Etiket arşivi: Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

CHP’nin 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
11 Eylül 2023 Cumhuriyet

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kökeni, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dayanır.

Bu cemiyet 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde gerçekleşen Sivas Kongresi’nde kurulmuştur. Kurucusu ve lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür.

  • Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti,
    Kurtuluş Savaşı’nı, halkın egemenliği ilkesi üzerinden yürüten siyasi örgütlenmedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de katkılarıyla, 23 Nisan 1920’de kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

CHP, bir siyasal parti olarak, 9 Eylül 1923’te kuruldu.

CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

1920’lerdeki, 1930’lardaki ve 1940’lardaki CHP iktidarında büyük devrimler gerçekleştirildi.

3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı, bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu kabul edildi.

17 Şubat 1926’da, kadın ve erkek eşitliği dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun kabul edildi.

15 Ekim 1927’deki CHP Kurultayı’nda;

cumhuriyetçilik,
halkçılık,
laiklik ve milliyetçilik ilkeleri,

10 Mayıs 1931’deki CHP Kurultayı’nda,

devletçilik ve devrimcilik ilkeleri,

parti programındaki temel ilkeler olarak kabul edildi.

Devletin dini İslamdır” ifadesi 10 Nisan 1928’de anayasadan çıkarıldı. Böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi anayasa maddesi haline geldi.

1920’li yılların başından 1940’lı yılların sonuna dek, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de geçildi.
***
CHP muhalefette olduğu dönemde de uzun yıllar devrimci ruhunu korudu.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi” ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***
CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950 seçimlerinde %39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde %41, 1961 seçimlerinde %37, 1973 seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oy aldı.

CHP, parti içi demokrasi sürecini işlettiği ve partinin ilkelerine ve kurumsal kimliğine sahip çıktığı yıllarda, ender olarak %30’un altında oy aldı.

1973 ve 1977 yılında CHP, 1. parti olarak hükümet kurdu.

CHP 12 Eylül askeri darbesi tarafından 1981 yılında kapatıldı.

CHP’nin oyları, 1992 yılında yeniden açıldığından beri %26’nın üzerine çıkmadı. Bu aynı zamanda,
– CHP’de parti içi demokrasinin rafa kaldırıldığı ve
– partinin kendi kurumsal kimliğinden ve ilkelerinden uzaklaştığı

dönemdir.

CHP’nin kuruluşunun 100. yılında alınacak ders bellidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin 100. yılı11 Eylül 2023
Politika nedir?4 Eylül 2023

104. yılında Sivas Kongresi

Alev CoşkunAlev Coşkun

04 Eylül 2023, Cumhuriyet

 

Bu gün Sivas Kongresi’nin 104. yıldönümüdür. Cumhuriyet gazetesi böyle önemli günlerde daima, Kuvayı Milliye tavrını ortaya koyar.

Sivas Kongresi, Milli Mücadele tarihimizde çok önemli bir yere sahiptir. Mustafa Kemal’in, Anadolu’ya çıkışının üzerinden henüz 19 gün geçmişti. Havza’da iken İstanbul’a geri çağrıldı.

Mustafa Kemal bu aşamada yaşamsal derecede önemli bir karar aldı. Kararın esası şudur:

“Kuvayı Milliye ile ilgili faaliyetler kişisel olmaktan çıkarılmalıdır.”

Amasya Bildirisi bu kararın ürünüdür. Bu bildiride “vatanın bütünlüğü ve bağımsızlığının tehlikede” olduğunu belirtiyor, her ilden seçilecek üç kişinin Sivas’ta toplanarak kongreye katılması isteniyordu.

İSTANBUL HÜKÜMETİNİN KONGREYİ ENGELLEME GİRİŞİMLERİ

Önce o günün koşullarındaki çok önemli bir konu üzerinde duralım. Erzurum Kongresi’nin başarıyla sonuçlanması, Kuvayı Milliye örgütlenmesinin Anadolu’da etkin bir biçimde sürdürülmesi, Mustafa Kemal’in liderliğini Kuvayı Milliyeciler arasında perçinlemişti.

İstanbul hükümeti, Sivas’taki kongreyi kesin olarak engellemek istiyordu. En etkin yol Mustafa Kemal’in tutuklanmasıydı. İstanbul hükümeti, bu yoldaki talimatlarını telgrafla valilere bildiriyor, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının girişimlerinin memleket yararına olmadığını ve bu nedenle tutuklanmaları gerektiğini belirtiyordu.

Kongre öncesi Sivas’ta bulunan Fransız jandarma müfettişi Binbaşı Brunot, Sivas Valisi Reşit Paşa’yı ziyaret etti ve kongrenin toplanmasının doğru olmadığını, kongreyi engellemek için kente bir Fransız birliği getirileceğini bildirdi.

Baskı altında kalan Sivas Valisi Reşit Paşa, bu bilgileri Erzurum’da bulunan Mustafa Kemal’e telgrafla bildiriyor ve “kongrenin başka bir kentte” yapılmasını öneriyordu. Mustafa Kemal, valiye verdiği yanıtta kongrenin muhakkak toplanacağını belirtiyor ve “Fransız Binbaşı Brunot’ nun tehdit anlamında söylediklerini tümüyle blöf sayarım.” diyordu.

ALİ GALİP PROJESİ

İstanbul hükümeti, Sivas Kongresi’nin engellenmesi için her türlü önlemi alıyordu. Emekli Yarbay Ali Galip, Elazığ Valiliği’ne getirildi, kendisine paşalık unvanı verildi. Kongrenin bir askeri birlikle basılıp dağıtılması için Elazığ Valisi Ali Galip başkanlığında, Malatya’da yapılan hazırlıklar sürüyordu. Bu alçakça düzenlenmiş proje, İstanbul hükümeti ve İngiliz Gizli Servisi tarafından hazırlanmıştı. Sivas Kongresi yaklaşırken İstanbul hükümeti İngiliz Gizli Servisi ile birlikte önlemler alıyordu.

  • Padişah Vahdettin İngilizlerden medet umuyor, veliaht Abdülmecit de
    Anadolu hareketini “delilik ve hainlik” olarak suçluyordu. 

‘KUMANDAYI KESİN OLARAK TERK ETMEYİNİZ’

Sivas Kongresi’nin toplanmasından bir hafta önce, Ankara’daki Kolordu Komutanı Ali Fuat Cebesoy görevinden azledildi.

Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’ya gönderdiği telgrafta, “…Kumandayı kesin olarak terk etmeyiniz.” diyordu.

KONGREYE KATILIM

Erzurum Kongresi bir doğu illeri kongresiydi, Sivas Kongresi’nin tüm Türkiye’yi kapsayan bir nitelik taşıması isteniyordu. Kongre delegeleri de Sivas’a gelmeye başlamışlardı.

Kongreye katılan iller ve delege sayıları şöyledir:

Afyon 3, Alaşehir 1, Bursa 2, Samsun 2, Çorum 2, Denizli 4, Erzurum 1, Erzincan 1, Eskişehir 3, Gaziantep 1, Hakkâri, İstanbul 5, Kastamonu 1, Nevşehir 1, Niğde 1, Tokat 1, Yozgat 1, İstanbul Tıp Fakültesi 1 olmak üzere 31 delege.

Buna göre, kongreye 15 vilayet ve 3 mutasarrıflık katılmıştı.

Kongreye katılan delege sayısı beklenenden az olmuştu. Tam sayı 40 kişiyi geçmiyordu. Trakya ve Güneydoğu Anadolu illeri, kongreye delege gönderemedi. Valiler İstanbul hükümetinden çekindikleri için kimi illerde delege seçimini, kimi illerde ise seçilen kişilerin Sivas’a gitmesini engellediler.

BAŞKANLIĞI ENGELLEME GİRİŞİMİ VE MANDACILAR

Kongrenin açılış günü, Mustafa Kemal’i kongre başkanı yapmamak için girişimler başlattılar. Bu girişimleri, Türkiye’nin Amerikan mandasına verilmesini savunan mandacılar yapıyordu.

Sivas Kongresi’nde Atatürk’ün karşılaştığı en zor konu mandacıların etkinliğidir.

Manda yönetimi isteyenler kürsüye egemen olmuşlardı. “Manda yönetimi bağımsızlığı bozmaz, çünkü manda ile bağımsızlık birbirine mani değildir” diyorlardı. Mandacılığı, özellikle Kara Vasıf ve Albay Refet Bele ve onları alttan destekleyen Rauf Orbay savunuyordu.

Sivas Kongresi’nin bilinmeyen en önemli yönü, Mustafa Kemal kongreyi yönetirken aynı zamanda kongrenin basılması tehlikesiydi. Yukarıda da belirtildiği gibi İstanbul hükümeti, İngiliz Gizli Servisi, ayrılıkçı Bedirhan aşireti bu tehlikeli projeyi yürütmeye çalışıyorlardı. Atatürk, aldığı önlemlerle, Malatya’da toplanan bu grubu dağıtmayı başardı.

SİVAS KONGRESİ’NİN BAŞARILARI

4 Eylül 1919’da başlayan, 11 Eylül’de sona eren Sivas Kongresi’nin başarıları ve Milli Mücadele’ye katkıları şöyle sıralanabilir:

1- Her türlü engele karşı kongre toplandı ve önemli kararlar alındı.
2- Kongrede etkin bir biçimde çalışan mandacı görüş başarılı olamadı. Kongre manda görüşünü kabul etmedi. Alınan kesin karar şudur: Manda ve himaye kabul edilemez.”
3- Kongreyi basıp dağıtmak, Mustafa Kemal’i tutuklamak ya da öldürmek için tasarlanan İngiliz planı başarıya ulaşamadı.
4- Sivas Kongresi ile dağınık Kuvayı Milliye örgütlenmeleriAnadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile bir çatı altında birleşti.
5- Kongrede seçilen “Temsilciler Kurulu” Kuvayı Milliye’nin kurumsal sözcüsü durumuna geldi.

