Etiket arşivi: AKP hükümeti

Türkiye ve Doğan Özlem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Demokratik ülkelerde anormal olarak nitelendirilen olaylar, Türkiye’de normal hale gelmiş durumda. Ne kadar anormal durum varsa, Türkiye’nin normali ve rutini konumunda.

Hükümetin Aleviliği bir dinsel mezhep, cemevini bir ibadethane olarak tanımaması ve buna bağlı olarak cemevlerini Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamaya çalışması; muhalefetteki CHP yönetiminin, partinin Kurultay tarafından kabul edilen parti programındaki laiklik ilkesini, program ve tüzük ihlali yaparak, fiilen ortadan kaldırması ve başörtüsü, kara çarşaf gibi ortaçağ zihniyetini yansıtan açılımlar yapması; bir zamanlar CHP’de milletvekili olan birisinin, partisinde mücadele edeceğine veya bağımsız kalacağına, ilkesizlik ve fırıldaklık rekoru kırarak AKP’ye transfer olması; AKP hükümetinin, Nazi döneminde Almanya’daki uygulamalara benzeyen bir sansür yasasını devreye sokarak seçimlere fiili olağanüstü hal ve baskı ortamında girmeye çalışması ve seçimleri onurlu, namuslu, şerefli bir biçimde, özgür bir ortamda hak ederek kazanacağına, kurnazlıkla ve baskıyla kazanmaya çalışması; “cumhurbaşkanı”nın, Amasra’da meydana gelen maden faciasını yine kaderle ve fıtratla açıklaması; son haftaların anormalliklerinden sadece (yalnızca) bir demet.

Böyle bir ortamda, bu anormalliklerden uzaklaşarak daha derin konulara girmek, Türkiye’nin düşünce yaşamına büyük katkı yaptığı halde, görmezden gelinen insanları anmak ve hatırlamak, daha önemli ve anlamlı bir hale gelebiliyor.
***
Geçen ayın sonunda, Türkiye’nin en önemli ve değerli felsefecilerinden birisi olan Doğan Özlem, yaşamını yitirdi.

Doğan Özlem, mütevazı, insancıl ve sevgi dolu karakteriyle, mücadeleci kimliğiyle, analitik ve sistematik zekâsıyla, üretken yapısıyla, eserleriyle, Türkiye’de felsefenin ve kültürün gelişmesine büyük bir katkı sağladı.

“Tarih Felsefesi”, “Bilim Felsefesi”, “Dilthey Üzerine Yazılar”, “Kant Üzerine Yazılar”, “Mantık”, “Metinlerle Hermeneutik Dersleri”, “Hermeneutik ve Şiir”, “Evrensellik Mitosu”, “Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji”, “Tarihselci Düşünce Işığında Bilim, Ahlak ve Siyaset”, “Anlamdan Geleneğe, Kimlikten Özgürlüğe”, “Kavramlar ve Tarihleri”, “Türkçede Felsefe”, “Tartışmalar”, “Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci”, “Söyleşiler”, “Kavram ve Düşünce Tarihi Çalışmaları”, “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”, “Persona”, “Etik”, “Felsefe ve Doğa Bilimleri”, “Bilim, Tarih ve Yorum”, “Felsefe Yazıları”, “Felsefe ve Tin Bilimleri” adlı kitapları yazan Doğan Özlem, popüler kültürün dayatmalarına karşı her zaman direndi, popüler olmak için kurnazlık peşinde koşan sahte felsefecilerin cirit attığı bir ortamda, bir felsefecinin nasıl olması gerektiğini ortaya koydu.
***
Doğan Özlem aynı zamanda, “Felsefe zenginlerin işidir” efsanesini yıkan felsefecilerden birisi oldu.

Aslında tarihte bunun örneği çoktur. Sokrates, Spinoza, Hume, Rousseau, Kant, MarxNietzsche buna dair (ilişkin) örnekler arasında sayılabilirler. Söz konusu filozoflar yaşamları boyunca veya yaşamlarının belli dönemlerinde çok büyük ekonomik sıkıntılar çekmişlerdir ve birçoğu geçimini sağlayabilmek için felsefeyle ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.

Doğan Özlem de uzun yıllar, kunduracı kalfalığı, tezgâhtarlık, işçilik, memurluk, muhasebecilik, yöneticilik, sendikacılık gibi işlerde çalışarak hayata tutunmaya çalışmıştır; zor koşullarda mücadele ederek üniversitede öğretim üyeliğine ve profesörlüğe kadar yükselmiştir; binlerce öğrenci yetiştirmiştir; 2005 yılında, TÜBA-Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü almıştır.

Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin de üyesi olan, derneğin Assos’ta Felsefe, Zigana Zirvesi, Halikarnas Akademisi, Adalarda Felsefe ve Edebiyat gibi sempozyum etkinliklerinde sık sık konuşmacı olan Doğan Özlem, tezleriyle, antitezleriyle ve sentezleriyle, Türkiye’nin diyalektik düşünce yapısına çok önemli bir hareket kazandırmıştır.
***
Türkiye, tüm olumsuzluklarına rağmen (karşın), böyle güzel, özel ve değerli insanları da yetiştirmiştir. Belki de bu insanlar, Türkiye’nin olumsuzlukları sayesinde yetişmiştir. Kim bilir?

Onlar hiçbir zaman ölmeyeceklerdir; eserleriyle, yarattıklarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.

Zeki Sarıhan : DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ

DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ

Zeki Sarıhan

DARBE_GIRISIMININ_ANATOMISI_15Temmuz2016

 

15 Temmuz 2016 gecesi başlayan ve altı saat sürmeden teslim olan son darbe girişimi aşağıdaki hususları düşündürüyor :

 

  1. Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir yere sahip olan 15 Temmuz darbe girişimi,
    taşıdığı ideoloji bir yana, dayandığı güçlerin sınırlılığı ve sonucu bakımından
    Harbiyelilerin 23 Şubat (AS : 22 Şıbat 1962) ve 21 Mayıs (AS: 1963) darbe girişimlerine benzemektedir.
  2. Türkiye’de siyasi mücadelenin en şiddetlisi hâlâ hâkim sınıflar arasında olanıdır. 15 Temmuz darbe girişimi hâkim sınıfların Fetullacı kanadı tarafından, eski sıkı ortağı AKP hükümetine karşı yapılmış bir intikam ve bir bakıma da intihar hareketidir.
  3. Bu girişim, hükümet tarafından bütün temizleme hareketine karşı Fetullahçıların devlet içinde, özellikle bürokrasi, yargı, emniyetin yanında ordu içinde de önemli bir güçleri olduğunu göstermiştir. Bir tarikatın zaman içinde nasıl bu kadar güçlendiği ve kendisini bu ölçüde gizlediği hayret vericidir.
  4. Darbenin yenilmesinin nedenleri arasında başta geleni, halkın geçmiş darbelerden çok zarar görmesi ve bu darbenin de kendilerine zarar vereceği kanısıdır. Darbecilerin bütün Orduyu temsil etmemeleri ve belli başlı birkaç kentte harekete geçebilmeleri de yenilginin nedenlerindendir. Darbe hareketi boyunca medya kuruluşlarının açık olması ve
    hükümet güçlerinin buradan halka seslenebilmeleri darbecilerin en zayıf yanı olmuştur.
  5. Bu girişimden AKP iktidarı kazançlı çıkmıştır. Darbeciler, istemeyerek de olsa
    Tayyip Erdoğan iktidarının meşruiyetini güçlendirmişler ve kendi sonlarını getirmişlerdir.
  6. Bununla birlikte bu girişimin şöyle bir etkisi de olacak gibi görünüyor: Erdoğan, her ne kadar
    bu darbeyi bastırmışsa da, iktidar alanının sınırsız olmadığını anlayacak, Fetullahçılar dışında kalan muhalefete karşı söylemini yumuşatacaktır. Çünkü iktidarda kalmasını,
    demokratik rejimi desteklemek adına biraz da onların yaptığı desteğe borçludur.
  7. Hükümet ve onları hararetle destekleyen politikacılar, bundan önceki darbelerden farklı olarak halkı meydanlara çıkmaya ve darbecilere karşı koymaya çağırmışlardır. Bunda başarılı da olmuşlardır. Şimdiye dek gücünü seçim sandıklarında gösteren iktidar yanlıları,
    bu kez  -Gezi karşıtı gösterilerde yaptıkları gibi- sokak gücüne yaslanmışlardır.
  8. İktidar, Diyanet İşleri Başkanı aracılığı ile ilk kez olarak cami cemaatini de darbecilere karşı harekete geçirmiştir. Minarelerden ezan okunarak halkın direnişe çağrılması ve göstericilerin tekbir getirmeleri, AKP iktidarını savunmanın dinî bir vecibe sayılması anlamına geliyor.
  9. Hareketin başarıya ulaşamayacağının işaretleri daha ilk saatte belli olmuş, bu nedenle
    siyasi partiler ve televizyon kanalları, ileride sorumlu olmamak için ağız birliği etmişçesine
    darbe karşıtı söylemi benimsemişlerdir.
  10. Toplumların ne zaman alt üst olacakları belli olmaz. Türkiye uzunca bir süredir

    Kürt Sorunu,
    – Siyasi İslam’ın yükselişi ve
    Parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçiş

    çabaları nedeniyle siyasal bir karmaşa yaşıyor.
    Türkiye iyi yönetilmiyor.
    Bu koşullar sürdüğü müddetçe 15 Temmuz darbe girişimi gibi hareketlerle karşılaşabiliriz. Ancak bunların daha iyi bir yönetim getireceği kuşkuludur.
    Tek çözüm yolu halkın demokratik iradesinin iktidar olmasıdır.
    (16 Temmuz 2016)

Merdan Yanardağ : Erdoğan-AKP darbesi durdurulmalıdır

Erdoğan-AKP darbesi durdurulmalıdır

Bu bir darbe durumudur.
Türkiye, örtülü bir darbe sürecinden geçiyor; Erdoğan-AKP darbesi…

Bu nedenle bırakın formel (biçimsel) bakımdan bir hukuk devleti olmayı, Türkiye artık
bir yasa devleti bile değildir. Halk tarafından iktidardan düşürülen ve fakat Meclis dâhil bütün anayasal kurumları devre dışı bırakarak ülkeyi yönetmeyi sürdüren AKP Hükümeti, artık iktidarı işgal eden bir kliktir. Devlet ve sermaye içi dinci/mezhepçi bir hiziptir.

