Etiket arşivi: 28 Şubat.. 1997

15 Temmuz : Açık dosya

authorZAFER ARAPKİRLİ

SİYASET15.07.2022, BİRGÜN

Bugün ülkenin dört bir yanında (muhtemelen, aralarında darbenin baş faillerinden birinin kardeşinin de bulunduğu büyükelçiliğimiz de dahil yurtdışı temsilciliklerimizde) anma etkinlikleri yapılacak. Ülkenin tüm cami minarelerinden, “2016’nın o meş’um günlerinde tüyleri diken diken eden” o ünlü salâlar yankılanacak.

Kısacası 15 Temmuz Fetullahçı Darbe Girişimi’ni, millet ve devlet olarak yine “anacak ve kınayacağız”

Ama, bir ülkenin tarihinde böylesine önemli bir dönemeci simgeleyen bir askeri darbe girişiminin, mağdurları tarafından “Allah’ın lûtfu” diye nitelendirilmiş olması nedeniyle, bu tarih o “lûtfa” mazhar olanlar tarafından belki de “anılmaktan” ziyade, “kutlansa” daha uygun kaçmaz mı?

15 Temmuz’u gerçekleştiren ve arkasında ABD ile başka güçlerin de bulunduğundan kuşku duymadığımız “demokrasi ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanı FETÖ’cü yapının”, böyle bir harekete kalkışmasına giden yolda kimlerle kol kola yürüdüğünü bilenler için bu önerme hiç de abartılı sayılmamalı.

Arkasında henüz yanıtlanmamış ve demokrasi düşmanı bugünkü rejimden kurtulmadığımız müddetçe yanıtsız kalacağı anlaşılan pek çok soru dururken, bu yıldönümünü “açık ve net değerlendirmelerle” anmak mümkün değildir.

1997 senesinin 28 Şubat’ında FETÖ ve onun temsil ettiği Cumhuriyet ve demokrasi düşmanı dinci – gerici zihniyete karşı uyarıları yapan güçleri “Darbeci” diye niteleyip, o tarihten başlayarak sistematik bir mücadele ile 2002’de iktidara gelip o kesimi tasfiye edenlerin, bizatihi FETÖ-AKP koalisyonu olduğunu unutarak ve unutturarak da bu süreci izah etmek gerçekleri tahrif etmek olur.

Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. kumpas davalarını açan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkımı projesinin başlıca aygıtı “FETÖ-AKP Yargısını” dabu oluşuma destek veren her türlü gerici, liberal, liboş, yetmez ama evetçi gücü unutarak da bu meseleyi analiz etmek, aklımızla alay etmek anlamına gelmez mi?

Biz bunları konuşurken, ABD’nin 1999 yılından beri “himayesi altında” tuttuğu Fetullah Gülen isimli demokrasi ve Cumhuriyet düşmanı gerici vaizin, hayatının son günlerini yaşadığı haberleri geliyor. Aynı ABD’nin Donald Trump dönemindeki Ulusal Güvenlik Danışmanlarından (2018-2019) John Bolton’ın, “Bazı yabancı ülkelerdeki darbe planlarına yardımcı olmuş biri olarak” şeklindeki sözleri de bu zamanlamaya tesadüfen de olsa “cuk” diye oturmuyor mu?

Bu tarihsel ve siyasi geri planda değerlendirilmesi gereken 15 Temmuz darbe girişiminin icra aşamasında, aralarında Genelkurmay Başkanı ve MİT Başkanı’nın da bulunduğu pek çok önemli figürün, o gün ve o gece yaptıkları ve yap(a)madıklarının, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı da dahil pek çok önemli siyasi figürün o günkü hareket ve açıklamalarının birbiri ile çelişen unsurlarının da bu “muamma manzarası”na katkıda bulunduğu inkar edilemez. Unutmayın ki, adı geçen şahıslar (demokratik herhangi bir ülkede olması gerektiği gibi) bağımsız üyelerden oluşan bir “milli irade komisyonu” önünde kamuya açık ifade vermemişlerdir.

Sonradan oluşturulan TBMM Soruşturma Komisyonu raporunun açıklanmayıp gizlenmesine karar verilmesi bile 15 Temmuz’un “Açık Dosya” olarak tanımlamasını gerektirecek önemli bir unsurdur.

Daha da ötesinde, bu darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen Olağanüstü Hal dönemine sıkışıtırılan 2 kritik genel seçim ve 1 referandumun sonuçları üzerine düşen gölge, bu baskıcı OHAL ortamı kullanılarak, özgürlüklerin askıya alınması, KHK rejimi ile (FETÖ’cülerle aynı torbalara doldurularak) akademi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerde acımasız bir demokrat, aydın, Cumhuriyetçi, solcu tasfiyesi yapılması da, bir darbe girişiminden daha ziyade “15 Temmuz lûtfu” olarak anılabilecek bir olayın, bal gibi “doya doya değerlendirildiğini” göstermiyor mu?

Ezcümle…

Bu “Açık Dosya”daki yüzlerce, belki de binlerce sorunun yanıtlarını almadan, 15 Temmuz 2016 Fetullahçı Darbe Girişimi ile ilgili bir hüküm vermek o kadar kolay değildir. Darbe müteşebbisleri ile ilgili olarak açılan tüm davalar sonuçlanmış, pek çoğu hak ettikleri ağır cezalara çarptırılmış olsa da “mesele”nin bunlarla sınırlı olmadığı gerçeği ortada durmaktadır.

Darbeye kalkışan tüm üst ve orta rütbede askeri personelin, (1997’de haksız olarak darbeci diye nitelenen) 28 Şubat temsilcisi zihniyet tarafından yapılan güçlü itirazlara rağmen “Zamanın FETÖ ortağı” 20 yıllık (bugünkü) siyasi otorite tarafından atanmış olması bile, bu dosyanın “açık kapağının” hâlâ ardına kadar açık olduğunun bir kanıtıdır.

Siz yine törenlerinizi yapın, nutuklarınızı atın, salâlarınızı okuyun, saçma sapan salak tiplere TV’lerde “F-16’lara kafa atma, tank egzosuna atlet tıkama öyküleri” anlattırın ama…

Bunları gizleyemezsiniz.

Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi “harika” bir huyu vardır.

Halkın iktidarında mutlaka ortaya çıkacaktır.

Kuşkunuz olmasın.

GERÇEKLER KONUŞULSUN ARTIK

GERÇEKLER KONUŞULSUN ARTIK

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Müslümanları ve Türk Devletini soyan Tarikatlar, Cemaatler, onların hamisi AKP, yani iki kelime ile söylemek gerekirse “İhvancı Bademler” algı operasyonu yapmakta çok ustadır.
28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararları, sonrası yaşanan olayları gerçeğinden saptırdılar ve Türk Milletine yalan söylediler.

Önce 28 Şubat 1997’de MGK’da alınan kararlarının en önemlilerini bir daha hatırlayalım ve Türk Milletine soralım; Sizler bu kararlara karşı mısınız?

-Anayasamızda Cumhuriyetin Temel Nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasanın 4’üncü maddesi ile teminat (AS: güvence) altına alınan “Laiklik İlkesi” büyük bir titizlik ve hassasiyetle (AS: duyarlıkla) korunmalıdır.
-Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği, Milli Eğitim Bakanlığına devri sağlanmalıdır. (Şimdi bu yurtlarda her türlü taciz, tecavüz yaşanıyor. Kimse müdahale edemiyor. Çocuklar, sağlıksız binalarda cayır-cayır yanıyor!)
-Genç kuşakların körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet sevgisi, Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından;
a) 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı.
b) Temel eğitimi almış çocukların ailelerinin isteğine bağlı olarak devam edebileceği Kur’an kurslarının, Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve denetiminde etkinlik göstermeleri.
-Varlıkları 677 sayılı yasa ile men edilmiş, Anayasanın 174’üncü maddesinde yazılı, tarikatların ve bu yasada belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli;
toplumun demokratik, siyasal ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
-Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
Büyük kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı yasanın istismarına fırsat verilmemelidir…

28 Şubat’a “Darbe” diyen Bademler ve konuyu derinliğine incelemeden aynı kanaatte olduklarını söyleyen aydınlara kimi şeyler anımsatmak gerek;

28 Şubat darbe midir?

Bu nasıl bir darbedir ki, Cumhurbaşkanı – Başbakan – Bakanlar yerlerinde, TBMM açık ve görevde – Anayasa ve yasalar yürürlükte – Partiler kapatılmamış – Sıkıyönetim ve Olağanüstü hal ilan edilmemiş, Sıkıyönetim Mahkemeleri kurulmamış – Askeri Konsey yok… yönetim seçilmiş sivillerin elinde.
Basın hür ve özgür. Hiçbir yayın organına baskı, tehdit yok.
28 Şubat’ta, hepsi Yargı Kararlarına bağlanarak yalnızca 3225 kişi işten çıkarılmıştır. Ordu’dan 243’ü FETÖ’cü olmak üzere toplam 753 kişi atılmıştır.
(Şimdi, haklarında mahkeme kararı olmadan, KHK ile 150 binden çok kişi işinden çıkarılmış, açlığa mahkum edilmiştir. Esas FETÖ’cüler ise AKP’dedir.)

  • 28 Şubat, Laik Cumhuriyetin-demokrasinin-hukuk devletinin korunmasını sağlamış, karşı devrimci yobazların tekerine çomak sokmuştur.

Dönemin Başbakanı Erbakan, 28 Şubat MGK toplantısından sonra aynen şunları söylemektedir:

  • “Duyduğum büyük sevinci ifade etmek istiyorum. MGK toplantısında saatlerce Türkiye’mizin her türlü meselesini baştan sona gözden geçirdik. Bütün konularda tam bir görüşbirliği içinde olduğumuzu gördük. Hükümetiyle, Askeriyle devletin zirvesi birlik ve beraberlik içindedir.”

Erbakan, 28 Şubat’tan sonra 14 yıl yaşadı. Aktif siyaset yaptı, Genel Başkan oldu. Bir tek gün, “Bana zorla imzalattılar, istifaya zorladılar” demedi!