ÖNÜ AÇILDI

Artık Kuvayı Milliye hem İstanbul hükümeti hem de yabancılar tarafından bir gerçek olarak kabul ediliyordu. Nitekim 17 Eylül 1919’da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri John D. Robeck, Londra’ya gönderdiği raporunda “Mustafa Kemal hareketi, Anadolu’da bağımsız bir cumhuriyete doğru gelişiyor.” diyordu.

İstanbul’da sadrazam Damat Ferit istifa ediyor ve artık Milli Mücadele’nin yeni aşaması başlıyordu.

Mustafa Kemal’in önü açılmıştı. Yeni atanan Salih Paşa hükümeti, Sivas’taki “Temsilciler Kurulu”nu tanıdığını ilan ediyordu. Kuşkusuz bu son derece önemli kazanımdı. Artık Milli Mücadele’nin yeni aşaması başlıyordu.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin onurlu tarihi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

CHP, 9 Eylül 1923’te kuruldu. CHP’nin kökeni, 7 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulan ve emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. İki örgütün de kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

TBMM 23 Nisan 1920’de, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin katkılarıyla da kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

  • CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması ve bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu’nun kabul edilmesi, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit kılınması dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da CHP’nin öncülüğünde kabul edildi. (AS: 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi..)

CHP 15 Ekim 1927’deki Kurultay’da,

  • Cumhuriyetçilik
  • Halkçılık
  • Laiklik
  • Milliyetçilik

ilkelerini, 10 Mayıs 1931’deki Kurultay’da,

  • Devletçilik
  • Devrimcilik

ilkelerini, parti programındaki temel ilkeleri olarak kabul etti.

Devletin dini İslamdır ifadesi 10 Nisan 1928’de, CHP’nin öncülüğünde anayasadan çıkarıldı ve böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi, laikliğin uygulanması ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı, CHP’nin öncülüğünde tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi, CHP’nin öncülüğünde anayasa maddesi haline geldi.
***
1920’li, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta CHP’nin öncülüğünde kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de CHP’nin öncülüğünde, CHP iktidarında geçildi.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen İlk Hedefler Beyannamesi ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***

  • CHP, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki statükoyu, yani monarşiyi, teokrasiyi
    ve feodalizmi yıkan, devrimci bir partidir.

CHP aynı zamanda, kapitalizmin yol açtığı ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri asgari düzeye çekmek için mücadele veren merkez sol bir partidir.

CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950’li, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, kimi seçimleri yitirmiş olsa da, 1992’den sonra aldığı oyların çok üzerinde oy alan bir siyasal partidir. CHP 1950 seçimlerinde % 39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde % 41, 1961 seçimlerinde % 37, 1973 seçimlerinde % 33, 1977 seçimlerinde % 41 oy almıştır.

CHP 1992 yılında yeniden açıldığından beri, %26’nın üzerine çıkamamıştır!

AKP iktidarının, CHP’nin tarihine yönelik iftiralarla ve yalanlarla seçim kampanyası yürütme hazırlıkları yaptığı bir dönemde, CHP yönetiminin ve CHP üyelerinin, bu olguların ışığında hareket etmesi gerekir.

CHP, AKP’nin gölgesinde siyaset yaparak, İslamcıların, neoliberallerin ve ikinci cumhuriyetçilerin söylemleri üzerinden, kendi tarihini çarpıtarak ve inkâr ederek (yadsıyarak) seçim kazanamaz.

CHP yönetimi, örgütünü harekete geçirmek, seçmen tabanının başka partilere kaymasını önlemek ve oyunu daha da yükseltmek istiyorsa; tarihine, kurumsal kimliğine, ilkelerine sahip çıkmalıdır, halka gerçekleri anlatmalıdır.

Günümüzdeki başarısızlıkların üzeri, geçmişteki başarılar yok sayılarak örtülemez.

ADD’den basına ve kamuoyuna : YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

BASINA VE KAMUOYUNA : 

YOKLUĞUNDA DAHA DA BÜYÜYEN ÖNDER

Vatanımızın kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerimizin mimarı, değişmez önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü aramızdan bedensel olarak ayrılışının 84. yılında saygı, minnet, özlem ve kararlılıkla anıyoruz.

Ancak Atatürk’ün, O’nu anmamızdan çok, anlamamızı istediğinin farkındayız. Bu farkındalıkla görevimizin; ilke, devrim ve eserlerini koruyup yaşatmak, Türk Ulusunu refaha ulaştırıp çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak, “şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak (ilelebet payidar kılmak) olduğunu biliyoruz.

Özdemir Asaf “Gerçek değer, gelmesi boşluk dolduran değil, gitmesi boşluk yaratandır.” diyor. Atatürk’ü yitirdiğimiz günden bu yana yazık ki, gidişiyle yarattığı büyük boşluğu dolduramadık.

Kimileri O’nun ışıklı yolunda yürüdüğünü söylerken kimileri de büyük görünecekleri zannıyla ilkelerine, devrimlerine, eserlerine, kişiliğine, aziz anısına pervasızca saldırdılar. Her saldırı, saldıranları küçültürken Atatürk’ü daha da büyüterek ulusu birleştirdi. Kimi aymazlar ise, halk düşmanı politikalarını Atatürk maskesiyle gizlemeye çalıştılar. Ancak, Atatürk gibi giyinmek, O’nun gibi tren pencerelerinde poz vermek vb. zavallı girişimleri, Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Aydınlanma Devrimlerine ağır darbeler indiren bu gibilerin maskelerini daha kolay düşürdü.

HER KOŞULDA MECLİSE GÜVENEN BAŞKOMUTAN

Atatürk, parlak bir asker olduğu ölçüde, tarihle, özellikle dünya tarihiyle çok ilgili bir kurmaydı. Sürekli okuyor, kendini geliştiriyor, düşüncelerini olgunlaştırıyordu. Büyük Fransız Devrimi’ni özümsemişti. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin en zorlu cephelerinde başarılar kazanmış, Çanakkale’de adını dünya savaş tarihine yazdırmıştı. Savaştan yenik çıkan Osmanlı ülkesinin emperyalist devletlerce yağmalanmaya başlaması üzerine İstanbul’da kaldığı yaklaşık 6 ay (AS: 13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919), tasarladığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın plan ve kadro hazırlıklarını yaptıktan sonra Samsun’a hareket etmişti. İlk iş olarak dağıtılmış ordu yerine yeni bir ordu kurmaya değil, kurtuluşu yönetecek bir Milli Meclis oluşturmak için kongrelerle milletin azim ve kararını harekete geçirmeye girişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri yanında yurdun her yerinde yerel kongreler yapılmasını sağladı. Bu arada İstanbul’da toplanacak Meclis-i Mebusan’da etkin olabilmek için Erzurum Mebusu seçildi ve arkadaşlarından kendisini Meclis Başkanı seçmelerini istedi. Tıpkı İşgal altındaki İstanbul’da uzun süre çalışamayacağını ve dağıtılacağını öngörerek Meclis-i Mebusan’ın Anadolu’da toplanması gerektiğini söyleyip kabul ettiremediği gibi, dağıtıldığında Ankara’da kurtuluşu örgütleyecek bir meclisi toplantıya çağırma yetkisine sahip olmak amacıyla dillendirdiği bu isteği de gerçekleştirilemedi.

Arkadaşları O’nu meclis Başkanı seçtiremediler ancak, Misak-ı Milli kararlarını kabul ettirmeyi başardılar. Kısa süre sonra öngörüsü gerçekleşti ve Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce 16 Mart 1920 günü basılarak dağıtıldı, mebusların önemli bir kesimi tutuklanıp Malta’ya sürüldü. Bunun üzerine bir yandan misilleme olarak Yarbay Ravlinson dahil Anadolu’daki birçok İngiliz subayını tutuklatan Mustafa Kemal, bir yandan da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla derhal harekete geçerek Milli Meclis’ini Ankara’da toplamak üzere eksilen mebusların yerine yenilerinin seçilmesini isteyecek, kalan ve yeni seçilen 324 mebusun ulaşım güçlüklerini aşıp Ankara’ya gelebilen 115’i ile de 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açacaktı. Artık kurtuluşun ve savaşın meşruiluk zemini Ulusal Meclis olacak, Milli Mücadele bu meclise dayanılarak yönetilecekti. Yani Atatürk önce Ulusal istencin yansıyacağı meclisi, sonra da savaşacak orduyu örgütlüyor, meclisin adını Büyük Millet Meclisi, ordunun adını da Büyük Millet Meclisi Orduları olarak belirliyordu. Yakın tarihte, Atatürk maskeli sözde askerler demokrasi(!) adına meclis kapatırken Atatürk kutsal savaşını, her türlü muhalefete rağmen Meclise dayanarak kazanacaktı.

