Etiket arşivi: Ali Fuat Cebesoy

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, askerin siyasetten uzak durmasını istemişti: Askerler ve Siyaset

Alev CoşkunAlev Coşkun
15 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sakarya’da tank palet fabrikasındaki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı. Konuşmanın, Genelkurmay başkanı, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanları tarafından alkışlanması tartışma yarattı. CHP sözcüleri, “Türk milletinin milli bir kuruluşunda, ana muhalefet partisi genel başkanını eleştiriyorsun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanları da seni alkışlıyorlar. Türkiye ne noktaya geldi. Siz Erdoğan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin komutanlarısınız. Siz bir siyasi partinin mensupları değilsiniz.” diyerek sert eleştiride bulundular.

SİYASET ASKERİN İŞİ DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da salı günkü grup toplantısında kendisini hedef alan Erdoğan’ın sözlerini alkışlayan askerlere karşılık vererek,

  • “Komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir. Siyaset mi yapmak istiyorlar, çıkarsınlar o kutsal üniformayı, Erdoğan’ın yanına hizalansınlar” dedi.

Bu konu asker-siyaset ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk, yaşamı boyunca askerin, siyasetten uzak durmasını istemişti. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te toplanan 2. kongresinde, daha yüzbaşı iken bu görüşünü açık ve net olarak ortaya koymuştu.

ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ

Mustafa Kemal’in daha 22 Eylül 1909’da İttihat ve Terakki kongresinde yaptığı bu önemli konuşmanın arka planı (ardalanı) özetle şöyledir:

Padişah Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki en etkin rolü oynamıştı. İttihat ve Terakki’nin yönetim kadrosunda genç subaylar vardı. Bunlar arasında daha sonra yükselip askeri görevleri sürerken devlet yönetiminde etkili olan Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler ön sırada yer alıyordu.

II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra seçimler yapıldı ve İstanbul’da Millet Meclisi çalışmalarına başlandı. Ne var ki bu sırada, 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici bir ayaklanma, tam bir karşıdevrim hareketi başladı. Alaylı subayların etkisiyle Avcı Taburları harekete geçti. Bunlara medrese öğrencileri ve cami hocaları katıldı. Ellerinde yeşil bayraklarla yürüyüşe geçen ve “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” diye bağırarak ilerleyen bu gerici isyan genişledi ve Meclis’e dayandı.

Meclis’te Lazkiye Milletvekili Aslan Bey ve Adalet Bakanı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Meclis kürsüsünü işgal ederek “Şeriat isteriz” nutukları söylemeye başladılar. Ertesi gün Yıldız Sarayı bahçesinde toplanan bu karşıdevrimciler, padişahın gözleri önünde Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey’i paramparça ettiler, ayrıca 36 sivil öldürüldü. Bu gerici isyanın üçüncü günü, 15 Nisan 1909’da Selanik’teki 3. Ordu harekete geçti. Hüseyin Hüsnü Paşa komutasında İstanbul’a doğru yönelen ordunun ilk aşamada kurmay başkanlığını Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal üstlenmişti.

Rumeli’den gelen ilerici ordu birlikleri tarafından, 31 Mart karşıdevrim hareketi bastırılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki’nin “siyaset devinimi”, Orduya girmişti.

ORDU SİYASETTEN ÇEKİLMELİDİR

İttihat ve Terakki’nin 2. büyük kongresi, Hareket Ordusu’nun İstanbul operasyonundan yedi ay sonra 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplandı. Bu kongreye Bingazi (Libya) delegesi olarak katılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin hiç de beğenmediği bir öneriyi dile getirdi. Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal konuşmasında şöyle diyordu:

  • “Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız politikada devam etmek istiyorlarsa, Ordudan ayrılmalıdır ve cemiyetimizin halk içindeki teşkilatı arasına girmelidirler. Bu suretle bir gün kaybına bile meydan vermeyerek ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve Ordu içinde kalacak dostlarımız da artık politika ile ilişkisini kesmeli, politikayla meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini Ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce, teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”

‘YA POLİTİKA YA ORDU’ DİYEN MUSTAFA KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ

22 Eylül 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 2. kongresinde konuşan Mustafa Kemal, cemiyet üyesi subaylara, “Ya politika ya ordu” tercihini yapmalarını cesurca öneriyordu. Başta Fethi Okyar olmak üzere kimi delegeler askerlikle politikanın birlikte olamayacağını belirterek O’nun görüşünü desteklediler. İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal gibi asker olan liderleri bu öneriye hiç de sıcak bakmıyorlardı.

Mustafa Kemal’in kongredeki bu görüşünü içlerine sindiremeyen ve Orduyu bırakmak istemeyen lider takımı, O’nu öldürmeye karar verdi. İlk teklif Yüzbaşı Yakup Cemil ve Yüzbaşı Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için O’nu “infaz” etmeyi reddettiler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söyledi. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil Kut’a (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir’e (Ankara valisi ve İzmir Suikastı nedeniyle idam edilen kişi) verdiler. Mustafa Kemal, geceleri parmağı silahının tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak her an vurulacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silahına davranmıştı. Bu anlattığımız olay, ordu-siyaset ilişkisinin ne derece tehlikeli düzeylere çıktığını göstermesi yönünden ibret vericidir.

MİLLİ MÜCADELE’DE DURUM

Milli Mücadele, işgal kuvvetlerine karşı vatanı kurtarmak amacını taşıdığı için disiplinli bir Milli Mücadele ordusunun kurulması ilk aşamada temel hedefti. Topyekûn savaş esastı. Ordu ve kolordu komutanlarının milletvekili olarak Meclis’te bulunmaları gerekli görülmüştü. Bu nedenle başta Mustafa Kemal olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Refet Bele, Kazım Özalp Meclis’e girmişlerdi. Milli Mücadele’nin zaferinden sonraki gelişmeler ise şöyledir:

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve halifeliğin kaldırılışından sonra Mustafa Kemal, milletvekili olan komutanların askerliği ya da politikayı seçmeleri için bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya uyan Fevzi Çakmak, İzzettin Çalışlar, Şükrü N. Gökberk, A. Hikmet Ayerdem, Fahrettin Altay ve Cevat Çobanlı milletvekilliğinden istifa ettiler, askerlikte kalmayı yeğlediler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise milletvekilliğini tercih ettiler. Nitekim bir süre sonra Karabekir, Cebesoy, Bele ve Rauf Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdular.

  • Özetle 1923-1950 arasında Atatürk ve ardından İnönü döneminde ordunun politika dışında tutulması temel strateji olarak titizlikle izlendi.

27 MAYIS 1960 ve SONRASI

Türk siyasal yaşamında 1960-1980 arası, askerin siyasete yoğun karıştığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde 27 Mayıs 1960, 1962-1963 Aydemir olayları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 adını taşıyan müdahaleler yapıldı.

27 Mayıs 1960 bir emir komuta zincirinin değil, Ordunun yüzbaşıdan generale kadar çeşitli rütbelerini kapsayan bir oluşumun ürünüdür. 27 Mayıs öncesi, Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun, DP hükümetine çok yakındı. Kurulan Milli Birlik Komitesi’nde genç subayların etkinliği vardı. 27 Mayıs’ta oluşan Milli Birlik Komitesi’nde (MBK) 5 general, 15 albay ve yarbay, 18 binbaşı ve yüzbaşı yer almıştı.

  • 27 Mayıs 1960 hareketi bütün yurtta halkın katılımı ile alkışlarla desteklenmişti.

27 Mayıs 1960 hareketini yürüten 38 kişilik MBK, daha sonra kendi içinde bölündü ve 14 üye komiteden alınarak dış görevlere gönderildi. Bu arada, seçimle oluşan Meclis Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı, insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştiren 1961 Anayasası’nı yarattı. Halkoyalaması ile kabul edilen 1961 Anayasası’nın, Türk tarihinin en ilerici, demokratik, evrensel anayasa kurallarına bağlı olduğu gerçeği tüm dünya anayasa hukukçuları tarafından kabul edilmiştir. Ne yazık ki, DP’nin üç ileri geleninin (Menderes, Zorlu, Polatkan) idamları engellenememiştir. Bunun nedeni de o sırada Ordunun yoğun olarak siyasete karışmasıdır. Kuşkusuz bu duyarlı konu, bir başka yazının konusudur.

Albay Talat Aydemir

KANLI İHTİLAL GİRİŞİMLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi, 27 Mayıs 1960’tan hemen sonra, Ordu içinde siyasetle uğraşma önemli bir düzeye çıktı. Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını taşıyan bir cunta oluştu. SKB, görünüşte MBK’nin aldığı kararları ve yasaları desteklemek amacını taşıyordu ve üst rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Generaller çoğunlukta olsa bile TSK girişiminin asıl lideri Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’di.

Aydemir, MBK’ye giremediği için eski arkadaşlarından intikam almak isteyen bir ruh yapısına sahipti. 1961 seçimlerinden sonra İnönü’nün başbakanlığında CHP, Adalet Partisi koalisyonu kuruldu. 1961-63 arasında iki kez kanlı ihtilal girişimi oldu. Bunlar Albay Talat Aydemir’in liderliğinde yürütülen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleridir. Silah, tank, uçakların ve Harp Okulu öğrencilerinin kullanıldığı bu akıldışı darbe girişimleri, Milli Mücadele’nin Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa sayesinde engellenebilmiştir.

En üst komutandan en alt rütbeye dek birçok askerin dahil olduğu bu hareketler başarılı olsaydı, Türkiye sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir Ortadoğu devleti durumuna gelecekti.

12 MART 1971 ve 12 EYLÜL 1980

Milli Mücadele’den gelen, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, devlet adamı, 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan (1938-50), o sırada da Başbakan olan İnönü, Ordu içindeki “cunta” girişimlerine karşı çıkıyor ve 18 Ocak 1962’de şunları söylüyordu:

“Demokratik sistemden vazgeçen kapalı sisteme her ne şekil altında olursa olsun asla müsaade etmeyeceğim. Onun karşısında mücadele edeceğim.”