Bilindiği gibi Erdoğan-AKP iktidarı, Urfa Suruç’ta 31 sosyalist genç yurttaşımızı katleden, sınırda Türk subaylarını öldüren ‘Irak Şam İslam Devleti’ (IŞİD) adlı dinci terör örgütüne karşı, uluslararası toplumun da baskısıyla, operasyon yapmak zorunda kaldı.

Ancak sinsiliği, riyayı, ikiyüzlülüğü, yalan ve takiyye yapmayı bir mücadele, iktidara ulaşma ve yönetme yolu olarak kullanmayı meşru, dahası “kutsal” davaları için hak sayan bu zihniyet sahipleri, IŞİD’e yönelik operasyonu sola ve Kürt muhalefete karşı bir saldırıya çevirdi. Çünkü IŞİD ile AKP ve Erdoğan aynı zihniyet dünyasının unsurlarıydı.

Bu mezhepçi terör örgütünü destekleyen, silah ve para veren, sınırlarımızı açan Erdoğan ve AKP iktidarıydı. 
Bu nedenle AKP Hükümeti ve Erdoğan Suruç katliamı sırasında adeta suçüstü yakalandı. Para, silah ve üs verdiği bu terör örgütü gelip yurttaşlarımızı vurmuştu.

Yeniden ‘fetret’ dönemi

Erdoğan-AKP iktidarı, Cumhuriyeti yıktı ama yerine kendi rejimini, düşük yoğunluklu da olsa bir şeriat düzenini kuramadı. Bugün yaşanan siyasal gerilim ve krizin temel nedeni budur. Ülke yeniden bir fetret dönemine giriyor demektir.

Erdoğan, iktidarı kaybetmekten ölümcül bir korku duyuyor.

Gezi/Haziran direnişinden sonra, 7 Haziran seçimlerinde de ağır bir yenilgi alan Erdoğan-AKP iktidarı, gerici karşı devrim sürecini tamamlamak ve geri dönüş eşiğini geride bırakmak için, yeniden tek başına iktidarı almak için elinden geleni yapıyor.

Bu nedenle Erdoğan-AKP kliği, bir süredir Yurt’ta duyurduğumuz kanlı bir kaos planını devreye soktu. Türkiye’yi bir iç savaş felaketine götürebilecek bu tehlikeli hamle ile toplumsal muhalefet odaklarını sindirmek istiyorlar. HDP’yi seçim barajının altına iterek, MHP’ye kaptırdığı milliyetçi oyları geri alarak yeniden tek başına iktidar olabileceklerini sanıyorlar.

Tablo çok açık; %90’ı serbest bırakılan 150 IŞİD şüphelisine karşılık tam 1300 solcu son operasyonda gözaltına alındı.

IŞİD yerine PKK kampları vuruldu ve hemen ardından şehit cenazeleri gelmeye, bölgede yeniden kanlı bir boğazlaşma yaşanmaya başladı.

Yalnızca bu olay bile, Erdoğan-AKP kliğinin kendi dinci/mezhepçi hedeflerine ulaşmak için, gerekirse ülkeyi ateşe atabileceklerini göstermesi bakımından
ibret vericidir.

Karşımızda kötülüğü siyasallaştıran ve toplumsallaştıran çok tehlikeli mezhepçi/dinci faşizan bir klik var.
Bu unutulmamalı.

Laik Cumhuriyetin tek davası din olabilir mi?

Durum bu kadar açık olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Erdoğan, Endonezya ziyareti sırasında, “Bizim tek davamız var” diyor;

“İslam, İslam, İslam”!

Burası dini kurallara göre (şeriatla) yönetilen bir devlet midir? Bir Hilafet rejimi
var da bizim mi haberimiz yok?

Laik bir ülkenin cumhurbaşkanının nasıl tek davası oluyor ve davanın adı da mensup olduğu din oluyor?
İnsanların doğuştan edindikleri, yani çok büyük bir çoğunlukla sonradan edinmedikleri bir özelliğinin üzerinden siyaset yapmak ne anlama geliyor?
Türkiye Ortaçağ dünyasına ait bir ülke mi ki, tek davası din olsun?

İnsanlar istedikleri gibi inanır ve ibadet ederler, devlet ve hukuk düzeni de
bu özgürlüğü garanti eder. Ama devletler, toplumlar akıl ve bilimle yönetilir.
Tek davası din olan ülkeler, tarihsel ilerleme yatağının dışına düşen,
kendi ortaçağlarını aşamamış, aklı ve bilimi dışlamış bir zavallılık içindeki
ilkel toplumlardır.

Toplum bu tutumu ve yönelimi reddettiğinde, ülke direndiğinde ise söz konusu zihniyet dünyasının ürünü olan düzeni yaşama geçirmenin tek yolu kalıyor;
ele geçirdikleri devlet eliyle baskı ve terör uygulamak. Bu nedenle, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehdidi mezhepçi faşizan bir rejim/dikta diye tanımlamakta
ısrar ediyorum.

Burjuvazinin yeni ihaneti

AKP izlediği sinsi iktidar çizgisi sırasında geleneksel egemen sınıf ve güçlere sürekli güven vermeye çalıştı. Bu süreci, sağ ve özellikle sol liberallerle ittifak yaparak,
bu çevreleri yedekleyerek götürdü. Entelektüel açığını, kültürel donanımsızlığını, modern hayata yabancılığını ve birçok yetersizliğini liberallerin katkısıyla kapattı. Ortaçağ artığı zihniyet dünyasını ve gerici/mezhepçi programını bu destekle
örtmeye çalıştı.

Kuşkusuz AKP iktidarında geçen son 13 yılda küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin talep ettiği bütün neo-liberal düzenlemeler yapıldı.

Küresel sermaye ve yerli ortakları AKP Hükümetine bütün kirli işlerini gördürdü.
Vahşi, insanlık dışı, hoyrat bir ekonomik ve toplumsal düzen kuruldu.

Bu nedenle başta İstanbul burjuvazisi olmak üzere, Cumhuriyet sermayesi
AKP iktidarını ilk iki dönem boyunca destekledi. Ancak devleti bütünüyle ele geçiren AKP, özellikle 2008’den sonra kendi dar dinci ideolojik-siyasal programını yaşama geçirmeye yöneldi. Dolayısıyla bir süre sonra bütün sermayenin değil, sadece sermaye içi bir fraksiyonun, muhafazakâr ve dinci bir kliğin partisi haline geldi.
AKP aslına rücu ederek özüne döndü.

Nasılsa İslam’ın kendine özgü bir ekonomi politikası yoktu. Yıkıcı kapitalist politikalarla siyasal İslam pekâlâ yan yana olabilir, vahşi bir piyasacılık İslamcıların ekonomik modelini oluşturabilirdi. Dolayısıyla izlenen bu politika, Batıcı sermaye çevreleri ile AKP arasında 2011’e kadar gelen bir uzlaşma zemini sağladı.

AKP Hükümeti, 2008 dünya ekonomik krizini de çok özel uluslararası koşulların sonucu olarak hafif atlattı. Sıcak para girişinin sağladığı geçici ve yanıltıcı rahatlamayı, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için bir fırsata çevirdi.
Ancak AKP’nin kurmayı hedeflediği yeni rejimin sınıfsal ve ekonomik temelini oluşturmaya yönelmesi, İstanbul sermayesinin alanının daraltılması demekti.

Bu durum başlangıçtaki uzlaşmayı bozdu. Rejim değişikliği köklü bir dönüşüm demekti ve eski dönem güçlerinin pozisyon kaybetmesi kaçınılmazdı.
(YURT, 2.8.15)

===================================

Dostlar,

Sayın Yanardağ’ın bu yazısını 5-6 gün beklettik…
Demlendi!
Ve iletisi daha da güncel duruma geldi..
Bu arada biz de hep benze yönde yorumlar koyduk size sunduğumuz yazıların altında..
Artık sorun ivedidir ve Türkiye sınırlarını aşmıştır.

Erdoğan ve güdümündeki AKP Ortadoğu için bir istikrarsızlık nedenidir ve
bölgesel – küresel jeo-politik, böylesi boyutta bir riski üstlenmez; gereğini yapar.

Bekleyip göreceğiz..
Daha şimdiden AKP – RTE’ye dün yaptıkları adeta yalatılmakta,
tam tersi politikalar gütmeye zorlanmaktadırlar..

Sevgi ve saygı ile.
7 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Doğu Perinçek’in Yurtdışına Çıkış İznini Kim – Neden Engelliyor??


Doğu Perinçek’in Yurtdışına Çıkış İznini Kim – Neden Engelliyor??

Dostlar,

Bu tarihsel eyleme gönülden başarı diliyoruz.
Özlenen sonuca ulaşması içten beklentimizdir.

Şu ana dek AKP hükümetinden tek bir yetkilinin ağzını açmaması çok düşündürücüdür.
İbret vericidir.

23 Nisan 2014 günü hiçbir tarihsel – bilimsel – hakçı gerekçesi yokken dönemin başbakanı Bay RTE‘nin sözde soykırımı adresleyerek özür bağlamında yersiz sözler kullanması
kabul edilemez” bir durumdu. Hem de bir 23 Nisan günü.. Aslında daha net ve ağır sıfatları
hak ediyor bu davranış ancak Bay RTE’nin onlarca avukatı, yüzlerce danışmanı,
binlerce gönüllü ihbarcısı.. akbaba gibi interneti, basını tarıyor..

Bilinçli ve kasıtlı olarak ha bire hakaret davaları açılarak maddi – manevi tazminat
hatta hapis cezaları ile insanlar yıldırılmak isteniyor.. Ağzımızı açmamamız isteniyor
12. CB – Yarıbaşkan Bay RTE‘nin eylemleri hakkında.. Ne denli yanlış, saçma da, akıl dışı ve ülkemize zarar verici de olsa.
Böyle demokrasi olur mu?
Bu tablo apaçık faşist baskı düzenidir, despotik ve totaliderdir; bunu reddediyoruz!

