Etiket arşivi: 1789 Fransız Devrimi

DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİNDEN Mİ; YOKSA TEOKRATİK, FEODAL BİR MONARŞİDEN Mİ YANASINIZ? KARAR SİZİN..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bu yazıyı, uzun süredir bana sorulan monarşilere ve bireysel saltanata dayanan teokratik feodal devlet yapısı ile ilgi sorular nedeniyle kaleme aldım. Genel olarak tarım toplumu, köy yaşamı, köy ve köylülük zihniyeti; köylülere özgün olan yaşam biçimleri ve davranış kalıplarının egemen olduğu feodal, teokratik ve dinsel yönetimler, inançları ve coğrafyaları farklı olsalar bile, benzer bir sosyolojik, kültürel, siyasal ve ekonomik örgütlenme ve kurumlaşma yapısına sahiptir. İnanılan dinin Hıristiyanlık, İslamiyet ya da daha başka bir din olmasının çok önemi yoktur.

Feodal ve teokratik tarım toplumlarının yönetsel ve yapısal özellikleri kısaca şöyledir :

1- Feodal ve teokratik devletlerde toplumları yönetme hakkı ve ülke toraklarının mülkiyet hakları kral, sultan, han, şah, padişah… gibi monarşik saltanat sahiplerine aittir.

Toplumu yönetme hakkının kaynağı halk değil dindir. Toplum, iktidarların yönetme yetkisinin Tanrısal olduğuna inanır ya da inandırılır. Halk kitlesi genelde statü olarak “kul” konumundadır. Toplumsal yaşamda dinsel hukuka ek olarak, töreler ve gelenekler de geçerlidir. Kölelik, toprağa bağlı kölelik ve cariyelik vardır. Köle ve cariyeler, para ya da çıkar karşılığı alınıp satılabilirler. Toprağa bağlı köleler, toprakla birlikte, bir derebeyinden bir başkasına devredilebilir. Devlet sahipliĝi, iktidar olma hakkı ve ülke toprakları krallar ya da sultanlarındır. Krallık ya da sultanlığın halk kitleleri ile olan ilişkileri halktan zorla vergi toplamak ve yine halkı zora dayalı olarak askere almaktır. Krallar ya da sultanlar, haklı ya da haksız yaptıkları işler ve verdikleri kararlarda halka hesap vermez ve sorumlu tutulmazlar. Yayınlanan buyruk ve fermanlar eleştirilemez ve karşı çıkılamaz. Bir cümle ile feodal – teokratik toplumlarda hukuk değil buyruk ya da ferman vardır denilebilir.

2- Feodalite demek, derebeylik, yani belli bir arazi parçasına ya da belli bir arazi parçası üzerinde üretilecek üründe mülkiyet hakkına sahip olmak, toprağa bağlı ağalık düzeni demektir. Krallar ya da sultanlar, ülke topraklarının çıplak mülkiyetinin tek ve tartışmasız sahipleri olsalar bile, bu toprakların kullanım ,üretim ve elde edilen ürünlerin mülkiyetini, vergi karşılığı olarak, merkezi devlete devretmek zorunda kalırlar. Çünkü saltanata para ve asker gereklidir. Ayrıca iktidarın sürekliliği için de geniş halk kitlelerinin barınıp beslenmeleri gerekir. Fakat halk ya da köylü, toprak mülkiyetinden yoksundur. Ürettiği besinlerden yeterli pay alma hakkı da yoktur. Halkın üretim araçlarından yoksun olması ise feodal derebeyliğin gücünü ve temelini oluşturur.

Halkın özgürce yaşama, barınma ve beslenme koşullarından yoksunluk ve çaresizlikleri onları derebeylerine ya da toprak ağalarına ailece ve boğaz tokluğuna çalışan bir çeşit toprağa bağlı köle, ırgat konumunda tutar. Bu tür feodal ve teokratik rejimlerde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), halk hem krallar ya da sultanların kulu ve hem de derebeyleri ya da toprak ağalarının kölesi konumunda kalarak yaşamak zorunda bırakılır.