Aydemir ve cuntasının birinci hareketi 22 Şubat 1962’de başta Ankara ve tüm Türkiye’de başladı. Çok zor saatler yaşandı. Harp Okulu öğrencileri kullanılarak Ankara’nın stratejik noktaları tutulmuştu. Bu hareketin kansız olarak sona erdirilmesi karşılığında, ihtilale katılanların affedileceğini öne sürerek kanlı ihtilalin sona ermesini İnönü sağladı. İnönü, Ordu içindeki cuntalara karşı savaş açmıştı. Ancak affedilen Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim zorlukla bastırıldı. Başta Talat Aydemir olmak üzere yedi subay idam edildi. İsmet İnönü, koalisyon başbakanı olarak bu ihtilal hareketlerine karşı etkinliği ve krizi başarıyla yönetmesiyle de tarihe geçmiştir.

12 MART 1971 HAREKETİ

Talat Aydemir hareketlerinden sonra ortalık bir süre duruldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler nedeniyle işçi hareketi yükseliyor, sendikal hareket güçleniyordu. Bu durum, ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle dış güçleri rahatsız etmeye başladı. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin üzerine” çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO’nun Türkiye’yi bu politikada etkin biçimde kullanma isteklerini gündeme getirdi.

İÇ ÇATIŞMA ve ÇELİŞKİ

12 Mart 1971, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, tutucu asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin bir iç savaşı olarak da nitelendirilmelidir. Bu durum sosyolojik olarak anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle; ilerici, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “tutucular” kazandılar. 12 Mart 1971 askeri hareketi emir-komuta zinciri içinde Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının girişimiyle gerçekleşti. Sonuç ne oldu? 

  • 12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti.
  • Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler.
  • İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerin bir belgeselidir.

12 Mart döneminin işkence ve baskılarını burada uzun uzun anlatmamız olanaksızdır. Aydınlar, yazarlar tutuklandı, işkence gördü. Sol düşünce tasfiye edilme noktasına geldi. Zaten bu işkenceler, davalar, baskılar, idamlar 12 Mart darbesinin faşist niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. 12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’ndaki sosyal devlet ve özgürlükler ilkelerine karşı yapılmıştı. 12 Mart konusu çok yazılmıştır. Özeti, dış etkilerin yönlendirmesiyle asker, askerin 1961’de yaptığını bozuyordu.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

12 Mart’tan 9.5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşıdevrim”ci NATO’ya bağlı bir askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbahar günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor ama sonuç bir türlü alınamıyordu. Terör başını alıp gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Türkiye’nin büyük illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin elinde olduğu halde terör can almayı sürdürüyordu. Sağ-sol çatışması adeta bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeleri ortamın daha olgun duruma gelmesini bekleme olarak açıkladı. Bunun yalın anlamı, masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye’de görev yapmış olan Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

YENİ DÜNYA KAPİTALİST DÜZENİ

12 Eylül darbesi aynı zamanda Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde kararlar almıştır. Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programı”nı uygulamaya koymuştu. KİT’lerin satışı böyle başladı. 12 Eylül darbesi aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tümüyle gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşıdevrimcidir.

Beş general (Genelkurmay başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı) tarafından oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi”, yönetimi tek elde toplamıştı. Yasama ve Yürütme yetkileri, bu 5 kişilik Konsey üzerine kalmıştı. Temel insan hakları ve demokratik süreçlerin askıya alınması, TBMM’nin ve siyasal partilerin kapatılması, liderlerin tutuklanması, milletvekilleri, önde gelen sendikacı ve meslek örgütleri başkanlarının gözaltına alınması, ilk önlemlerdi. Siyasal parti yöneticilerine 10 yıl siyasetten alıkoyma yasağı getirildi.

12 EYLÜL’ÜN ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

12 Eylül’ün sözde Atatürkçülüğü, içi boş bir şekil Atatürkçülüğüdür. Her kasabaya, Atatürk büstleri koyarak Atatürkçülük yaptıklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına verilen destek, ortaöğretimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu duruma getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Bu dönem (1980-90) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını uyguluyordu. İslamiyet referansı NATO’ nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konmasına başlandı. 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türk-İslam” sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası delindi. Kendisini Atatürkçü olarak ilan eden Evren, eline Kuran’ı alıp mitingler yapıyor, dini politikaya alet ediyordu. Dört generalden oluşan dört komite, NATO’nun gladyo sistemine bağlılığını her vesileyle gösteriyordu. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner” (tepkisel) Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini budayan “karşıdevrimci”dir.

FETÖ OLAYI

12 Eylül 1980’den sonra en büyük ihtilal girişimi 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen kanlı FETÖ darbe girişimidir. FETÖ hareketi temelde, kamu yönetiminin, güvenlik güçlerinin ve özellikle TSK’nin ele geçirilmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi hareketidir. Polis Koleji ve Kuleli Askeri Lisesi giriş sınavları FETÖ’nün en etkin olduğu konulardı. Yargının ele geçirilmesi de aynı derecede önemliydi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ ELE GEÇİRME HAREKETİ

Gülen hareketi bir yandan Ordu içinde örgütlenirken öte yandan Atatürkçülerin Ordudan tasfiye edilmesini gerçekleştirdi. Bunun için kumpas davalar açılmıştı. FETÖ’nün gelişmesinde iktidarların koruyucu ve destekleyici politikaları hiçbir zaman unutulmamalıdır.

  • 15 Temmuz 2016 darbe girişimi emperyalist devletlerin katkılarıyla hazırlanmış
    hain bir tuzak, casusluk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirme hareketidir.

Bugün güncel konuya gelirsek, Genelkurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Sakarya’daki tank palet fabrikasındaki törene katılmaları doğaldır. Cumhurbaşkanının tank palet fabrikasının faaliyetlerini anlattığı bölümlerin alkışlanması da doğaldır. Burada doğal olmayan temel nokta, partili cumhurbaşkanının ana muhalefet lideri hakkında yaptığı eleştirilerin alkışlanmasıdır. Komutanlar, adeta akıntıya kürek psikolojisi içinde hata yapmışlardır.

Orgeneral rütbesine gelmiş komutanlar, özgür iradelerini kullanarak böylesi utandırıcı bir duruma düşmemelidirler.

Bugün Türkiye’de uygulanan partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. 150 yıldır demokrasi için mücadele veren Türk halkı, bu ucube sistemi er ya da geç değiştirecektir. TSK bir hükümetin veya bir partinin ordusu değildir. Komutanlar, özellikle TSK’yi böylesi bir görünümden korumak görek ve sorumluluğundadırlar. Yandaş basın bu konuda çarpıtıcı yayın yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun komutanların alış hareketini kınaması, teröre karşı çıkış olarak değerlendiriliyor. Bu, tümüyle saptırmadır, tehlikeli bir “algı operasyonu”dur. Ortada bir terör konusu yoktur. Konu, partili cumhurbaşkanının muhalefet liderine karşı sert eleştirisini, komutanların gereksiz yere alkışlamalarıdır.

Ordunun siyasete karışması, Türkiye için en kötü durumdur. En karanlık yoldur. Bu kısa makalede belirtildiği gibi, TSK’ye vurulan darbelerin en tehlikeli sonucu Orduya siyasetin girmesidir. Bir Orduya siyasetin sokulması o Orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türk siyasal tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Büyük Atatürk’ün daha yüzbaşı iken İttihat ve Terakki kongresinde söylediklerini unutmayalım:

  • Ordu siyasetten uzak durmalıdır.
  • Siyasette uğraşacak olanlar Ordudan ayrılmalıdırlar.

Padişahlığın sonu… 100 yıl önceki Meclis kararı

Alev Coşkun
Alev COŞKUN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

 

100 yıl önce, 1 Kasım 1922, günlerden çarşamba, Meclis iki maddelik bir kanunu kabul ederek padişahlığı kaldırdı. 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti ve padişahlık tam 623 yıl sonra tarihin derinliklerine gönderildi. Bu son derece önemli bir devrimdi ve Cumhuriyetin ilanının önü açılmıştı. 100 yıl önce gerçekleşen bu önemli konuyu, altyapısı ve arka planı üzerinde durarak irdeleyeceğiz. Atatürk Nutuk’ta Milli Mücadele’nin başlarında padişahın durumunu şöyle anlatıyor:

“… Millet ve ordu, padişah ve halifeliğin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve sadık…” (Nutuk, s.8.)

Bu nedenle Mustafa Kemal konuşmalarında “Padişahımız, halife hazretleri yabancıların elinde esirdir… Onu kurtaracağız.” diyordu. Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin yapısı çeşitliydi. Kimisi medrese kökenli, kimisi din hocası, kimisi yönetici ve askerdi. Özellikle, medrese kökenliler ve hocalar hilafet ve saltanata bağlıydılar. Milli Mücadele hareketinde Atatürk’ün yakın arkadaşlarının çoğu da padişahlık ve halifeliğin devamını istiyorlardı. Önce bu konuyu açığa çıkaran önemli bir olayı ele alalım.

‘Heyecana yer yok’

Başbakan Rauf Orbay, 19 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’e önemli bazı konuları görüşmek isteğini bildirdi ve Refet (Bele) Paşa’nın Keçiören’deki evine akşam yemeğine davet etti. Dört eski arkadaş Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy buluştular. Bu dört kişinin Milli Mücadele’yi ilk açıklayan Amasya Bildirisi’ne imza koyanlar olduğunu belirtmeliyiz. Atatürk, Rauf Orbay’dan padişahlık ve halifelik konusundaki kişisel düşüncesini sordu. Rauf Orbay’ın yanıtı şöyledir:

  • “Ben padişahlık ve halifelik makamına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü, benim babam padişah ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. (…) Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Bu makamı kaldırmak, yıkıma yol açar, büyük acı doğurur.” (Nutuk, s. 464.)

Refet Bele de bu görüşe aynen katıldığını; Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini ve durumu inceleyeceğini bildirdi. Mustafa Kemal şu yanıtı verdi:

“Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te bazılarının korkup aceleye ve heyecana kapılmasına da yer yoktur” dedi.

Daha sonra neler olduğunu biliyoruz. Kuvayı Milliye orduları 9 Eylül 1922’de İzmir’de zafere ulaştı. Ateşkesten (AS: Mudanya) sonra Barış Konferansı (AS: Lozan) için hazırlıklar başladı.