Laiklik ilkesi bugün ayaklar altında!

  • Kaçak Kuran kursu açmak AKP tarafından suç olmaktan çıkarıldı.
  • Milyondan fazla bebe, 10 binden çok kaçak kursta, tarikat yurtlarında “Cumhuriyet Düşmanı” olarak yetiştiriliyor.
  • Büyükleri ise silahlanıyor! Geçen yıl 2 milyon pompalı tüfek satıldı.
  • Emniyet Genel Müdürlüğü zimmetinde olan 106 bin silah kayıp!

B u   s i l a h l a r   k i m e   k a r ş ı   k u l l a n ı l a c a k ?

“Refahyol hükümeti, Asker istediği için veya Milletvekilleri satın alındığı için yıkıldı” yalanını söyleyen, ailece yolsuzluğa ve rüşvete bulaşmış Çiller’e de sözümüz şudur :

Refahyol Hükümeti kurulmadan Çiller’i TBMM Grup toplantısında ve GİK toplantısında ikaz etmiş ve demiştik ki; “Türk Milleti size ‘Ben Atatürk’ün ürünüyüm’ dediğiniz için oy verdi. Siz, Erbakan’ı yani İhvan’ı Başbakan koltuğuna oturtamazsınız. Oturtursanız, bu partiyi başınıza yıkarız!”

Bir avuç Vatansever Atatürkçü Milletvekili bir araya geldik ve Refahyol’u yıktık. Tıpkı şimdi AKP’yi yıkacağımız gibi! (İhvan’ın ne olduğunu bilmeyen Çiller, bize “İlhan da kim? Ben onu tanımıyorum” dedi!)

8 yıllık kesintisiz eğitim Refahyol Hükümetinin programında vardı!

Erbakan bu programı TBMM’de okudu! Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam (DYP) daha sonra AKP’ye geçti ve 8 yıllık kesintisiz eğitime son veren ve tüm okullarımızı İmam Hatip’e çeviren yasaların hazırlığını yapmak üzere TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı yapıldı…

Bugün, 28 Şubat’a “Darbe” diyen, Çiller’in mallarını şehit analarına bağışlatacağına söz veren dönemin İçişleri Bakanı Akşener’e gelince;

MGK Toplantısında ağzını dahi açmamış, ertesi gün MGK kararlarını anında imzalamış ve (070674) sayılı Bakanlık Genelgesini tüm Vali ve Emniyet Müdürlerine göndererek, MGK kararlarının derhal uygulanması emrini vermişti.
***
Aziz Türk Milleti;

Siyasette hiçbir şey gizli kalmaz. Bugünün muktedirleri yarının mahkumları olabilir. Bugünün ezilenleri yarın iktidar olup “Devr-i Sabık” yaratabilir.
DOĞRU Partililer olarak, biz Cumhuriyetimizin ve Demokrasimizin gönüllü koruyucularıyız.
Fakat siz de lütfen kaderinize el koyun ve DOĞRU Partiyi, milyarlarca Dolar sahibi tarikat ve cemaat artıklarının şerrinden koruyun.

Her zaman sivil Kuvayı Milliye mücadelesi verecek DOĞRU Partilileri bulamayabilirsiniz…

  • Ne Mutlu Türküm Diyene ve Sözünden Dönmeyene…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 28 Şubat 2021

Hangi 28 Şubat?


Hangi 28 Şubat?

portresi_kucukNaci BEŞTEPE

“28 Şubat’lar 1000 Yıl Sürmez” programında ağladı RTE.
13 yıldır ülkeyi yöneten adam mağduru oynadı yine.
“Üç yavrum katsayı engeli nedeniyle ülkemde okuyamadı.” dedi.
Oysa kızlarının türban yüzünden ABD’de okuduğunu söylerdi.
Millet yutmadı. ÖSYM puanlarının yetersiz olduğu ortaya çıktı. Söylem değişti.

PARALEL
Sürmekte olan 28 Şubat Davası’nda paralel yapı yüzünden istenen sonucun alınmadığını söyledi.
Oysa davanın paralel savcıları istedikleri gibi dosya oluşturmuştu.
Gariban sivil memuru korkutup çoğunu tanımadığı 45 subayın Batı Çalışma Grubu’nda çalıştıklarını söyletmeyi kabul ettirmişti.
28 Şubat 1997 MGK kararlarını,
Erbakan’ın imzaladığı 13 Mart tarihli Başbakanlık direktifini,
İçişleri Bakanı Meral Akşenerin 28 Mart’ta valilik ve emniyet müdürlüklerine yazdığı uygulama emrini,
Adalet Bakanı Şevket Kazanın savcılıklara 11 Nisan talimatını,
MİT ve Emniyet’in irtica brifinglerini,
9. Cumhurbaşkanı Demirel TBMM Komisyonu’nunda konuşmasını görmemişti.
Sahte dijital verileri, yalancı tanıkları esas almıştı.

NE İSTEDİNİZ DE ALAMADINIZ?

Hadi paralelcileri beğenmedi RTE, kendi oluşturdukları mahkemede olanlardan da
haberi yok mu?
Albay Alican TÜRK sordu dönemin bakanları Şevket KAZAN ve Meral AKŞENER’e;

  • Aczmendiler ile Fatma ŞAHİN ve Ali KALKANCInın manüplasyon maksatlı olarak
    askerlerce yaratıldığı iddia edildi. Bu konuda bakanlığınıza bilgi geldi mi?

İkisi de “HAYIR” dediler. Davayı etkilemek için bu ne çabadır? Bu ne kindir?
Her yer türban, her yer dindar vatandaşları sömüren vakıf ve AKP’li dolu.
Vatandaşın nesini istediniz de alamadınız?

DOLMABEHÇE İHANETTİR

Vatan hainliği, ihanet gibi ifadelerin olur olmaz kullanılmasına karşıyım.
Ancak, 28 Şubat 2015’te, Atatürk’ün çalışma ve ölüm mekanında, O’nun portresi
ve Türk Bayrağı önünde yapılan açıklama Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanetin resmidir.

Devletimiz PKK’ya teslim edilmiştir!

TBMM, Türk halkı, ordusu yok sayılmıştır.

T.C. Devleti’nin yıkım sözleşmesi ilan edilmiştir.

Yağlanıp ballanarak, güzel sözcüklerin içine gizlenerek.

AKP üst akılın verdiği görevi yerine getirmektedir.

Ya bunların destekleyen CHP yönetimine ne demeli? CHP’li vatanseverler neredesiniz?

28 ŞUBAT 1997

28 Şubat’ın tenkit edilecek yanları vardır. Oluşumunu, ülkemiz üzerine oynayanlar etkilemiş bile olabilir. Ancak şurası açıktır ki, özünde irtica ve bölünmeye karşı önlem alınması istemi vardır.
28 Şubat 2015’teki manzaraya bakınca o günkü taleplerin ne kadar haklı olduğu
görülmüyor mu?

Bölücülük ve din sömürüsü zirve yapmış değil midir?
Demokrasiye müdahale, vesayet elbette yanlıştır. Ya bugün? Hangi 28 Şubat dersiniz?

NE OLUR?

PKK silah bırakmaz. Bu ihanet belgesi yürümez.
Bu iktidar sürmez.
VATAN, vatanseverlerle güçlenerek milletin güven verici sığınağı olacaktır.
Vatanseverlerin iktidarı milli çözümü gerçekleştirecektir.
Bölücülüğün de din sömürüsünün de sonu yakındır.
Cumhuriyetimiz binlerce asır sürecektir.
*****
PAZARTESİ İĞNELERİ

 ANKET
AKP oylarını %40’ın altında gösteren Gezici Araştırma Şirketi’ni ertesi gün maliyeciler bastı. Demokrasinin gözünü seveyim…

ŞEHİT
Suudi Kralı ölünce ulusal yas ilan edenler dört şehidimizin cenaze törenine gitmediler.
Avanta kapma peşindeydiler…

KAHPE
AKP’nin vekili Tülay Babuşçu, İnönü’ye “kahpe” diyen iletiyi paylaştı.

  1. Bu bayan aynaya her bakışında ne görür?
  2. Bu bayana hangi sıfat yakışır?
    ======================================

Dostlar,

Naci Paşa gene çoook yararlı – akıl – zeka – bilgi dolu bir yazı yazmış AYDINLIK‘ta..
(2  Mart 2015) Kalemine ve yüreğine sağlık diyor ve içerik olarak katılarak, sizlerle de paylaşmak istiyoruz.

Sevgi ve saygı ile, 04.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Polis Devleti Artık Bir Olgudur


Dostlar,

YURT Gazetesi‘nin kurucusu ve seçkin başyazarı Sayın Merdan Yanardağ,
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “özel yetki” ile 5 Ağustos 2103 günü sonlandırdığı Ergenekon davasında 10 yılı aşkın hapis cezasına çarptırıldı.
Suçu ise, varlığı bir türlü kanıtlanamayan “Ergenekon Terör Örgütü” üyeliği!

Kendisine de, ağır cezalara arptırılan öbür mağdur – kurban yurtseverler gibi (250’yi aşkın!) sabır ve dayanç diliyor, dayanışma duygularımızı içtenlikle belirtiyoruz.

“Diren Merdan; bu da geçecek!..” diyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Bozcaada, Çanakkale, 6.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Polis Devleti Artık Bir Olgudur

Merdan Yanardağ
http://www.yurtgazetesi.com.tr/polis-devleti-artik-bir-olgudur-makale,5343.html, 4.8.13

Ergenekon davasında sona gelinirken bu soruşturmanın başından itibaren yaşananların büyük bir hukuk skandalı olarak tarihe geçeceği kesindir.
Kararın açıklanmasına iki gün kala, İstanbul Valisi Avni Mutlu, Silivri’ye seyahat edilmesini, sanık yakınlarının ve yurttaşların duruşmayı izlemesinin yasaklandığını açıkladı. Vali Mutlu bu yasağın “mahkemenin talimatı” olduğunu da ileri sürdü.