3- Feodal Hıristiyan ve teokrat Batı toplumlarında Tanrının ve dinin en üst makamdaki yetkilisi, kural koyucusu ve en katı kurallarla halkın ve iktidarların (krallık, sultanlıkların…) denetleyicisi de Kilise yani Papalık makamı olmuştur. Papalık bu görevleri tek başına yapamayacağına göre, dinsel Hıristiyanlık hukuku üreten ve bu üretilen dinsel hukukla toplumu denetleyen ve yargılayan bir din adamları RUHBAN sınıfına gereksinme duyar Zaten Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı da böyle doğmuştur. Orta Çağ Hristiyanlık dünyasında kurulan bu dinsel yargılama mahkemeleri giderek halkı ezen ENGİSİZYON (işkence) kurumlarına dönüşmüştür.

Kuramsal olarak, Hıristiyanlıktaki Papalık makamı krallara taç giydirip kılıç kuşandırarak onlara meşruluk kazandırma konumundadır. Bu nedenle Hıristiyanlıkta Tanrı Devletinin sahibi Papa ya da Kilise, dünya devletini yönetme yetkisi ise Papalıkça onaylanmış krallara aittir. Din ve devlet yönetimi iki ayrı erk olarak kabul edilir. Din devletini yönetme hakkı Tanrı adına Kiliseye yani Papa’ya aittir. Dünya devletlerini yönetme hakları da Papalık tarafından izin verilmiş kralların görev alanına girer.

İslam ülkelerinde ise, Hıristiyanlıktakine benzer bir merkezi din kurumu ve Papa yetkisinde bir din otoritesi yoktur. Ancak Emevi İslamınca başlatılan kuramsal ve klasik Halifelik unvanı (sanı) ve makamı sultanlık ya da padişahlıkla birleşince, sultan ya da padişah, sultanlığa ya da padişahlığa ek olarak, buyrukları Tanrı buyruğu sayılan en üst makam ve yetkideki din adamı konumuna yükselmiş olur. Böylece Halife-Sultan hem Papalıkça üstlenilen Tanrı devletinin ve hem de krallarca yönetilen dünya devletinin iki görevini birden üstlenir. Yani İslam ülkelerinde Halife-Sultan konumunda olanların güçleri ve yetkileri Batının feodal krallarından daha çoktur.

Halifeler, Halifetullah (Tanrının temsilcisi) ya da Zıllullah (Tanrının yer yüzündeki gölgesi) sıfatlarını da kullanmışlardır. Din ve dünya devletini, yani ikisini birden yönetebilme yetkisi tek bir kişide, sultanda toplanmıştır. Bu düzende, Halife-Sultan dışında, sadrazamlar ve şeyhülislamlar dahil, herkes kuldur. Halife ya da Sultanın buruğu ile görevden alınabilir, sürgüne yollanabilir ve hatta yok edilebilirler. Her basamaktaki devlet bürokratları ve halk, Sultan ve Halife yetkisini birlikte kullanan otoritenin memuru, kulu kabul edilir.

Osmanlı Devleti birçok sadrazamını (Başbakanın) ve üç Şeyhülislamını bile idam ettirmiştir!

Her ne denli kuramsal olarak İslamda bir din adamları, ruhban sınıfı yok denilse de, tarihsel uygulamalar ve gelişmeler bize gösteriyor ki; tıpkı Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına eşdeğer bir din adamları sınıfının doğup geliştiğini, yani bir din adamları sınıfının varlığını kabul etmek gereklidir. Ayrıca İslam dünyasında da kimi Sultan (Halife) fermanları ve kimi ulemanın belgeli fetvaları ve kadıların yargılamalarına dayalı olarak kurulan dinsel mahkemeler aracı ile Hıristiyanlığa benzer biçimde, farklı fikirleri ve inançları nedeniyle kimi insanlara ve topluluklara, engizisyon benzeri işkence ve kıyımların yapılmış olduğunu da unutmamak gerekir.