‘Gizli talimat almış bir kişiyi İstanbul’a gönderin’

17 Ekim 1922’de, Osmanlı Devleti’nin sadrazamı Tevfik Paşa’dan Mustafa Kemal’e, kişiye özel bir telgraf geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, kazanılan zaferin önemini vurguluyor; bu zaferin İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırdığını belirtiyordu. İstanbul hükümetinin Barış Konferansı’na davet edildiğini, barış görüşmelerine gidecek olan İstanbul ve Ankara delegelerinin bir görüş etrafında birleşmelerinin yararlı olacağını belirtiyordu. Tüm bu nedenlerle Ankara ve İstanbul’un görüşüp uzlaşmaya varabilmesi için “Mustafa Kemal’den gizli talimat almış bir kişinin çok acele İstanbul’a gönderilmesini” istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafının anlamı şuydu: “Zafer kazanıldı, padişah yerinde oturuyor. O nedenle, Barış Konferansı’nda görüşülecek konular üzerinde konuşup uzlaşmaya varalım.” Sadrazam bu telgrafıyla zafere açıkça ortak oluyordu. Atatürk, Sadrazam’ı muhatap almadı. “Barış Konferansı’nda Türkiye’yi ancak TBMM temsil edebilir. Asıl yetkili TBMM’dir” dedi.

Büyük devletlerin stratejisi 

İşin esası şudur: Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri (İngiltere, Fransa, İtalya) hem İstanbul hem de Ankara’yı Barış Konferansı’na davet ederek konferansta İstanbul-Ankara çelişkisi yaratmak ve bundan yararlanmak istiyorlardı. TBMM’de bu ikili davetin doğal olduğunu kabul eden ciddi bir grup vardı. Halifeye ve saltanata bağlı olanlar, zaten Milli Mücadele’nin ve üç buçuk yıl süren savaşların “padişahımızı esaretten kurtarmak için” yapıldığına inanıyorlardı.

‘Saltanat tarihe karışmıştır’

Bu arada İstanbul Hükümeti’ne, Avrupa devletlerinden, Lozan Konferansı için resmen davet mektubu geldi. Sadrazam Tevfik Paşa, bu kez 29 Ekim 1922’de doğrudan Meclis Başkanlığı’na başvurdu. “Eğer İstanbul hükümeti olarak konferansa katılınmazsa 600 yıllık saltanatın yok olduğunun kabul edilmiş olacağını” belirtiyordu. Bu nedenle görüşüp uzlaşma sağlanması için ya kendilerinin Ankara’ya ya da Ankara’nın İstanbul’a bir temsilci göndermesini istiyordu. Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı bu girişimleriyle, kazanılan zafere açıkça ortak olmak istiyordu.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın bu telgrafı, TBMM’de gergin ve tartışmalı, sıcak günlerin yaşanmasına neden oldu. Padişah onayıyla düzenlenen isyanlar, Kuvayı Milliye’yi engelleyici tutum ve davranışlar, İngilizlerle yapılan işbirliği, Mustafa Kemal başta olmak üzere Kuvayı Milliye liderlerinin idama mahkûm edilmeleri nasıl unutulabilirdi?

Heyecanlı gün 

30 Ekim 1922, Pazartesi, Meclis’te çok heyecanlı, çok sıcak, sert ve yakıcı tartışmaların yaşandığı bir gün oldu. Önce Mustafa Kemal kürsüye çıkarak Sadrazam Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgraf hakkında bilgi verdi ve görüşlerini açıkladı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa

81 imzalı önerge 

Konuşmalar uzayınca, Meclis Başkanlığı’ na Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının imzaladığı bir önerge verildi. Bu önergede:

• Osmanlı İmparatorluğu’na ait padişahlık yönetiminin tarihe karıştığı;

• Anayasaya göre egemenlik haklarının millete ait olduğu belirtiliyor ve padişahlık hakkında da yasal işlem yapılması isteniyordu. Bu önergeyi Mustafa Kemal de imzalamıştı. Önerge alkışlarla destekleniyordu. Ancak konuşmayan, sessiz kalan bir milletvekili grubu vardı. Önergenin aleyhinde bir iki milletvekili söz aldı. Sonunda yapılan oylamada 132 milletvekili kabul, 2 milletvekili ret ve 2 milletvekili çekimser oy kullandı. Halifeliği ve saltanatı destekleyen bir grup milletvekili oylamaya katılmadılar. Halife ve saltanat yanlısı olan bu milletvekilleri, oylama sırasında Meclis salonundan çıktılar.

Yeterli oy çıkmadı

Böylece yeterli oy sağlanamadı. Oylamanın tekrarlanması 1 Kasım 1922 gününe bırakıldı. Oylamaya katılmayarak önergenin kabul edilmesini engelleyen milletvekilleri, kuşkusuz saltanatı ve Padişah Vahdettin’i destekliyorlardı. Konu bir gün sonra yeniden Meclis’e geldi. Atatürk konuyla ilgili olarak şöyle diyor:

“Meclis’te geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden örnekler vererek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini, milli egemenlik ve saltanat makamının TBMM olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım…” (Nutuk, s.467)

Mustafa Kemal’in stratejisi, saltanatla halifeliği ayırarak, padişahlık makamına son vermek üzerinde kurulmuştu.

Komisyondaki durum 

Çeşitli görüşlerin birleştirilmesi için, önergeler Anayasa, Adalet ve Şeriye komisyonlarının ortak toplantısına gönderildi. Ancak özellikle Şeriye Komisyonu üyesi hocalar direniyorlar, uzun konuşmalar yapıyorlar, hatta açıkça “hilafet ve saltanatın birbirinden ayrılmayacağını, bu nedenle saltanatın korunması gerektiğini” savunuyorlardı. Hiç kimse de cesaret edip bu iddialara yanıt veremiyordu. Sonunda, Mustafa Kemal dayanamadı, söz istedi. En arkada olduğu için, önündeki sıranın üstüne çıktı ve yüksek sesle konuşmaya başladı. Bu konuşma, Nutuk’ta özetlenmiştir.

‘Egemenlik ve saltanat makamı TBMM’dir’

Atatürk şöyle diyordu : 

  • “Efendim; hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez.
  • Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır…
  • Şimdi de Türk milleti artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. (…)
  • Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla belirtmekten ibarettir. Bu mutlaka olacaktır.
  • Burada toplananlar, Meclis ve herkes konuyu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir.
  • Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.

İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur.” (…) “Bu konuda ilmi açıklamalarda bulunayım dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Şeriye Komisyonu üyesi Beynamlı Hoca Mustafa Efendi, ‘Affedersiniz efendim. Biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık’ dedi. Konu sonunda karma komisyonca kabul edilerek çözüme bağlandı.” (Nutuk, s.468)

Bir devrim 

Mustafa Kemal, Meclis çatısı altında ilk kez bu derece kesin konuşuyordu. Hatta “Bazı kafalar kesilecektir” cümlesini Meclis’te ilk kez kullanıyordu. Ancak artık köhnemiş bir saltanatın, kesin bir kararla sona erdirilmesi söz konusuydu. Bir devrim söz konusuydu. Ondan başka birisi de bu konuşmayı yapamazdı. Başkomutan olarak, vatanın düşman işgalinden, milletin yabancı boyunduruğundan kurtarılmasında liderliği üstlenmişti. Aslında, yaptığı konuşma ile yeni bir şey söylemiyor, Kuvayı Milliye’nin temel ilkelerini dile getiriyordu.

Demokrasiye uygun mu? 

Mustafa Kemal’in Meclis Komisyonu’nda yaptığı bu konuşmadan 50 yıl, 80 yıl, 90 yıl sonra, bu konuşmayı demokratik bulmayanlar, “Ama bu konuşma demokrasiye uymuyordu” diyenler çıkmıştır. Bundan sonra da çıkacaktır.

Atatürk’ün yaptığı bu konuşma, o günün koşullarında değerlendirilmelidir. Tersi durumda tüm yorumlar boşlukta kalır. Unutulmasın ki bir dönem kapanıyor, Cumhuriyet dönemine adım atılıyordu. Bir devrim yapılıyordu.

  • Tarihte hangi devrim demokrasi ile gerçekleşmiştir?

Fransız Devrimi’nde giyotinler işledi, hatta İhtilal kendi çocuklarını yedi. Amerikan bağımsızlık hareketi bir savaş sonucu elde edilmiştir. 1917 Rusya Büyük Ekim Devrimi’nde de aynı sahneler görülmüştür. Türkiye’de de bir devir kapanıyor, Cumhuriyet dönemi açılıyordu.

Oylama sonucu 

Meclis İkinci Başkanı Adnan (Adıvar) komisyondan gelen tasarıyı okuttu. Saltanatın, İstanbul’un hukuken işgal tarihi olan “16 Mart 1920’den itibaren kaldırılmış sayılmasını” öngören tasarı, şiddetli alkışlarla kabul edildi. Meclis başkanının “oybirliği ile” sözüne karşı sadece Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, “Ben karşıyım” diye bağırdı. Osmanlı saltanatının yıkılış ve göçüş töreninin son aşaması böyle geçmişti:

Böylece Cumhuriyete giden yolda en önemli engel Osmanlı saltanatı kaldırılmış, 600 yıllık padişahlık tarihinin derinliklerine gönderilmişti. Bu olaydan tam 1 yıl sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı gerçekleşti.

Dahiyi anlamak : ATATÜRK ÜZERİNDEN TARTIŞMAK

Dahiyi anlamak :
ATATÜRK ÜZERİNDEN TARTIŞMAK
– Yılmaz Özdil ve kitabı üzerindeki tartışmalar…

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK 
scelik44@gmail.com

Atatürk Nutuk’ta der ki, “Milli Mücadeleye birlikte başladığımız yolculardan bazıları, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmeleri, kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırlarını aştıkça bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır” (M. K. Atatürk, Nutuk, c.1, s.16).

Atatürk burada Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Adnan- Halide Adıvar gibi sivil ve asker yol arkadaşlarından söz etmektedir.

Gerçekte zaferden sonra Atatürk’ün yaptıkları (devrimler), yalnız yolları ayrılan arkadaşlarının değil, yanında kalıp birlikte yola devam eden İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar gibi arkadaşlarının da “düşünme, kavrama ve hayal etme” sınırlarını aşmaktaydı. Fakat bunlar Atatürk’ün o güne dek başardığı olağanüstü işlerin yakın tanığı olmaları nedeniyle, ona inandıkları/ “o ne yaparsa doğru yapar” diye düşündükleri için ayrılmadılar, onunla birlikte yola devam ettiler.

Atatürk’ün diğerlerinden farkı ne idi?..