Öncelikle belirtelim ki, “Türk milleti adına” yargılama yaptığı belirtilen mahkemeler, aleni yargılama yaparlar. Yasalarla belirlenmiş çok özel durumlarda gizlilik kararı verilebilir. Usul hukukuna göre, kararlar sanıkların ve sanık vekillerinin yüzüne karşı okunmak zorundadır.

Belli ki, önceden verilmiş bir karar var ve bu karar Vali Mutlu’ya iletilerek önlem alınması talimatı verilmiş. Yasağı koyan AKP Hükümeti’dir. Gezi Direnişi’nden sonra kimyası bozulan AKP Hükümeti, her türlü toplumsal eylemden korkuyor. Silivri’ye yarın yüzbinlerce yurttaşın gitme olasılığı karşısında yeni bir “Gezi sendromu” yaşamak istemiyor. İktidar bu nedenle her geçen baskı ve devlet terörünün dozunu arttırıyor.

Dün Aydınlık Gazetesi ile Ulusal Kanal çalışanları ve yöneticilerinin evlerine baskın düzenlendi. Çok sayıda gazeteci arkadaşımız gözaltına alındı.

“Yeter artık!” diyoruz.

İktidardan ve güç odaklarından bağımsız birkaç gazete ve televizyon var.
Onlar da polis zoru ile susturulmak isteniyor. Buradan bütün yurttaşlarımıza
bu kurumlara, gazete ve televizyonlara sahip çıkmaya çağırıyorum.

Son on yılda oluşturulan liberal efsane çöküyor.
Hani şu AKP iktidarının askeri vesayete son verdiği, hatta “muhafazakar bir devrimin” gerçekleşmekte olduğu (ne demekse) ve dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleştiği yolundaki yaygın efsane büyük bir yalana dönüşmüş durumda…

  • Türkiye’de rejim, hızla dinci-faşizan bir polis devletine dönüşüyor.

Öbür yandan, bugüne dek AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren liberal cephede son günlerde bir çözülme gözlemleniyor. Demokratikleşme yolunda hukukun bile gerektiğinde çiğnenebileceği görüşünü savunacak kadar şirretleşen bu liberal güruhun kimi mensupları, “acaba” diye soruyorlar; “askeri vesayetten kurtulalım derken
dinci bir tek parti diktatörlüğüne mi gidiyoruz?”

Galiba öyle!

Ama bu çevreler daha yakın zamana kadar Türkiye’nin “sivil faşizme” ya da
“İslamo-faşist” bir dikta rejimine doğru gittiği şeklindeki görüşleri,
en hafif deyimle abartılı buluyorlardı.

Onlar için önemli olan askeri vesayet rejiminin yıkılmasıydı. Gerisi teferruattı…

Gidişattan utangaç şekilde şüphe etmeye başlayan kimi liberal yazarlar -ki bunlar
AKP iktidarı için toplumsal rıza üretiminde önemli bir rol oynamıştı- olan bitene
itiraz etmeye başlayınca diğerleri tarafından hemen Ergenekoncu ilan edildiler.
Küçük bir farkla… Onlar “soft Ergenekoncu” idi.

Ne var ki, Türkiye solunda bile, daha dün birlikte oldukları arkadaşlarını, politik ve felsefi sicillerini çok iyi bildikleri grupları ya da partileri sırf olan biteni farklı değerlendiriyorlar diye darbeci, Ergenekoncu, Genelkurmay’ın adamı/partisi diye insafsızca ve utanmazca suçlayanların olduğu bir ortamda, liberal mahallede “soft Ergenekoncu” olmak, açık bir kayırma diye de yorumlanabilir.

* * *

Gelelim şu “vesayet” kavramına… Vesayet hukuki bir kavram, “koruma” ve “himaye” gibi anlamları var. Politikanın diline aktarılan “vesayet” kavramının “askeri” nitelemesiyle birlikte Türkiye’de bir karşılığının olduğu açık. TSK’nın Cumhuriyet’in kurucu kuvveti ve modernleşme projesinin öncüsü olmaktan gelen sistem içindeki ağırlığı nedeniyle, koruması ve himayesine aldığı, millet adına milli çıkarları ve tehditleri belirlediği,
toplum adına düşündüğü, doğruyu belirlediği vb. biliniyor.

TSK’nın bu gücü Soğuk Savaş boyunca daha da arttı. Kurucu ideolojinin taşıyıcısı olarak kendisini rejimin ve sistemin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak gören TSK’nın
bu konumuna pek itiraz eden yoktu. Çünkü, başlangıçta bu duruma (sermaye birikim sürecinde) sınıf mücadelesini ve toplumsal muhalefeti karşılama kapasitesi sınırlı bulunan burjuvazinin de esastan bir itirazı yoktu. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı mücadele için geliştirilen ve kapitalist ülkelerin kendi vatandaşlarının bir bölümünü “düşman” olarak görmesine yol açan “dolaylı saldırı doktrini” TSK’nın dokusunu yeniden oluşturan etkenler arasındaydı.

Evet bu anlamda Türkiye’de bir askeri vesayetten söz edilebilirdi. Ancak bu durum abartılmamalıydı Çünkü silahlı da olsa TSK nihayetinde bürokratik bir kast olmanın ötesine geçemezdi. Toplumsal sınıflar karşısında görece özerk bir yapıya ve konuma sahip olsa da askere bir sınıf rolü yüklemek, dahası onu bir sınıf gibi değerlendirmek tarihsel ve sosyolojik bakımdan doğru değildi. Ama öyle yapıldı.

Öbür yandan TSK, Soğuk Savaş döneminde kendi ülkesini işgal eden anti-komünist
bir iç savaş örgütüne dönüştü. Bu dönemde Cumhuriyet’in başlangıç ilkelerinden
önemli ölçüde koptu ve tutuculaştı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle kendi içindeki ilerici kanadı büyük ölçüde tasfiye ederek, kurumsal bakımdan milliyetçi-gerici bir karakter kazandı. 27 Mayıs 1960’ta son ilerici atılımını yapan TSK için bu, köklü bir dönüşümdü.

***

Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte TSK da misyonsuz kalmış, bu dönemde reaksiyoner bir karakter kazandığı için tehdit algısında boşluğa düşmüştür.
Yeni dönemde TSK’nın sistem içindeki eski dominant konumuna ihtiyaç kalmamıştır.

Bunun üzerine TSK, 28 Şubat 1997‘de rotasını yeniden belirlemeye çalışarak Cumhuriyet’in kuruluş varsayımlarına bir dönüş denemesine girmiştir. Bu kapsamda
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yeniden düzenlenerek komünizm baş tehdit olmaktan çıkartılmış ve irtica (ayrılıkçılıkla birlikte) birinci sırada ve öncelikli tehdit olarak değerlendirilmiştir. Ancak ulusal planda bir tür Soğuk Savaş’ı bitirmeye dönük
bu restorasyon girişimi kesintiye uğrayarak başarılı olmamıştır. Süreci kesintiye uğratan en önemli faktör AKP iktidarıdır.

NATO’nun ikinci büyük ordusu olan TSK‘ya eski gücü ve etkinliğiyle artık ihtiyaç duyulmaması, askerin bütün bir Soğuk Savaş boyunca arkasında olan ABD ve öbür Batılı emperyalist ülkelerin desteğini geri çekmesine yol açmış, bu durum Ordu’nun sistem içindeki konumunu temelinden sarsmıştır.

Türkiye’yi bir ılımlı İslam ülkesi olarak bölge için model haline getirmek isteyen
ABD ve Batı
ile AKP’nin hedefleri arasındaki örtüşme, TSK’nın gücünü kırma ve sermayenin ideolojik doksunu dönüştürme sürecini hızlandırmıştır.

Çatışmanın esasını bu durum oluşturmaktadır.

* * *

Geleneksel iktidar blokunun parçalanması, ülkenin yeni bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır. Fetret’e düşen ülkedeki yeni şehzadeler savaşında, “küffar”ın desteğini alan “devşirme ordusu”nun karargâhında AKP bulunmakta, bu ordunun vurucu gücünü de polis oluşturmaktadır.

Bugün TSK geriye çekilirken iktidar blokunun bileşenleri yeniden belirleniyor.
Servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen muhafazakâr ve İslamcı taşra sermayesi yükselirken -ki AKP’nin dayandığı iç dinamik esas olarak bu sınıflardır- laik sermaynin ya alanı daraltılıyor ya da dönüştürülüyor.

AKP- Cemaat (Fethullah Gülen Örgütü) bloku Türkiye’nin dönüştürülme sürecinde siyasal zor, baskı ve operasyon aygıtı olarak polisi ve neredeyse tümünün ele geçirdiği bürokrasiyi kullanıyor.

  • Polis giderek silahlı bir politik partiye dönüşüyor.

Dolaysıyla Türkiye, askeri vesayet rejminden kurtuluyor denilirken bir polis devletine doğru götürülüyor. İdeolojik olarak İslamcılaşan polis, TSK’yı dengeleyecek ve etkisizleştirecek başka bir “silahlı kuvvet” olarak sistem içinde güç kazanıyor.

  • Esas olarak polise dayalı bir İslamo-faşist rejim kuruluyor.

Bu rejimin kuruluşunun büyük ölçüde tamamlandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Çünkü artık bu tez, bir iddia ya da hipotez olmaktan çıkmış ve her gün sokakta hissettiğimiz somut bir olgu  haline gelmiştir.

AYDINLIK Gazetesi’nin 7 Mart 2013 günlü sayısının ön sayfası ve yorumlarımız

Dostlar,

AYDINLIK Gazetesi‘nin 7 Mart 2013 günlü sayısının ön sayfasını ve öne çıkarılan haberleri paylaşalım..

Günün bitmek üzere olduğu geç saatlerde bunu yapıyoruz ki; masamızda duran,
hemen her gün satın aldığımız AYDINLIK gazetesinin satışı olumsuz etkilenmesin..

Ne yazık ki, ülkemizin stratejik askeri sırları deşifre olmuş durumda..
Kimi planları değiştirmek ya da planların kimi bölümlerini güncellemek belki olanaklı ama oluşan hasarı tümüyle gidermenin, onarmanın, önceki duruma döndürmenin olanağı yok.