Hallacı Mansur, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Nesimi, Pir Sultan Abdal… hatta yakın tarihte Kahraman Maraş, Çorum, Sivas (Madımak) kıyımlarında doğrudan ya da dolaylı da olsa, kimi cahil din adamlarının kışkırtmaları gün gibi ortadadır.

İslam ülkelerindeki dinsel şiddet konusunda derinlemesine, daha ayrıntılı, bilimsel ve tarihsel bilgi almak isteyenler ilahiyat profesörü Sayın Mehmet Azimli‘nin “MÜSLÜMANLARIN ENGİZİSYONU” konulu üç ciltlik kitapları ile yine ilahiyatçı yazar Sayın R. İhsan Eliaçık‘ın “ÖTEKİ İSLAM” adlı kitabını okuyabilirler…

Günümüzdeki devasa kadrosu ve çok geniş örgüt yapısı ile, resmi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve ayrıca yanlış olarak sivil toplum(!) örgütü sayılan tarikat ve cemaatlerin lider, yönetici kadroları tıpkı Hıristiyanlık benzeri bir yarı ruhban sınıfı gibi kabul edilebilir. Osmanlı devlet yapılanmasının, 1- Sefiye (Ordu), 2- İlmiye (din uleması) ve 3- Kalemiye (sivil bürokrasi) olarak üçe ayrılması bir anlamda ruhban sınıfının varlığına kanıttır.

PEKİ, KLASİK TEOKRATİK FEODAL SİSTEMDE HALK TABANINİN GENEL DURUMU NEDİR?

Çok uzatmadan ve eğip bükmeden, herkes daha iyi anlasın diye konu kısaca şöyle özetlenebilir :

Teokratik feodal toplumlarda:

A- Krallar, sultanlar, şahlar… ve padişahlar için önemli olan monarşiyi sürdürmek, saltanatın dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmaktır. Ancak bunu yapabilmek için feodal derebeyleri yani toprak ağalarının siyasal ve ekonomik desteğine ve ulemanın dinsel – fikri yardımlarına gerek duyulur. Toprağa bağlı köle olsalar bile, halkın barınma, beslenme ve yaşamaya gereksinmesi vardır. Ayrıca orduya asker ve iaşe (yiyecek) ancak halk kesiminden karşılanmak zorundadır. Bu gereksinmeye bağlı olarak feodal beyler ve resmi Tımar sahipleri, monarşinin sürekliliği açısından kilit rol oynarlar.

B- Feodal beyler, toprak ağaları ve tımar sahipleri, halkı toprağa bağlı köle (AS; reaya, serf) olarak çalıştırmak, onların emeklerini sömürmek ve halk isyanlarına karşı diri ve sağlam kalabilmek için merkezi monarşinin yani saltanat sahibinin gücünü yanında görmek isterler. Ayrıca feodal beyler için önemli bir destek de ruhban sınıfının halkı itaat ve kanaata razı etmeye yönelik telkinleridir.

C- Ulema ya da ruhban sınıfının temel görevlerinden biri de, iktidarlarını koruyabilmeleri için, krallar, sultanlar… ya da padişahlara dinsel meşruluk devşirmek, onların Tanrı adına yetkili (!) olduklarına halkı inandırmaktır. Monarşiye kul olmaya, kesin ve koşulsuz olarak itaata razı etmektir. Doğal olarak da siyasal iktidarın ve feodal beylerin nimet ve olanaklarından bolca yararlanabilme yollarını açık tutmaktır.

D- Ruhban sınıfının önemli bir işlevi de toplumu, köle olarak, ailece yarı aç – yarı tok yaşayarak feodal beylere toprak ağalarına ve tımarlı sipahi sahiplerine boğaz tokluğuna karşılık sürekli çalışmaya, asi olmamaya ve kendisine verilenlerle yetinmeye, sonsuz kanat ve sabır sahibi olmaya, takınacağı itaat, kanaat ve sabrın onları öbür dünyada yani cennette, çok yüksek bir bolluk, zevk ve sefa içinde sonsuz yaşam hakkı kazanacaklarına inandırmaktır.
.
Sözün özü ya da kıssadan hisse şudur              :

a- Teokratik, feodal yönetim biçimlerinde sultan, kral, padişah, şah ya da emirlerin ödülleri bu dünyadadır. Soyut değil somuttur. Makamdır, güçtür, servettir, paradır, yetkidir. Bu ödüllere harem ve cariye sefaları da dahil edilebilir.