Atatürk, öncelikle düşmanlarının bile kabul ettiği gibi müstesna bir dâhi idi (Aydın Sayılı, Atatürk Bilim ve Üniversite, Belleten, vol.45, Ankara 1981, s.27-42).

Ayrıca, kendi deyişi ile “çocukluğundan beri eline geçen iki kuruştan biri ile kitap alarak” çok okuyan bir insandı.

Atatürk’ün okumaya ilgisi o kadar fazladır ki daha lise öğrencisi iken mevcut Türkçe kitaplar O’na yeterli gelmedi. Bunun üzerine okumak için yabancı dil öğrenmeye karar verdi. Bu amaçla Manastır’da, gönüllü Katolik rahiplerin işlettiği yerel bir misyoner okulunda Fransızca dersleri aldı. Yaz tatillerinde gittiği Selanik’te de Fransız Hıristiyan frerlerin açtığı dil kursuna devam etti ve kısa sürede Fransızca kitapları okuyabilecek derecede yabancı dilini geliştirdi. Harp Okulu ve Akademisi’nde Almanca öğrenimi gördü ve bu dili de kitap çevirisi yapabilecek derecede ilerletti.

Cephede, yurtiçi gezilerde vs. her koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman yaratıyordu. Okuduğu kitap sayısının 10 binlerce olduğu kestirilmektedir. (Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)

Ölene kadar okumayı sürdürdü. Öyle ki, hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını istedi. Ne yazık ki bu kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih, hukuk, iktisat, coğrafya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs. her konuda, konuların uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 251-262). Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da sevdiği bilinmektedir.

Tarihe çok önem veren Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş olduğu belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat, dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da okumuştur.

Yeryüzünde neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin ve geniş bir entelektüel birikime sahip değildir.

Yapılan incelemeler kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu göstermektedir. (Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı geliştirir. Böylece Atatürk, bilgi ve birikimini artırdığı gibi dehasını daha da geliştirmiş ve sonuçta, Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil,  “milenyumun” yani “Bin Yılın Dahisi” olmuştur.

1930’lu yıllarda üniversitelerde bilim tarihi kürsüsü yoktur. Ancak o sıralarda Harvard Üniversitesi’nden Prof. George Sarton, “Bilim Tarihine Giriş” adlı bir kitap yazmıştır. Atatürk bu kitabı hemen getirtip okumuş ve seçtiği bir öğrenciyi Harvard Üniversitesi’ne göndererek Prof. Sorton’un yanında doktora yapmasını sağlamıştır. Dünyanın ilk bilim tarihi doktoru unvanını kazanan bu öğrenci, daha sonra Ord. Prof. olacak Aydın Sayılı’dır.

Dünyada üniversite özerkliğinin yeni yeni konuşulduğu o yıllarda Atatürk, Osmanlı’dan kalan tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’a idari ve mali özerklik vermiştir.

Bunlar Atatürk’ün entelektüel kişiliğinin, zamanının çok ilerisinde olduğunun göstergesidir.

Uygarlıklar insanlığın ortak kültür mirasıdır. İlk uygarlıklar, Tarım Devrimi’nden sonra Çin, HintSümer ve Mısır’da oluşmuş; Babil, Asur vd. uygarlıklarından sonra Anadolu, uygarlıkların beşiği olmuş; bu topraklarda Urartu, Hitit,… İyon  vb. 40’ın üzerinde uygarlık doğmuştur. Roma İmparatorluğu bu uygarlıkların üzerinde büyümüş ve Avrupa’yı uygarlık ile tanıştırmıştır. Onun çökmesi ile Ortaçağ bağnazlığının söndürmek istediği uygarlık ateşini, İslam dünyası sahiplenmiş ve İslam Uygarlığı doğmuştur. İnsanlığın son uygarlığı olan Avrupa veya  Batı uygarlığı, tüm bu uygarlıkların birikimi üzerinden, Rönesans, Reform, bilimsel ve Aydınlanma Devrimi aşamalarından geçerek, uzun bir evrim sürecinin ardından oluşmuştur.

Uygarlık ve bilim tarihini çok iyi bilen Atatürk, mirasçısı olduğu Anadolu uygarlıklarına ait eski eserlerin yok olmaması için, daha Sakarya Muharebeleri sürerken, bunların toplanıp koruma altına alınmasını buyurmuş ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmuş; Cumhuriyet’ten sonra kurduğu Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji vb. Kürsüleri açtırmış, arkeoloji öğrenimi için yurt dışına öğrenciler göndermiş, kazılar başlatmıştır.

Kendisini Avrupa uygarlığının mirasçısı olarak gören Atatürk, elbette “Aydınlanmacı”dır; ancak Sanayi Devriminden sonra ortaya çıkan kapitalist emperyalizmin, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri üzerinde yükselmiş Aydınlanma değerlerini yok ettiğini ve Avrupa uygarlığının temellerini yıktığını anlamıştır.

Sömürü ve savaşın olmadığı, “yurtta ve dünyada barış”ın egemen olacağı yeni bir uygarlık yaratılması gerektiğini düşünmüş olan Atatürk, Sayın Prof. Dr. Özer Ozankaya’nın deyişiyle uygarlık tasarımı sahibi bir devrimcidir. “Çağdaş uygarlığın üzerine çıkmak” derken, bundan söz eden Atatürk, bir kuramcı değil eylemci olduğu için, ülkemiz çevresinde kurulmasına öncülük ettiği paktlarla, bu düşüncesini yaşama geçirmeyi çalışmıştır

Sonuç olarak, O çağdaşlarının gerçekleştirilmesini hayal bile edemedikleri büyük devrimler yapmış, adeta mucizeler yaratmış, zamanının çok ilerisinde bir dev adamdır. Başta dediğimiz gibi, O’nun yanında çok cüce kalan, birlikte yola çıktığı yakın arkadaşlarından bazıları ile yolları ayrılmış, O’na inanıp yola devam edenler de öldükten sonra, O’nun yolundan ayrılmış ve karşı devrimin kapılarını açmışlardır.

“Bin Yılın Dahisi”, 100 yıl sonra hala bir dev ve O’nun yanında bizler hala birer cüceyiz. Hala O’nun yaptıklarını anlayamadık. Aydınlanmadan ve kapitalizmin yarattığı yozlaşmadan habersiz, (sözde) modernler olarak Batı taklitçiliğini Atatürkçülük sanıyoruz.

Yüz yıl geçti, hala O’nu tanıyamadık. Körlerin fil tarifi gibi kendimize göre bir tanım yapıyor ve esası anlayamadığımız için sözcükler ve şekiller üzerinden büyük kavgalar yaşıyoruz:

Kendilerini ilerici aydın sananlar böyle işlerle uğraşırsa; hala Ortaçağ karanlığında yaşayan, uygarlıktan nasibini almamış, İslam Uygarlığından bile habersiz, Atatürk’ün savaş zamanında toplanıp koruma altına alınmasını istediği eski eserlere, 100 yıl sonra “kırık çanak çömlek” gözüyle bakan gericilerin, O’nun yaptıklarına “gavurluk” demeleri ve ışığından rahatsız oldukları için ülkeyi karartarak O’ndan kurtulacaklarını sanmaları doğaldır.

Birinci Meclis’te “uygarlık nedir?” diye soran bir mollaya, Atatürk’ün “uygarlık adam olmaktır Hocaefendi, adam!” demesi gibi, adam olmak gerek. Adam olmak için de Atatürk gibi çok okumak, ama Atatürk gibi okumak, Atatürk gibi düşünmek, adam gibi tartışmak gerek. Yoksa gideceğimiz yer belli; önümüzde örnekler var, Afganistan gibi, Pakistan gibi….
======================================
Sevgili dostumuz Sn. Prof. Dr. Süleyman Çelik’e bu anlamlı derlemesi için teşekkür ediyoruz…

Dr. Ahmet Saltık
07.02.2019, Ankara

Ankara’nın Başkent Oluşunun 93. Yıldönümü Kutlu Olsun

Ankara’nın Başkent Oluşunun 93. Yıldönümü
Kutlu Olsun

 

Dursun Atılgan ile ilgili görsel sonucu
Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı-KÖLN,

13 Ekim 1923’te TBMM’de kabûl edilen tek maddelik bir yasa ile, ANKARA TÜRKİYEMİZ’in BAŞKENTİ yapılmış ve böylece  başkentin İstanbul olacağı yolundaki söylentilere bir son verilerek, Cumhuriyetin ilânı için gereken önemli bir adım daha atılmıştır…
Samsun’a çıkmadan çok önceleri, zihninde Cumhuriyet düşüncesi olan ve onu kuracak olan Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün, Ankara’yı başkent yapma kararının temelinde, sadece Ankara’nın coğrafî, jeopolitik ve stratejik konumu ile demir yollarının ve kara yollarının buluştukları bir merkez durumunda bulunması değil, aynı zamanda Ankara’da bir Cumhuriyet kaabiliyeti görmesi yatar.
ATATÜRK’ün, Ali Fuat Cebesoy‘dan 20. Kolordunun Ereğli’den Ankara’ya nakledilmesini istediğini, Cebesoy “Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı kitabında yazmıştır. Ancak, Ankara’nın başkent seçilmesinin nedenleri ve öyküsü yalnızca bunlardan ibaret değildir.
ATATÜRK, Yunus Nadi‘ye verdiği ve 7 Mayıs 1924 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan demecinde şunları anlatıyor:
“Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve Cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Selçukluların parçalanması üzerine Anadolu’da oluşan küçük hükümetlerin isimlerini okurken, birtakım Beylikler arasında bir de Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sayfalarının bana bir Cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim gün gördüm ki, geçen asırlara rağmen, Ankara’da hâlâ Cumhuriyet kaabiliyeti devam ediyor… Beni, Türkiye’ye en münasip merkezin Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile böyle çok eskidir ve fennîdir.“
(Bakınız: Müdafaa-i Hukuk Saati; Dr.Palaoğlu; Bilgi Yayınevi-Ankara)
Bugünkü A.K.P. iktidarı, ATATÜRK’ün, Cumhuriyetimizle birlikte, ülkemize ve ulusumuza kazandırdığı değerler dizgesini sistematik bir biçimde yok ederken; TÜRKİYE’yi “dinci ve kinci” bir yönetim biçimiyle, Osmanlı’nın bile gerisine sürüklerken; üstüne üstlük, BAŞKENTİMİZ ANKARA’ya İ. Melih Gökçek gibi, ATATÜRK karşıtı bir kimse 5. Kez belediye başkanlığına getirilirken, ANKARA’yı Başkent yapan Atalarımızın kemiklerini ve bu konuda duyarlı olan insanlarımızın yüreklerini sızlatmaktadır…
ATATÜRK’ün kurduğu  halka dayalı ve halk mayalı Cumhuriyetimiz’le birlikte, Türk Ulusu’nun kalesi düzeyine yükseltilmiş olan 93 yıllık Başkentimize, hem Türkiye’den hem de dünyanın neresinde bir Türk varsa oradan ses vererek, sahip çıkma kararlılığını göstermek zorundayız…

=========================================
Dostlar,

Dostumuz, Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Sayın Dursun Atılgan’a teşekkür ediyoruz..