Örn. adları, adresleri ortaya dökülen binlerce ulusal direnişçi için ne yapılacaktır?
Bu insanların bu günden sonraki yaşamları ne ölçüde olumsuz etkilenecektir?

Bu ağır ve telafisi olanaksız fiysaskonun sorumlusu kimdir??

Siyasal iktidarın başı RT Erdoğan, her konu hakkında konujuyor.
Maşallah ve de maazallah her konuda uzman! Bu tavrını da hükümet olmaya ve
siyasal sorumluluğa bağlıyor. Dolayısıyla ülke savunması bakımında yaşamsal önemde olan bu savunma planlarının üzerine titrenmesi gerekmez mi?

Genelkurmay Başkanı Başbakan’a karşı sorumlu değil mi?
Silahlı Kuvvetleri savaşa – ülke savunmasına hazır tutmak kimin görevi?

Başkomutan kim? Anayasaya göre Cumhurbaşkanı değil mi?

Sonuç olarak, bu çok ağır tablonun adını ne koymak gerekir?

En hafifinden görevi ihmal mi diyelim?

Bir adım daha ötesi görevi kötüye kullanma mı diyelim?

Daha da ileri gidersek bu kez suç mu olur?
Hakkımızda bunaltıcı maddi-manevi tazminat ve ceza davaları mı açılır?

Peki bu eylemin (askeri sırların deşifre olması) adını kim koyacak?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı‘na düşen sorumluluklar nelerdir?

Parlamento, Yürütme üzerinde siyasal yasama denetimi yapmayacak mıdır?

80+ milyonluk koca bir ülkenin güvenliğini kritik düzeyde tehlikeye düşürmek
açık bir suç olduğuna göre, suçun işleyeni (faili) ve göreceği yaptırım ne olacaktır?

Bu sorular bugün yanıtsız kalsa da zaman içinde mutlaka sorulacaktır, sorulmalıdır.

Son not : 28 Şubat 1997‘nin üzerinden 16 yıl geçmeden “hesabı soruluyor” !?

Dip not : Güle güle Hugo Chavez..
Güle güle büyük ve özverili devrimci..
Hiç endişem yok, yiğit Venezulla halkı devrimleri sürdürecektir.
Başınız sağolsun Venezulla’lı kardeşlerimiz..
Acınızın yarısını bize verin..
Ama unutmayın; 2 elimiz yakanızda eğer devrimleri yaşamazsanız!?

Sevgi ve saygı ile.
7.3.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

89 Yıl Sonra 3 Mart Devrim Yasaları : Onlar da Türkiye de Tam Bir Emperyalist Kuşatmada !


Dostlar
,

Dün, 1.3.13 günü 3 Mart Devrim Yasaları’nın kabulünün 89. yılı anısına,
sitemize 11 sayfalık kapsamlı bir irdelememizi koymuştuk
(uzunluğu nedeniyle pdf olarak).

Bu dosyası 4,5 sayfaya indirmiş olarak daha rahat okunması için aşağıda sunuyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yoluna devam edebilmesi için bu yasalar yaşamsal önemdedir.

Bu bilinçle mutlaka sahip çıkılması dileğiyle..

Bu bağlamda, çok sayıda örgütün ortak etkinliği olarak;

  • 3 Mart 2013 Pazar günü (yarın) saat 13:00’te Tandoğan’da miting

düzenlendiğini bilginize sunmak isteriz..

Bu duyuru web sitemizde yer alacak..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.3.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================================

89 Yıl Sonra 3 Mart Devrim Yasaları :
Onlar da Türkiye de Tam Bir Emperyalist Kuşatmada !

“ Devrimin hedefini kavramış olanlar, daima onu koruyabilecek güçtedir.”
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

“3 Mart 1924”, 1923 Türk Devrimi‘nin en önemli dönüşümlerinin gerçekleştirildiği kritik bir tarihtir. Osmanlı döneminde kadının ve eğitimin Ortaçağ karanlığına gömülü olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyan sayısız belge arşivlerdedir. Kadınlar ve çocuklar.. Toplumun en temel 2 kesimi ve de en stratejik alanda; “Eğitim” sürecinde acımasızca gericiliğe mahkum edildikleri bir kıskaçta idiler..

M. Kemal Paşa niçin Ulusal Kurtuluş Savaşı ortasında, Eğitim Kongresi topladı?
(15-21 Temmuz 1921)

1 Mart 1922’de TBMM açış söylevinde;

Kadınlarımızın aynı öğretim devrelerinden geçerek yetiştirilmesine önem verilmesi” nden söz ederek, kız-erkek Türk çocuğunu birbirinden ayırmadığını gösterir.
Benzer düşüncesini Ağustos 1924’te de dile getirmiş ve 3 Mart 1924’te “Öğretimin Birleştirilmesi” yasası ile kız ve erkek çocukların bir arada (karma) ve çağdaş biçimde eğitimini sağlamıştır. 20 Nisan 1924’te, Anayasa’nın 87. maddesi değiştirilerek,
Türk kızlarına eğitim-öğretim eşitliği sağlayan ilköğretim zorunluluğu getirilmiştir.

T.C. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Devrimci kararlılıkla, 1 Kasım 1922‘de Saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi, enerjik bir girişimle Halifelik yanlılarının yoğun engelleme girişimlerine karşın, 3 Mart 1924‘te Halifeliğin kaldırılmasını (Kurtuluş Savaşı’na ihanet eden, Sevr’e imza koyan Osmanlı Hanedanı’nın yurt dışına çıkarılmasını) TBMM’de büyük bir çoğunlukla gerçekleştirmiştir. Böylece Şeyhülislamlık, dinsel (şer’i) mahkemeler ve fetva usulü, dervişlik nişanı, medreseler de kaldırılmıştır.

Halifeliğin kaldırılmasıyla, dinsel devlet düzeninin son artığı yok ediliyor; devlet ve öğretim laik temeller üzerine oturtuluyordu. Atatürk, kendisine Halife olması önerildiğinde, Uygarlık Tarihine ışık tutacak değerlendirmeler yapmıştır :

  • “ Konusu, anlamı olmayan efsaneli bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”
  •  “…Tarihin herhangi bir döneminde, bir halife, zihninden bu ülkenin yazgısına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı derhal koparacağız….Yuvalanarak, hâlâ Türkiye’yi yok etmek için ‘Kutsal Ayaklanma’ adı altında haydut çeteleriyle, cana kıyma düzenleriyle bize karşı durmadan çılgınca çalışmaların amaçları
    gerçekten kutsal mıdır?”
  • “ Buna inanmak için gerçekten bilinçsiz ve aymaz olmak gerekir… Yüzyıllarca olduğu gibi, bugün de ulusların bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin türlü siyasal ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya kalkışanların, ne yazık ki içerde ve dışarda var oluşu, bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. ”
  • “ İnsanlıkta din duygu ve bilgisi her türlü boş inanlardan (hurafelerden) sıyrılarak, gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır… Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi varlığından ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur.”

“… Halife’nin Devlet Başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan halkın, bana ulaştırdığınız dilek ve önerilerini ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem, o halkın başındaki kişiler bunu isterler mi? Halife’nin buyrukları ve yasakları yerine getirilir. Beni Halife yapmak isteyenler buyruklarımı yerine getirebilecekler midir? Bu duruma göre, yapacak işi ve anlamı olmayan bir kuruntu sanını takınmak gülünç olmaz mı?”

“Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki; bugün var olan ve korunmakta bulunan Halife’nin ve makamının, gerçekte ne din, ne de siyasa bakımından varlığının hiçbir anlamı ve gerekçesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti varlığını, boş lâf yüzünden tehlikeye atamaz… Amaç, yaldızlı ve gösterişli yaşamak değil, insanca yaşamak ve geçim sağlamaktır…” (Başbakan İsmet İnönü’ye, 23 Şubat 1924)

Gazi, 1 Mart 1924 TBMM Konuşmasında ise :

1)    Ulus, Cumhuriyetin, bugün ve gelecekte, her türlü saldırılardan kesinlikle ve sonsuzluğa dek korunmasını sağlayacak ilkelere dayandırılmasını istemektedir.
2)    Kamuoyu, eğitim ve öğretimin birleştirilmesinden yanadır ve bunun hiç zaman geçirilmeden uygulanması gereklidir.
3)    İslam dinini, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere, bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtararak yüceltmenin zorunlu olduğunu da görüyoruz.” sözleri ile Halifeliğin kaldırılacağı işaretlerini veriyordu.

89 yıl önce TBMM (seçimle gelen 2. Meclis), arka arkaya 3 yasa önerisini benimsedi. Bu yasalar onaylanış sırasına göre (429, 430 ve 431 sayılı yasalar) :

  1. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nın kaldırılması yasası,
  2. Öğretimin Birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat) yasası,
  3. Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın Yurtdışına Çıkarılması..  ile ilgili yasalardır. (Ne yazık ki, Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye’ye girişini yasaklayan maddeler, 50 yıl sonra kaldırıldı..)

1982 Anayasası, 174. maddesinde Devrim Yasalarını sıralamakta ve anayasal korumaya almaktadır :

  • “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz :

DEVRİM YASALAR NELER GETİRİYORDU                                     ?

Bu yasalardan ilk ikisi 3 Mart 1924 günü TBMM’nin ilk oturumunda, hemen hemen
hiç tartışılmadan 15-20 dakikada benimsenmişti. Oysa 1. yasanın ilk maddesi
Devrim’in doğrultusunu belirleyen bir pusula gibiydi. Bu madde, Türkiye Cumhuriyeti’nde halkın dünyasal yaşamını düzenleme yetkisinin Meclis’e ve onun hükümetine ait olduğunu saptıyordu. Böylelikle, şeriat yasalarının dinsel kurallarının bu alanda
artık bir işlerliği kalmıyordu.

Egemenliğin kaynağı, sözde gökyüzünden yeryüzüne indirilerek Aydınlanma’nın
en önemli adımı atılıyordu.

Türk Toplumu; Tanrısal (ilahi) değil, insanların yaptığı, çağın gereklerine yanıt veren
laik (seküler; akla ve bilime dayalı) yasalarla yönetilecekti.. Dinsel inanç ve yaptırımların toplumsal yaşamı düzenlemede bundan böyle bir işlevi olamayacaktı.

“ Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânı günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir…”

“… Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki; çürümüş bir hanedanın, Halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına olanak kalmayacak biçimde korunmasını zorunlu kılan bir devlet şeklinde, Cumhuriyet yönetimi ilân olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir.” (Atatürk, SÖYLEV II, syf. 831)

Peygamber vekil bıraktı mı?

Hz. Muhammet Tanrı’nın elçisi idi (Resulullah). Ölümünden sonra herhangi bir kimseyi “vekil” bırakması söz konusu değildi. Tanrı ile Müslümanlar arasında aracı ruhban sınıfı yoktur. Dolayısıyla Peygamberden sonra başlatılan “Halifelik” uygulaması başlangıçta Peygamberi izleyen, O’nun ardılı “Yönetici” bağlamındadır.

4 Halife Devri kanlı geçmiş, Müslümanlar Peygamber yerine kendi seçtikleri bu
4 Halifeden 3’ünü, nasılsa, öldürebilmişlerdir! Zaman içinde “Halifelik” kavramı çarpıtılarak Osmanlı Padişahlarınca “Zıllullah”, “Tanrı’nın gölgesi” düzeyine yükseltilmiştir!? Özünden saptırılmış, haşa “Tanrı vekilliği”ne yükseltilmiştir.
Bunun nedeni Padişahların güçlerini mutlaklaştırmaktır;

  • Hilafet açıkça siyasete alet edilmiştir.

Böylelikle Osmanlı padişahları 4 yüz yıla yakın süre kadir-i mutlak olmuşlardır.

  • Atatürk’ün Halifeliği kaldırması, bu bağlamda İslam dinine de son derece büyük bir hizmettir.
  • “ Türkiye Cumhuriyeti’nde, her reşit dinini seçmekte hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti korunmuştur. Tabiatıyla, âyinler asayiş ve umumî adaba aykırı olamaz; siyasî nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bütün tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, Halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vb. yasaktır. Çünkü bunlar gericilik kaynakları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi.”
    (Afetinan, M.K. Atatürk’ün El Yazıları, syf. 471-72, 1930)

Laik Eğitimin Yaşamsal Önemi                                                     :

Şeriye (Dinişleri) ve Evkaf (Vakıflar) Bakanlığı kaldırıldı. Tevhidi Tedrisat (Ögretim Birliği) yasası kabul edildi. Sözde dinsel bilgiler, değerler ve alışkanlıklarla beyni sulanmış mollalar yetiştiren Medreseler, Mahalle mektepleri kapatıldı. Batı örneği okullar açıldı. Böylece, tüm öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı ve öğretimde birlik sağlandı.. Atatürk; aydını, köylüyü ve kentliyi birbirine yakınlaştırmada; toplumsal değişmenin ve ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesinde, ulusal ve çağdaş bir eğitimin tüm yurt düzeyine yayılmasının önemini çok iyi biliyordu. Bu konu üzerinde çok durmuş ve özel ilgi göstermiştir. Bundan böyle tek tip ve laik eğitim yapılacaktır. Böylelikle çocuklar ve ilerde onların oluşturacağı toplum, artık;

– “Tütün ve kahve haram mıdır, değil midir?
– “Sineğin tek kanadı tabağın içindeyse, öbürünü de sokmak günah mı değil mi?”
– “Dünya öküzün boynuzunda mı hâlâ ?”

vb. ipsiz sapsız tartışmalarla; bilime, eleştiriye, tartışmaya kapalı bir ortamdan,
Usun (aklın) özgürlüğünü kısıtlayan bağnazlıktan (taassuptan, fanatizmden)
kurtulmuş olduk..

ÖĞRETİMDE İKİLİK                :

“Öğretimin birleştirilmesi,” laik öğrenime geçilmesi son yıllarda önemli yaralar almıştır. AKP hükümetlerince delik deşik edilerek, Devrim Yasası niteliğinin yok edilmesine çalışılmaktadır. Kamusal eğitim giderleri aşağı çekilmekte, özellikle Atlantik ötesi destekli Yeşil Sermayenin bu alana yatırım yapması, % 100 vergi bağışıklığı ile
teşvik edilmektedir. Neden acaba ?!?

  • “Bir ulus ancak bir terbiye (eğitim) görebilir. İki türlü terbiye bir memlekette
    iki türlü insan yetiştirir. Bu ise -fikirde, duyguda- her türlü birliği yok eder.”

Ne yazık ki Türkiye, eğitimde bu tehlikeli “ikiliğe” savrulmuştur :
Sonuç, kaçınılmaz iç çatışmadır!

Sivas’ta, Çorum’da, Kahramanmaraş’ta, Fatsa’da, Gaziosmanpaşa’da sergilenen
toplu öldürüler (katliam) gibi..

Ya da fotoğrafta görüldüğü üzere, yaşam biçimleri ve temel değerleri birbirine
tümüyle karşıt kuşaklar yetiştirerek.. Peki ulusal birlik nasıl sağlanacak??
Ortak toplumsal değerler nasıl üretilecek?

2_basli_egitimin_aci_sonucu

Ardından, “Us ve Bilim” in şaşmaz öncülüğünde -ki bu ikisi Büyük Atatürk’ün bizlere bıraktığı “biricik tinsel kalıt ”tır- ulusumuzun yüce ideali olan çağcıl uygarlık düzeyinin de ötesine erişim gerçekleştirilecektir. Bu yolda temel anahtarın EĞİTİM olduğu anlaşılmaktadır. Oysa

Atatürkçü eğitim sistemi ile; 

– Özgürlük

– Bağımsızlık

– Ulusal Egemenlik .. 

ayakları üstünde yükselecek;

 

– “Altı Ok” u bütüncül rehber edinerek  Anadolu Aydınlanması =  Türk Rönesansı 

yaşama geçirilecektir.

Dolayısıyla, Başbakan RT Erdoğan’ın “Dindar nesil yetiştireceğiz” söylemi açıkça başta bu Devrim Yasalarına,

Anayasa md. 174 ve laiklikle ilgili 24. maddeye ve Cumhuriyetin temel niteliklerini belirleyen 2. maddeye ve 

42. maddeye açıkça aykırıdır. Anayasa Mahkemesince laikliğe karşı “eylemlerin” odağı olmuş bir siyasal parti, her nasılsa, kapatılmayarak “buyur, devam et..” denilmiştir. AKP iktidarı, Anayasa dahil hiçbir hukuksal düzenlemeyi dikkate almadan, ülkemizde laik rejimin ve dolayısıyla laik eğitim ve kamusal düzenin yıkımını sürdürmektedir. 4+4+4 ucube yasası, TBMM Komisyonlarında Anamuhalefet CHP vekilleri dövülerek geçirilmiş

ve “Yeni” Anayasa Mahkemesi’nce -düşündürücüdür ki- iptal edilmemiştir!

Gerici kalkışmalar              :

  • Başbakanı Adnan Menderes; “ Arkadaşlarım beni diktatörlükle suçladılar.
    Benim sizin karşınızda diktatör olmama olanak var mıdır? Siz öylesine güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasayı bile değiştirebilir,
    Hilafeti bile geri getirebilirsiniz! ” der.. (22 Kasım 1955)

Ülkede Devrim karşıtlığı doruğa ulaşmıştır. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden yalnızca
1 ay sonra, 1932’den sonra 18 yıldır Türkçe okunan Ezan,
yeniden Arapça okunmaya başlanır.. 

  • Halkevleri ve Halkodaları’na düşmanca tutum takınılır,
    dış kökenli 12 Eylül 1980 gerici darbesi sonrası kapatılır
  • Köy Enstitüleri 1954’te kapatılır; imam köyde kalır, öğretmen kasabaya / ilçeye çekilir..
  • 2002-2013 AKP iktidarları döneminde üniversiteler medreseleştirilir,
    yabancı üniversite açılması için yasal düzenlemeye girişilir..
  • Atatürk döneminde 1 tane açılan İlahiyat Fakültesi sayıları 30’ları aşar, ilçelere dek kurulur..

İmam Hatip Liselerinin açılmasına hız verilir.. O denli ki, bu rakam 28 Şubat 1997 öncesinde 610’a erişerek toplam liselerin ¼’ünü bulur. Tüm okullar İHL mi olacaktır!? Son verilerle (4+4+4 yasası ile) İHL’ler adeta mitoza girer.. Sayıları yüzlerce, öğrencileri yüzbinlercedir! Tüm yükseköğrenim kurumlarına girme hakkı verilir..

Kuran, Peygamberin yaşamı, Arapça dersleri yetişeke (müfredata) konur, öğrenciler
ve öğretmenler giderek yaygınlaşan biçimde türbanla derslere girmeye başlarlar. İlköğretimde verilecek güdük Arapça bilgisiyle Kuranı anlamaya çalışan çocuklarımız, giderek toplumumuz dinden de çıkacaklar, sorumlusu AKP!

Bu böyle sürer gider.. Köylerden Cumhuriyet’in öğretmenleri çekilirken,
tümüne imamlar yollanır.. 
2011 sonrasında ise AKP hükümeti diplomasız mollaları da (Mele!) memur kadrosuna aldı. Diyanet İşleri Başkanı “sahaya iniyor..”
kendi deyimleri ile. Başbakan
“Dindar nesil” (Mücahit, Cihat savaşçısı?) yetiştirmeyi dayatıyor topluma iktidarını iyice pekiştirdiği 10. yılda.

Başbakan bir yandan “dindar nesil” yetiştirme hevesinde (!?),
öbür yandan $ milyarderi yaratma rekoru kırıyoruz!

*  İşte laik, parasız, karma, uygulamalı, akla-bilime dayalı kamu sorumluluğunda eğitim, ülkenin geleceği de bu kırıma = yoksullaşTIRma politikasıyla feda ediliyor..
Bu tablo kurgu değil de rastlantı mı?