Örn. son olarak önceki 16 Türk Devleti‘ni temsilen birer askerin ilginç giysileri – donanımı içinde hazırlanan mizansen tam bir komedidir. Dahası trajik bir komedidir.
Bay RTE, gündem olmak için artık bu tür sansayonel yöntemlere başvurarak
Devletimizi gülünç duruma mı düşürecektir? Buna kimin hakkı olabilir??

Gerçekten Bay RTE, Anayasada Cumhurbaşkanı’na tanınan “sorumsuzluk” içinde midir?

Anayasa’nın ilgili 105. maddesinin yan başlığı “E. Sorumluluk ve sorumsuzluk hali”

biçimindedir. Dikkat buyurulsun, 2 kavram birliktedir.
Hukuk devleti kuralsızlık – boşluk ve sorumsuzluk kabul etmez..
Anayasada yazsa bile..

*****

Öte yandan, Sayın Doğu Perinçek‘in yaklaşık 4 ay önce, 28 Ocak 2015 günü
AİHM temyiz duruşmasını gerekçe göstererek yurt dışına çıkış yasağının
geçici olarak kaldırılması istemine bu güne dek yanıt verilmemesi dehşet vericidir.

Apaçık suçtur!
Kamuoyunu tahriktir

Anayasa madde 74 çok açıktır :

“… Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu,
gecikmeksizin dilekçe sahiplerine
 yazılı olarak bildirilir…”

Bu durumda 4 aydır hiçbir yanıt verilmemiş olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Üstelik hukuk kurumları – yüksek yargı orunları (makamları) böylesine pervasızca
anayasal haklarımızı çiğnerse; biz sıradan yurttaşlar kendimizi nasıl
demokratik hukuk devleti güvencesi altında duyumsayabiliriz ki?

Örn. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı makamında oturan Cumhuriyetin 1 numaralı savcısı yüksek yargıç zat, bu dilekçe ile ilgili ne işlem yapıldığını, eğer sonuç almak “zaman alacak – uzayacaksa” bir ara yanıt ile dilekçe sahibi Sn. Perinçek’e bildiremez mi?

Bildirmek zorundadır, Anayasa buyruğu bu yöndedir. Hiç kimse keyfi davranamaz..
Buyurucu hukuk kuralları bir yana, asgari nezaket gereği, yurttaşa saygı gereği değil midir?

Soruyoruz                      :

Bu dilekçe nerededir?
Şimdiye dek ne işlem görmüştür?
İlgili dosyanın bulunduğu Yargıtay 9. Dairesi’ne bir Başsavcılık Tebliğnamesi ile
görüş de belirterek gereği için yollanmış mıdır?

Yollanmadı ise neden ve bu dilekçe halen nerededir?
Niçin sonuca bağlan(a)mamaktadır?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da,
Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanı da,
Yargıtay 1. Başkanı da derhal kamuoyuna doyurucu açıklama yapmalıdır.
28 Ocak’a 12-13 gün kalmıştır.
Niçin zaman böylesine telafisi olanaksız biçimde hoyratça tüketilmektedir?

*****

Son olarak;

Sn. Doğu Perinçek, İVEDİLİKLE Anayasa Mahkemesi’ne BİREYSEL BAŞVURU yapmalı ve sorunun çözümünü istemelidir. Bu başvuru için koşullar oluşmuştur.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 3,5 aydır sorunu çözüme kavuşturmaması
iyi niyetle açıklanamaz ve iç hukuk yollarının, AYM öncesinde bittiği anlamındadır.

Evet, ivedilikle bu yola başvurulmalıdır..

Vee, Hükümet sözcüsü Başbakan yardımcısı hukukçu, avukat Bay Arınç,
yanı başına Adalet Bakanını da alıp kamuoyuna hemen açıklama yapmalıdır.

Türkiye, her şeye karşın bir hukuk devletidir; heniz guguk devletine tümüyle dönüştürülememiştir ve şu ya da bu hanedanın devleti ise asla olmayacaktır.

Davanın temyiz aşamasında yeterince savunulamaması nedeniyle yitirilmesinin
bağışlanmaz sorumlusu doğrudan AKP iktidarı olacaktır. Üstelik lehte bir karar eldeyken!
Üstelik Ermeni diyasporası vargücüyle çabalar, neyi var neyi yoksa sergilerken.
Karşımızda İsviçre hükümeti tüm olanaklarıyla saf tutmuşken..
Türkiye’nin de Devlet olarak müdahil bulunması dengeleme içi yeterli değildir.

Bu savunmayı en ustaca yapacak kişi de, davaları İsviçre’de açan, AİHM’ne dek taşıyan,
bu uluslararası Mahkemede ilk bölümünü kazanan, hem dava sahibi / davacı hem de
usta bir hukukçu ve alanın (sözde Ermeni soykırımının) uzmanı
Sn. Hukuk Doktoru Doğu Perinçek’tir.

Unutulmasın; son söz savunmanındır..
Bu savunma alınmadan AİHM karar da veremeyebilir..
Doğu beyi avukatları ile temsil ettirmek yeterli değildir.
Duruşmada replik – duplik süreci yaşanacaktır.
Temyiz eden taraf önce tezlerini sunacaktır.
Buna Perinçek tarafı yanıt verecektir.
Sonra yine İsviçre hükümeti söz alacaktır ve son olarak söz yine bu aşamada davalı sıfatıyla Sn. Perinçek’e geçecektir. En kritik ve belirleyici aşama bu aşamadır.
Bu sırada en etkili son savunmayı kuşkusuz ve tartışmasız Perinçek’in kendisi yapabilecektir.
Duruşma akışı içinde mola almak ve Sn. Perinçek’in yanıtlarını mahkemeye sunmak olanağı olamayabilecektir, olmayacaktır.

Önceki bir yazımızda değinmiştik; AKP hükümetinin hukuku bunca katleden kasıtlı tutumu karşısında AİHM,

“hukukun çaresiz bırakılamayacağı” evrensel gerekçesi ile, 

çok özel bir içtihat yaratarak, 

AİHM Türk Hükümetinden davacı Perinçek’in duruşmada hazır bulundurulmasını isteyen bir ara kararla müzekkere yazmalıdır.

Daha olmadı,

TELEKONFERANS yöntemi ile Doğu Perinçek
AİHM’nde dinlenmelidir.

Duruşmayı tümüyle izlemesi sağlanmalı, günümüz teknolojisi ile mekandan bağımsız olarak ama çevrim içi (on line), eş zamanlı (real time) katılımı sağlanmalıdır.

UNUTULMASIN; Perinçek kendisini değil, ülkemizi savunmakta, iğrenç bir emperyalist yalan – iftira çamuru karşısında tüm masum Türkiye’nin meşru haklarını korumaktadır.

AKP hükümetinin tutumu; ülkemize dönük sözde Ermeni soykırımı suçlamalarında
nerede durduğunun turnusol kağıdı olacaktır.. Bir kez daha, çok net olarak..

Tarihin nefesi ensenizdedir ve en azından bu izzetinefis sorumluluğundan kaçamayacaksınız..

Hukuk tanımaz fanatik AKP kadrolarına ve
yargıdaki yüksek sorumlu – yetkililere bir kez daha, geç olmadan anımsatmak isteriz.

Sevgi ve saygı ile.
15.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

TTB, TMMOB’un yanında..

 

TTB, TMMOB’un yanında..

Aralarında TMMOB Yasası’nın da bulunduğu 12 yasada değişiklik yapan 3194 Sayılı İmar Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı üzerine TMMOB görüşlerinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iletileceği 18 Aralık 2014 Perşembe günü Türkiye’nin dört bir yanından gelen TMMOB üyeleri Ankara Güvenpark’ta biraraya geldi.

TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Bayazıt İlhan ve TTB Genel Sekreteri
Prof. Dr. Özden Şener
, destek ve dayanışma amacıyla Güvenpark’taydı.

Saat 12.30’dan başlayarak Güvenpark’ta toplanmaya başlayan TMMOB yönetici ve üyelerinin basın açıklaması yapmasına izin vermek istemeyen polis,
kitleye gaz sıkarak ve coplarla saldırdı.

Saldırının ardından TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı yaptığı açıklamada, TMMOB’nin üyelerinden, halkından ve bilimsel çalışmalarından aldığı güçle, ülkenin sömürülmesine, derelerin, ormanların, parkların yağmalanmasına ve AKP diktatörlüğüne karşı, kamusal alanları korumaya, halkın çıkarlarını savunmaya ve bu doğrultuda mücadele etmeye, direnmeye devam edeceğini söyledi.

===========================================

Dostlar,

AKP yaşamın tüm alanlarını ve kurumlarını ele geçirmeye çabalıyor.
Oylarını çok büyük ölçüde az eğitilmiş insanlarımızdan alıyor.
Eğitim düzeyi yükseldikçe ALP oyları ter orantılı olarak düşüyor.

Bu kuruluşlar arasında meslek kurumları başta geliyor.
Bilindiği gibi Anayasanın 135. maddesi “KAMU KURUMU NİTELİĞİNDE MESLEK KURULUŞLARI” hakkındadır.  Anayasa koyucu, Dünya genelinde iyi bilinen kimi “profesyoneller” ya da “profesyonel meslekler” için ayrı ayrı yasal düzenlemelerle örgütlenmeler öngörmektedir. Bu madde oldukça fazla değişiklik görmüştür ve
son olarak 1982 Anayasası’nda aşağıdaki gibidir :

  • Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları
  • MADDE 135.– Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, meslekî faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzel kişilikleridir. Kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadî teşebbüslerinde aslî ve sürekli görevlerde çalışanların meslek kuruluşlarına girme mecburiyeti aranmaz.(Değişik: 23.7.1995-4121/13 md.) Bu meslek kuruluşları, kuruluş amaçları dışında faaliyette bulunamazlar.(Değişik: 23.7.1995-4121/13 md.) Bu meslek kuruluşları ve üst kuruluşları organlarının seçimlerinde siyasî partiler aday gösteremezler.

    (Değişik: 23.7.1995-4121/13 md.) Bu meslek kuruluşları üzerinde Devletin
    idarî ve malî denetimine ilişkin kurallar kanunla düzenlenir.