b- Feodal derebeyleri ya da toprak ağalarının ödülleri de bu dünyadadır. Köylünün, halkın emeğini olabildiğince sömürüp refah (gönenç) ve mutluluk içinde yaşayabilmeleri için bu teokratik feodal düzenin sürmesi gerekir. Günümüzün teokratik hatta çoğu ulus devletlerinde bile, devletle feodal bey ya da ağaların dayanışması, yerini kapitalist-sermaye, burjuvazi ile devletin (iktidarın) dayanışmasına bırakmıştır.

c- Batıdaki ruhban sınıfına bezer olarak, İslam devletindeki kimi ulemanın sultan sofralarına oturup ahlakı, adaleti ve ilahi buyrukları sultanların ve feodal beylerin dünyasal isteklerine göre, kasıtlı olarak yanlış yorumlayıp sultanlarca bolca ödüllendirilmeleri ya da feodal beylerce korunup kollanarak bu dünyadaki servetlerini ve şöhretlerini artırabilme yollarını bulabilmiş olmalarıdır. Yani Ulema ya da ruhban sınıfının ödülleri de bu dünyadadır.

PEKİ; YOKSUL, TOPRAKSIZ, YARI AÇ – YARI TOK YAŞAYAN KÖYLÜ HALKIN DURUMU NEDİR?

– Vergi vermek,
– Askere gitmek, gerekirse ölmek.
– Sorunsuz biat ve itaat, geri dönülmez sadakat (bağlılık), tükenmez kanaat ve sonsuz sabır sahibi olmaktır.
– TÜM DÜNYASAL GEREKSİNİM ve İSTEKLERİNİ AHİRETE, ÖBÜR DÜNYAYA ERTELEMEKTİR.
Aynı ya da benzeri tutum ve davranışlar hala birçok İslam ülkesinde sürmektedir.

SONUÇ YERİNE                            :

1789 Fransız Devrimi’ni yapan diri güçler krallar, feodal beyler ve ruhban sınıfının işbirliği yaparak, halkın sömürülmesine dayanan feodal ve teokratik düzenini yıktı. Akıl – bilim temelli modernite böyle temellendi. Ulus devletler akıl, bilim, laiklik, hukuk, demokrasi ve adalet, anayasal devlet ve yurttaşların eşitliği düzeni böyle şekillendi.

  • Osmanlı Devletini Mustafa Kemal Atatürk yıkmadı!

Çok yönlü tarihsel gelişim ve değişime bağlı olarak, İmparatorluklar ve teokratik feodal devletler çağdaş gelişme ve değişmelere ayak uyduramadıkları için tarihsel ömürlerini tamamlayıp halkın ve devletin gereksinmelerine yanıt verememiş, işlevsiz kalmış ve yıkılmışlardır. Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesi konusunda da aynı gerekçeler geçerlidir.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist ülkelere karşı kazanılan büyük bir Kurtuluş Savaşından sonra, toplumu korumak, aydınlatmak ve devletini çağın gereklerine göre yeniden yapılandırmak için zorunlu tarihsel, bilimsel ve evrensel bir gereksinmeye dayalı olarak kurulmuştu.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet yönetimi feodal, teokratik devletlerin tersine tabanın, geniş halk kitlelerinin ailece her türlü dünyasal ve insancıl gereksinmelerini öbür dünyaya ertelemedi . Devletin ve toplumun her türlü ekonomik kaynaklarını ve üretim güçlerini, toplumun refahını (gönencini) artırmak için gerekli olan, tarım ve sanayideki üretim birimlerine, fabrikalara, işliklere (atölyelere) aktardı. Çünkü bu yeni yönetimin mimarları ülkesini baştan sona cennete, halkını da akıl ve bilimle eğitilmiş uygar bir topluma dönüştürmek istiyor ve ayrıksız (istisnasız) herkese gönenç, adalet, özgürlük ve mutluluk getirmeyi amaçlıyordu. Çünkü çağdaş yönetim anlayışı bunu gerektiriyordu.