Sayıları beş bini aşan resmi Kuran Kursları yetmiyor, binlercesi kaçak açılıyor,
bunlara göz yumuluyor ve çok rahat parasal kaynak sağlanıyor? Laik rejime ve Anayasa’nın 174. maddesiyle korunan Devrim Yasalarından Öğretim Birliği Yasası’na meydan okunarak, Kuran kursları Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanıyor ki; laik bir düzende İslam’ın Sünni mezhebine dayalı bu ucube yapının varlığı ve işlevleri başlı başına çıban başı. Çoğu Kuran kursları, haremlik-selamlık uyguluyor.

Dahası, çocuklar yerlere oturtularak ortak tabaklardan ELLERİYLE yemek yemeye zorlanıyor! 

Oysa Ulusal Eğitimin Ana Hedefi, Atatürk tarafından çok kesin ve keskin olarak belirlenmişti: 

  • “ Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı
    ne olursa olsun, her şeyden önce ve en evvel Türkiye’nin geleceğine,
    kendi benliğine, ulusal geleneklerine düşman olan tüm ögelerle mücadele etme gereği öğretilmelidir.”
  • “ Eğitimdir ki; bir ulusu özgür, bağımsız, şanlı yüksek bir toplum durumunda yaşatır veya bir ulusu kölelik ve yoksulluğa terk eder.”..

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e göre devrimlerin amacı..

  • “ Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağcıl (modern), bütün anlam ve görüntüsüyle uygar bir toplum olarak kurumlaştırmaktır. Devrimimizin temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul etmeyen zihniyetleri yerle bir etmek zorunludur. Bugüne dek, ulusun düşünme yeteneğini paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur.” değil miydi?

Şunları da eklemiyor muydu tamamlamak için :

  • “ O tür zihniyetlerde yuvalanan kara düşünceler,  boş inanlar (hurafeler) kökten yok edilecektir. Ölülerden medet ummak, umut dilenmek, uygar bir toplum için aşağılanmaktır. Bugün bilim ve tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın olanakları bizi beklerken; filan ya da falan şeyhin öncülüğünde özdeksel
    ve tinsel (maddi-manevi) mutluluk arayacak denli ilkel insanların varlığı, uygar Türkiye toplumu içinde asla kabul edilemez.”
    (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 2, syf. 217)

S o n u ç                                                        :

  • Ülkemizin, bu 3 Mart 1924 Devrim Yasalarıyla kazanımları yaşamsaldır
    ve vazgeçilemezdir.
  • Türkiye Cumhuriyeti’nin 89 yıl öncesine,
    başa dönmesine asla izin verilemez.

Üstelik bu kez işbirlikçiler emperyalizmle birlikte çok daha örgütlü,
araçları çok daha güçlü ve kinle-kör intikam güdüleriyle, bilenmiş olarak saldırmaktalar. Dolayısıyla buna göre konumlanmak ve hepimizin ortak anavatanı olan Türkiye’de
bu kahir emperyalist saldırıya “topyekun” karşılık vermek zorunludur.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 1.3.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

13 Aralık 2012 Silivri Kuşatması İzlenimlerimiz..


Dostlar
,

13 Aralık 2012 Silivri Kuşatması İzlenimlerimiz..

Bu gün 17 Aralık 2012.. Üzerinden 4 gün geçti o ziyaretin..
Biz de biraz zaman geçsin istedik özellikle.
Basında, Türkiye kamuoyunda nasıl yankılanacak, sıcaklığı biraz soğusun ve
daha nesnel değerlendirmeler yapabilelim istedik.. Yandaş basın gene 3 maymunu oynadı.. Basın ahlakı adına onların yerine de utanıyoruz..

“13 ARALIK 2012 GÜNÜ NEDEN SİLİVRİ CEZAEVİNE GİDECEĞİM??”

başlıklı yazımızı 12 Aralı2012 günü sitemize koymuştuk.
(http://ahmetsaltik.net/13-aralik-2012-gunu-neden-silivri-cezaevine-gidecegim/)

Silivri kuşatması” ardından da birkaç yazı sitemizde yer aldı.
Hepsini birlikte değerlendirmek, arşivlemek uygun olabilir..

Bu yazı için birkaç saat zaman tükettik..

İlgi ve bilginize sunuyoruz..

Tarihe not düşmek istiyoruz..

***************************

Ümraniye’de bir örgüt evinde (?) bomba bulunduğu savıyla Haziran 2007’de başlatılan süreç 5,5 yılını tamamladı Hemen ardından da “Büyük gözaltı” operasyonu başlatıldı ve 10 kadar “dalga” ile yüzlerce insan, değişik adlarla dava kapsamına alındı.

  • Ergenekon davasında halen 66’sı tutuklu olmak üzere 275 sanık var.

12 Aralık’a dek 269 duruşma yapıldı Cezaevinin içindeki bir yargılama salonunda ve
dava dosyasında 21 dosya birleştirildi, toplam dosya oylumu 120 milyon sayfaya ulaştı.

Bu arada, yüzlerce kanıtın uydurma olduğu su götürmez biçimde ortaya kondu.

Savcılık ve yargı kurulu, başından beri güven vermedi, tersine güvenleri yıktı.
Deyim yerinde ise yargılama salonunda terör estirdi, insanları yıldırdı.
Yargılamaların 5.-6. yılına girdiği süreçte, çok sayıda tutuklu (hükümlü değil!) sağlığını ve hatta yaşamını yitirdi.

Geçtiğimiz yıl, cezaevinin karşısındaki açık arazide, bir küme Ergenekon tertibi kurbanının yakınları çadırlı kamp kurdular (9 Eylül 2011). Son derece zor koşullarda burada nöbet tutarak, “içerideki” canlarını yalnız bırakmamaya çabaladılar.
Geceleri şarkı-türküler söylediler, “içerideki canları” duysunlar diye..
Onlara uzaklardan konser verdiler..

Hatta istek bile aldılar “içeriden”!

Fidanlar diktiler, Silivri kurbanlarının adını verdikleri..

Derken, sahibinden kiralanan bu küçük araziyi, Hazine, görülen gerek üzerine kamulaştırarak cezaevine kattı! Burayı, açılışının 1. ayında, 8 Ekim 2011’de biz de
bir küme sağlık çalışanı-hekim olarak ziyaret etmiştik. Çektiğimiz fotoğraflar arşivimizdedir ve ileride, Paris Karnaval Müzesinde sergilenen “İnsan Derisi İle Kaplı Anayasalar” denli değer (!) kazanacaklardır.. (Sitemizde sunulacaktır.)

New York Times’a haber oldular :

New York Times: Protestoların merkez üssü Silivri nöbet çadırı

Silivri Çadır direnişçileri yılmadılar, zorunlu olarak daha uzak bir yerde,
insanlık dramına canlı tanıklıklarını sürdürmek üzere kampı yeniden yapılandırdılar..
Ne yazık ki, 26 Ağustos 2012 gecesi çıkan fırtına, Levent Kırca‘nın Silivri kıyılarında açık havada sunduğu, bizim de izlediğimiz AZINLIK adlı oyununu izleyen saatlerde
yeni kampı söküp götürdü.. Mütevazi bütçeler, başından beri müttevazi katkılara mahkumdular..

Bu gidişimizde (3. ziyaretimiz) o kamp yerini de gördük yeniden..

İnanıyoruz ki; bu yaşananlar gelecekte ödül ve izleyici rekoru kıran filmlere konu olacak.

İnanıyoruz ki; bu yaşananlar gelecekte ödül ve okuyucu-baskı rekoru kıran kitaplara konu olacak.. Şimdiden oluyor da.. Tutsakların belgesel kitapları onlarca baskı yapıyor, milyonlarca okuyucu ile buluşuyor..

Bu yapıtlar başka dillere de çevrilecek ve insanlığın ortak kültürüne malolacak.
İnanıyoruz ki, uluslararası ödüller de alacak söz konusu yapıtlar.

Bunların bir bölümünü belki, halen tutsak olanlar da görebilecek..
Genç yakınları, çocukları mutlaka görecek ve buruk da olsa gönenecekler..

28 Şubat.. 1997‘de idi. 15 yıl bitmeden “sorgulanmaya” (!) başlandı..
Demek ki çoook da uzun zaman gerekmeyebilir..
İnsanlığa karşı suçun zaman aşımı da olmaz üstelik..
Zalimler yaşamda kalmazlarsa yokluklarında yargılanacaklar ve çoluk çocukları utanacak baba-dedelerinin adına..

Ya da Kenan Evren örneğinde olduğu gibi.. Yaşı 100’e yaklaşan bu darbeci,
sözde de olsa yargılanıyor.. Dememiz o ki, bugünkü zulümlerin özneleri
iyi düşünsünler..

“Bir süre” sonra, bu insanlık dışı kurgunun sorumlularının adlarını birçokğumuz anımsamayacağız. Örn. yargılama kurulundaki yargıç-savcıların adlarını kaç kişi bilir?
Ama Silivri zindanı kurbanlarının adlarını çoğumuz biliyoruz, onlar şimdiden birer halk kahramanı. Tarih hep böyle olmuştur zaten.. Zalimlerin adları unutulur fakat Pir Sultanlar, Şeyh Bedrettinler, Kerbela şehitleri, Hallac-ı Mansurlar, Köroğlu’lar… yaşar..

*******************

Derken, 269. duruşma sonunda, henüz kanıtların tartışılması yapılmadan, sanıklara ve savunmanlarına savunma hakkı verilmeden…. savcı birden bire, esas hakkında görüş (mütala) bildirmek üzere süre istedi! Kendilerine dosya ve süre verildi.. 21 Kasım –
13 Aralık arasındaki 21 gün! 2-3 savcı 120 milyon sayfalık dava dosyasını 3 haftada okuyacak, değerlendirecek ve 13 Aralık’taki 270. duruşmada da 275 sanık için
teker teker ne ceza isteyecekse onu bildirecek..

Benzetmek uygun mu bilinmez ama, yörüngesinde usul usul salınarak dönüp duran uydu, birden roketleme yaparak hızlanacak ve yörünge değiştirecekti. Karar verilmişti, açıklanacaktı. Balyoz davasında da öyle yapılmıştı. Yurtseverler darbe girişimi suçlamasıyla yaşam boyu hapis cezası almışlar, yaklaşık 18-20 yıl ceza yemişlerdi. Yargıtay da onarsa, bu insanlar, yaşları da genellikle ileri olduğundan, hapislerde ölecekti!