    (Değişik: 23.7.1995-4121/13 md.) Amaçları dışında faaliyet gösteren meslek kuruluşlarının sorumlu organlarının görevine, kanunun belirlediği merciin veya Cumhuriyet savcısının istemi üzerine mahkeme kararıyla son verilir ve yerlerine yenileri seçtirilir.

    (Değişik: 23.7.1995-4121/13 md.) Ancak, millî güvenliğin, kamu düzeninin, suç işlenmesini veya suçun devamını önlemenin yahut yakalamanın gerektirdiği hallerde gecikmede sakınca varsa, kanunla bir merci, meslek kuruluşlarını veya üst kuruluşlarını faaliyetten men ile yetkilendirilebilir. Bu merciin kararı, yirmi dört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırk sekiz saat içinde açıklar; aksi halde, bu idarî karar kendiliğinden yürürlükten kalkar.

1995 Anayasa değişikliği ile zaten bu Kurumlar deyim yerinde ise felç edilmişlerdir.
Üzerlerinde koyu bir yönetsel (idari) ve akçal (mali) vesayet rejimi kurulmuş,
tutsak edilmişlerdir. Devlet dairesine indirgenmiş, Anayasanın muradı olan demokratik özerklikten yoksun bırakılmışlardır. 12 Eylül askeri darbesi sırasında kapatılmış, bir bölümünün mal varlığına el konmuştu. Siyasal partiler ve sendikalar dahil… Devleti kuran CHP de! Hatta DİSK genel merkezi binayı (Simon Bolivar Cd.) Devlet gasp ederek Anayasa Mahkemesine  vermiştir (halen SGK kullanıyor
bu binayı..)

Şimdilerde AKP hükümeti, 400 bini aşkın üyesi olan ülkemizin en büyük yasal DKÖ’nü bölerek etkisizleştirmeye yönelmiştir. Öngörülen yasal değişiklikte, TMMOB, TTB (100 bine yakın üyesi var!) başta olmak üzere kuruluş yasalarından kaynaklanan yetkilerini kullanmak üzere Yönetmelik düzenlemesine başvurduklarında bu metinleri önce hükümet görecek; iktidarın hede ve politikalarına uygunluk varsa Resmi Gazete’ye yollayarak yayımlanmasına
izin verecektir!

Tam bir traji-komik durum ve AKP’nin “ileri demokrasi” (!) klasiğidir.

AKP her geçen gün, ülke sorunlarını çözmede zorlandıkça otoriterleşmekte
hatta despotlaşmaktadır. Tarih bize böyle örnekleri ve sonlarını gösteren çok sayıda örnek sunuyor..

Gelinen yer, AKP’nin sona yaklaştığını çağrıştırmaktadır.

AKP hızla meşruiyet dışına savrulmaktadır.

663 sayılı Yasa Gücünde Kararname (KHK) ile 2 Kasım 2011’de Sağlık Bakanlığı’nın örgütlenmesi, görev ve yetkileri yeniden düzenlenirken araya gizlenen bir madde ile Türk Tabipleri Birliği‘nin felç edilmesi planlanmıştı.

TBMM açık olduğu halde, hiçbir ivediliği olmadığı halde söz konusu 663 sayılı KHK, aynı gece yürürlüğe sokulan 35 kararnameden biridir. Yapılan eylem düpedüz Yasama yetkisinin Yürütme tarafından gasbıdır. Anayasanın KHK’ler hakkındaki maddesi apaçık çiğnenmiştir (md. 91 vd.). Önceki Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, kendi meslek örgütüne kin ve nefret kusarak, 6023 sayılı TTB kuruluş yasasının (1953 tarihli) 1. maddesinde söz konusu KHK’nin 58. maddesiyle aşağıdaki çarpıcı değişikliği getirmiştir :

“tabipliğin kamu ve kişi yararına uygulanıp geliştirilmesini sağlamak”

ibaresi 1. maddeden çıkarılmıştır! Bu içerik hekim Sağlık Bakanını ve AKP’yi neden rahatsız etmektedir??

Geriye ne kalmıştır ki? Bir meslek örgütü bu işlevi üstlenmeyecek de ne yapacaktır? Kırda balon mu uçuracaktır üyeleriyle? Zaten niyetin TTB’yi göstermelik bir örgüte indirgeme olduğu, yukarıda aktarılan koyu renkli ibarenin cımbızlanarak kaldırılmasıyla anlaşılmaktadır. TTB bu değişikliğin, Anamuhalefet CHP’yi
ikna ederek Anayasa Mahkemesi’ne taşınmasını sağlamış ve soyut norm denetimi üzerinden Yüksek Mahkeme 14.2.2013’te iptal istemini olumlu karşılamıştır. O gün TTB üyeleri AYM önünde akşam saatlerinde eylem yapmışlar, lazer kalemlerle bina yüzeylerine “SAĞLIK HAKTIR – SATILAMAZ!” yazmışlar, otomobillerinin ışıklarını ve kornalarını kullanarak AYM’nin iptal kararı vermesini istemişlerdir.

Şimdilerde getirilmek istenen değişiklik salt TTB için değil, tüm Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşları içindir ve normal koşullarda bir hukuk devletinde Anayasa Mahkemesince iptal edileceği muhakkaktır.

Yol yakınken AKP iktidarı akla ve hukuka uygun davranarak bu öfke ve tepki dolu düzenlemeden vazgeçmelidir. TBMM, Yürütme’nin noteri olmaktan çıkmalıdır.
AKP, ülkemizin rejimini demokratik olmaktan çıkartarak yozlaştırmış ve tek adam RTE yönetiminde totaliter bir rejime dönüştürmüştür. Bu gidiş, ülkemiz için ve AKP için tehlikeli boyutları çoktan aşmıştır. İktidarda 13. yılını sürüdüren AKP, örneğin hemşirelerin “Birlik” olarak örgütlenme yasasını çıkarmamakta 135 bini aşkın hemşire salt dernekle yetinmeye zorlamaktadır. Bu durum apaçık anti-demokratik bir tutumu yansıtmaktadır ve AİHS, İHEB ve AB hukukunda tanımlanan örgütlenme hakkını çiğnemedir. İşçilerin sendikal örgütlenmesi özelleştirmelerle avuç içinde kar gibi eritilmektedir ve son verilerle %9’lar düeyinde çok düşündürücüdür!

Ayrıca, TBMM’yi aletleştirerek her istediğini yasa – KHK olarak çıkartmakla hukuk içinde kalınmış olmamaktadır. Bu metinler biçim olarak yasa – KHK olabilir ve bir yere dek bağlayıcı olabilirler. Ancak asıl olan öz olarak da hukuka uygunluk, dolayısıyla adil ve meşru olmaktır.

İktidar bu zorlamalarını sürdürürse, halkın da demokratik direnme hakkı doğacaktır. Çünkü iktidarın demokrasiyi yıkma hakkı yoktur.

Tam da burada TMMOB meşru direnme hakkını kullanmaktadır. TTB de onun yanındadır. Ancak iktidar en masum eylemlerde bile maksimum polis şiddetini orantısız olarak bilerek ve isteyerek kullanarak caydırıcı – korkutucu – ürkütücü olmak istemektedir. Sokak eylemlerini kırma amacı saklıdır bu saldırganlıkta.
Yasal gösteri hakkı AİHS md. 11 ve Anayasa md. 34’te tanınmıştır. Ülkenin mühendis – mimarlarının, hekimlerinin …. üzerine basınçlı su ve gaz bombaları ile saldırmanın akla uygun bir yanını hangi AKP’li gösterebilir?

AKP – RTE, “3 Y” ile savaşacağını (Yoksulluk – Yasaklar – Yolsuzluk) vaadederek
3 Kasım 2002 seçimleri ile bir proje parti olarak Batı tarafından iktidara taşınmıştır ve 13. yılında salt Türkiye için değil, Dünya için de bir “problem fenomen” olmuştur. 3 Y batağında boğulmak üzere debelenmektedir, kısır döngüye sürüklenmiştir.
AİHM kararları hile-i şeriye ile uygulanmamakta, zorunlu din dersleri sürdürülmekte ve AKP hükümeti AİHM kararını temyize gitmekte, AB’ye meydan okumaktadır!

Bu Parti içinde hiç “akil” adam – kadın kalmamış mıdır bahtı karanın maderini kurtaracak??

Sevgi ve saygıyla.
20.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

AKP’nin Sağlık Bilimleri Üniversitesi Girişimi Anayasaya Aykırı

AKP’nin Sağlık Bilimleri Üniversitesi Girişimi Anayasaya Aykırı

Dostlar,

AKP hükümeti yaşamın her alanını, her hücresini, her santimetrekaresini egemenliği altına almak üzere sitemli, planlı, kararlı, inatçı hatta yapışkan ve saldırgan eylemlerini sürdürüyor..

Ehh, epey yabancı danışman da vargüçleriyle AKP’yi yönlendirmekte..

Türkiye’nin “gürültülü kılınan” ve acımasızca oynanan gündeminde
istenen kimi girişimler de pek ala halkın dikkatinden kaçırılabiliyor.

3 Kasım 2002 seçimini “kazanıp” (“Kazandırılıp” !?) 14 Kasım 2002’de güvenoyu aldıktan bu yana, kabul edelim “çok iyi” hazırlanmış bir strateji bağlamında Türkiye, “2023 Hedefi” ne sürüklenerek taşınmakta. 11,5 yılda ne çok yol alındığı ortada.
9 kritik yıl kaldı “2023” ün tümüyle dönüştürülerek başkalaştırılmış Türkiyesi için.

“Hedef 2023”. kodlu bir slogan olarak bu parti yöneticilerince, özellikle de Başbakan R.T. Erdoğan‘ca ustalıkla, özel mimik – jestler ve tonlama eşliğinde kullanılarak tabana ileti verilmekte..Örtük söylemle açık “kutsal ittifak” pekiştirilmekte..

Bu bağlamda oldukça önemli bir dönüştürücü olarak AKP hükümetince hazırlanan bir Yasa (Kanun) Gücünde (Hükmünde) Kararname (TGK, KHK) hazırlığı sürdürülüyor.

Kurulması planlanan “Sağlık Bilimleri Üniversitesi“.. sorunu..