ANTİEMPERYALİST – ANTİKAPİTALİST DEVLET ADAMI

Mustafa Kemal Paşa kurtuluşun; ideolojik bir temel, bu ideolojiyi kararlılıkla uygulayacak bir önderlik ve duyurup yayacak bir yayın organı olmadan gerçekleştirilemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’dan itibaren (başlayarak) bir yayın organına sahip olma çabası içine girdi ve 10 Ocak 1920’de Hakimiyet-i Milliye gazetesini çıkardı. Kurtuluşun ve devrimin ideolojisi bu gazetede inşa edilecek, özellikle emperyalizme ve kapitalizme çok net vuruşlar yapılacaktı. Örneğin Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli “Biz, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmayı uygun gören bir mesleği izleyen insanlarız.” demeci gazetenin manşetindeydi.

Atatürk, 1935 yılında yapılan CHP 4. Kurultayındaki “Bizim 19 Mayıs 1919’dan bugüne kadar yaptıklarımızın, Türk Devrimi’nin ve yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın esası KEMALİZM prensipleridir” sözleriyle de, ideolojisini tanımlıyor, adını koyuyordu.

EZİLEN ULUSLARIN DA UMUDU 

Mustafa Kemal Paşa salt Türk Ulusunun değil, bütün mazlumlar dünyasının da umudu ve önderiydi. Ulusal Kurtuluş Savaşına başlarken zafere ulaşacağına ne denli inanıyorsa, ezilen ulusların bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacağına da o denli inanıyor, bunu her fırsatta dile getiriyordu.

Daha 1922’de bu davayı gerçekleştirmekle yeni bir tarih yapılacağını duyuruyor ve diyordu ki :

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletleriyle birlikte yürüyeceğinden emindir.”

Keza, Mısır Büyükelçisi ile elçilik bahçesinde sabaha dek süren 27 Mart 1933 tarihli sohbetinde ise şu tarihi sözleri söyleyecekti:

“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”

300 YILI 15 YILA SIĞDIRAN BÜYÜK DEVRİMCİ

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştırdıktan hemen sonra hızla devrimlere girişti. İlk büyük devrimini zaferin üzerinden 6 hafta geçmeden, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasıyla yaptı. Cumhuriyet’in ilanının ardından da, başta Öğretim Birliği Yasası ve Halifeliğin Kaldırılması olmak üzere Kılık Kıyafet Devrimi, Medeni Yasa, Uluslararası Takvim ve Ölçü Birimlerine geçiş, Harf Devrimi, Dil Devrimi, Üniversite Reformu, büyük tarım ve sanayi atılımı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve öbürleri aralıksız sürdü. En önemlisi de, gerçekte 1920’den beri devletin yazılı olmayan temel niteliği olan Laiklik, 1937’de Anayasaya kondu.

15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı dönemine, başka ulusların kan revan içinde yüzyıllara sığdıramadığı devrimleri sığdırdı. Bu devrimlerle çağ atlattığı Ulusunu diline, tarihine, kültürüne kavuşturdu, kula kulluk etmekten kurtarıp özgür yurttaşlar olmalarını sağladı. Devlet yönetiminde namus ve yaraşırlığı (liyakatı), hukuk ve adaleti, akıl ve bilimi egemen kıldı. Bugün zoraki “Mustafa Kemal” deyip, bir türlü “Atatürk” diyemeyenlerin hemen tümünün kabullenemedikleri işte bu “Devrimci Atatürktür.

SAVAŞTIĞI DÜŞMANLAR BİLE SAYGIYLA ANARKEN

Atatürk yaşamı boyunca temel olarak emperyalistler ve piyonları ile savaştı. Yazgılarını emperyalizm ile birleştirmiş dahili bedhahlarla (içte işbirlikçi hainlerle) hem Ulusal Kurtuluş Savaşı hem de devrimler sürecinde mücadele etti. Atatürk’ün yenilgiye uğrattığı emperyalist devletlerin temsilcileri zaferden sonra, sonsuzluğa göçüşünün ardından ve hâlâ büyük önderden saygı ve övgü ile söz eder, Birleşmiş Milletler oybirliği ile doğumunun 100. yılı 1981’i “Atatürk Yılı” olarak kabul ederken, Laik Cumhuriyet düşmanı gericiler her fırsatta Atatürk’e ve mücadelesine hakaret ve saldırılarda bulundular, bulunuyorlar. Bunların “Deccal”, “İki Ayyaş ”, “Keşke Yunan kazansaydı”, “Kafir” ve benzeri pek çok talihsiz ve hadsiz söylemlerine karşın, en önemli rakiplerinden biri olan, istifa etmesine ve siyasal yaşamdan 20 yıl uzak kalmasına neden olduğu Winston Churchill O’nu şu sözlerle uğurlamıştır:

“Savaşta Türkiye’yi kurtaran, savaştan sonra da Türk milletini yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük yitiktir. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye’nin Ata’sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.”

Büyük Zafer’den 12 yıl sonra, 1934’te, Yunanistan başbakanı Eleftherios Venizelos’un Mustafa Kemal Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermesi ise, dünya tarihinde benzeri bir daha kolay kolay görülmeyecek bir olaydır.

Atatürk yalnızca Türk Ulusu için değil, dünyanın dünü, bugünü ve yarını açısından da değeri her geçen gün daha iyi anlaşılan büyük bir önderdir. Saldıranlar cüceleşirken O, yokluğunda büyümekte, tarifsiz özlenmektedir. Milyonlarca yurttaşımızın her fırsatta akın akın Anıtkabir’e koşmaları, komşumuz İran’da kadınların yükselttiği “Tek yol Atatürk” çığlıkları, Irak’tan duyulan “Bir Atatürk’ümüz olmadığı için bu haldeyiz” hayıflanmaları boşuna değildir. O denli ki; her fırsatta Atatürk’e hakaret etmeyi hüner bilenler bile başları sıkıştığında boydan boya Atatürk posterlerinden medet ummak, Lozan’a “Hezimet” deyip Montrö’den bir imza ile çıkılabileceğini söyleyenler, dönüp dolaşıp Lozan’a, Montrö’ye sarılmak, O’nun 86 yıl önceden Karadeniz’i kan gölüne dönmekten, Dünyayı 3. Dünya Savaşına sürüklenmekten kurtaran dehasına şapka çıkarmak zorunda kalmaktadırlar.

ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ !

Değerlerinden, devrimlerinden, birliğinden ve özgüveninden yoksun bırakmak için iç ve dış olumsuz güçlerin onyıllardır elbirliğiyle çabaladıkları Türk Ulusu, hiç kuşkusuz Atatürk’ün akıl ve bilim yolunda aydınlık geleceğine güvenle yürüyecektir.

Atatürk’ü anlamayı, ilke, devrim ve yapıtlarını koruyup yaşatmayı varlık nedeni ve temel görevi sayan Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizin acil gereksinimi olduğunu düşündüğü devlet yönetim anlayışını 23 Nisan 2022’de yayınladığı YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ MANİFESTOSU ile duyurmuştur.

Tarihin en büyük devrimcisi Atatürk’ü;

Aramızdan bedeniyle ayrılışının 84. yılında özlem ve minnetle anarken, O’nun da isteği olduğu inancıyla, bir kez daha siyaset kurumunu Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine yönelmeye, Aziz Milletimizi de bu hedefe sahip çıkmaya çağırıyoruz.

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK ATATÜRK !
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR !

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ

SİVAS KONGRESİ’nin 103. Yılı…

SİVAS KONGRESİ’nin 103. Yılı…

Dostlar,

Bu gün 4 Eylül 2022.. Tam 103 yıl önce, Mustafa Kemal Paşa, çok ağır 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkesi (Mütarekesi) kuralları bile çiğnenerek anayurt Anadolu’nun da neredeyse tümüyle işgaline ve yalnız öz yurdun değil;

Ulusun da “yok edilme” (açık soykırım!) planlarına karşı Anadolu’da çözüm ararken, Sivas’ta bir Ulusal Kurtuluş Kongresi düzenlemişti. Erzurum’da 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 arasında Kazım Karabekir Paşa’nın büyük desteğiyle yapılan ve yerel ölçekte kalan ilk Kongrenin ardından, Sivas Kongresi hem pekiştirme, hem süreklilik hem de savaşımı ulusal ölçeğe yükseltgeme amaçlarını taşımaktaydı..

İşte, ulusal kurtuluşu örgütleyen şanlı Sivas Kongresi’nin açılışının mutlu 103. yılındayız bu gün!

G i r i ş

Dersaadet, çağın devlerinden Almanya ile bağlaşıklığına (müttefikliğine) karşın 1. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan yenik (mağluo) çıkmış ve burnunun dibine dayatılan Mondros Silahbırakışması’nı (Mütareke) bağıtlamak (imzalamak) zorunda kalmıştı. Devletlü (!) Müdafaa Nazırı (Savunma Bakanı) Enver Paşa, 2 Alman savaş gemisini (Göben ve Breslau) Boğazlardan Karadeniz’e geçirmiş, SSCB’ye karşı bunalım (kriz) çıkmasın diye de bu 2 savaş gemisini Osmanlı Devleti’nin satın aldığı (!) açıklanmıştı; hatta anılan 2 geminin adları değiştirilerek Yavuz ve Midilli yapılmıştı!

Ne var ki, Yavuz ve Midilli mahlaslarıyla (takma ad) Karadeniz’e açılan 2 Alman savaş gemisi Kırım – Sivastopol’ü bombalayınca, “Hasta Adam” Osmanlı, parçalanmaya giden acımasız tarihsel süreçte son perdeyi oynamak üzere kendisini otomatik olarak, Almanya bağlaşıklığıyla İtilaf Devletleri ile (İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Bulgaristan..) savaşır bulmuştu.