  • Artık kamuoyu vicdanı bu kadarını da kaldıramazdı.

AKP’nin Cumhuriyet bayramını bile yasaklama, Ata’nın anıtlarına çelenk sunumunu engelleme.. gibi akıllara seza davranışları (kim yönlendirdi ise “sağolsun” mu diyelim?) halkın sabrını taşırmıştı. 29 Ekim ve 10 Kasım 2012 halk eylemleri artık korku duvarının aşıldığını kanıtladı. 13 Aralık’ta da Silivri’deki “canlar” ın imdadına koşulacaktı..

Silivri savaş alanına döndü!

Demokratik kitle örgütleri ile İP ve CHP kendiliğinden harekete geçerek eylemi düzenlediler. TGB ve ADD en önde işlev üstlendiler..

CHP açık destek verdi eyleme ve 50 dolayında vekil Silivri’ye geldi..
(Toplam 135 vekili var CHP’nin ve 2’si – Balbay ve Haberal- Ergenekon tutuklusu)..

  • Demokrasi ve insan hakları havarisi BDP’den “tık” çıkmadı..

MHP ise, içeride 1 vekili -Engin Alan- olmasına karşın sütre gerisindeydi her zamanki gibi.

Anaysal kural olarak yargılamalar “açık” olduğundan ve yurttaşların da bu duruşmaları izleme hakkı olduğundan, yıllık iznimizden kesilmek üzere 1 günlük özür izni istedik Fakültemizden ve 12 Aralık 2012 gecesi, üyesi olduğumuz ADD Çankaya Şubemize gittik. Ücretimizi cebimizden ödeyerek, kiralanan otobüste arkalarda bir yer bularak oturduk. 22:00 sularında 40’a yakın yoldaş yola koyulduk. Yaşı 70’i aşan, ADD önceki Genel Yazmanlarından Seher Yıldırım öğretmen de hasta eşini bırakıp gelmişti.
Yüzler tanıdıktı..

2 mola ile, 9 saat dolayında bir yolculukla otoyol üzerinde “Silivri Ceza ve İnfaz Kurumu” yazan tabela önünde durduk.. Sabah 07:00 gibiydi ve Trakya’nın dondurucu soğuğu görev başındaydı.. Uzun yıllar Trakya’da yaşamış, İstanbul-Edirne arasında kardan yollarda kalmışlığımız ve İstanbul-Edirne treninde donma tehlikesi atlatmışlığımız vardı.. Sözde soğuğa dirençli sayardık kendimizi ama, doğanın şakası yoktu. Çantamızda bir miktar kumanya, el feneri, çakı.. da vardı. Cep telefonumuzun şarjı da doluydu vs.

Nereye ve ne yapmaya gidiyorduk? Altı üstü Silivri Cezaevinde bir duruşmaya katılacak ve akşam saatlerine dek de kararı bekleyecektik. Üşüyüp yorulduğumuzda otobüsümüze girip dinlenebilir, ısınabilirdik belki de??..

Daha ilk andan, planın son tümcesi buzlu sulara düştü. Jandarma yolları kesmiş,
cezaevine en az 2 km kala otobüsleri durdurmuştu. Sıkıca sarınarak dışarı çıktık uykusuz ve yorgun gözlerimizle. Rahatlıkla -10’lara yakın algılanan bir ayaz bizi tokatlayarak kendimize getirdi. Bagajdan sesbüyütürü indirdik, rahatlıkla 20 kg gelirdi.. Erdal Tüt arkadaşımızla bize kaldı bu aygıtı en az 2 km öteye taşımak. 2 tekerleği vardı ama ağırlığa teslim olmuş, yanlara açılarak gövde ağırlığını yere indirmişlerdi!
O donduran soğukta işimize yaradı bu sorun.. Erdal bey de ben de üşümemiş,
hatta terlemiştik bu aleti çadır kampa dek 2 km ve de yokuş yukarı taşırken..

**************************

Çadır kamp iç burkuyordu.. İkinci işimiz WC kuyruğuna girmekti. 1’er tane erkek-kadın sahra tipi WC vardı ve yaklaşık 15 dakika salt çiş için bu kuyrukta bekledik..

Ardından, canlı sayılamayacak düzeyde yanan sobanın olduğu çadıra girdik..
Odun ve kömür parçaları teneke teneke istiflenmişti ve ön sıralar doluydu..
Yaşlılar vardı.. Hem biz yaklaşık 20 kg’lık sesbüyütürü 2 km taşımış ve aslında
çok ısınmış, üşümemiştik!

Çevreyi incelerken, Silivri Direniş Çadırları “Komutanı” Hıdır Hokka ile yüz yüze ve
göz göze geldik.. Birşey söyleyemedik, kendisini eğilerek selamladık ve sıkı sıkıya
epey sarıldık.. Kollarımız gevşediğinde, gözlerimiz nemli ayrıldık..

***************************************

İnanılmaz bir güzellik!.. Yol kenarında mercimek çorbası kaynıyordu.. 1 bardağı 1 TL..
sesbüyütür (hoparlör) taşıyıcı ortağım Erdal bey ve biz 1’er bardak kaptık hemen, bitmeden..

İlk gözümüze ilişen, heybetli bir cami oldu.. Yerleşke girişinde 2 adet oldukça yüksek minareli ve yüksek kapasiteli bir cami yapılmıştı son gelişimizden bu yana, hızla..

Çevrede yürürken bir yığın tandık sima ile karşılaşıyor, tokalaşıyor, kucaklaşıyorduk.

1996’dan bu yana 16+ yıldır ADD örgütünün içinde idik.. Yüzlerce noktada 1500’e yakın (binbeşyüz!) görsel aydınlanma konferansı vermiştik.. Birkaç yüz aydınlanma makalesi yazmıştık. ADD örgütünde, CHP’de, İP’te, TGB’de… çook sayıda dostlar vardı..
Güç alıyorduk birbirimizden..

Duruşma salonunu biliyorduk. Önceki yıl ilk gelişimizde salonda duruşma izleyebilmiştik. Balbay’ın eşi ve kızıyla yan yana oturmuştuk. Ocak 2011 idi.. Teselli vermiştik, Haziran 2011 seçimlerinde Balbay vekil seçilir ve serbest kalır.. diyorduk. % 50 tutturduk
ya da % 50 tutturamadık!. Balbay vekil seçildi ama serbest bırakılmadı!
Bunu öngörememiştik!

Duruşma salonu kapısı önünde 2 kademe barikat vardı. Jandarma işi sıkı tutuyordu.
İlk barikata yüklenildi bir süre sonra.. Tarık Akan, Rutkay Aziz, Kars’taki İnsanlık Anıtı yıkılan yontu sanatçısı Mehmet Aksoy… ak saç ve de sakalları ile en önlerdeydiler.

Silivri savaş alanına döndü!

İlk barikat devrildi..

  • “Bir miktar” gaz
  • “Bir miktar” cop
  • Ve de “Bir miktar” basınçlı su.. ikram edildi..

Silivri savaş alanına döndü!

bizlere o dondurucu soğukta..

Silivri savaş alanına döndü!

Sanırız Türk Jandarması-Türk askeri, kendi yurttaşına çok da haşin davranamıyordu??

Silivri savaş alanına döndü!

Duruşma salonu avlusu girişindeydik. Tam bir izdihamdı ve kesinlikle adım atamıyorduk. Ayaklarımız zaman zaman yerden kesiliyor, göğsümüz sıkışıyor, nefes alamıyorduk.

İçeriye avukatlar, sanık yakınları, milletvekilleri alınıyordu. O arada Balbay’ın eşi ve kızı Yağmur geldi.. Zorlukla yol açabildik ve “içeri” geçebildiler.

İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal ve
Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu da salonda idiler.
Her ikisi de ceza hukuku hocası idiler..
Duruşmada yargıçlar, savcılar çoooook özenli olmalıydılar.

**************************************

Bir biçimde bu “kademe”yi de geçtik yarım saat kadar süren ezilme tehlikesi sonunda.

Çevrede TV’lerin canlı yayın araçları konumlanmıştı. Araçların üzerinde haberciler kamera başındaydı, elleri “tetikte” idi, anlık beklenmedik görüntüleri kaydetmek için..

Duruşma salonu avlusunda önceki Adalet Bakanlarından, şimdilerde ÇYDD Genel Başkanı, yaşı 80’i aşmış hanımefendi Prof. Dr. Aysel Çelikel (İstanbul Hukuk Fak. eski dekanı) ile ayaküstü söyleştik. Yanında yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel de vardı. Ayşe 32 yıllık arkadaşımızdı. İstanbul ve Elazığ Lepra (Cüzzam) hastanelerinde birlikte çalışmıştık. Van’da tek öğretim üyesi olarak Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda inanılmaz özveri ile hizmet veriyordu. Türkan Saylan‘ın yardımcısı idi, Van 100. Yıl Üniv. Rektörü Yücel Aşkın döneminde rektör yardımcısı idi. O dönemde gözaltına alınmıştı. 4 gün poliste gözaltı ve 8 gün cezaevinde hücre hapsi.. Ayaküstü, biz ısrarla sorunca, vekar dolu bir gülümseme ile özetledi.. Bir yandan da meme kanseri ile boğuşuyordu. Sıklıkla sağaltım için Van’dan İstanbul’a geliyordu.

O arada CHP’den Umut Oran geldi mavi kaşkolu ile.. Salt ceketi vardı.. Tutamadık, salona geçti. Muharrem İnce, Gökhan Günaydın, Emine Ülker Tarhan, İsa Gök vd.
Duruşma salonu dolmuştu ve girişi (fuaye!) balık istifi idi.

*******************************************

Çok üşümüştük..