Konuya ilişkin olarak Tıp Fakülteleri Dekanları Konseyi’nin görüşünü paylaşmak istiyoruz.  Hemen belirtelim ki, Anayasa’nın 130. maddesi şöyle başlıyor :

  • “Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan
    kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler
    Devlet tarafından kanunla kurulur..”

Buna göre, AKP hükümetince kurulması planlanan “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” nin İLK özellliği “BİLİMSEL ÖZERKLİĞE SAHİP” olmaktır.

İkincisi, kurucu işlemin hukuksal yöntemi – biçimi ile ilgili olup, Anayasa koyucu bu özneyi “Kanunla kurulur” diyerek TBMM olarak tanımlamıştır. Daha açık söylemek gerekirse,

Yasa Gücünde Kararname ile üniversite kurulması söz konusu değildir“.

Böylesi davranış “erk” gaspı olup, apaçık anayasaya aykırıdır.

Esas olarak TBMM, ancak yürütülmesinde ivedilik olan olağan devlet işlerinde,
TBMM tatilde ya da kapalı iken kullanılmak üzere Hükümete (3 ana erkten biri olan Yürütme organına) kapsamı ve süresi sınırlı olmak üzere YGK çıkarma yetkisi tanımaktadır.

Bu yetkinin zorlanarak genişletilmesi Anayasanın güçler ayrılığı ilkesini çiğnemektir.

Anayasa’nın 6. maddesi şöyledir :

Madde 6 – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

  • “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

İzleyen 7, 8 ve 9. maddelerde ise teker teker 3 ana erki (Yasama, Yürütme ve Yargı) ve egemenlik alanını tanımlamaktadır.

Bu bağlamda, düzenleyici bir işlemle (YGK – KHK) yapılacak bu idari işlem, apaçık Anayasaya aykırı düşmektedir. Hükümet, “yalnızca” (münhasıran, exclusively) TBMM’nin yasa çıkararak kullanacağı yasama erkini, üniversite kurma hak ve yetkisini gaspederek onun yerine geçmekte ve aşkın bir zorlama ile YGK eliyle bu münhasır yetkiyi ele geçirmektedir.

Türkiye Tıp Dekanları Konseyi‘nin 9 sayfalık kapsamlı raporunda da bu noktaya vurgu yapılmaktadır. Bu raporu okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

Turkiye_Saglik_Enstitüleri_Baskanligi_icin_YGK_Hk._Tip_Dekanlari_Konseyi_Gorusu

Sıradan bir hukuk devletinde bile böylesi bir girişim kimsenin aklından geçmez.

Dolayısıyla ilk iş olarak AKP Hükümetinin bu girişimini geri çekerek Anayasa
md. 88 uyarınca TBMM önüne bir yasa önerisi ile gitmesi anayasal zorunluktur
(AY md. 88: Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri yetkilidir.)

İşin özünü derinden etkilemekle birlikte bu yöntem (usul) hatası giderilse bile sorun çözülmüş olmuyor..

İkinci sorun ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİDİR.. Üniversiteyi evrensel bağlamda üniversite kılan onun BİLİMSEL ÖZGÜRLÜĞÜDÜR. Bunun da 2 ön koşulu yönetsel (idari) ve akçal (finansal, mali) özerkliktir.

Sağlık Bakanlığı, söz konusu SAĞLIK BİLİMLERİ ÜNİVERSİTESİ’nin apaçık patronu olmayı öngörmektedir.

“Benim olsun, ben yöneteyim, ben karar vereyim, istediğime ünvan vereyim,
istediğimi atayım, istediğim konularda güdümlü tezler yaptırayım……….”

Bu güç hastalığı neyin nesidir??

Siz hiç “demokrasi” terbiyesi almadınız mı?

Hak ve yetkileri demokratik hukuk kurallarına uygun olarak paylaşmak ve toplumu birlikte, katılımcı olarak yönetmek….. gibi kavramlar sizin kültürünüzde, dağarcığınızda
yok mudur?

3. olarak YGK’nin içeriği                          :

Türk Yükseköğretim yaşamını, sağlık bilimleri alanında uzun yıllarda oluşturulan geleneklerini, kurumlarını akılcı hiçbir gerekçesi olmadan darmadağın etmektedir. Batı’ya da da dünyanın gelişmiş üniversiter sistemlerine referans vermemektedir.
Kerameti kendinden menkuldür!

“12 Eylül ürünü” diye hep eleştirilen YÖK düzeni bu hükümetçe 11,5 yılda değiştirilmemiş, tersine sağladığı yetkiler katı biçimde kullanılagelmiş,

– çok yoğun biçimde kadrolaşılmış,
– Anadolu’ya bu üniversiteler üzerinden AKP ideolojisi dayatılmış,
– Yandaşlara parasal ve türlü olanaklar ve sürekli rant aktarımı sağlanmıştır.

“Her ilde 1 Üniversite” sloganının hazin ve korkutucu ardalanı (background) böyledir.

Sonuç                       :

Söz konusu YGK derhal geri çekilmelidir.
YÖK düzeni, gelişmiş ülkeler bağlamında demokratikleştirilmeli,
kesin olarak LAİK ve seküler olarak düzenlenmelidir.

Hedef, Üniversitelerin 21. yy’ın ağır yarışmacı koşullarında Türkiye’yi küresel dünyada ileri taşıyacak kadroları yetiştirmektir..

Hedef, Üniversitelerin 21. yy’ın ağır yarışmacı koşullarında Türkiye’yi ileri taşıyacak bilim ve teknolojiyi üretmektir..

Kurulması tasarlanan “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” de bu 2 temel işlevi özellikle
sağlık sektöründe üstlenecektir.

Hedef; “badem”ler – “mollalar” – “rabia” lar yetiştirmek, arka bahçeler oluşturmak ve üniversiteleri daha da gericileştirererek medreseleştirmek asla ol-MA-malıdır.

Elbette bunları AKP iktidarından beklemek gerçekçi değildir

Sorun; Türkiye’de çağdaş – demokratik – Cumhuriyetçi kadroların iktidar sorunudur!

 

AKP Yasal Kürtaj Hakkını da Gaspetti!


AKP Yasal Kürtaj Hakkını da Gaspetti!

Dostlar,

AKP hükümeti, kör kör parmağım gözüne politikası gütmekten vazgeçmiyor.
Bir türlü hukuka uygun bir yönetim sergilemiyor.
Bu davranışın faturası salt politik değildir: hukuksal faturası da vardır.

Yalnızca 2827 sayılı (1983 tarihli) Nüfus Planlaması Yasası değil,
Anayasa da hükümete açık görev vermektedir.

Yalnızca 2827 sayılı yasa değil, doğrudan ANAYASA md. 41 çiğneniyor!

Hükümet doğrudan Anayasa suçu işliyor.. 41. maddeyi çiğniyor.

Bu madde şöyle :

“Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.
Devlet, ailenin erinç (huzur) ve gönenci (refahı) ile özellikle ananın
ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli önlemleri alır, örgütü kurar.”

1983 tarihli 2827 sayılı yasada önceki yıl kimi değişiklikler yapılarak isteğe bağlı kürtaj sınırlandırılmıştı. Örn. sertifikalı pratisyen hekimin de MR yöntemiyle yapabileceği
10 haftayı aşmayan gebeliklerin sonlandırlması, ancak Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı hekimlerce ve yalnızca yataklı sağlık kurumlarında yapılabilir duruma getirildi.
Endikasyonları daraltıldı.. (5. ve 6. madde değişiklikleri ile ve ilgili Tüzükte)

Anlaşılan bu da yetmedi AKP’ye ve şimdi de SGK bilgisayar sisteminde bu hizmeti vermek isteyen hekimlere “provizyon verilmeyerek” hizmet açıkça engellenmekte.

Gene hekim ve halk karşı karşıya getirilmekte.

  • Uyaralım; sağlık çalışanlarına yöneltilecek şiddetin sorumlusu
    doğrudan Hükümet ve Sağlık Bakanı olacaktır.

Çıkıp apaçık halka açıklayabilir misiniz bu yasa dışı politikanızı?

Uygulamanızı sahiplenir ve savunur musunuz?
Halk, uygulamanın / engellemenin gerçek nedenini anlasın..

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Başkanı Prof. Dr. Cansun Demir,
kürtaj uygulamasının sessiz sedasız kaldırıldığını öne sürdü.

Dün bir yazılı açıklama yapan Prof. Dr. Demir, “Kamu hastanelerinde
sosyal güvence kapsamında 10 haftaya kadar ücretsiz uygulanması gereken “ kürtaj”, hiç yasal dayanak olmaksızın sona erdirildi. On line kayıt sisteminde kürtaj işlemi için kullanılan “tıbbi tahliye kodu”  kaldırılınca bu konuda yapılan tüm tetkik ve hizmetler
otomatik olarak durdurulmuş oldu.” dedi.

DOKTORUN ELİ KOLU BAĞLANDI

Prof. Dr. Demir, Medulla Hastane sistemi olarak bilinen GSS (Genel Sağlık Sigortası) ile sağlık kuruluşları arasında, hizmetlerin ödemesini gerçekleştirmek için oluşturulmuş sistemde kadın-doğum doktorlarının kürtaj yapamadığını belirtti. Medula sisteminden kürtaj için gerekli “tıbbi tahliye” bölümünün silinmesiyle yasal olarak belirlenmiş
10 haftalık sürede kürtaj isteyenlere hizmet verilemediğini vurgulayan Prof. Dr. Demir,

  • “Bu durum kişi hak ve özgürlüklerini ihlal ettiği gibi;
    hekimin hasta sağlığı ile ilgili çok önemli bir konuda elini kolunu bağlamakta ve mesleksel sorumluluğunu yerine getirmesini engelliyor.”
    dedi.

DOĞUM KONTROL YÖNTEMİ DE PARALI OLDU

Prof. Dr. Demir, “Spiral” olarak da adlandırılan ve kamu hastanelerinde kadınlara
ücretsiz olarak uygulanması gereken “Rahim İçi Araçların” (RİA) da doktorlar tarafından yazıldığı halde, hastaneler SGK’ya fatura edemediği için ancak ücret karşılığı takılabildiğini söyledi.