Çoook geniş cephelerde 4 yıl süren (1914-18) tarihin en kanlı savaşlarından biri olan 1. Dünya Paylaşım Savaşı yitirilmişti. Milyonlarca şehit, gazi ve yitik (kayıp) Galiçya’dan Kafkasya’ya, Libya’dan Sina’ya, Hicaz’dan Balkanlara… dek 7 cephede boğuşmuş, deyim yerinde ise “diz çökmek” zorunda kalmıştık.

Enver Paşa, tüm olumsuz tabloya karşın, gerçekçi olmaktan son derece uzak, Atatürk’ümüzün nitelemesiyle “serüvenci” liğini bırak(a)mamış, 90 (doksan!) bine yakın vatan evladını, ham hayal “Turan” ülküsü (pan-Turanizm) uğruna Sarıkamış dağlarında donmaya terk ederek yurt dışına kaçmıştı (acı ki, ülke dışında öldü) ..

1881 Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’nin (Borçlar Genel İdaresi) kurularak Osmanlı Maliyesi’nin tümüyle Batı emperyalizmine terki ile başlayan “kırılma” süreci, “Hasta Adam” Osmanlı‘nın nasıl paylaşılacağına 40 yıl sonra “artık” karar verilebildiğinden, yıkım planı Mondros Ateşkesi ile yürürlüğe eylemle (fiilen) sokulmuştu (30 Ekim 1918).

Mondros Ateşkesi’nin kurallarını çok aşan işgallerin ardından SEVR dayatılacağı açıktı.. Öyle de olmadı mı? 30 Ekim 1918’in üzerinden 2 yıl bile geçmeden 10 Ağustos 1920’de, İngiliz muhibbi (sevdalısı!) 36. ve son Padişah 6. Mehmet Vahidettin, sadrazamı Tevfik Paşa’yı Paris’e yollayarak, bırakalım öbür Osmanlı topraklarını, anavatan Anadolu’nun bile emperyalist işgalle paylaşılmasına imza koymadı mı? Kuvayı Milliye’yi asi ilan edip Yunan işgaline ses çıkarılmamasını sözde fetvalarla İngiliz uçaklarından Anadolu’ya attırmadı mı? Mustafa Kemal Paşa tüm bu ihanetleri SÖYLEV’inde açıkladı ve “alçak” (den’i) “soysuz” dedi Vahdettin’e.. Yanlış mı??

Sivas Kongresi Süreci

Gazi Mustafa Kemal Paşa, 30 Ekim 1918’i izleyen 6 ay, “Mütareke İstanbul’u” nda kurtuluş çareleri için çırpınmış ancak Saltanat’ın teslimiyeti hatta daha sonra SÖYLEV’inde dile getireceği açık ihaneti karşısında, tek yol olarak Anadolu’da halkı örgütleyerek bir Ulusal Kalkışmayı, anti-emperyalist özgürlük ve bağımsızlık savaşını öngörmüştü. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışını, Mustafa Kemal Paşa, verili koşulları son derece akıllıca değerlendirerek yönetti. Padişahtan Ordu Müfettişliği görevi sağladı, Genelkurmaydaki arkadaşlarının da desteği ile. Mustafa Kemal Paşa, bu süreci özellikle anılarında açıkça yazmıştır. Sonradan kitaplaştırılan, Hakimiyet-i Milliye’de Falih Rıfkı Atay’ın kaleme aldığı yazılarda, tarihe not düşürmüştür.

19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkış, 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919), Ali Rıza Paşa Kabinesi ile Amasya Protokolü (20-22 Ekim 1919). Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu Kongreye de, Erzurum Kongresi’nde olduğu gibi, askerlikten istifa etmiş, herhangi bir resmi sıfatı bulunmamasının yanı sıra, boynunda İngiliz Muhipleri (sevenleri) Derneği’nin kurucusu son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in idam fermanı ile katılmıştır. Kendisine yakıştırdığı düşündürücü nitem (sıfat) şöyledir :

“Sine-i Millette ferd-i mücahitim..”

  • Sivas’a geçiş de kolay olmamıştır.. Elazığ Valisi Ali Galip, “yakalama” ve gerekirse infaz fermanı almıştır Pay-i Taht’tan (İstanbul’dan).. (Bizim akrabamız Diyab Ağa komutasında 3000 dolayında yurtsever Dersimli, en kritik sarp geçitlerde Mustafa Kemal Paşa ve konvoyunun Sivas’a geçişi için yaşamsal önemde tarihsel koruma ve güvenlik sağlamıştır..)

Bu kez, Erzurum Kongresi yerel kararlarının pekiştirilmesinin yanında, genelleştiril-mesi de hedeflenmiştir. Ne kararlar alındı Sivas Kongresi’nde ?

Sivas Kongresi, Temsil Heyeti’ni belirler, başkanlığına Mustafa Kemal Paşa’yı getirir ve görkemli meydan okuyuşunu, özgürlük bildirgesini dünya kamuoyuna şöyle haykırır :

  • Bugün ulusça bilinmekte olan iç ve dış tehlikelerin yarattığı “u l u s a l   u y a n ı ş” tan doğan Kongremiz, aşağıdaki kararları almıştır :

1. Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan silah bırakımı (mütareke) tarihinde (30 Ekim 1918, Mondros) sınırlarımız içinde kalan Osmanlı ülkesinin bölgeleri, birbirinden ve Osmanlı toplumundan ayrılması olanaklı olmayan bölünmez bir bütün oluştururlar.

2. Toplumun bütünlüğü ve ulusal bağımsızlığımızın sağlanması için
ULUSAL GÜCÜ ETKEN ve ULUSAL İSTENCİ EGEMEN KILMAK kesin ve temel ilkedir.

3. Ülkenin herhangi bir bölümüne (Ulusal Ant sınırları içinde) yönelecek müdahale ve işgale, hep birlikte savunma ve direnme ilkesi meşru kabul edilmiştir.

4. Osmanlı hükümeti, bir dış baskıyla ülkemizin herhangi bir kesimini terk ve ihmal etmek zorunda kalırsa, ülke ve ulusun dokunulmazlığını ve bütünlüğünü güvenceleyen her türlü önlem ve karar alınmıştır.

5. Ülke bütünlüğümüzün bölünmesi düşüncesinden tümüyle vazgeçilerek bu topraklar üzerinde tarihsel, ırksal, dinsel ve coğrafyasal haklarımıza saygı gösterilmesini ve bunlara aykırı girişimlerin geçersiz kılınmasını, böylece hak ve adalete dayanan bir karar alınmasını bekleriz.

6. Ulusumuz, insancıl ve çağdaş amaçların yüceliğine inanır; teknik, ekonomik ve endüstriyel durum ve gereksinimimizi takdir eder. Bu nedenle, devlet ve ulusumuzun iç ve dış bağımsızlığı ve yurdumuzun bütünlüğünü korumak koşuluyla, önceki maddede açıklanan sınırlar içinde, ulusal ilkelerimize saygılı ve yayılma emeli beslemeyen herhangi bir devletin teknik, ekonomik ve endüstriyel yardımını hoşnutlukla karşılarız. İnsancıl ve adil koşulları taşıyan bir barışın kısa zamanda gerçekleşmesi, dünya ve insanlığın dinginliği için, en başta gelen ulusal emelimizdir.

7. Ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlediği bu tarihsel çağda, merkezi hükümetimizin de ulusal istence bağlı olması zorunludur. Çünkü ulusal istence dayanmayan bir hükümetin tepeden inme ve kişisel kararlarına ulusça uyulmayacağından başka, bu kararların dışta da geçerli olmadığı ve olamayacağı şimdiye dek görülen eylemler ve sonuçlarıyla kanıtlanmıştır. Bu nedenle ulus, içinde bulunduğu kaygı ve sıkıntılardan kurtulmak çarelerine doğrudan başvurmak zorunda kalmadan, merkezi hükümetimizin Ulusal Meclis’i hemen ve hiç zaman yitirmeden toplaması, böylece vatan ve ulusun yazgısı hakkında alacağı bütün kararları Ulusal Meclis’in denetimine sunması zorunludur.

8. Vatan ve ulusumuzun karşılaştığı zulüm ve elemlerle ve tümüyle aynı ülkü ve amaçlar, ulusal vicdandan doğan vatansever ve ulusal derneklerin birleşmesinden oluşan genel kitleye bu kez “ANADOLU ve RUMELİ MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ” adı verilmiştir. Bu Dernek, her türlü particilik akımlarından ve kişisel ihtiraslardan tümüyle arınmış ve aklanmıştır. Tüm Müslüman yurttaşlarımız bu Derneğin doğal üyeleridir.

9. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan genel kongresi tarafından kutsal amaçları izlemek ve bütün örgütü yönetmek için bir “Temsil Kurulu” (Heyet-i Temsiliye) seçilmiş ve köylerden il merkezlerine dek bütün ulusal örgüt birleştirilmiş ve güçlendirilmiştir.

GENEL KONGRE KURULU / 11 Eylül 1919, Sivas

Sonuç ve Günümüze Bağlantı :

Her şeye karşın, emperyalizmin içeriden devşirdiği Ali Kemal’lerin, Ref’i Cevat Ulunay’ların, Refik Halit Karay’ların, Şeyhülislam Dürrizade’lerin.. ve aynı yoldaki güncel işbirlikçi takım da dahil tüm şürekanın akıl almaz yöntemlerle ahtopot örneği pek çok koldan saldırmasına karşın; Türkiye Cumhuriyetimiz dimdik ayakta. Sonsuza dek de ayakta kalacak, özgür ve onurlu varlığını sürdürecek elbette.