Nutuk‘tan

“Türkiye Devleti`nin başkenti Ankara şehridir.”
Efendiler, Lozan Antlaşması`nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolu uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye`nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti`nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye`nin başkenti Anadolu`da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.

Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı.

Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul`un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul`un hükûmet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara’nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tessisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul`un “payitaht” olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı.

Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim “başkent” deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki “payitaht”deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,”payitaht” sözünün de yeni Türkiye Devleti`nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi.

Dışişleri bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis`e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur: “Türkiye Devleti`nin başkenti Ankara şehridir.”
(http://www.forumgercek.com/turk-tarihi/115384-ankaranin-baskent-olusu.html)
*****
Biz anımsatmak istiyoruz :
TC. Anayasası
III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.

Bir şeyi daha anımsatmak istiyoruz : Anayasanın ilk 3 maddesinin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği 4. maddede kurallaştırılmış durumdadır.

Öte yandan, bu önemli gününü meydanlarda anılmasını OHAL bahanesiyle yasaklayan Ankara valisine de bu “şan” (!) yakışır diye hayıflanıyoruz.. Bu haklı ve gurur verecek anmalarda toplanan yurttaşların güvenliğini sağlamaktan Başkent Ankara’nın güvenlik güçleri aciz midir? Değillerse gerçek gerekçe nedir??

Gerçekten, Ankara valisi olan zat, dürüstçe, Müslğman olduğuna göre gerçeği kamuyoyuna açıklayabilir mi neden anmaları yasakladığını ??

Bu tür yersiz ve içtenliksiz, demokratik olmayan, özünde hukuka aykırı yasakçı uygulamalar ülkemize yakışmıyor ve halkımızın milli – manevi değerlerini, tarih bilincini de geliştirmiyor üstelik.. “Yoksa gerçekte istediğiniz bu mu?” diye sormak bize acı veriyor.

Sevgi ve saygı ile.
14 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

 

ATATÜRK’E SALDIRANLAR

Prof. Dr. Süleyman Çelİk

Atatürk, düşmanının deyimiyle “dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelen büyük bir dahidir.” (AS : İngiltere Başbakanı Lloyd George!)

9 Eylül 1922’de düşman denize döküldükten sonra İngiliz donanmasına ait zırhlılar Güzel İzmir’imizin limanından demir almak zorunda kalınca,
Büyük Britanya İmparatorluğu Parlamentosunda muhalefetteki İşçi Partisi, Hükümet hakkında gensoru önergesi verir. Muhalifler Hükümeti ağır biçimde eleştirirler.

“Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile birlikteyken yendiğimiz Türklere, yalnız başına iken nasıl yeniliriz?
Üstelik karşımızda Türklerin hepsi de yoktu. Müslümanların
Kutsal Halifesi Padişah ve ona bağlı olan asıl güçler bizim yanımızdaydı. Karşımızda sadece, ellerinde hiçbir şey olmayan,
bir avuç eşkıya vardı.”
derler.

Eleştirileri yanıtlamak üzere Başbakan Lloyd George söz alır:

Yapılan tüm eleştiriler haklı” der. “Doğrudur. Karşımızda, ellerinde hiçbir şeyleri olmayan bir avuç eşkıya vardı.
Ancak hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Büyük dahiler dünyaya 100 yılda bir, nadiren gelir. Ne yazık ki yüzyılımızda bunu Allah Türk Milletine nasip etti. Bu nedenle yenildik.”

der ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu kabul ederek
“istifa ettiğini” bildirip kürsüden iner.

Atatürk’ün büyüklüğü konusunda başka dünya liderlerinin, komutanların, düşünürlerin söylemiş olduğu binlerce söz var. Bunlar içinde benim önemsediğim, mazlumlar içinde emperyalizme karşı ilk başkaldıranlardan biri olduğu için, çok saygı duyduğum Hindistan Bağımsızlığının önderi Mahatma Gandi’nin sözüdür. Arkadaşlarıyla birlikte Kurtuluş Savaşımızı büyük bir heyecanla izleyen Gandi, 

“Mustafa Kemal Paşa İngilizleri yenene kadar,
Allah’ın İngiliz olduğuna inanırdım.”
demiştir.

* * *

Atatürk Türk Milletinin kurtarıcısıdır.
O’ndan başka kurtuluşun olanaklı olduğuna inanan yoktu.
Yalnızca çıkarlarını düşünen ve düşmanla işbirliği yapmaktan çekinmeyen hainler değil, vatanseverler de kurtuluş umudu görmemekteydiler.
Bu nedenle “olmasaydı olmazdık”.

“Olmasaydı olurduk” diyenler de haklı. Evet, olabilirlerdi ama, Neyzen Tevfik’in dediği gibi, “anaları gene olurdu fakat babaları belli olmazdı!” Kanıt istiyorsanız, görsel medyanın, uluslararası iletişimin bu denli yaygınlaştığı, Birleşmiş Milletlerin ve öbür uluslararası insan hakları örgütlerinin bunca etkin olduğu 21.Yüzyılın başında Bosna’da yaşananları anımsayın…

Başlangıçta Atatürk’ün yanında yer alanlar, yalnızca O’na inanan, Çanakkale’de ‘imkansızı mümkün kılmış olması’ nedeniyle,
“yaparsa O bir şey yapabilir” diye düşünen bir avuç vatan severdi.

Birlikte Samsun’a çıkanlar bile umutsuzdu. Nitekim Kurmay Başkanı
Hüsrev Gerede Havza’dan Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı mektupta
bunu belirtmekte ve özetle “boşa kürek çekiyor gibiyiz” demektedir.

Çare arayan vatanseverler, “ehven-i şer” arayışına girdiler ve
“Amerikan mandası” peşine düştüler. Oysa Sevr planını hazırlayan Amerikan Başkanı Wilson’du.

İsmet İnönü, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi komutanlar; Halide Edip, Adnan Adıvar, Bekir Sami (AS: Bekir Sami de askerdi) gibi aydınlar da bunlar arasındaydı. Sivas Kongresi tutanakları bunun belgesidir. Daha sonra Atatürk’ün bir şeyler yapabileceğini görünce hepsi O’nun yanında yer aldılar ve Kurtuluş Savaşı’nda canlarını
ortaya koydular.

* * *

O günlerde ‘Mütareke Basını’nda Atatürk’e saldıran / hakaret eden,
O’na ve arkadaşlarına ‘idam fetvası/ fermanı’ verenler, düşmanla işbirliği yapan hainlerdi. Başlarında Halife Sultan Vahidettin olduğu halde,
Ali Kemaller, Refik Halitler, Refi Cevatlar, Damat Feritler, Rıza Tevfikler, Dürrizadeler, Mustafa Sabriler, İskilipli Atıflar vs. Bunların yazdıkları yazılar, verdikleri fetvalar/ fermanlar, Kuvayı Milliye aleyhtarı bildiriler
İngiliz uçakları tarafından askerlerimizin üzerlerine atılarak firar etmeleri isteniyordu.

Bu hainler işgal güçlerinin desteğiyle, Kuvayı Muhammediye adını verdikleri bir ordu oluşturarak Millicilerin üzerine gönderdiler; yurt içinde birçok
isyan çıkarttılar. Bunlara karşın kazanılan zaferden sonra, köpekliğini yaptıkları düşmanla birlikte yurttan kaçıp gittiler. Fakat emperyalistler, bunların yüzüne bakmadı, çiğnenmiş sakız gibi tükürüp attı.
İngilizler kendilerine sığınan Halife Sultanı bile İtalya sahiline atıp gittiler. Çünkü kendi halkına ihanet edenlere kimse güvenmez ve değer vermez, sadece kullanılırlar. 

Günümüzde de Atatürk’e saldıranlar ya haindir ya da
hainler tarafından kandırılmış geri zekalı / aptal zavallılardır.

Bugün ‘Mütareke Basını’ benzeri medyada Atatürk’e saldıranlara bakın! Her devirde kemiğini yaladıkları efendilerinin köpekliğini yapmışlardır. Örneğin, dün Cem Uzan’ın köpekliğini yapanların, bugün Uzanların düşmanının köpekliğini yapıp Atatürk’e havlamalarında şaşılacak bir şey yoktur.

==================================

Dostlar,

Dün Menemen “Kemal Paşa” Parkı’nın tabelasında ilk 2 harfin “K ve e” silindiğini ve Menemen Belediye Başkanı Sayın Tahir Şahin‘in yarım saat içinde sorunu düzelterek saldırıyı kınadığını sitemizde yazmış, Sayın Başkana teşekkür etmiş ve olayı kısaca değerlendirmiştik.
(http://ahmetsaltik.net/2015/07/30/menemende-ataturke-cok-cirkin-saldiri/)

Dostumuz, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden meslektaşımız,
Atatürkçü Düşünce Derneğinden dava arkadaşımız Sayın Prof. Süleyman Çelik’in yazdıklarına nerede itiraz edilebilir ki?

Olsa olsa söylemi biraz sert bulunabilir..
İnsaf etmek gerekir, fazlasını bile haketmiyorlar mı  bu zavallılar??

Sevgi ve saygı ile.
30 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TBMM ve Mustafa Kemal

Dostlar,

Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D.Ali ERCAN,
“TBMM ve Mustafa Kemal” başlıklı bir yazı paylaşıyor..
Bu metni, bir tıp hocası olan, Türkiye’nin 1945’te ilk Çalışma Bakanı
ve Başbakanlık da yapmış olan (38. kabine; Kasım 1974 – Mart 1975)
Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak‘tan aktarıyor..
(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)

Gündemimiz öylesine yabanıl (vahşi) biçimde yapay olarak, istendik biçimde
işgal ediliyor ki; gerçekten gereksinimimiz olan konuları konuşup – yazamıyoruz..