Prof. Dr. Demir, “Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği olarak,
hiçbir yasal dayanağı olmaksızın hastayı ve hekimi zor durumda ve karşı karşıya bırakan bu keyfi uygulamaların bir an önce düzeltilmesini ve konuyla ilgili olarak kamuoyuna bir açıklama yapılmasını Sağlık Bakanlığı’ndan talep etmekteyiz.” dedi.

İSTENMEYEN BEBEKLER SAĞLIKSIZ BİREYLER OLUR
Türkiye’de uzun yıllar aile planlamasını çok temel bir politika olarak sürdürdü. Bu hem çok çocuk doğurulmaması yönündeydi hem de varolan gebeliklerin sağlıklı sürdürülmesi için yapıldı. Ama şimdiki iktidar yapısı bu kavramlara karşı. Çok çocuk doğurmak,
çok fazla ucuz insan gücü üretmek mantığına da uygun. Böylece ucuz iş gücü de ortaya çıkmış oluyor.

Kürtaj kadının çok temel bir hakkıdır, üstelik de
yasal düzenleme olmadan yapılması hiç etik değil.
Bilim insanları da bu kararın dışına atılmış oluyor. Burada hem cinsel ilişkide korunmayı öğretmeme durumu var, hem de istenmeyen gebeliklerin de tamamlanmasını istiyorlar. Kürtaj konusu özellikle tecavüz bebekleri için ciddi bir sorun. Doğduğu zaman yeni bir yaşam sunabilecek bir Devlet olduğuna ilişkin verilerimiz de yok. Ne düzgün sosyal politikalar var,
ne de koruyucu ailelere yönelik bir gelişme var.
İşsizlik yüksek, ayrımcılık var, şiddet var,
kadın cinayetleri var ve bu sürece yeni bir insan göndermiş oluyorsunuz.
BEBEĞİN PSİKOLOJİSİ DE BOZULUR
Bebeğin psikolojisi de ayrıca önemli bir nokta.
Annesi tarafından istenmeyen bir bebek ciddi sorunlar yaşar, kişilik bozuklukları yaşar, örselenme (travma) yaşar, hatta erişkinlikte psikopati dahi oluşabilir.
Ruh sağlığı iyi olmaz.
(http://www.hurriyet.com.tr/saglik-yasam/25000000989956.asp)

 

*****

 

AKP’ye anımsatalım     :

Bu kısıtlamanın bedelini özellikle alt katmanlar öder…
Yani size oy veren garibanlar..
Üst katmanlar nasılsa sorunlarını çözer..
Hani sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik en başarılı olduğunuz alandı??
Hani sağlık hizmetleri çağ atlamıştı??
Balayı dönemi bitti değil mi?
Dev yerli – yabancı sağlık şirketlerinin doymaz iştahlarını artık SGK ve bütçeden devasa aktarımlar da karşılayamııyor değil mi? Serbest piyasa böyle insanın kanını canını emer..
Ve an gelir, onlara gücünüz yetmez, kendi halkınızı soyarsınız.. Geldiğiniz yer utanç verici ve vahimdir.
Her bakımdan Sürdürülebilir (
sustainable) değildir.

Bir an önce aklınızı başınıza alın ve

 

  • HER-KE-SE ETKİN-YAYGIN KORUYUCU
    SAĞLIK HİZMETLERİNİ öne alın!
    Başka hiç-bir çıkış yok!

Ayrıntıları izlemek için lütfen tıklayınız..

http://www.youtube.com/watch?v=8C7Q0iwt20g,
(07.06.2012, Kürtajın yasaklanması üzerine; 
Ulusal Kanal)

 

KÜRTAJ, SEZARYEN SORUNU ve BAŞBAKANIN TEHLİKELİ HEZEYANLARI.. (http://ahmetsaltik.net/2012/05/29/kurtaj-sezaryen-sorunu-ve-basbakanin-tehlikeli-hezeyanlari/, 29.5.2012)


Sevgi ve saygı ile.
13 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

Engin Alan’dan iletiler : ADALETİ BATASICALAR !


Dostlar,

Cezaevinde kalan tek Milletvekili E. Korg. Engin Alan Paşa’nın
yerden göğe haklı sitemlerini Yeniçağ‘da Yavuz Selim Demirağ yazdı..

Okuyalım..

Gündem ise iğrenç oyunlarla işgal altında..

  • Türkiye AKP ile öyle zarar gördü ki; ne haddi var ne de hududu..

Sevgi ve saygı ile.
Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

ADALETİ BATASICALAR ! 

PORTRESI_bayrakli_bordo_bereli

 

 

 

 

 

Engin Alan’dan iletiler..

Yavuz Selim DEMİRAĞ
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/engin-alandan-mesajlar-29396yy.htm
11.01.2014, ysd592@gmail.com

Yavuz_Selim_Demirag_portresi

 

 

 

 

AKP hükümeti köşeye sıkışınca yeni ittifakların peşine düştü.

Kimilerine göre yeni ortakları arasında BDP var.
KCK davasından tutuklu 5 milletvekilinin gece yarısı tahliyesi ve
ardından Meclis’te yemin edişi, söz konusu arayışın göstergelerinden.

İçeride bir tek MHP’li Engin Alan var.

Hükümet Alan’ın tahliyesi için pazarlığa girmeye gayret ederken,
Alan “Ömrümün sonuna kadar yatmayı tercih ederim! diyerek tepkisini
dile getirdi. Sincan Cezaevi’ndeki Alan’ı daha önce ziyaret etmiştim. Bu kez
Müyesser Yıldız geçtiğimiz gün gitti. İletileri son derece düşündürücü.
Engin Paşa’nın Müyesser’e anlattıklarını özetlemeye gayret ettim.

“Türk Milleti bu 5 vekilin ettiği yeminin bir kelimesine inandığını
düşünüyor mu? Hafta sonu Şırnak ve Cizre’de söylediklerine baksın milletimiz. Bunları söyleyen insanların iki gün sonra “Büyük Türk Milleti” demesinin ciddiyeti olabilir mi? Milletin özünden kaçırmasınlar,
bu 2. Habur Vakasıdır, hatta ondan ağırdır.
Özellikle vurgulamak istediğim şu:

  • Eğer Türk Milleti bu 5 kişinin Meclis’te, Alan’ın hapiste olmasını
    içine sindiriyorsa, ömrümün sonuna dek burada kalmaya razıyım.”

Son tahliye olan BDP milletvekillerinin Meclis’te yeminden önce Şırnak ve Cizre’de
nasıl karşılandığını ve yaptığı konuşmaları millete duyurmasını istedi Alan Paşa.

Müyesser devam ediyor :

TBMM’de tutuklu milletvekilleri sorununu çözmek için bir komisyon kuruldu.
MHP bu komisyona üye vermese de AKP, CHP ve BDP Anayasa’nın 83’üncü maddesinin değiştirilmesi konusunda ilke kararı aldı. Bu gelişme kamuoyuna, “Engin Alan’a
tahliye umudu” olarak yansıdı. Peki kendisinin umudu var mı? Şunları söyledi:

“Bu filmin, bu tiyatronun böyle oynanacağını bildiğim için sürpriz olmadı. Anayasa değişikliğinin çıkıp çıkmayacağını bilmiyorum, merak da etmiyorum. Komisyona havale edecekler, zamana bırakacaklardır.
Nasılsa Sebahat Tuncel dışarıda, ben içerdeyim…”

Gazetelerde Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin, Leyla Zana hakkında “terör örgütü üyeliğinden” verilen mahkûmiyet kararını bozduğu haberleri vardı. Bu konuda
devam edip, kendileriyle ilgili mahkûmiyet kararını onayan yerin de aynı daire olduğunu hatırlatan Engin Alan,

Görevle ilgili yaptığımız bir konuşma, 2 dijital veriyle biz darbeci oluyoruz. Ancak Leyla Zana’nın yıllardır yaptıkları terör örgütü üyesi olmaya yetmiyor. Aysel Tuğluk’un silinen 14 yıl 7 ayına da şapkamı çıkarıyorum.” dedi.

Cumhurbaşkanı Gül, CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’a “Devlet krizi yok” dediği için Engin Alan yaşananların adını koymasını meselesinde. şu fotoğrafı çekti:

“Cevabı çok net; AKP, ’devleti ben yöneteceğim’ diyor.
Cemaat, ’Olmaz beraber yöneteceğiz’ diyor.
Ben bu ülkenin normal bir ülke olması gerektiğini çok önce söyledim.
Bu da onun sonucu. Yönetimi, yapısı, kurumları hepsi ayrı sorunlu.
Yargının, yasamanın, yürütmenin hali ortada. Güçler ayrılığı dediğimiz norm yerle bir olmuş. Böyle bir ülke normal olabilir mi?

  • Bu bir devlet krizdir.

Bu krizden akılla, sağduyuyla, doğru bir devlet yapılanmasıyla, gerçek bir demokrasiye dönüşle, insan haklarına saygıyla, gerçekten bağımsız ve yansız yargıyla çıkılabilir. Özellikle şu anda yargıya olan güven sıfıra yaklaşmıştır.

Bu, devletin çöküşünün en ciddi belirtisidir.”

Bir başka sıcak gündem maddesi; Ergenekon – Balyoz davalarında yeniden yargılama yolunun açılması ve “kumpas”  iddiaları… Alan’ın bunlara ilişkin yanıtları da sert oldu. İşte o sözleri:

“Mahkeme Başkanı Ömer Diken’in son açıklamalarını herkes okusun..
Bu kafadan sonuç çıkar mı? Artı; yandaş, yalaka takımı yeni bir konsept oluşturuyor. Şöyle: ‘Efendim haksızlık yapılmış olabilir… Ceza takdirinde yanlışlık olmuş olabilir’… En önemlisi de ‘kurunun yanında yaş da yanmış olabilir’ diyorlar. Bu büyük bir tuzak ve kamuoyuna yönelik bir
algı yönetimidir.”