İstanbul Tıp Fakültesi öğrencilerinin aralarında para toplayarak Sivas Kongresi’ne temsilci olarak yolladıkları Tıbbiye’nin 3. sınıfındaki Hikmet (Boran), Mustafa Kemal Paşa’ya kafa tutacak denli ateşli bir tam bağımsızlık savunucusuydu. Çünkü tıbbiyeli arkadaşları O’nu bu amaçla (Tam bağımsızlık için!) Sivas Kongresine yollamışlardı. Çünkü onlar, 1915’te Çanakkale savunmasında hepsi şehit olan Tıbbiye 1. sınıf öğrencilerinin acılı ülküdaşlarıydı. 1921’de İstanbul Tıp Fakültesi hiç mezun veremedi..

Hep yineliyoruz; tarih engebeli bir yaşantı sürecidir, maratondur. “Akılcı bir sabırlılık” temel koşullardan biridir. Hele hele ülkemiz coğrafyasının ne denli belalı olduğunu uzun uzadıya irdelemek de anlamsız. Bu zor tarihsel süreçte, jeo-coğrafik konumda, bir yandan yüksek nitelikli jeo-politik konumun nimetlerini devşirirken, bir yandan da külfetlerini omuzlayacağız. Türkiye, hiç ama hiç kuşku yok büyük ve köklü bir devlettir. Son derece varsıl ve bize güç katan devlet kurma-yönetme deneyimimiz vardır ve doğallıkla genetik kodlarımıza da işlenmiştir bu yetilerimiz. Günümüzde Tek Dünya Devleti hatta hegemonyasına oynayan süper gücün yüz yüze olduğu güçlükler çok nettir. Hiç kimse, süt liman bir küresel hele bizim koordinatlarımızda bölgesel bir konjonktür düşlemesin. Bitmeyen, bitmeyecek olan -yoksa tarih de biter!- bu yaman diplomatik satranç sürecek.

Sivas Kongresi’ni en zor koşullarda, kelle koltukta başaran, Kurtuluş Savaşı’na yol ve yön veren saygın temsilcileri, Tıbbiyeli Hikmetleri, Mustafa Kemal Paşa’yı utandırmayacağız. Onları minnet, şükran ve saygıyla anıyoruz.

Hikmet_Boran

Tıbbiyeli Hikmet (Boran) (Orhan Boran’ın babası) (yanda)

Bize kutsal emanetleri Türkiye Cumhuriyetimizi sonsuza dek şanla yaşatacağız.

Atatürk Devrimleri, Türkiye topraklarında bu tarihsel gizilgücü (potansiyeli) yaratmıştır; Devrimci kuşaklar, geriye dönüşe asla izin vermeyecek güç, azim ve kararlılıktadır.

Bu böylece bilinmelidir.

Selam olsun Sivas Kongresi’ne, yiğitlerine ve kararlarına!

 

Sivas_Kongresi'ne_katilanlar

Bir milletin Cumhuriyet’ten bu yana 99 yıllık çağdaşlaşma azmi karşısında, bu girişimler zavallı Donkişot’un yel değirmenlerine saldırmasından daha zavallı değil mi??

CHP gerçekte Sivas Kongresi’nde kurulmuştur.. CHP bir yandan köklerine dönmeli ve onlara sarılmalı, onlarda güç ve yaşam bulmalı; bir yandan da, Mustafa Kemal Paşa’nın “sürekli devrimcilik”, “akla ve bilime dayalı olma” özellikle “6 Ok” .. gibi iyi bilinen ilkeleri doğrultusunda kendisini çağın gereklerine uyarlamalıdır. Bu o denli büyütülecek zor bir iş değildir ve “Yeni CHP, Y-CHP” olmayı içermez, gerektirmez de; tersine dışlar, reddeder..

  • Sürgüt kılınan OHAL rejimi altında başkalaştırılarak AKP – RTE açık darbesi ile otoriter – totaliter – hatta despotik dinci rejime savrulan Türkiye’de, kökleri Sivas Kongresine dayalı CHP’nin önemi ve işlevi olağanüstüdür.

Sivas Kongremizin 103. yılında, gelecek yıl 4-11 Eylül haftasında daha güzel bir içerik ve Türkiye gündemi paylaşma umut ve dileğiyle.. Örneğin ilk genel seçimlerde AKP’den kurtulmak dileğiyle.. Ardından RTE’ye Saray’dan indirmek ve yargılamak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 04 Eylül 2022, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak . Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik

Kurtuluşun İlk Adımı 19 Mayıs 1919; 103. Yılında ADD 33 Yaşında!

Kurtuluşun İlk Adımı
19 Mayıs 1919; 103. Yılında

ADD 33 Yaşında!

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın, 3 yıl 3 ay 22 gün süren kutlu yürüyüşünün 19 Mayıs 1919’da Samsun Limanı’nda atılan İLK ADIM’ının 103. yıldönümünü kutluyoruz. 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

103 yıl sonra yine iç ve dış sorunlarla boğuşuyoruz. Yine emperyalizm boğazımıza çökmüş, ülkemizi bölmek için oyun üzerine oyun kuruyor. Yine karanlık güçler ve hain işbirlikçileri iş başında. Üstelik günümüz koşullarının yarattığı, sayıları milyonları bulan ve demografik yapımızı tarumar eden geçici (!) sığınmacılar ve benzeri başka sorunlarımız da var. 1919’un karanlık tablosundan farklı olarak, güzel yurdumuz bir silahlı işgal altında değil tabii, ama kimi zihinlerin işgal edildiği gün gibi ortada.

Bütün bu olumsuzluklara karşın;

  • Yüz yıl önce Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştıran, Cumhuriyeti kuran, Aydınlanma Devrimleri ile Ulusumuza çağ atlatan Mustafa Kemal Atatürk’ün rehberliği gibi,
  • Türk Ulusu’nun bağımsızlık tutkusu, Laik Cumhuriyet ve demokrasiye bağlılığı gibi,
  • 103 yıl önceye göre çok daha eğitimli ve zengin (nitelikli) insan kaynağımız gibi,
  • Milli Mücadeledeki cesaret ve kararlılıklarını sürdüren kahraman kadınlarımız ve her yaştan gençlerimiz gibi,
  • Kemalist düşünceyi ve Cumhuriyet değerlerini yeniden halkımıza ulaştıran, deneyimli, eğitimli, gözü pek devrimci kadrolara sahip, ülke sathına yayılmış ve
  • 33 yıl önce bugün kurulmuş ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ gibi

ufkumuzu aydınlatan, umudumuzu yükselten, Ulusumuzu yüreklendiren çok önemli değerlerimiz var.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi (AS: silah bıraktırma) sonrası, 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’a demirlemiş emperyalist donanmasını gördüğünde -Ulusuna duyduğu güvenle- “Geldikleri gibi giderler” demiş ve asla terk etmediği bu inançla İstanbul’da geçirdiği 6 ay boyunca kafasında kurguladığı zaferin planlarını ilmek ilmek örmüş, kendisini hayalci bulanlara karşın Bandırma vapuruna binme cesaretini gösteren 18 adsız kahramanla Samsun’dan başlayarak Türk Milleti’ni ayağa kaldırmıştı. (AS: 3 yurtsever Hekim idi!)

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Geldikleri gibi giderler” sözü, işgalcilerin kendiliklerinden gidecekleri hayaline değil, akıl ve bilim temelli YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM şiarına (AS: ilkesine) dayanıyordu.

Amasya Genelgesinden Erzurum Kongresine, Sivas Kongresinden, Büyük Millet Meclisi’ne, Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinden Sakarya ve Dumlupınar’a, İzmir rıhtımından Mudanya’ya, Lozan’a, Montrö ve Hatay’a kadar hep ANTİEMPERYALİST ve TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE hedefli KEMALİST İDEOLOJİ izlenecekti.

Bu tarihin en haklı, en ahlâklı ve en namuslu mücadelesini veren Kuvayı Milliyecilerin önü, emperyalist işgalciler kadar, Osmanlı Sarayı’nın Vahdettinleri, Damat Feritleri, Ali Kemalleri, Kuvayı İnzibatiyecileri, Anzavur Ahmet çeteleri ile gerici isyancılar ve emperyalizmin kadim işbirlikçileri dinci yapılanmalar tarafından da kesilmek istendi. Tıpkı bugün ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’nin önünün kesilmek istenmesi gibi. Tıpkı Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurduktan 8,5 ay sonra katledilmesi gibi. Tıpkı kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok’un, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın paramparça edilmeleri, Genel Başkanımız Şener Eruygur ve pek çok yöneticimizin iktidar destekli FETÖ kumpas davaları ile zindana atılmaları gibi…

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için, Toros dağlarında, Istrancalarda, Kaçkarlarda, Antep’te, Ege’de yanan çoban ateşleri umut ışığı olmuş, yurdun her köşesinde kurulan Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleri ile Kuvayı Milliye örgütleri O’nun milletin azim ve kararını harekete geçirme çabasına omuz vermede halka önderlik etmişti. Günümüzde de ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ, Mustafa Kemal’in Askeri olan on binlerce üyesi ve bugünün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olma bilinci ile Atatürk’ün 20 Ekim 1927 günü GENÇLİĞE HİTABE’si ile verdiği görevinin başında, Milletinin hizmetindedir.

103 yıl önce güneş bir 19 Mayıs sabahı Samsun’dan doğmuştu.

O GÜNEŞ YENİDEN DOĞACAK, inanıyoruz.

Çünkü; Ulusumuza güveniyoruz. Çünkü Türk Ulusu “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile,
âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 
diyen o büyük devrimciyi
hiç yanıltmadı, yine yanıltmayacaktır.