Teokratik, feodal devlet özlemi çekenler, özellikle de geniş halk kitleleri, biraz daha  düşünmelidir. Sultanların, feodal beylerin ve ruhban sınıfının her türlü dünyasal gereksinmeleri ve özlemleri tepe tepe bu dünyada karşılanırken, halk kitlelerinin ekonomik, sosyal gereksinmelerinin karşılanması neden hep öbür dünyaya erteleniyor???!!!

  • Bu dünya neden iktidar sahiplerine, güçlülere, feodal beylere, ruhban sınıfına ve kapitalistlere cennet oluyor da toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş ve yoksul halk kitleleri için neden cehenneme dönüşüyor???????!!!!!

Tarihsel gidiş ve değişim rotası geriye dönmez, genelde hep ileriye doğru akar. Ayrıca çağdaş devletlerin halklarını cennete götürme gibi bir görevleri yoktur. Bu nedenle devletin dinsel gereklere göre değil; halkın somut, dünyanın gerekleri ve gereksinmelerine göre yönetilmesi, eğitilmesi ve yaşatılması kaçınılmazdır. Bu da ancak laik – seküler düzenle olanaklı olabilir.

Kaldı ki; dinsel öğretiler ve inançlara göre de her İnsanın kendi ahlaksal (moral) tutum ve davranışları ile cennete gidebileceğine inanılır. İlahi (Tanrısal) sorgulanma ve hesap vermeler de toplumsal değil bireysel olarak kabul edilir.

Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün dediği gibi;

  • Yaşamda en gerçek mürşit (yol gösterici) blimdir, tekniktir... “

Karar okuyucuların.

Nüfus patlaması     

Yavuz Alogan

Bizden çok önce yaşayanların “dünya” adını verdikleri gezegenimiz 4,5 milyar yıl önce güneşten ve uzay parçacıklarından ödünç aldığı gazlar ve metallerle yoğrularak sürekli dönen bir ateş topu gibi uzay boşluğunda yer aldı.

Homo sapiens’in meyve toplamak için doğrulmasından bu yana yalnızca 2 milyon yıl, büyük kentlerin kurulmasından bu yana ise yalnızca 5000 yıl geçti. Yani burada henüz yeni sayılırız. Uzay fizikçilerinin hesaplamalarına göre önümüzde daha 7,5 milyar yıl var. Çok zahmetli geçeceği anlaşılan bu sürenin sonunda güneş bizi yutacak, böylece huzura kavuşacağız. Daha şimdiden yaklaşık 110 milyar insan yaşayıp ölmüş.

Nüfus artışı önceleri yavaştı. 16. yüzyılda istikrar kazanmaya başladı. 18. yüzyılda sanayi devrimiyle, özellikle tarımın makineleşmesiyle hızlandı. 1789 Fransız Devrimi sırasında bir milyara yakındı. Napoleon Savaşları (1803-1815) sırasında bir milyarı biraz geçti. Lenin’in Petrograd’ın Finlandiya İstasyonu’na ayak bastığı (1917) ve Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru’ndan Samsun’daki tütün iskelesine çıktığı (1919) dünyada yaklaşık 1 milyar 800 milyon insan yaşıyordu. Dünyanın kaderini değiştiren İspanyol İç Savaşı (1936-1939) ve Hitler’in Polonya’ya saldırdığı (1939) sıralarda 2 milyarı biraz geçmişti.

Büyük nüfus patlaması savaştan sonra oldu. Sürekli artan refah, Batıda “Baby Boomer” denilen ve 1946-1964 arasında dünyaya gelen huzursuz kuşağı ortalığa saldı. Bizim kuşağın (dünya tarihinin en fırlama kuşağı!) huzursuzluğu, iki arada bir derede kalmışlığı, inişli çıkışlı varoluş sorunları sürerken (kömür sobasından kalorifere, faytondan metroya, transistörlü radyodan internete, analogdan dijitale, şiddet yoluyla dünyayı değiştirme idealinden kapitalizmin her deliğe girerek bütün kültürlere nüfuz ettiği yavan küresel köye doğru) dünya nüfusu sürekli arttı.