Ve Genelkurmay’ın “kumpas” la ilgili suç duyurusu…
Çok sitemliydi Engin Alan, şunu söylemekle yetindi:

  • “Genelkurmay Başkanlığı veya TSK, Başdanışman Yalçın Akdoğan’ın sözüyle bu işin kumpas olduğunu anladıysa, çok geç… Kara Kuvvetleri Komutanlığı bilirkişi raporları, üniversitelerin, yabancı bilişim uzmanlarının raporları var. Hepsi de Genelkurmay’ın elinde.
    Bu söz mü bu davaların sorunlu olduğunu gösterdi?” 

Erdoğan sultan ben valisi miyim?

Dostlar,

YURT Gazetesi ve HALK TeVe‘nin Şam’da
Suriye’nin seçilmiş Devlet Başkanı Sayın Beşar Esat ile kapsamlı bir söyleşi yapmasını bir sorumlu gazetecilik başarısı olarak görmek gerekir. Bu kurumları ve görevlilerini kutluyoruz. Sayın Esat ile söyleşi çok kapsamlı, doyurucu ve öğretici..

Sevgi ve saygı ile.
04.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Erdoğan sultan ben valisi miyim?

YURT Gazetesi,04 Ekim 2013

Başbakan Erdoğan’ın bir dönem ‘Kardeşim, dostum’ diye hitap ettiği
Beşar Esad, YURT Gazetesi’ne çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Erdoğan sultan ben valisi miyim?

Ömer Ödemiş – Suriye de yaşanan çatışmaların bir boyutu da medya üzerinden yürütülüyor. Egemen güçlerin denetimindeki medya, Suriye’ye ilişkin pek çok yalanı dünya kamuoyuna sunarak, halkın bakışını kendi yalanları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor. Son kimyasal saldırı yalanı da büyük bir kampanyayla sunuldu.
Yan yana dizilmiş ölü çocuk bedenlerinin vahşet görüntüsü Suriye devletinin katliamı olarak, savaş çığlıkları eşliğinde yayınlandı. Suriye’de çatışmaların başladığı günden bu yana benzer pek çok yalanın ortaya çıkması ve yaşanılan gerçeklerin
kamuoyu tarafından bilinmesi için her türlü çabayı gösterdik. Onlarca haber yaparak Suriye gerçekliğinin olanca çıplaklığıyla bilinmesi için özen gösterdik.

Suriye Devlet Başkanı Esad ile röportaja, Suriye’de yaşananların gerçek yüzünü
ilk ağızdan, sorunun asli muhatabından öğrenmek için gittik. Kafamızdaki tüm soruları saygı çerçevesinde sorduk. Beşar Esad tüm sorularımıza zaman sınırlaması getirmeden içtenlikle yanıt verdi. Kamuoyunun merak ettiğini düşündüğümüz
tüm konularda sorularımızı Beşar Esad’a yönelttik. Türkiye hükümetine ve Başbakan Tayyip Erdoğan‘a bakışını, yaşadıkları süreci ve Türkiye hükümetinin Suriye politikası üzerine düşündüklerini, kimyasal silah kullanıp kullanmadıklarını, Kürtlerin durumunu, kardeşi Mahir Esad’ın öldürüldüğü söylentilerini açıkça sorduk. El Kaide gibi radikal İslamcı terör gruplarını nasıl temizlemeyi düşündüğünü, gelecekte nasıl bir Suriye göreceğimizi, geçmişten ders çıkarıp çıkarmadığını, BAAS partisinin süreçte hatasının olup olmadığını, hatta diktatör olup olmadığını sorduk.

Suriye’de cezaevinde gazeteci, akademisyen, siyasetçi olmadığını, hiçbir idam cezasını onaylamadığını, Müslüman Kardeşler‘e bile idam cezası uygulamadıklarını ayrıntılı anlattı. Benim önemsediğim bir soru ise, Devlet Başkanı Beşar Esad kimliğinden sıyrılarak kendisini tanımlamasını istediğim soru oldu. Net yanıt almak istediğim bu soruya beklediğim netlikte olmasa da, genel çerçevede beklediğim bir yanıt geldi. Röportaj öncesi çay sohbetinde Türkiye’deki son durumları ve Türkiye halkının Suriye konusundaki duyarlığı üzerine konuştuk. Özellikle güneyde yaşayan halkın Suriye’nin sorunlarından çok fazla etkilendiğini, kaygılandığını ifade ettik.

Türkiye halkı ile Türkiye hükümetini her fırsatta özenle ayrı tuttuğunu ifade etti.
AKP hükümetinin yaptıklarından Türk halkını sorumlu tutmuyordu. Tam tersine
Türkiye halkının Suriye de savaşa karşı çıktığını bildiği çok açıkça kezlerce belirtti.

Başkanlık Sarayının stüdyo olarak hazırlanmış bir bölümünde gerçekleştirdiğimiz röportaja çok kalabalık gelmediğini gözlemledim. Birkaç kişi vardı yalnızca yanında
ve dev bir koruma ordusu görmedim.

Hakkında her gün vurulduğu iddiaları yayılan Esad’ın Şam’da bu kadar rahat olması, gerçekte yaşananların abartıldığı boyutta olmadığını gösteriyordu. Sakin olduğu gözlenen sarayın girişinde de, tanklar, zırhlı araçlar hiç abartılı güvenlik önlemine rastlamadım. Herkesin kullandığı bir ana caddenin hemen yanından giriş yaptığımız sarayın içinde de çok az sayıda güvenlik görevlisi dikkatimi çekti.  Halk TV ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ve bir saat 20 dakika kadar süren görüşmemizin “Suriye’de
neler oluyor?” sorusuna  yanıt oluşturacağını düşünüyorum.

Soru : Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin tutumunu nasıl değerlendirebiliriz?
Suriye’ye ilişkin duruşları, davranışları ve politikalarını
nasıl değerlendirebilirsiniz?

Beşar Esad            :

Bu süreç içinde iki Türkiye’den söz edebiliriz. İlki ve daha önemli olanı, Türk halkıdır. Öyle ki bu halk; Erdoğan ve hükümetinin tüm yalanlarının üstesinden gelerek, Suriye’de olup biten gerçekliği anlamayı başardı. Batılı ve Türk medyasının Erdoğan’ın yalanlarını pazarlama ve yutturma çabalarına karşın gerçekleri öğrenmeyi başaran Türk halkının tutum ve davranışı tümüyle açıktır. Bu halkın; Suriye’ye yönelik savaşa ve Erdoğan hükümetinin Suriyelilerin kanına bulaşmasına karşı tutumu da hep onurlu olmuştur. Türkiye’nin bir yanı budur. İkinci ve daha az önem taşıyan yanı ise;

  • Erdoğan ve Suriyelilerin kanlarına gırtlaklarına kadar bulaşan hükümet üyelerinden ibarettir.
  • Erdoğan’ın temsil ettiği bu hükümet;
    on binlerce Suriyelinin kanından sorumludur.
  • Suriye’de altyapının yıkılmasından sorumludur.
  • Yalnızca Suriye’de değil, tüm bölgede istikrarın baltalanmasından sorumludur.
  • Erdoğan ve arkadaşları Mısır, Libya, Tunus ve bölgenin birçok ülkesine müdahale ettiler. Aynı zamanda devlet ve halk olarak Türkiye’yi halkın çıkarlarına karşı bir çok başlıkta politikalara ve savaşlara bulaştırdılar. Dolayısıyla bizler günümüzde Türkiye’yi tamamen birbirleriyle çelişen iki şekilde görmekteyiz.
  • Halk bir yönde, Erdoğan ve hükümeti de başka bir yöndedir.
    Bunun bir başka kanıtı ise Erdoğan’ın Suriye’deki teröristlere destek vermesi değil ayni zamanda
    Mısır ve öncesinde Irak’ın iç işlerine çok tehlikeli bir şekilde müdahale etmesidir.

Soru    : Sayın Cumhurbaşkanı; El Kaide ve Nusra Cephesi gibi terör grupları Türkiye sınırına yayıldı. Sayıları binleri bulan çok sayıdaki çeteler önümüzdeki süreç içinde Suriye’ye olduğu kadar Türkiye sınırlarına da bir tehlike oluşturacak mıdır sizce?

Beşar Esad      :
Bu radikal ideolojiler temelde ülkeleri ya da sınırları tanımazlar. Halkları da kabullenmezler. Yalnızca bu ideolojiye sahip olanları kabul ederler. Eğer bu ideolojiye sahip olan Asya’nın en doğusunda olsa bile onlara göre ‘kardeş’ sayılır. Ama bu bölgede bu ideolojiye sahip olmayan herhangi biri onlara göre öldürülmelidir.
Onlar açısından Suriye ile Türkiye arasında fark yoktur. Bu ideolojiye sahip olanlara göre onlar bu bölgede yayılmalı ve radikal İslami devletlerini kurmak için bulundukları bölgeyi genişletmelidirler. Onlar ancak bu biçimde Allah’ın rızasını alacaklarını düşünürler. Ancak bir rastlantı olarak iki gün önce uluslararası medya ; Suriye’nin kuzeyinde bulunan kimi radikal terör gruplarının, kendi deyimleriyle
Türkiye’yi ‘kafirlerden’ kurtarmak için cihat başlattıklarına ilişkin haberler çıkmaya başladı. Dolayısıyla bu ideolojiye toplumu yakan bir alev olarak bakarsak
bu alevin genişleyerek ateşe dönüşeceği kesindir.

Yani Suriye’nin alevler içinde olduğu bir zamanda Türkiye’nin esenlik içinde ve rahat olarak kalması mümkün değildir. Bu imkansızdır. Nitekim sizler de Suriye’deki krizin yansımalarını hissetmeye başladınız. Benzer şey Irak, Lübnan, Ürdün ve tüm komşular için geçerlidir. Bu konuyu çok düşünmeye gerek yoktur.

Gerçek şu ki; bu teröristlerin bir bölümü Suriye toprakları, bir bölümü de Türkiye sınırlarında vardır. Suriye’nin kuzeyindeki çatışmalarında da onlara ateş desteği sağlanmaktadır. Türkiye sınırlarının farklı bölgelerinden girmek için manevralarda bulunup gerek ordu gerekse halka saldırıyorlar.

  • Yakın gelecekte bu teröristlerin Türkiye’ye etkileri olacak ve
    Türkiye bunun bedelini ağır ödeyecektir.
  • Terörü bir kart gibi cebinize koymanız mümkün değildir.
    Çünkü terör akrep gibidir, cebinize koyduğunda ilk fırsatta sizi ısıracaktır.