Bu kısır döngüyü kıralım ve Sn. Ercan’ın aktarımını aşağıda paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
17.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

TBMM ve Mustafa Kemal

Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak

Ben kimim?

İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.”
Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe göndermek… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi  içinden
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim,
geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.

‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.’
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu:

  • Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum; alevler olarak
    geri dönmelisiniz. (İmza) Mustafa Kemal

Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi istersen gitme, git de çalışma ve dön de bu ülke için canını verme, olacak şey mi? ’ dedim kendi kendime…
Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu Ülke için can verilmez mi?”

Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi
Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü’nü kurdum. Kürsü başkanı oldum.
Daha sonra ülkemin Başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim?

Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ım…

***

“Bu inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini, o dönemi yaşamış,
başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları
ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır.

Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu kadar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan
o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:

A- Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişmek zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B- Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C- Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D- Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, Önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E- O dönemde Yurdun ve Dünyanın durumu ve koşullan;
F- O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).

İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar
gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletilmesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.

ATATÜRK Millet egemenliğini 1907’de tasarladı

Goethe der ki;

“En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.”

Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır.
1923’te gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini
1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz :

O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan İrene Melikof’a şunları söylemiştir :

“- Gün gelecek şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim.
– Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
– Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis (bağdaşık) bir temele dayandırılmalıdır.
Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır.
– Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.
– Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız.
– Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız.
– Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız.
– Latin alfabesi kabul etmeliyiz.
– Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz.
-Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a
ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti.

Mustafa Kemal Paşa, 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit’e
Türkiye’nin bir Cumhuriyet olacağını “millî sır” olarak tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal Paşa, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zik-zak’a yer vermeden düz bir çizgide birleştirmiştir. Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür?
Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:

1- Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. O’na göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir.
Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından başlayarak daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa,
büyük ve tehlikeli bir maceraya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almaktadır.

1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız O’na bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy paşalar da O’nun emrine girmeye hazırdılar.
Fakat O, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan Temsil Heyeti‘nin başına geçti.
Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsil heyetinin başkanı seçildi.
Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün
en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Artık, O, Meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.

2- Mustafa Kemal Paşa’ya göre özgürlüğün de, eşitliğin de, insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda
adlî, askeri, malî, ekonomik ve kültürel, yani istiklâl-i tam (tam bağımsızlık) olmalıydı.
Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.

3- Mustafa Kemal, büyük bir (rasyonel plancı) zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:

Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden memnun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi
o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birliğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi.

Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medreseyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar
imkân vermemiştir. Toplumu yeniliklere hazırladı

4- Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet, kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa bir halk öğretmenidir. Milletimizin asırlarca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen olarak gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini
gereği gibi anlayabilmek için O’nun zihin ve ruh yapısını göz önünde tutmak lâzımdır.

Mustafa Kemal Paşa, hele Millî Mücadele önderliğini -âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde- üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev -sahip olduğu olanaklarla kıyaslanınca- bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, adeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı. Gerçi tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve O, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar
O’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kanamakta; maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik milyarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi.

Bütün olanaklar onların elinde! Bu tablonun karşısındaki adam;  üstelik en güvendiği
silah arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri
“ihtiraslı adam” damgasını taşımakta! İşte böylece O, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir. Her yalnız adam gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: Milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “Bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya
karar verirse O’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.”

İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, O’nun örneğine uyan, daha nice
“Mazlum milletlere” örnek olacak, kurtuluşuna yol açacaktır.

Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen Millî Mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir; Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve O’nun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbi’nden yeni çıkmış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve
iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşinde olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş
İttihat ve Terakki
nin yönetimine girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve farklı kültürlere mensup olan toplumlar,
Devletimiz aleyhine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler.

Bir yanda “Dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak” hayali,
(AS: Pan-Türkizm) öte yanda  İslâm dayanışmasına (?) güvenerek “Üç yüz milyon Müslüman’ı Türkiye’nin önderliği altında birleştirmek” sevdası (AS: Pan-İslamizm). Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere ve Rusya’nın kurdukları büyük blok; bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku… Yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistan’ı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde
Alman diplomasisi daha becerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi
şerlerin
ehveni saymıştı.

Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da aslında genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetinmeyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz emperyalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının
bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin baskısı altındaydık. Zamanla genişleyen Rusya, Avrupa’yı ve
bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa olduğu halde, İttihat ve Terakki’nin
ileri gelenleri Almanya’nın yenilmezliğine inanmışlardı.

Hürriyet inkılâbı(A: 1908’de 2. Meştutiyrt’in ilanı) başarmış olan Türk Ordusu,
o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu artırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fiilen bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki,
bir emri-vaki halinde memleketi Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de
İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek gereğini duymuştu.

Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte olduğu uçurumu anlayan
bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal,
başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki, Mustafa Kemal kaybedileceğine inandığı
bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlanmaya,
o günlerde başlamıştır… (devamı var)

(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)
========================

19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…


19 Mayıs ve İnkârlar Dizisi…

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Ertuğrul Latif KAZANCI
Eğitimci – Hukukçu
Cumhuriyet, 20 Mayıs 2014

  • Cumhuriyet ve Devrime yönelik kasıtlı eleştiriler, bir özgürlük sahteciliğidir. ‘Mütareke’ döneminin ‘Hürriyet ve İtilâf’ zihniyeti, sanki yaşamsal yazgımız olmuştur. Ayırımcı, feodal, neoliberal ve teokratik eğilimlere göre; ‘19 Mayıs 1919’da temeli atılan Cumhuriyet ve devrim binası, yıkılmaya yüz tutmuştur’. Ama yanılmaktadırlar. Çünkü bunca ‘şakîliğe’ karşın Atatürkçü düşünce, değerbilmez inkârcıların üstesinden gelecektir.

19 Mayıs 1919 tarihi bu ülke ve halkın onur günüdür. Emperyalist boyundurukta ezilen dünyanın da insanlık hukukunun kazanımına yönelik ilk adımıdır.
Ulusal eksenli antiemperyalist bir isyan, artık Anadolu’nun devrimci geleceğidir.
Bu isyan bir yönüyle de halkın egemenlik iradesine yüzyıllarca el koymuş ‘saltanathilafet’ rejimini alaşağı etme hareketidir.

Devrimci ideoloji, toplumun ilerici kıstaslardaki dirlik ve esenliğini öngörür.
Ülke toprakları üzerinde tasa ve kıvançta beraberlikle tarihsel derinlikten gelen ideal ve kültür birliği, ulusal bilinci oluşturur.19 Mayıs 1919 işte böylesine bir bilincin temelidir. Ama giderek yoğunlaşan olumsuz hız ve çabalarla 19 Mayıs olgusunun getirdikleri, kimilerince reddedilmektedir.

İnkârcılık:

Bir anekdotu tekrar etmemizde yarar vardır: İzmir’in kurtuluşundan sonra Atatürk  ve Halide Edip arasında bir konuşma geçer.

“Zafer kazanıldı. Artık bir kenara çekilir, dinlenirsiniz..”

diyen Adıvar’a verilen yanıt şudur:

HayırBundan sonra birbirimizle didişeceğiz !..”.

Halide Edip, yalnızca meraklı bir yazar mı yoksa bir niyet yoklayıcısı mıdır?
Aslında tek amaç Atatürk’ün gelecekteki işlevini öğrenmektir. Askeri başarılardan sonra kurulacak devletin niteliği ne olacaktır? Bir halk devleti mi inşa edilecek veya
Saltanatın sürdürülmesi mi söz konusu edilecektir?

Halide Edip yani Sultanahmet mitinginin o parlak yıldızı, yaşamsal çelişkilerle doludur. Söylevinden sonra Amerikan mandacısı ama ulusal mücadelede cephede onbaşıdır. Ardından da Türkiye’yi terk ederek Britanya sömürgelerinde öğretim üyesi olacaktır. Devrimle uyuşamayan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı, İngilizlerle uyuşabilmiştir. 1950’de de DP milletvekilidir.

Lozan’dan dönen İnönü’yü karşılamamak için Başbakanlıktan bile istifa eden Rauf Orbay’la fikir arkadaşları; Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele
ve Adnan 
Adıvar Terakkiperver Cumhuriyet’ Partisinde kümeleşmişlerdir.
Bu adlar ulusal mücadelenin askeri aşamasında önemli uğraşlar verirlerken,
ilerisinde niçin başka yerlerdedir? Çünkü Cumhuriyet ve Devrim düşüncesine
yabancı ama Hanedanlık ve Hilafete yakındırlar.

Atatürk, ‘Nutuk’ ta şöyle der:

  • “Bu parti, kendine ad olan ‘terakki’ ve ‘Cumhuriyet’ sözcüklerinin tam tersi anlamlarla gelişmiştir. Program hain kafaların işidir. Memlekette suikastçıların, gericilerin sığındığı ümitlerin dayanağı oldu”.

Sonrası             :

19 Mayıs 1919 çıkışının içerik, anlam ve yönünü sindiremeyenleri, düpedüz inkârcı (AS: yadsımacı) bir kadro izler. Bu süreç,14 Mayıs 1950 günü kıyasıya başlatılır ve günümüze doğru yoğunlaştırılır. Tam bir “yalan rüzgârı” kıvamıyla siyasal, tarihsel ve gerçek dışı ahlaksızlıklara dönüşür.

Atatürk’ün Başbakanlığını yapmış Bayarın 1950’ler sonrası tavrı, Atatürk-İnönü dönemlerini hedefleyen:

27 yıl bu ülkede çivi bile çakılmadı..” noktasıdır. Bayar, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ecnebi (AS: Yabancı) elinden alan, demiryolları döşeyen, kağıt, çay, ağır sanayi, deri, tuz, tekstil başta olmak üzere KİT’leri kuran başarıyı yok saymaktadır. İktisat Bakanı olarak yer aldığı işleri de inkâr etmektedir (AS: yadsımaktadır).