19 Mayıs 1919’da Samsun’dan yola çıkan Mustafa Kemal Paşa ile dava ve silah arkadaşlarını, Türkiye Cumhuriyeti’ne kanları ve canlarıyla yaşam veren Kemalist Devrimcileri şükran ve saygıyla anarken;

  • ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİMİZ’in kurucularını ve ödenemez emekleri ile bugüne ulaştıran yüz binlerce Atatürkçüyü minnetle yad ediyor, yaşamlarını sürdürenlere sağlık ve esenlik diliyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak;

  • KEMALİZM’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi yurdumuz semalarına asma
  • Ve yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne ulaşma azim ve kararımızı yineliyor,

Aziz Milletimizin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz.

Saygılarımızla…

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki iletiyi biz de bütünüyle (“aynen” yerine) benimsiyor ve paylaşıyoruz.

Değerli meslektaşımız, ADD Genel Başkanı Sayın Dr. M. Hüsnü Bozkurt ve çalışma arkadaşlarını, ölçüsüz özverileri, kısa sürede ulaştıkları somut ve büyük başarı nedeniyle içtenlikle kutluyoruz. Bundan sonraki hizmetleri için de gönülden destekliyoruz.

Ulusumuzun da ADD’yi bu tarihsel – ulusal savaşımında gereğince ve yeterince destekleyeceğini umuyor ve çok kıdemli bir ADD üyesi / neferi olarak bu çağrıyı bir de biz yapıyoruz.

Çalışmaları ve nasıl destek olabileceğinizi görmek için lütfen ADD web sitesini ziyaret ediniz :

www.add.org.tr..

Üye olmak, bağış yapmak, burs vermek, duyuruları – yazıları…. paylaşmak için…

CIA Ankara istasyon Şefi Graham Fuller, 2008’de Türkçeye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabından : (Bu tweet iletimiz 32 bini aşkın insan tarafından okundu..)

  • “Türkler Kemalizmi terkedip ılımlı İslamı benimsemeli. Ilımlı İslam Kemalizmi silme amaçlı karşıdevrim ve karşısında Türk ordusu ile ulusalcı aydınlar; tasfiye edilmeleri gerek”

ADD saflarında ULUSAL BİRLİK dışında kurtuluş var mı??
Batı emperyalizmi Sevr‘i çöpe atmadı…
Vargücüyle uygulamaya çalışıyor, gecikmeyle de olsa.
***
Güncelliği nedeniyle buraya ekleyelim :

Eğer Atatürk Havaalanını pistlerini kırarak ranta açmak / yağmalamak VATAN HAİNLİĞİ değil ise, başka hiçbir şey değildir!
Bu işi yapanlar gerçekten vatan haini değil iseler, bunu kanıtlamak için derhal yıkımı durdursun!

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı, 30 yıllık üye / nefer
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Sivas Kongresi

Sivas Kongresi

PROF. DR. HAKKI UYAR

Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması, yüzyıllardır Batı karşısında gerileyen Osmanlı Devleti’nin sonunu da beraberinde getirdi. İmzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, Sevr Barış Antlaşması’nın habercisi gibiydi.

İttihatçı liderlerin yenilginin ardından ülkeyi terk etmeleri, yerlerine gelen rakiplerinin (Hürriyet ve İtilaf Fırkası) galip ve işgalcilerle işbirliğine yönelmesi beraberinde bir iktidar boşluğu da yarattı. Eli kolu bağlanan bir millet, etkisiz kılınmak istenen bir ordu ve işbirlikçi hükümet, kara günlerin habercisi gibiydi.

Başkanlık sorunu Devlet otoritesinin ve gücünün ortadan kalkması, Moğol istilası sonrası Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla oluşan küçük beylikleri ve Timur-Yıldırım Beyazıt savaşı sonrasındaki Fetret dönemine benzemektedir. İşte Sivas Kongresi de oluşan otorite boşluğunu ortadan kaldırmayı ve milli birliği sağlamayı amaçlıyordu.

Kongrede yaşanan ilk sorun başkanlık sorunuydu. Mustafa Kemal Paşa’nın kongreye başkan seçilmesi engellenemedi. Bu sorunun ardından bir diğer sıkıntı, kongrede edilecek yemin metni konusunda yaşandı… Kongre, milli” bir dava peşinde olduğu için İkinci Meşrutiyet döneminin parti kavgalarının buraya yansıması istenmiyordu.

Bu nedenle particilik yapılmayacağı üzerine yemin edilmesi önerilmekteydi. İlk iki gün yemin metninin nasıl olacağı, İttihat ve Terakki’nin adının yer alıp almayacağı, İttihat ve Terakki’nin yemin metninde eleştirilip eleştirilmeyeceği ciddi bir şekilde tartışıldı.

İlginç bir şekilde İttihat ve Terakki kadroları genel olarak Milli Mücadele yanlısı bir tavır içine girerken (aralarında mandacılar, yerel direnişten yana olanlar vs. olsa da) Hürriyet ve İtilaf Fırkası yönetici ve üyeleri ise Milli Mücadele karşıtı, İngiliz yanlısı bir tavır içindeydiler. HİF üyesi olup Milli Mücadele’yi destekleyen istisnai birkaç kişi vardır. Rıza Nur ve Sivas HİF yöneticisi Emiri Paşa (Emir Paşa Marşan), Mustafa Kemal’den yana tavır aldı. Hatta Birinci Meclis’te milletvekili olarak bulundu.

Manda fikrinin kongreye damgasını vurdu. Fikri destekleyenler genel olarak bakıldığında İstanbul ağırlıklı bir yapıdır. Wilson Prensipleri’nin etkisindeki grubun etkili bir lobi olduklarını, iyi propaganda yürüttüklerini söylemek gerekir. İsmail Fazıl Paşa, Kara Vasıf, Refet Bele, Bekir Sami ve İsmail Hami (ünlü tarihçi İsmail Hami Danişment) beyler önde gelen temsilcileridir. Bunlara karşı olarak Anadolu delegeleri bağımsızlık yanlısıdır.

Manda fikrinin bağımsızlığı zedelemeyeceği, manda fikri rahatsız ediyorsa yerine zaheret” (yardımcı olma) denilebileceği, ABD’nin Filipinleri medenileştirdiği gibi bizi de medenileştirebileceği (Halide Edip’in Mustafa Kemal Paşa’ya mektubundan), mevcut gelirimizin borçlarımızın faizlerini bile ödemeye yetmeyeceği dile getirilen konulardı. Hami Bey, manda kelimesinin anlamına takılmayalım, diyordu.

MANDA MESELESİ

Manda fikrinden yana olan Kara Vasıf, kongrede görüşlerini şöyle ifade etti:

… müstakil yaşamağa vaziyet-i maliyemiz müsait değildir. (…) Parasız, ordusuz ne yapabiliriz? Onlar tayyare ile havada uçuyorlar, biz henüz kağnı arabasından kurtulamıyoruz! Onlar dretnot (bir savaş gemisi türü) yapıyorlar, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. Bu hallerde bugün istiklalimizi kurtarsak bile yine günün birinde bizi taksim ederler.”

Kongre sırasında –özel bir sohbette- Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyor:

  • “İstanbul’dan gelen arkadaşlarımız hâlâ bu manda konusunda nasıl ısrar edebiliyor ve bunun bağımsızlığı engelleyici olmadığına inanıp inandırmaya çalışıyorlar?”

‘HASTALIKLI RUH HALİ’

“İstanbul’dakiler ve buradakiler umutsuz ve hastalıklı bir ruh haline sahip insanlardır. Yabancı işgalinin baskısı altında cesaret ve ümitlerini kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyle ve hastalıklı bir ruh haliyle hareket ediyorlar. Bunun başka türlü açıklaması yoktur.”

Yine aynı özel sohbette Tıbbiyeli Hikmet, manda aleyhtarı olarak şunları dile getirmişti:

  • Paşam, temsilcisi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun reddeder ve ayıplarız. Varsayalım ki manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ‘vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı’ adlandırır ve lanetleriz.”

Mustafa Kemal Paşa’nın Tıbbiyeli Hikmet’e verdiği yanıt da şöyle idi:

  • “Evlat, için rahat etsin. Gençlikle gurur duyuyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!

Amerikan mandaterliğini ehveni şer (kötünün iyisi) olarak görenlerin baskısı o kadar çoktu ki Mustafa Kemal Paşa sık sık kongre genel kuruluna ara vermek zorunda kalıyordu.

4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde ülkedeki tüm Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) çatısı altında birleştirildi. Erzurum Kongresi sırasında kurulan Heyet-i Temsiliye tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletildi.

TARİHSEL BENZERLİK

Bu kongrenin bir başka önemi de; bir yandan Mondros Ateşkes Antlaşması ertesinde ortaya çıkan kurtuluş yollarından Tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak ve bölgesel kurtuluş yolları birleşirken, diğer yandan Amerikan mandaterliğini savunan kitlenin de birleşen iki yol içinde çözünmesinin sağlanmasıdır. M. Kemal Paşa’nın önderliğinde birleşmesidir. Bu birleşmeye katılmayan ve ihanet çizgisine kayan İngiliz himayesini savunan İstanbul Hükümeti ve Padişah-Halife idi.