Nüfus tarih boyunca sıçramalarla arttı… Bir milyara ulaştığı 1800’den 130 yıl sonra (1930) iki milyara, 30 yıl sonra (1960) üç milyara, 15 yıl sonra (1974) dört milyara ve 13 yıl sonra (1987) beş milyara ulaştı.

Milyar nüfusun toplam nüfusa eklenme süresi kısaldıkça insanlar kaygılanmaya başladılar. Doğum kontrolü, aile planlaması gibi çabalar 1960’larda başladı, toplumsal kalkınma ve refah planlarının değişmez maddesini oluşturdu. Bizde de 1963-1967 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde nüfus / aile planlaması yapıldı. Fakat 2000’li yıllarda bu yaklaşım, planlamayla birlikte terk edildi. Daha iri ve daha diri olmamız için üç çocuk yapmamız tavsiye edildi; bununla da kalınmadı,

  • sekiz milyon muhacirun ülkemize hücum ederek hızla üremeye ve
    demografik dengemizi bozmaya başladı
    .

Neyse, konuyu dağıtmayalım… Nihayet Birleşmiş Milletler birkaç gün önce (15 Kasım 2022) dünya nüfusunun 8 milyarı aştığını ilan etti. Aslında büyük olay! Son 11 yılda bir milyar insan doğmuş. Dünya çapında toplam ölümlerin, toplam doğumların neredeyse yarısı kadar olduğu görülüyor. Şu satırları yazarken göz attığım https://www.worldometers.info/world-population/ yalnızca bu gün, şu erken saatte 121 800 kişinin doğduğunu, 61 600 kişinin öldüğünü bildiriyor. Trend (AS: Eğilim), dünya nüfusunun sıçrayarak artışı yönünde.

Elbette bu dengeli bir artış değil. Nitekim bilim adamları 2100 yılında dünya nüfusunun 11,2 milyar olacağını; Afrika’da nüfusun %256, Asya’da %6, Latin Amerika’da %10, Okyanusya’da %75 artacağını ve fakat Avrupa’da %10 azalacağını söylemişler.

Doğal olarak insanın aklına nüfus bilimci ve iktisatçı Thomas R. Malthus’un 19. yüzyılda yaptığı biraz abartılı kehanet (AS: önbili) geliyor: Gıda maddeleri üretiminin aritmetik, nüfusun ise geometrik artışı, sonunda insanlığı açlığa ve felakete sürükleyecek. Tarıma ayırmaları gereken parayla ürettikleri silahları ve kent içi yolları tıkayan otomobilleri yiyemeyeceklerine göre sonunda birbirlerini yiyecekler.

Denetimsiz nüfus artışının iklim krizinin etkilerini ağırlaştırarak gıda ve enerji gibi kıt kaynakların rasyonel (AS: ussal) kullanımını zorlaştıracağını, doğudan ve güneyden batıya ve kuzeye doğru kaçınılmaz göç dalgalarına yol açacağını, küresel sistemlerin dağılacağını, karar mekanizmalarının (AS: düzeneklerinin) bozulacağını, yerel savaşların çıkacağını, eski yeni bütün ideolojilerin radikalleşeceğini (AS: kötencileşeceğini), büyük devrimlerin kapıda olduğunu anlıyoruz.

Her vasıtanın -eski deyimle- bir istiap haddi, yani taşıma kapasitesi vardır. Elli kişilik otobüse 150 kişiyi zorla bindirebilirsiniz fakat yolcular arasında sorun çıkar.

  • Gezegenimizin de insanlarla kaynaklar arasındaki optimal dengenin gözetilmesini gerektiren bir taşıma kapasitesi vardır mutlaka. Hızlı nüfus artışının bu kapasiteyi zorladığı açık.