İnönü’ye “Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan” sanının verildiği 26 Aralık 1938 tarihli CHP Kurultayı’nı toplantıya çağıran Başbakan Bayar’dır. Önergeyi okuyan
divan üyesi de Menderes’tir. Gün gelecek, DP’nin üst politikalarını çizen bu adlar, Devrim aşamaları için:

“ Yalnızca halka mal olmuşları saklı tutacağız..” veya “İsterseniz Hilafeti bile geri getirilebilirsiniz” ya da: “Kapitalizm, iktisaden geri kalmış bir ülkeyi kalkındıracak en iyi sistemdir” sözleriyle, geçmişi inkâr edeceklerdir.

16 Kasım1938 tarihli ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki yazısında Necip Fazıl, Atatürk’ün vefat töreninden konu açarak: “Osmanlı İmparatorluğunun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir uğurlanışa hedef olabilmiş hükümdar yoktur ” dedikten sonra övgüler yağdırmaktadır. Ama aynı Kısakürek, zamanla: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” diyebilecek ve1960 öncesi Başbakanlık örtülü ödeneğinde adı geçenlerden olacaktır (*).

Önce İnönü’nün ; “ Ak saçlarında parıltılar seyrettikten” sonra siyaseten yer değiştiren ve tam100 şiir içeren hiciv kitabı çıkaran şair Orhan Seyfi, örtülü ödeneğin içindedir. “Akbaba” mizah dergisinin DP karşıtı çizgisini birdenbire bırakan sahibi Yusuf Ziya’nın ödenek istek dilekçeleri unutulabilir mi? İlkin sol siyasette yer alıp sonra yön şaşıran yazar Peyami Safa’dan tutunuz da ressam Çallı, hatip Hamdullah Suphi, tarihçiCemal Kutay, şair Yahya Kemal’lere kadar sıraya girenler, saymakla bitirilemez. Tamamı, 27 yıllık sürecin eleştirisiyle saf tutmuşlardır.

19 Mayısları inkârların başını, Kurtuluş savaşı zaferlerini küçülterek neredeyse yok saymak çeker. Uşak’ta esir düştükten sonra Atina’ya salıverilen General Trikopisyıllarca TC Büyükelçiliğinde Atatürk’e saygılarını kaleme almıştır. Ama “İnönü,SakaryaDumlupınar” zaferleriyle, Mudanya ve Lozan’da atılan imzaları görmek istemeyen Sevr’in iç destekçileri, Yunanlı komutanın düzeyine ulaşamamışlardır. “Jenosit” deyimini onaylamayan AİHM kararına karşın: “Ermenileri katlettik” diyenler, “Yunanlılara zulmettik ” saptırmasını öne sürenler, gerçekleri tersyüz edenlerdir.

Sonuç   :

Anadolu İhtilâli; sömürgecilik, bağımlılık ve bağnazlığa karşı başkaldırıdır. Cumhuriyet ve devrim için, halkçı-devletçi sosyal gelecek adına, ulusalcı ve laik amaçlar uğruna görkemli bir kalkışma, 19 Mayıs 1919’da başlatılmıştır. Devrimci demokratik irade, inkârcılığa ders veren; siyasal, sosyo- ekonomik ve kültürel anlayışıyla 19 Mayıslara mutlaka sahip çıkacaktır.

———————————–

(*)YAD Tutanakları/1961

Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919


Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919

Naci_Bestepe_portresi
E. Tümg. İSTANBUL’A GELİŞ

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenik sayıldı.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması bir idam fermanı idi.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına atanalı 10 gün olmuştu. İskenderun’u teslim etmesi emredildi. Bu stratejik şehrin teslimini kabul etmeyince İstanbul’a çağrıldı.

13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı’na geldiğinde Müttefik Donanması da
hemen önünden geçerek İstanbul Boğazı’na girmekteydi.

Acı ve hüzünle manzarayı seyrederken, “Çanakkale’de gösterilen çabanın, verilen
on binlerce şehidin boşuna mı olduğunu” düşünerek, İstanbul’a geldiğine pişman oldu.
İlk fırsatta Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kararını ve kararlılığını üç kelimeyle
ifade etti,

“GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!”

İSTANBUL’DAKİ ALTI AYİstanbul’da kaldığı altı ay süresince bu kararını gerçekleştirmek için çalıştı.
Çeşitli çevrelerle görüşmeler ve toplantılar yaptı. Bilgi aldı. Nabız yokladı.
Gelecekle ilgili tasarıları için ortam hazırladı.Saray çevresinden; Harbiye, Dahiliye, Bahriye Bakanları, yardımcıları ve
Padişah Vahdettin..
İşgal Kuvvetlerinden; İngiliz, İtalyan ve Fransızların ileri gelenleri,

Komutanlardan; Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Cafer Tayyar, Fethi Okyar..
görüştüklerinden bazılarıdır.

Bu hareketliliği İngiliz istihbaratının dikkatini çekmiş ve tutuklanmasını talep etmişlerdir.
Bu çalışmalar sonunda ulaştığı tespitlere göre, ülkenin kurtuluşu için üç yol düşünülüyordu;

1. İngiliz korumacılığına (himayesine) sığınmak,
2. ABD güdümüne (mandasına) girmek,
3. Bölgesel olarak kendi başının çaresine bakmak.
Padişah ve Sadrazam Damat Ferit İngiliz korumacılığından yanaydı ve
İngilizlere resmi talepte bile bulundu.Mustafa Kemâl Paşa için ise tek geçerli çözüm vardı;
  • Ya tam bağımsızlık, ya ölüm!
Bu amaçla Ali Fuat Cebesoy ile birlikte, MİLLİ DİRENİŞ’in temelini oluşturacak
şu kararları aldı:
1. Ordu’nun terhisini durdurmak,
2. Vatan savunmasında gerekli silah, cephane ve donanımı düşmana vermemek,
3. İstanbul’dakileri Anadolu’ya yollamak.
4. Milli direnişe taraftar idare amirlerinin yerlerinde kalmasını sağlamak,
5. Vilayetlerde particilik adına yapılan kardeş mücadelesine engel olmak,
6. Halkın moralini yükseltmek.
SAMSUN’A ÇIKIŞI HAZIRLAYAN OLAY
Müttefikler, Sinop-Trabzon bölgesinde Rum-Pontus devleti kurdurmak istiyordu.
Bu amaçla Rusya da dahil olmak üzere dışarıdan Rumlar getirildi.
Rumlarınolay çıkarmaları üzerine bölgedeki milislerimiz de karşılık verdiler.
Bundan rahatsız olan İngiliz komiseri saraya verdiği ültimatom ile milislerin hareketlerine son verilmesini istedi.Anadolu’ya geçiş için fırsat kollayan Mustafa Kemâl Paşa, iyi ilişkilerini kullanarak
bu görevin ve istediği yetkilerin kendine verilmesini sağladı.

9. Ordu Müfettişi olarak atandı.
Bütün askeri birlikler ve mülki amirler üzerinde yetkili kılındı.
Asıl görev bölgesi; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeri ile Canik (Samsun) ve Erzincan livaları (İl – ilçe arası) idi.

Buna ek olarak komşu iller olan; Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu da isteklerine öncelikle cevap verecekti.

Görev tanımı şöyle idi:

1. Bölgede iç düzenin kurulması ve düzen dışı olayların nedenlerinin saptanması,
2. Bölgede dağınık haldeki silah ve cephanenin toplanarak emniyete alınması,
3. Ordu’nun da desteğini alarak oluşturulan toplulukların kaldırılması.

MUSTAFA KEMAL’i KİM, NE İÇİN GÖNDERDİ?

Bu konu çok saptırılmakta ve kötüye kullanılmaktadır..
Bazıları, Mustafa Kemâl’i padişahın seçtiğini, vatanı kurtarma görevi verdiğini ve
maddi destek sağladığını iddia ederler.
Seçim konusu kısmen doğrudur. Son kararı veren padişahtır. Ancak, O’na gelene dek ilgili makamlarla kurulan iletişim ve iyi ilişkiler Mustafa Kemâl Paşa’nın aday olmasını sağlamıştır.

Vahdettin de, kendisini, prensliği sırasında birlikte seyahat ettiklerinden ve Çanakkale’deki kahramanlığından tanımakta ve güvenmektedir.

“Vatanı kurtarma görevi” vermesi tam anlamıyla safsatadır.

İngiliz korumacılığı için resmi başvuruda bulunmuş biri (Padişah ve Sadrazam)
böyle bir görev verir mi?

Vatanı kurtarmasını değil de Sinop-Trabzon bölgesinin Rumlara verilmesinin
engellenmesini talep etmesi kabul edilebilir.

Bu görevi verdiğini varsayalım :

Daha iki ay geçmeden geriye çağırmak ve ardından asi ilan ederek
idam fermanı çıkartmak nasıl açıklanabilir?

Mali destek sağladığı konusu :
Yolculuklar sırasında çekilen sıkıntılar bu yalanı da çöpe atmaktadır.

BANDIRMA VAPURU

Mustafa Kemâl Paşa, 16 Mayıs akşamı Bandırma Vapuru ile yola çıktı.
Vapurda, Mustafa Kemâl’le birlikte bulunanların sayısı değişik kaynaklarda farklı olarak verilmektedir. Yol arkadaşı Hüsrev Gerede’ye dayanarak verilen rakam 55 kişidir.
Kimi kaynaklara göre 18 kişidir. Samsun’da Ata’nın kaldığı ev olan
Gazi Müzesi
’nde bu 18 kişinin mumyası bulunmaktadır.

Yolda uzun süre bir İngiliz savaş gemisi takipte bulunmuştur.

Bandırma, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a varmış, Mustafa Kemâl Paşa
saat 07:30’da İLK ADIM İSKELESİ’nden Samsun’a çıkmıştır.

ANADOLU’NUN HALİ, MUSTAFA KEMÂL’İN GÜVENCESİ, DOĞUM GÜNÜ

NUTUK‘ta ifade ettiği gibi, Samsun’a çıktığı gün elinde hiçbir maddi güç yoktu.
Ülke işgal altında, halk aç-sefil, cahil; ordu dağılmış, padişah kendini kurtarma derdine düşmüştü.

Ancak, büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve vicdanını dolduran
yüksek manevi kuvvete güvenerek KURTULUŞ MÜCADELESİ’ni başlatmıştır.

Samsun’da Atamızın karaya çıktığı iskelenin bulunduğu semtin adı İLK ADIM,
19 Mayıs günü de O’NUN DOĞUM GÜNÜDÜR

BU GÜN ÖRNEK GENE O’DUR

13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiği günkü üzüntüsü burada yeni bir umut ışığına dönüşmüştür.