Damat Ferit Paşa hükümetini istifaya zorlamak için İstanbul’la iletişim bağlantısı (telgraf) kesildi. İstanbul’un Anadolu ile bağlantısının kesilmesi, Bizans’ın İstanbul’a sıkışarak Anadolu ile bağının kesilmesine ve Türklerin Anadolu’yu tümüyle fethine benzetilebilir. İstanbul Hükümeti de Bizans gibi İstanbul’a sıkıştı. Damat Ferit Hükümeti istifa etti. Meclisi Mebusan seçimlerinin önü açıldı. Misakı Milli kararını bu Meclis alacaktı. Dolayısıyla İstanbul, asi ilan ettiği Anadolu’daki hareketle masaya ilk kez Sivas Kongresi’nin sağladığı başarı ile oturdu (Amasya Görüşmesi).

SEMBOL ŞEHİR

Sivas, Milli Mücadele’nin birkaç sembol şehrinden biri… Milli birlik yolunda ilk adımın atıldığı, İstanbul Hükümeti ve işgalcilere karşı kararlı bir direnişin sergilendiği, ilk gazetenin çıkarıldığı (İrade-i Milliye), ilk kadın örgütlenmesinin (Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti) yapıldığı şehir… Ankara’dan sonra Milli Mücadele’nin en önemli şehri… Sivas olmasaydı, Ankara da olmazdı. Sivas’ın Madımak olaylarıyla değil de hem Türk tarihindeki ve hem de Milli Mücadele’deki yeriyle anılmasını, değerinin bilinmesini diliyorum.

95. YILINDA CHP NEREDE?

95. YILINDA CHP NEREDE?

Konuk yazar : Suay Karaman

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Kendi yaptığı sivil darbe ile ülkeyi keyfi olarak yöneten siyasal iktidar, 95 yıllık Cumhuriyet dönemimizdeki en büyük ekonomik ve politik krizi (AS: bunalımı) yaşamamıza neden olmuştur. Döviz fiyatları ve enflasyon sürekli artarken, toplum her geçen gün daha da yoksullaşmaktadır. Türk Telekom’da yapılan soygunun yanı sıra, Halkbank’ın gece yarısı döviz fiyatını indirerek ucuz döviz satıp, birilerinin zenginleşmesini sağlaması da üzerinde çok durulmadan geçiştirilmiştir.

Laik eğitimin terk edildiği ülkemizde, Diyanet İşleri Başkanı’nın, Kuran kursuna giden 4-6 yaş arasındaki çocuk sayısının 3 binden, 150 bine çıkmasıyla övünmesi karşısında da sessizliğimiz sürmektedir. Anayasa ve demokrasinin rafa kaldırıldığı ülkemizde Ege Denizi’ndeki ada ve kayalıklarımızın Yunanistan tarafından işgal edilmesine bile aldırış etmeyen siyasal iktidar ile karanlık bir süreçten geçmekteyiz. Her kurumda ve kuruluştaki yanlış ve yandaş yönetim sonucu ülkemizin getirildiği durum iç açıcı değildir. Şimdi şarbon hastalığının ortaya çıkması karşısında bile duyarsız kalan siyasal iktidar, sahte kabadayılık yaparak gündemi değiştirmek arzusundadır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine dinamit konulmaktadır ve ne acıdır ki topluma bunları anlatacak, çıkış yolu gösterecek muhalefet bile yoktur.

Siyasal iktidarın bu kötü gidişini ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin görmesi ve gerekli önlemleri alması beklenirdi. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden, Ulusal Kurtuluş Savaşından doğan, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığını benimseyen, Atatürk’ün eşsiz ilkeleri ve devrimleriyle yoğrulan, o muhteşem (AS: görkemli) Altı Ok ile parlayan, dünyada ilk ve tek “devlet kuran” partidir. Bu büyük partimizle, Atatürk’ün öncülüğünde 1923 – 1938 yıllarında her alanda büyük kalkınma hamleleri (AS: atılımları) başlatan ülkemiz, Atatürk‘ün ölümüyle hem Partide, hem de ülkede yanlış rotalara savrulmuştur.

Bugün CHP yöneticileri ve milletvekilleri suskunluk içinde olan biteni seyretmekte, arada sırada cılız çıkışlarla muhalefet görevini yaptıklarını sanmaktadırlar. “Laiklik tehlikede değildir” ve “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” sözleri bile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında fikir vermektedir. Cumhuriyet rejimini değiştiren halk oylamasında “mühürsüz oyların geçerli sayılması” kararını veren Yüksek Seçim Kurulu önüne gidemeyen, bu hukuksuzluğa tepki veremeyen bir muhalefet partisi ‘yok’ hükmündedir. Kıbrıs’ta barışın değil Türklere komplonun mimarı olan “Annan Planı”nı hazırlayan Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan için “Kıbrıs barışı için verdiği mücadele dolayısıyla hep saygıyla hatırlayacağız” diyen Kılıçdaroğlu’nun hangi projelere aracılık ettiği bellidir. “Ekmek için Ekmeleddin” sloganıyla yola çıkanların, Kofi Annan’ı saygıyla anması da proje gereğidir.

Çağdaş demokrasilerde genel başkanların ulusal davalara ve kendi partisinin programına uygun bir tavır (AS: tutum) içinde olmaları esastır. Aksi yönde tavır alanların genel başkanlık görevinden ayrılmaları gerekir. Girdiği tüm seçimleri yitiren ve partinin oyunu %22 düzeyine getiren genel başkan, olağanüstü kurultay istemlerini de görmezden gelmiştir. Parti yönetiminde yapılan değişiklik ile “CHP kapatılmalı, vakıf halini almalıdır. CHP, sosyal demokrat bir parti değildir. Sosyal demokrasinin önündeki en büyük engeldir ve bu yüzden kapatılmalıdır.” diyenleri, partinin iki numaralı yetkilisi yapmasıyla, kirli emelleri ortaya koymaktadır.

Gerçi Kılıçdaroğlu’nun karşısındaki İnce rakip, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde topluma coşku verip, seçim sonrasında kaygı veren, kuşku uyandıran, birikimsiz bir siyasetçidir. Genel başkanlık için benzer adaylar da çıkacaktır ama Kemalist ilke ve devrimleri özümsemeyenler kesinlikle CHP’ye yönetici olamaz, olmamalıdır.

Ülkemizin ekonomik ve siyasal olarak çöktüğü bugünlerde CHP bunu kullanarak AKP Genel Başkanı’nı zor durumda bırakmak yerine, iç çekişmelerle ekmeğine yağ sürmektedir. AKP Genel Başkanını neredeyse krizden güçlendirip, dünyaya kafa tutan biri olması yolunda gizliden gizliye desteklemektedir. Bu yapılanlar CHP’yi bitirme hareketidir ve işbirlikçilik yolunda atılan adımlardır. Oysa CHP yöneticileri, tüm yanlış uygulamaların peşinde halkla birlikte alanlarda, sokaklarda, çarşıda, tarlalarda, Telekom ile Halkbank’ın önünde olmalıdır; hesap sormalıdır.

9 Eylül’de 95. kuruluş gününü kutladığımız CHP, Altı Ok’u savunarak Türkiye’yi aydınlık yarınlara taşıyacak olan tek partidir. Bugün içinde bulunduğu tüm ideolojik tutarsızlıklarından ve yanlış kişierin yönetimlerde olmasından en kısa sürede arınması için, Atatürk’ün partisini, Atatürkçü parti yapmak üzere tüm gerçek Kemalistlerin bir araya gelmesi zorunluluktur.

  • Ülkemizin sorunlarını çözecek ve toplumu kucaklayacak Kemalist bir CHP’ye gereksinim vardır.

Yurtseverlik, 9 Eylül 1922 günü emperyalistleri İzmir’den denize döken büyük kurtarıcımız Atatürk’e yaraşır olmak demektir.

Vatanseverlik, 9 Eylül 1923’te eşsiz liderimiz Atatürk’ün kurduğu CHP’yi yeniden O’nun yolunda Atatürkçü parti yapmaktır, ülkemizi aydınlığa çıkarmaktır.

Bunun için Kurtuluş ve Kuruluş felsefesine geri dönmekten başka çaremiz yoktur.
=================================
Dostlar,

Katıldığımız ve katılmadığımız yanlarıyla, sevgili dostumuz, katıksız – içten Kemalist Suay Karaman’ın yazısını paylaşıyoruz.

Dileriz CHP ve ülkemiz için yararlı sonuçlar çıkarılır.

Başka CHP yok! Üstüne titreyişimiz bundan..

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

TBMM ve Mustafa Kemal

Dostlar,

Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D.Ali ERCAN,
“TBMM ve Mustafa Kemal” başlıklı bir yazı paylaşıyor..
Bu metni, bir tıp hocası olan, Türkiye’nin 1945’te ilk Çalışma Bakanı
ve Başbakanlık da yapmış olan (38. kabine; Kasım 1974 – Mart 1975)
Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak‘tan aktarıyor..
(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)

Gündemimiz öylesine yabanıl (vahşi) biçimde yapay olarak, istendik biçimde
işgal ediliyor ki; gerçekten gereksinimimiz olan konuları konuşup – yazamıyoruz..

Bu kısır döngüyü kıralım ve Sn. Ercan’ın aktarımını aşağıda paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
17.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

TBMM ve Mustafa Kemal

Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak

Ben kimim?

İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.”
Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe göndermek… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi  içinden
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim,
geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.

‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.’
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu:

  • Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum; alevler olarak
    geri dönmelisiniz. (İmza) Mustafa Kemal

Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi istersen gitme, git de çalışma ve dön de bu ülke için canını verme, olacak şey mi? ’ dedim kendi kendime…
Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu Ülke için can verilmez mi?”

Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi
Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü’nü kurdum. Kürsü başkanı oldum.
Daha sonra ülkemin Başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim?

Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ım…

***

“Bu inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini, o dönemi yaşamış,
başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları
ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır.

Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu kadar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan
o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:

A- Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişmek zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B- Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C- Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D- Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, Önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E- O dönemde Yurdun ve Dünyanın durumu ve koşullan;
F- O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).

İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar
gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletilmesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.

ATATÜRK Millet egemenliğini 1907’de tasarladı

Goethe der ki;

“En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.”

Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır.
1923’te gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini
1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz :

O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan İrene Melikof’a şunları söylemiştir :

“- Gün gelecek şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim.
– Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
– Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis (bağdaşık) bir temele dayandırılmalıdır.
Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır.
– Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.
– Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız.
– Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız.
– Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız.
– Latin alfabesi kabul etmeliyiz.
– Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz.
-Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a
ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti.

Mustafa Kemal Paşa, 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit’e
Türkiye’nin bir Cumhuriyet olacağını “millî sır” olarak tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal Paşa, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zik-zak’a yer vermeden düz bir çizgide birleştirmiştir. Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür?
Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:

1- Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. O’na göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir.
Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından başlayarak daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa,
büyük ve tehlikeli bir maceraya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almaktadır.

1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız O’na bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy paşalar da O’nun emrine girmeye hazırdılar.
Fakat O, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan Temsil Heyeti‘nin başına geçti.
Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsil heyetinin başkanı seçildi.
Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün
en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Artık, O, Meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.

2- Mustafa Kemal Paşa’ya göre özgürlüğün de, eşitliğin de, insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda
adlî, askeri, malî, ekonomik ve kültürel, yani istiklâl-i tam (tam bağımsızlık) olmalıydı.
Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.

3- Mustafa Kemal, büyük bir (rasyonel plancı) zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:

Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden memnun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi
o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birliğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi.

Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medreseyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar
imkân vermemiştir. Toplumu yeniliklere hazırladı

4- Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet, kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa bir halk öğretmenidir. Milletimizin asırlarca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen olarak gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini
gereği gibi anlayabilmek için O’nun zihin ve ruh yapısını göz önünde tutmak lâzımdır.

Mustafa Kemal Paşa, hele Millî Mücadele önderliğini -âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde- üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev -sahip olduğu olanaklarla kıyaslanınca- bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, adeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı. Gerçi tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve O, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar
O’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kanamakta; maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik milyarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi.

Bütün olanaklar onların elinde! Bu tablonun karşısındaki adam;  üstelik en güvendiği
silah arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri
“ihtiraslı adam” damgasını taşımakta! İşte böylece O, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir. Her yalnız adam gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: Milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “Bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya
karar verirse O’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.”

İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, O’nun örneğine uyan, daha nice
“Mazlum milletlere” örnek olacak, kurtuluşuna yol açacaktır.

Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen Millî Mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir; Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve O’nun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbi’nden yeni çıkmış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve
iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşinde olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş
İttihat ve Terakki
nin yönetimine girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve farklı kültürlere mensup olan toplumlar,
Devletimiz aleyhine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler.

Bir yanda “Dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak” hayali,
(AS: Pan-Türkizm) öte yanda  İslâm dayanışmasına (?) güvenerek “Üç yüz milyon Müslüman’ı Türkiye’nin önderliği altında birleştirmek” sevdası (AS: Pan-İslamizm). Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere ve Rusya’nın kurdukları büyük blok; bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku… Yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistan’ı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde
Alman diplomasisi daha becerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi
şerlerin
ehveni saymıştı.

Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da aslında genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetinmeyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz emperyalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının
bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin baskısı altındaydık. Zamanla genişleyen Rusya, Avrupa’yı ve
bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa olduğu halde, İttihat ve Terakki’nin
ileri gelenleri Almanya’nın yenilmezliğine inanmışlardı.

Hürriyet inkılâbı(A: 1908’de 2. Meştutiyrt’in ilanı) başarmış olan Türk Ordusu,
o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu artırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fiilen bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki,
bir emri-vaki halinde memleketi Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de
İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek gereğini duymuştu.

Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte olduğu uçurumu anlayan
bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal,
başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki, Mustafa Kemal kaybedileceğine inandığı
bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlanmaya,
o günlerde başlamıştır… (devamı var)

(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)
========================

Yeniden ATATÜRK DEVRİMİ

Dostlar,

Çok değerli arkadaşımız, geçmişte birlikte ADD GYK (Genel Yönetim Kurulu) üyesi olarak çalıştığımız çalışkan ve yurtsever insan Sayın Fethi Karaduman aşağıdaki yazıyı göndermiş.. Paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Fethi Karaduman

ATATURK_DEVRIMI_kitabi_kapagi

SÖYLEV 

Tarihin akışına yön veren Atatürk, tarihe tanıklık eden anıtsal yapıtı Söylev’i; 15-20 Ekim 1927 günleri arasında altı gün boyunca, 36 saat süreyle,
CHP’nin 2. Kurultayında, TBMM’nin büyük salonunda okur.

Söylev’in amacını, “Türk Devrimi’nin incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamak” olarak belirten Atatürk, 

  • “Ulusal varlığı sona ermiş sayılan bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğumu anlatmaya çalıştım.” 

diyerek “yaptığı tarihi” “yazarak” da Türk Ulusu’na ve gelecek kuşaklara ders alınacak, tarih bilinci oluşturacak önemli, büyük bir başyapıt armağan eder.

Söylev, “Varlığına son verilmek istenen bir ulusun”, emperyalist işgalcilere karşı başkaldırışını ve Türk Ulusu’nun yeniden doğuşunu anlatan tarihte eşine rastlanmayan destansı bir başyapıttır.

Türk Ulusu Atatürk önderliğinde yarattığı bu destanda işgallerle, ihanetlerle, acılarla, savaşlarla dolu günlerin yaşandığı karanlık bir dönemi, aydınlığa dönüştürme uğraşıları ile bir ulusun yeniden dirilişi dile getirilir.

Mustafa Kemal Paşa, Söylev’de, 19 Mayıs 1919’daki genel durum ve görünüşü, Osmanlı Devleti’nin o günkü durumunu gelecek kuşaklar için belgeler. Atatürk vatanın kurtulması için üstlendiği görev ve sorumluluğun bilinciyle, o günün kurtuluş önerileriyle birlikte, kurtuluşa giden yolda uygulanan yöntemler, içteki ve dış düşmanların yıkıcı eylemlere karşı savaşımı anlatır.

Ulusun örgütlenmesi, ulusal bir kurulun oluşturulması (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti), ulusal egemenliğe dayalı Meclis ve Hükümetin kurularak bağımsızlık ve kurtuluş yolunda gerçekleştirilenler, iç ve dış düşmanla savaşım
gelecek kuşaklar ve Türk gençliğine nesnel olarak belgelere dayanarak aktarılır.

Kurtuluş, Bağımsızlık ve Özgürlük yoluna çıkılırken parola tektir:

  • “Ya İstiklal (Bağımsızlık) Ya Ölüm!”

Kurtuluş ve bağımsızlık yolunda tüm engellemeler, zorluklar kararlılıkla, yiğitlikle aşılır. Türk Ulusu, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın güvenini boşa çıkarmaz ve emperyalist işgalci güçlere karşı, olanaksızlıklar içinde gerçek bir destan yazar.

Bu destanda, tüm güçlüklere, zorluklara, zorbalıklara, elverişsiz koşullara karşın, emperyalizme karşı ölümü göze alarak gerçekleştirilen Ulusal Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlığın, özgürlüğün kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş temeller üzerinde kuruluşu, yapılandırılması yer alır.

Tarih, toplumların yalnız bugününe değil, geleceğine de ışık tutar. Söylev, içeriğiyle topluma ulus, yurt ve tarih bilincini kazandırır. Söylev, yalnızca anlattığı döneme
ışık tutmakla kalmaz, günümüzü ve geleceğimizi de aydınlatır. Dün olduğu gibi
bugün de, gelecekte de yol ve yön göstericidir.

Her evresi düşünülüp tasarlanarak gerçekleştirilen, ezilen ulusların ışık kaynağı olan Türk Devrimi’nin oluşum ve gelişim süreci ile anlam ve öneminin öğrenilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması, yaşatılması ve yükseltilmesi açısından
çok önemlidir.

Bu anlamda, Bağımsızlığın ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması, ulusun ve gelecek kuşakların “Özenli ve uyanık” olması, ancak bu tarihsel bilince erişmesiyle olanaklı olacaktır.

Söylev’in sonunda, Mustafa Kemal Atatürk;

  • “Yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığı” olarak elde edilen ve “Ulusun, geleceğinin biricik temeli” olan bağımsızlığı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma görevini Türk gençliğinin koruyuculuğuna bırakmıştır.

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!” parolasının kalıtçısı olan TÜRK GENÇLİĞİ,
bu onurlu görevigenlerine işlediği “VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN” inancıyla  yerine getirmekte bir an olsun duraksamayacaktır.

*****

BUGÜN;

  • ULUSUN BAĞIMSIZLIĞI VE BÜTÜNLÜĞÜ YENİDEN TEHLİKEDEDİR…
  • BÜTÜN TERSANELERİNE GİRİLMİŞ, BÜTÜN KALELERİ ALINMIŞ…
  • GAFLET ve DALALETİN ÖTESİNDE İHANET KOL GEZİYOR… 

YENİDEN MÜDAFAAİ HUKUK, YENİDEN KUVAYI MİLLİYE…

ÇIKIŞ YOLU : Yeniden ATATÜRK DEVRİMİ

Fethi Karaduman