Aysel Çelikel Hoca’nın arabasına geçip biraz ısındık. O arada Hukuk fakültelerinde etik-moral sorununu ve yargıç-savcı yetiştirme sorunlarını konuştuk. Hukuk okullarında
nasıl oluyor da Ergenekon vb. davalarda hukuku katleden yargıç-savcı yetişebiliyordu? Bu sorunun çoook temellerden ele alınmalıydı.. vs.

Bu arada saat 10:00’u geçmiş ve “içeride”, ADD Genel Başkanı, 42 yıl yargıçlık yapmış Tansel Çölaşan’ın deyimiyle “yargılama tiyatrosu” başlamıştı.

CHP ve TGB’nin 2 otobüsü üzerinden de sürekli konuşmalar yapılıyor, sloganlar atılıyordu. Duruşma salonu önündeki yolda insanlar adeta tek bir blok gibi, paket gibi idiler. Metre kareye en az 7-8 insan düşüyordu. Hem böylece ısınıyorduk da,
ya da daha çok üşümüyorduk diyelim.. (!)

2 otobüs üzerinden centilmence birbirine söz bırakılarak kitleler canlı tutuluyordu.

AYDINLIK yazarı Sebahattin Önkibar, Ulusal Kanal ve Milli Anayasa Forumu’ndan
eski bakan Ufuk Söylemez de aramızdaydı.

Levent Kırca, Ali Sirmen, Ataol Behramoğlu, Mehmet Faraç

Hiç abartısız 100 bine yakın insan vardı orada.
Yüzlerce otobüsü biz saymıştık. Çok sayıda özel oto da vardı.
Epey otobüs de görme alanımızın dışında park ettirilmişti.
Mersin’i, Marmaris’i, Balıkesir’i, Adana’yı, Elazığ’ı, Malatya’yı… görüyorduk.

  • Alanda ADD ve TGB filamaları egemendi..

Derdimiz “içeriye” sesimizi duyurabilmek idi..

“Tutsaklar” bizi göremiyorlardı ama çokluğumuzu, kararlılığımızı, coşkumuzu ve kararlılığımızı duyumsamalıydılar..

Var gücümüzle sloganlara katılıyorduk.. Sesimiz kısılmıştı..
“İçeriden” haber aldık, sloganlarımız, marşlarımız, türkülerimiz, ıslıklarımız, düdüklerimiz, yuhlarımız.. duyuluyordu!

Öğleni bulmuştuk.. Güneş biraazcık gülümsüyor ama ısıtamıyordu ne yazık ki..

Acıkıyor, susuyorduk.. WC büyük dert idi.
Yorgun ve uykusuzduk. Oturacak bir yer bile yoktu..
Sloganların da sürekli ve canlı olması gerekiyordu.

Yol kenarlarında sandviç, ayran, meyve suları hatta gezgin (seyyar) köfteciler,
çiğ köfte satanlar .. görev başında idi.

Şu köşede de Çadır Kamp yararına 2013 takvimi satılıyordu 5 TL’ye.
Yanıbaşında da

  • “Silivri Tutsak Üniversitesi” nin yayınları..

Otobüslerimiz en az 2 km ötede idi ve gidip bir süre dinlenmek, ısınmak hem olanaklı değildi hem de aklımıza gelmiyordu.

“İçeriden” haberler geliyordu.
Başkan HH Özese, 21 dosya yetmezmiş gibi 22. dosyayı (Danıştay saldırısı) Ergenekon dosyası ile birleştirme isteğinde idi. Olacak şey değildi! Dava bitmesin isteniyordu.. 120 milyon sayfa devasa oylum (hacım) okunmuş, incelennmiş değildi ki!

  • SÖZCÜ‘nün bir haberinde bu dosyanın salt okunması 456 yıl gerektiriyordu!

İçeride unutulanlardan Sevgi Erenerol‘un avukatı dışarı atılmak isteniyordu.

Salondaki 200 avukat O’nu sardılar ve robokop jandarmaya vermediler..
Biz de “dışarıda”  200 bin kişi direniyor, “içeridekilere” destek veriyorduk.

Duruşmaya 4 kez ara verildi.

Savı MA Pekgüzel, esas hakkında görüşünü sun(a)madı..
Avukatlara zorla da olsa, gönülsüz söz verildi.

Akşam 16:00’yı geçmiştik.. 9-10 saattir ayakta, canlı, sürgit bir miting yapıyorduk..
Herhalde Guiness Rekorlar kitabına girecek denli uzun bir miting idi.

Milletvekilleri “içeriden” çıkıp otobüs üstünde halka bilgi veriyorlardı.
Onbinlerce insan inat ve sabırla, kararlılıkla direniyordu..

  • Çooook ilginç ve heyecan veren bir eylem daha yaptık :
  • El ele vererek, on binlerce yurtsever, yerleşkenin çevresini sardık..
  • Kilometrelerce insan zinciri oluşturmuştuk. 
    Balçık çamura dizlerimize dek bulaşmıştık.
  • Lojman sakinleri meraklı ve ürkek gözlerle biz el ele tutuşan insan zincirine bakıyorlardı pencerelerinin ardından.. (Bu eylem bizim fikrimizdi..)
******************************************
Karanlık basmıştı.. “İçeride” duruşma (Tiyatro!?) sürüyordu.
Varillerde ateş yakıldı.. Çook üşüyorduk. Sabahın dondurucu ayazından sonra,
ısıtmayan güneş de çekilirken, Trakya’nın dondurucu soğuğu çöküyordu yeniden.
ADD Genel Başkanı, 42 yıl yargıçlık yapmış, Danıştay Başkanvekilliğinden (Başsavcı) emekli Tansel Çölaşan otobüsün üzerinde idi ve aşağıdaki sözleri söyledi..

13aralik2012t

Bu tiyatro daha sürecekti ve biz kezlerce buraya gelecektik..

Bizden söz istedi, söz aldı hep bir ağızdan..

Yavaş yavaş dağıldık.. Yollarımız uzundu.. 2. gece de başlarımız yastık görmeyecek, sabaha dek yolculuk yapacaktık. 14 Aralık 2012 sabahı da işimizin başında olacaktık..

Birbirimize söz vererek, kucaklaşarak, gözlerimizde ve gönüllerimizde anlaştık.

Hüzünlü gözlerle ÇADIR KAMP GÖNÜLLÜLERİ İLE VEDALAŞTIK..
Biz evlerimize dönüyorduk ama onları vahşi kış ortasında yazıda, çadırlarda bırakıyorduk.

  • Vicdanlarımız isyanda; dudaklarımız dua mırıldanmada idi..

20 kg’lık sesbüyütürü 2 km, bu kez yokuş aşağı kim taşıyacaktı?
ADD yöneticilerimiz bu kez başka 2 “babayiğit” buldular..
Onlar da (Ömer ve Reşat) sanırız akşam ısındılar, günün üşümesini attılar belki de!
Bu alet daha çok yeniydi ve garanti kapsamında onarımını yaptırmak önemsediğimiz bir konu oldu otobüste.

İtiraf edelim ki, otobüslerde söyleşi için kimsede enerji yoktu.
Kalorifer saatlerdir tam kapasite açıktı ve insanlar giysilerini çıkar(a)mıyordu.
Yaman soğuk iliklerimize işlemişti..

2 saat kadar sonra kendimizi zor attığımız bir lokantada kurtlar gibi açtık..

Sonrasında da derin uykularda, birbirimizin üsütüne yığılarak gece yarısını geçtik
ADD Çankaya Şubemizin önü son duraktı.. Eve vardığımızda saat 03:23 idi..

Zor ve zorki bir duş ve bitkin, yatağa seriliş..

******************************************

Sonuç                                                              :

* Sanırız herkes artık halkın sabrının taştığını gördü.
* Halkın bu sürece seyirci kalmayacağını ve el koyacağını da algıladı.
* Sevgi Erenerol’un avukatı duruşma (Tiyatro!?) salonundan dışarı çıkarılamadı.
* Jandarma albayına yasalara aykırı emre uymanın suç olacağı söylendi ve
O da bunu dinledi.
* Silivri’nin duvarları çatladı; Bastil benzeri yıkılma yemini edildi..
* Savcı esas ilişkin görüşünü sun(a)madı.
* Avukatlara söz verilmek zorunda kalındı.
* 13 Aralık 2012 günü, Ergenekon davasının da Balyoz gibi acımasız hükümlerle bitmesi
engellendi.
* İzleyen duruşmalarda da halk orada olacak ve bu insanlık tarihine geçecek
direniş-dayanışma sürdürülecek, sonuç da alınacak..

  • Bastil kalesinin duvarları yıkıldı; zincirleri kırıldı da Silivri’ninki mi direnecek?

Bu kararlı, yürekli, özverili kitlelere son derece akıllı siyasal önderlik gerek.
Bu da başlıca CHP’ye düşüyor.
Helva için her şey fazlasıyla var..
CHP bu harcı karabilmeli.. yoksa kasırganın altında o da kalacak..

Sözlerimizi, Ergenekon tertibi tutuklu sanığı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay‘ın “13 Aralık Çağrısı” adlı köşe yazısından (sitemizde var) bir alıntı ile bağlayalım :

  • “…O gün Silivri’ye gelmekle her şeyin bitmeyeceği açık.
    Devamında adaleti arayış ateşini söndürmemek gerekiyor.
    Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi ayağa kaldırmak, 
    artık CHP’nin hem sorumluluğu hem gücü…”

Ve soralım                                 :

1. Bu dava neden Ankara ya da İstanbul’da, dünyanın sayılı büyük adliyelerinde (Çağlayan’da?) değil de cezaevinin ortasında, ülkenin taaa öte ucunda,
Trakya’nın yazısında?

2. Bu dava salonu neden özellikle yaklaşık 350 kişilik ve neden salon dışına kamera ile görüntü verilmiyor, daha büyük salonlarda ve Ankara-İstanbul merkezinde görülmüyor?

3. TV’den neden verilmiyor ??

4. Bu ve benzeri-türevi davalar hangi merkezlerin psikolojik savaş planlarının ürünü?

Dosyanın tümü pdf olarak da okunabilir, arşivlenebilir..

13_Aralık_2012_Silivri_Kusatmasi_Izlenimlerimiz

Sevgi ve saygı ile.
17.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net