Bu gün benzer bir üzüntüyü, Türk subayları ve Türk ulusu yaşamaktadır.

  • Yıllarca ülkenin bölünmez bütünlüğü için her şeyini ortaya koyarak mücadele eden insanlar; yasa dışı yöntemlerle terör örgütüne (PKK) sağlanan olanaklar, örgüt liderinin getirildiği konum ve kendilerinin
    sahte davalarla hapishanelere doldurulması karşısında kahrolmaktadır.
Ülke bölünme-parçalanma,
– Cumhuriyet’in temel değerleri ve laik-demokratik rejim
değiştirilme tehlikesi altındadır.
Bu gün de örnek Mustafa Kemâl ATATÜRK’tür.Yüce ulusumuz bu karanlığı da boğacak azim ve kararlılığa sahiptir.Koşullar 19 Mayıs 1919 sabahından kötü değildir.Kaynaklar :
6 AY; Alev COŞKUN, 2009
Atatürk ve Samsun; Özen TOPÇU, 2005
Atatürk’ün Yolculuğu; Prof.Dr. Osman Zümrüt
Nutuk, CHP, 2008

Naci BEŞTEPE
ADD Bilim Danışma Kurulu ve
Yazı Kurulu Üyesi

ATATÜRK Artık Hutbelerde Yok!?

Prof. Dr. D. Al ERCAN

portresi

ATATÜRK Artık Hutbelerde Yok!?

Değerli arkadaşlar,

Sözcü Gazetesi yazarı Saygı Öztürk, 23.Mart.2013 tarihli yazısında,
“Hutbelerde artık Atatürk ve Türk kavramlarına yer verilmediğinden” yakınıyor.
Özellikle de  “Atatürk’ün kurduğu bir Kurumun Atatürk’e ihanetini” eleştiriyor.

Atatürk’e ne zaman ihanet edilmedi ki?! İhanet hep oldu, ve hep olacak.
Bunu yadırgamayalım. Emperyalizmin hizmetinde, bölücü-gerici yardakçılar takımı var oldukça ihanet hep olacaktır. Türkiye’de olan bitenleri başından itibaren bilenler için mevcut durumda şaşılacak bir şey yok; Neden mi? kısaca özetleyeyim;

Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten bir gün önce, 28 Ekim 1923 Perşembe akşamı Cumhuriyetin yıkılması projesi başlatılmıştı, hem de maalesef,
Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşlarının da aralarında bulunduğu bir kadro tarafından.

O zaman TBMM’nde 300’den çok milletvekili olmasına karşın bunların yarısına yakını ertesi gün ilan edilecek olan Cumhuriyete “Evet” oyu vermemek için, türlü bahanelerle,  Ankara dışına çıkmışlardı. Cumhuriyet karşıtı kadronun ileri gelenleri (Ali Fuat Cebesoy, Ali Çetinkaya, Rauf Orbay, Refet Bele, Kazım Karabekir, Fevzi çakmak…) korkudan Ankara’dan ayrılamamışlar, ertesi günkü oylamada nasıl davranacaklarını belirliyorlardı:

“Biz yarınki oylamada ‘Evet’ demeliyiz; aksi takdirde Mustafa Kemal bizi halleder;
ama unutmayalım ki O’da bir fanidir, bir gün elbet göçüp gidecektir, işte o zaman meseleyi hallederiz.”  Cumhuriyet, toplantıya katılan 150 küsur milletvekilinin
oybirliğiyle ve alkışlarla kabul ve ilan edilmişti..

Yani, değerli arkadaşlar,

“Cumhuriyeti imha etmek projesi”  Anti-Kemalist Proje, Cumhuriyetin ilanından bir gün evvel başlatılmıştır. O zamanki Laik Cumhuriyet karşıtı kadroların ellerindeki kara-yeşil bayrak bu günlere kadar gittikçe artan bir güçle elden ele taşına geldi.

Halifeliğin kaldırılması, Evkaf ve Şer’iye vekaletinin ilgası sonrasında, o zamanki koşullarda, “palyatif bir önlem” olarak Mustafa Kemal  Diyanet İşleri Başkanlığını kurmak zorunda kalmıştı.  Büyük Önder, “Laik bir Cumhuriyette Din ve Devlet işlerinin kesinlikle ayrı yürütülmesi gerektiğini, Dinin Devlet işlerine, Devletin de, sınırlı bir denetimin dışında, Din işlerine müdahale etmemesi gerektiğini” tabii ki, çok iyi biliyordu.

Ancak koşullar böyle bir çözümü zorunlu kılıyordu.  Ömrü vefa etseydi, Yüce Atatürk,
ilk fırsatta bu Kurumu “İslâm’da yönetici Ruhban sınıfı yoktur” diyerek ya tümüyle kapatacak, ya da Devlete karşı her türlü zararlı girişime karşı denetim erkini elde tutarak, Devlet desteğinin olmadığı, başka bir yapıya kavuşturacaktı.  (gerçek müminler için de kesinlikle daha hayırlı olurdu) Olmadı, olamadı..

İşte Diyanetin bir “Devlet Kurumu” olarak kuruluşunu büyük bir fırsat olarak değerlendiren Cumhuriyet karşıtı, Şeriat yanlısı yobaz takımı, bu Kurumu “üslenilecek bir merkez” olarak gördüler ve en kolay şekilde, bu zayıf noktadan Cumhuriyet’e “gedik” açabileceklerini anladılar.  Nitekim 1950 seçiminde Demokrat Parti iktidarı
ele geçirince, Devrim karşıtlarının baş ideologlarından Necip Fazıl Kısakürek
Atatürk döneminin bitişini (!) sevinçle şöyle haykırıyordu:

  • “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
    Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es!”

Başından beri, ustaca takiye taktikleriyle bugüne dek güçlenerek gelen,
şu anda milyarlara hükmeden Diyanet Vakfıyla, 8 bakanlığın bütçelerinin toplamına denk bütçesiyle, 120 bin kişilik görünen kadrosuyla dizginlenemez bir güce erişmiş olan bu Kurumun çoktan Devlet’ten kopartılması, Devletle ilişiğinin kesilmesi gerektiğini kezlerce yazdım. Ne yazık ki çok az anlayan çıktı.

Değerli arkadaşlar özetlemek gerekirse    ;

1- Laik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi garabet bir Devlet Kurumu olamaz.

2- Evet, DİB Atatürk tarafından kurulmuştur, ama zorunlulukla! Hasta olduğumuzda, tıbben zorunlu kaldığımızda, radikal bir ameliyata razı olmuyor muyuz?

3- Ülkemizin bu duruma gelmesinde en etkin Kurum kuşkusuz, vatan haini, bölücü, gerici birtakım siyasetçilerle birlikte (umursamaz hedonist zadegân takımının,
keyfi kekâ Hariciye’nin, ilgisiz Üniversitelerin, bilgisiz Askeriyenin,
korkak Aydınların, vurdum duymaz saftirik Halkın da katkılarıyla)
 DİB olmuştur…
DİB artık Şeriat Devletindeki en yüksek “Dini Makam” havalarında “fetwa” lar yayımlamaktadır.

4- DİB hiçbir tarikatın, hiçbir dini akımın zararlı olamayacağı ölçüde, Laik Devlet yapısını, aynı Devletin olanaklarıyla içten içe oyarak, kemirerek tahrip eden, Şeriat alt yapısını resmen kurgulayan bir Kurumdur. DİB içinde yuvalanmış kadrolar,
Şeriata giden yolları milim milim döşemiştir. Bu kurum çoktan lağvedilmeliydi.
Maalesef artık çok geç; Devlet kadroları %100.0 imamlaştı; adı henüz konmamış Şeriat Devletinin altyapısı tamamlandı. Sevgili Ataol Behramoğlu‘nun dediği gibi

  • Artık korkmaya gerek kalmadı,
    Çünkü korkulan olmuştur…

“Hutbelerden Atatürk adı çıkarılmış” Bunda şaşacak ne var ki ?! æ

*********************************************

Atatürk’e bir darbe de Diyanet’ten..
Hutbelerde artık Atatürk yok…

İki yıl öncesine kadar Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümlerinde tüm camilerde hutbeler okunurken, Atatürk’ün askeri dehası ve kahramanlığından söz ediliyordu; Atatürk’ün ve Türk milletinin kahramanlığından söz edilirdi. Son iki yıldır
hem “Atatürk” hem de “Türk” kelimeleri hutbelerden kaldırıldı.
Nereden nereye?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran Atatürk’ün, Diyanet tarafından “yok” sayılmaya başlaması tepki çekti. Daha önceki hutbelerde Atatürk’ten söz edilirken, “Cumhuriyetimizin kurucusu, Anafartalar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk”
ifadesi ve Atatürk’ün sözleri de yer alıyordu…

Atatürk’ü hutbelerden sildiler

2012 yılından başlayarak ise Atatürk tümyle hutbelerden kaldırıldı ve Anafartalar kahramanı unutturulmaya başlandı. Bu yılki Çanakkale hutbesinde Atatürk’ün adı geçmeden Çanakkale zaferi ile ilgili şöyle denildi:

  • Aziz ecdadımızın kanlarıyla sulanmış cennet vatanımızın her karış toprağı
    nice kahramanlık destanlarını haykırmaktadır. 
    Tarihimizin her bir sayfası, onların şan ve şerefini anlatmaktadır. Böyle bir ecdadın varisleri olmanın
    haklı gururuyla başımız dik, alnımız açık bir şekilde onları her an hayırla ve minnetle yâd etmekteyiz. Ve bilmekteyiz ki, geçmişten ibret alarak
    Çanakkale ruhunu canlı tuttuğumuz müddetçe ulaşamayacağımız hedef, başaramayacağımız iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir problem olmayacaktır.
  • Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle başta Çanakkale’de olmak üzere, mukaddesatı uğruna canını feda eden bütün şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığınca aziz şehitlerimiz için ülke genelinde okutulan 250 bin hatm-i şerifin kabulünü, kutsal değerler etrafında kenetlenmeyi ve birlik beraberliğimizin
    daim olmasını Yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.”

22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi-Tamimi’nin 93. Yılı.. / Amasya Circular by Mustafa Kemal Pasha; 93rd Year

Amasya_Genelgesi_93_Yil_Sonra_Geriye_Donuk_Tarih_Irdelemesi.22.6.12docx