreklilik ve savaş azmi, umut ışığı oradan dağılıyordu. Duraksamaları, inançsızlıkları, ihanet ve başkaldırmaları yok eden bütün atılımlar Mustafa Kemal’in başkanlığındaki TBMM‘nin çalıştığı bu binadan yapılıyordu. Milli Mücadele ve Kuvayı Milliye ruhu Türkiye’nin her yanına oradan yayılıyordu…” (Velidedeoğlu, age, s. 66.)

YOKSUL AMA ONURLU MİLLETVEKİLLERİ

Milletvekilleri genelde çok yoksuldu. Giyim kuşamları çok kötüydü. Ceplerinde paraları yoktu. Pek çok milletvekili Ankara’da başını sokacak bir ev bile bulamamıştı. Çoğu milletvekili öğretmen okulunda yatıyordu. Karyolalar yetmeyince yer yatakları serilmişti.
Orada yer bulamayanlar ise istasyon yolundaki çayırlıkta, açıkta yatmış ve çoğu  sıtmaya
yakalanmıştı.

Yemek bulmak da sorundu. Bazı milletvekilleri bir süre yanlarında getirdikleri bulgur, fasulye, pirinç ve kutular içindeki yağla karınlarını doyurmuştu. Yunus Nadi Bey anılarında, 48 ile 55 kuruş toplayıp tabldot sistemi kurarak yemek sorununu çözdüklerini anlatır. Mehmetçiğin
cephede toprak siperlerde uyuduğunu bilen milletvekilleri, tahta sıralarda uyumayı bile lüks bulmuştu. Dahası Mehmetçik cephede tütünü daha iyi kâğıtlara sararak içsin diye Meclis tutanakları dilekçe kâğıtlarına, mektup kâğıtlarına, hatta kese kâğıtlarına basılmıştı. Yokluk ve yoksulluk içinde azı çok edip vatan kurtarmanın hesaplarını yapan fedakâr milletvekilleri önce maaşlarının %20 kadarını, sonra da yol paralarının bir miktarını Hazine’ye bağışlamışlardı.

Çok sayıda milletvekili cepheye koşmuştu. Düşmanla savaşıyordu. Şehit ve gazi olan vekiller vardı. Atatürk, 1 Mart 1922’deki Meclis açış konuşmasında şu bilgiyi vermişti:

  • “Sayın arkadaşlarımızdan bir kısmı halen orduların ve birliklerin başında ve düşman karşısında savaşma görevini yürütmektedirler. Bugün Meclis’te bulunan bazı arkadaşlar bile bu yıl içinde yapılan savaşlara fiilen katılmışlardır.”

SARAYIN DEĞİL MECLİS’İN ESERİ

Atatürk, sarayların / sultanların, tek adamların batırdığı ülkeyi, işte bu Millet Meclisi’yle kurtardı. Ankara’da TBMM’nin açıldığı 1920 yılı itibariyle Osmanlı Devleti, tüm fetih topraklarını kaybetmişti: Avrupa, Balkanlar, Trakya, Afrika, Ortadoğu, Ege Adaları ve
Anadolu’nun büyük bir bölümü işgal edilmişti. Osmanlı Devleti’nin üç başkenti; Bursa, Edirne ve İstanbul bile kaybedilmişti. Osmanlı, 600 yıl önceye, kuruluş devrine, o küçük beylik dönemine geri dönmüş gibiydi. Osmanlı’nın 5.5 milyon kilometrekare toprağından geriye, 1920 itibariyle, 500 bin kilometrekare toprak bile kalmamıştı. 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’yla bize kalan toprak miktarı 480 bin km2 idi. Kurtuluş Savaşı sayesinde Lozan’da buna 256 bin kilometrekare toprak eklenerek 736 bin km2’ye ulaştırıldı. 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasıyla 47 bin kilometrekare daha toprak kazanıldı. Böylece Türkiye’nin yüzölçümü 783 bin km2 oldu. Bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklar
saraydan/sultandan miras kalmadı, bu toprakları Meclis, millet kanıyla, canıyla yeniden
vatan yaptı. Zafer, sarayın / sultanın değil, tümden milletin eseriydi. Millet artık tek adamlara; sultanlara / padişahlara güvenemezdi. Atatürk açıkça uyarıyordu:

  • “Millet yalnız kendi kolları ve kendi kanı ile kazandığı egemenliğini ve bağımsızlığını son felakete kadar büyük bir saflık ve tedbirsizlikle kendisine önder tanıdığı ve derin bir bağlılıkla hayatının koruyucusu saydığı kişilere ve yönetimlerine artık güvenemez. Millet bundan sonra hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına bizzat kendisi koruyucu olacak ve bütün vatanda yine yalnız kendisi ve kendi yönetimi hüküm sürecektir.” Atatürk, tek adamlara değil,
    kendimize güvenmeyi öğretti.

ZAFERİN SIRRI: ORTAK AKIL

Zaferin sırrı en ufak bir karar alırken bile danışmaktı. Zaferin sırrı tartışmaktı, sormaktı, sorgulamaktı, denetlemekti; gerektiğinde yetkilendirmek gerektiğinde frenlemekti,
gerektiğinde hesap sormaktı… Zaferin sırrı ortak akıldı. Zaferin sırrı milli egemenlikti.
Zaferin sırrı bir ölüm kalım savaşında tüm yetkiyi ve sorumluluğu BİR ADAMA değil BİR MECLİS’e vermekti. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkının”, yani
Türk Milleti’nin, tüm farklılıklarıyla Meclis çatısı altında bir araya gelerek, omuz omuza vererek bir ölüm kalım savaşını kazanabileceğini kanıtladı.

Durum bu kadar açıkken, hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Meclis’le, ortak akılla, milli iradenin gücüyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini BİR ADAMIN aklına, insafına, vicdanına teslim edebilir? Milletin canı pahasına kurduğu bu ülkeye ve bu ülkenin Gazi Meclisi’ne bundan büyük saygısızlık olur mu?

ÖZGÜRLÜĞÜNDEN VAZGEÇME!

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil mi? Ben istersem egemenliğimi BİR ADAMA devrederim, istersem ÖZGÜRLÜĞÜMDEN de vazgeçerim!” diye düşünenler olabilir. Ancak bu düşüncenin sonu gönüllü köleliktir. İlginçtir! Bu düşünceye sahip olanları Atatürk, 1 Mart 1923 tarihli Meclis açış konuşmasında şöyle uyarmış:

  • “Bir insan belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir yana bırakabilir. Fakat bu girişim koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir milli yaşam bu yüzden sönecekse, o milletin evlatları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa bu girişim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez.” 

    Kendini değil, çocuklarını düşün.
    Egemenliğini asla bir adama devretme ve hiçbir zaman özgürlüğünden vazgeçme…
    ====================================
    Dostlar, 

    Değerli Tarihçi Sn. Sinan Meydan, SÖZCÜ‘de birbirinden önemli – belgesel yazılar yazmakta. Bu günkü (23.4.17) yazısı da öyle.. İlk Meclis’in ürpertici – kıvanç verici öyküsünü ve başarısını aktarmakta. Bu yazısına ilk Meclis’in vekillerinden bir bölümünün fotoğraflarını da eklemiş. Bunların içinde o zamanki adıyla Dersim’den 6 milletvekili var..

  • Binbaşı Mustafa Zeki bey (Saltuk) bizim aile büyüğümüz.. Ayrıca 15 de hekim milletvekili var ilk Meclis‘te.. Bunların 2’si – 3’ü daha Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa ile birlikte idiler. Dr. Refik Saydam uzun yıllar Sağlık Bakanlığı,
    1939-42 arasında Başbakanlık yaptı. Dr. Tevfik Rüştü Aras ise 1925-39 arasında
    Mustafa Kemal Paşa döneminin Dışişleri Bakanı idi.

    YAŞASIN ULUSAL EGEMENLİK!

Sevgi ve saygı ile. 23 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com