Soru     :
Bir zamanlar AKP ve çevresiyle oldukça iyi ilişkileriniz vardı. Hatta Erdoğan, size ‘kardeşim Esad’ olarak hitap ediyordu. Şu an ise gerek Erdoğan
gerek Davutoğlu sürekli olarak: ‘Her görüşmede ve her fırsatta Esad ile temaslarımızda; demokratik reformlar yapması gerektiğinden söz ediyorduk. Bir çok kez ona söyledik ama o yapmadı.’ diyorlar. Tam olarak sizden
neler istediler? Buluşmalarınızda neler oluyordu?

Beşar Esad          :

Krizden önce Erdoğan hiçbir zaman reform ya da demokrasi konularından söz etmedi. Hiçbir zaman da bu konularla ilgilenmedi. O’nun tek bir hedefi vardı. Bu hedef de O’na göre Suriye ve Türkiye halkları arasındaki ilişkilerden çok daha önemliydi.

  • Erdoğan’ın tek amacı Müslüman Kardeşler’in Suriye’ye dönmelerini sağlamak idi.

Erdoğan’ın Suriye ile ilişkilerinde temel ve ana amacı tam olarak buydu, yani Suriye ile Müslüman Kardeşler’i barıştırmak, bazen de Müslüman Kardeşler’in bir bölümünü Suriye’ye geri getirmek. Bunun dışında hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Olaylar başladığında ise aynı konuyu kullanmaya çalıştı. Fakat bu kez gerekçe reformlar idi. Örnek olarak krizin başında cezaevlerinden serbest bırakılanlardan söz ettiğinde;
O’nun asıl ilgilendiği Müslüman Kardeşler‘den kaç kişinin serbest bırakıldığıydı. Öbürlerinin ise onun için hiçbir önem ve değeri yoktu.

  • Erdoğan’ın aklı budur işte. Kapalı, dar, bağnaz ve dürüstlüğü tanımayan bir mantık. Dolayısıyla kendisi ve Davutoğlu’nun tüm söyledikleri tümüyle yalandır.

Bu birincisi.

İkincisi ise; hep, Suriye’ye geldiklerini ve bizlerin reformlar konusunda kendilerine vaatlerde bulunduğumuzu söyleyip durdular. Hangi sıfatla bunlar yapıldı. Sanki Erdoğan sultan, ben de O’nun valisi miyim? Türkiye bağımsız bir devlettir, biz de bağımsız bir devletiz. Erdoğan, kriz başında bizlerin ne yapabileceğimizi sordu. Biz de vizyonumuzu ve geleceğe yönelik siyasal planlarımızı anlattık. Fakat hiçbir zaman demokrasiden
söz etmedi ve bizler de hiçbir vaatte bulunmadık.

  • Suriye’de yaşananlarla ilgili söyledikleri her şey yalan. 

Gerçeği budur işte. Aramızda olup biten her şey bundan ibaret.

**************

ÖMER ÖDEMİŞ’İN SURİYE İZLENİMLERİ

Savaşla Barışan Halk

Suriye Devlet Başkanı Esad ile söyleşi (röportaj) için yola çıktığımda,
Şam’ı son görüşümden bu yana nelerin değiştiğini merak etmeye başlamıştım.
Hiç susmayan silah sesleri, patlamalar ve top atışları kalmıştı belleğimde…

Gece başlayan ve sabahın ilk ışıklarına dek süren top ve bomba seslerinin tedirginliği ile uyanmıştım hep. Şam’a genel bir saldırı başlatan radikal İslamcı gruplar,
şehir merkezine sızmak için sıkı yüklenmişlerdi. Ancak kent merkezine
birkaç intihar saldırısı dışında sızamamışlardı.

Şam’a ilk indiğim gün hemen hiç patlama ve silah sesi duymadım. Şaşırdım.
Hemen her yandasıkı askeri denetimler olduğunu ve askerlerin işlerini gerçek anlamda ciddiye aldıklarına tanık olduk. Daha önceki kayıtsız tutumlarından iz yoktu.
Yaşananlar herkesi eğitmiş gibiydi. Bize ayrılan devlet araçları bile arama noktalarında durdurulup ayrıntılı aranıyordu.

Savaş kanıksanmıştı sanki, sokaklarda insanlar günlük yaşamlarını olanca doğallığıyla sürdürüyorlar. Alış veriş yapıp otellerin yüzme havuzlarına giriyorlar. Okullar açılmış öğrenciler nereden geleceği belli olmayan bombalı saldırı olasılığına aldırış etmeden okullarına gidip geliyorlar. Bir ara yaşanan benzin sıkıntısı da tümüyle çözülmüş gibi. Suriye halkı savaş ortamında bir yaşam biçimi geliştirmiş gibi görünüyor.

Emevi camisini, Hamidiye çarşısını ve Merci meydanı gibi önemli merkezleri dolaştım. Hamidiye çarşısı on binlerce insanın insanın omuz omuza zor adım atabildiği bir yerdi. Artık kalabalık değil. Ancak yine de Şam’ın en hareketli ve en yoğun bölgelerinden biri olmayı sürdürüyor. İpek yolunun son durağındaki en eski tarihsel çarşının geçmiş günlerini özlemle aradığını hissediyor insan. Bir kırılık var gibi, bir gönül koyma…
Ya da belirsizlik, kaygı. Konuştuğum birkaç esnaf ticaretin bittiğini söylüyor.
Eski işlerinin binde birini bile yapamadıklarını, çarşıya gelenlerinde ciddi şeyler almadan yalnızca dolaştıklarını söylüyorlar. Tarihi dondurmacı dışında hemen
her dükkan boş gibiydi.

Yaşam ciddi oranda pahalanmış Şam’da. Temel ihtiyaç maddeleri dışında her şeyin fiyatı % 400-500 artmış görünüyor. Ekmek, şeker, un, benzin gibi devletin denetim altında tuttuğu temel gıdaların fiyatlarında ise hiçbir artış yok ve bol miktarda bulunuyor. Suriye ciddi bir kıtlık yaşamıyor gibi.

İlk gün saraya gidip, basın bürosu ile görüştük. Beşar Esad ile yapacağımız söyleşide istediğimiz her soruyu rahatlıkla sorabileceğimiz birkaç kez belirtildi. Biz Türkiye halkının merak ettiği pek çok konuda soracağımız sorular olduğunu ve bu konuda kendimizi sınırlandırmayacağımızı belirttik. Sevindiler. Saygı çerçevesinde, sorduğumuz
her sorunun yanıtlanacak olması da bizi sevindirdi.

Gördes Karayağcı köyünde sularda yüksek arsenik!


Dostlar
,

Çok sevimsiz bir çevre sorunu daha.. Manisa / Gördes Karayağcı köyünde

Anayasa md. 56 çok net :

  • “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
    Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek
    Devletin ve vatandaşların (ortak) ödevidir…”

AKP hükümetini bir an önce, Halkın sağlığına gereken hürmeti göstermeye çağırıyoruz..

Söz konusu suyu içmemek yetmez..
Arsenik sıcakla da bozulmadığından çay ve yemekte de kullanılmamalıdır.

Dahası; deri yoluyla değinim (temas) durumunda da deri kanseri riski vardır.
Bu bakımndan el yıkama ve banyoda da kullanılamaz..

Sorunun çözümü İVEDİdir..

Haydi bakalım, “KİRLETEN ÖDER” retoriğinin (sözel tuzak) gereğini yapın..

Kirleten neyi ödeyecek?
Oluşan zararın telafi olanağı yok ki??

Artık “sürdürülebilir kalkınma” aşaması / anlayışı geride kalmıştır.

Zorunlu ilke, “Kirletmemek asıldır hatta zorunludur!” olmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
20.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Zehir içiriyorlar!

  • Madencilerin gözdesi haline gelen Gördes’in içme sularında arsenik çıktı

Dünya Sağlık Örgütü’nce (WHO) kabul edilen arsenik değerinin litrede 10 mikrogram olduğu belirtilmesine karşın Gördes Karayağcı köyündeki suların litresinde
274 mikrogram arsenik çıktı. Köyün bağlı olduğu Kayacık Belde Belediye Başkanı Ramazan Koyunlu, yaklaşık 2 yıl çabalamasının ardından arsenik değerlerine ulaştıklarını söyledi.

Nikel madeni tehdidi altındaki Gördes’te, içme suyu kuyularında yapılan analizlerde yüksek oranda arseniğe rastlandı. Kayacık Belediyesi’nin kurmak istediği arıtma tesisine ise İçişleri Bakanlığı izin vermedi.

  • AKP hükümetinin arıtma tesisi yapmak yerine, bölgede içme suyunu
    tehdit edecek maden faaliyetlerini onaylaması ise yurttaşları isyan ettirdi.

Gördes Çevre Derneği’yle Kayacık Belediyesi’nin, Manisa İl Halk Sağlığı Müdürlüğü’nden talep ettiği arsenik oranları yurttaşların “zehirli su” içtiğini ortaya koydu.

Manisa Valiliği’nin, yurttaşları bu sulardan içmemeleri ve yemeklerde kullanmaları konusunda uyarmasına karşın İçişleri Bakanlığı, arıtma tesisi yapılması için borçlanmak isteyen Kayacık Belediyesi’ne, “bütçesini aşacağını” gerekçe göstererek onay vermedi.

‘Yemeğe koymayın’

Kayacık Belde Belediye Başkanı Ramazan Koyunlu, Manisa Vali Yardımcısı
Salih Gürhan 
imzasıyla kendilerine gelen yazıda, bu suyu içmemeleri ve yemeklerine koymamaları konusunda uyarıldıklarını bildirdi. Koyunlu,

“Beldemizde 1100 kişi yaşıyor. Bunların yaşam hakları tehlikeye atılıyor.
Bakanlığı mahkemeye vermekten başka çıkar yolumuz kalmadı” 
dedi.

Ege Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Fethi Doğan da,
bir litre suda 50 mikrogram arsenik çıkması durumunda bile
bu suyun kullanılamayacağını vurguladı. (Cumhuriyet, 19.9.13)