Nüfus patlaması yaşayan bir dünyada giderek kıtlaşan doğal kaynaklara sahip olmak ve sisteme açılan yeni pazarları birbirine bağlayan güzergâhları denetlemek için verilen bir paylaşım mücadelesi olarak patlak veren Ukrayna-Rusya savaşı ve Anglosakson-Çin rekabeti yakın gelecekte dünyanın nasıl bir yer olacağına dair (ilişkin) ipuçları veriyor.

Pandemi de önemli bir ipucu verdi. Bitkilerin ve hayvanların doğal ortamına taşan insan yerleşimlerinin doğanın dengesini nasıl bozduğunu gösterdi. Pandeminin en şiddetli olduğu, enerji kullanımının azaldığı, üretim ve nakliyenin yavaşladığı bir sırada NASA bütün dünyada hava kalitesinin Çin’den başlayarak düzelmekte olduğunu, belirli bir olayın ardından geniş bir alanda azot dioksit düzeyinde böylesine keskin bir düşüşün ilk kez görüldüğünü bildirdi.

Doğanın virüs sayesinde insanı durdurmaya, geriletmeye, bozulan dengesini yeniden kurmaya, yenilenmeye çalıştığını fark ettik. İnsanlar denetimsiz çoğalıp iç içe geçtikçe başka virüslerin koronanın bıraktığı görevi devralacağını, insan yine de rahat durmadığı taktirde doğanın onu sırtından atacağını anlıyoruz.

Bitkilere ve hayvanlara yer açmak için insan nüfusunun doğum kontrolüyle azaltılması, tekil ülkelerin ekonomik ve toplumsal kalkınma planları yaparak kendi aralarında eşgüdüm sağlamaları, nükleer silahların yok edilmesi ve iklim krizinin durdurulması; bütün bunların olabilmesi için de yeni bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin yapılması gerekir. Ama her şeyden önce sıradan insan, dünyayı değiştirme azim ve kararlılığını yeniden kazanmalıdır.

Şu güneşli pazar gününde herkesi önümüzdeki 7,5 milyar yılın nasıl geçeceğini düşünmeye davet ediyorum. Neler yapmayı tasarlıyorsunuz?
================================

Sayın yazara yanıtımız..

Lütfen, sitemizdeki şu yazıya da bakılması…

http://ahmetsaltik.net/2022/11/15/dunya-nufusu-bu-gun-8-milyari-asti-day-of-8-billion/

HER AİLEYE 1 ÇOCUK!

Başka yolu yok! Hemen, ivedilikle, ikna ile, teşvikle, yasal caydırcılıkla.. 

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

AYDIN NE DEMEK, KİMLERE AYDIN DENEBİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

AYDIN NE DEMEK YA DA KİMLERE AYDIN DENEBİLİR? YÖNÜMÜZ NEREYE?

Vatandaş soruyor, “Hocam AYDIN ne demektir ya da kimlere AYDIN insan diyebiliriz? Ülke nereye gidiyor??” Kısaca özetlemeye çalışayım.

Aralarında kesin bir sınır olmamakla birlikte, Avrupa’da 14. yy’dan 17. yy’a dek süren zaman dilimi Rönesans ve Reform (Yeniden Doğuş ve Yeniden Yapılanma) dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, eski Grek ve Roma döneminde, o devrin filozoflararınca üretilen, dinden bağımsız özgür akıl, laik felsefe, özgür fikir ve çağdaş hukukla ilgili yorumların çoğaldığı, Hırisyan Roma Kilisesinin ürettiği dinsel dogmaların kökten eleştirildiği, yeniden gözden geçirildiği bir dönemdir. Avrupa’da Akla, bilime, teknolojiye, sosyo-ekonomik ve kültürel değişmelere dayalı Batı tipi uygarlık kodları Rönesans ve Reform hareketleri ile mayalanmaya başlamıştır. Tarihsel açıdan, Avrupa’daki Rönesans ve Reform dönemini Aydınlanma Çağı izlemiştir.

17. yy’ın ilk çeyreğinden 1789 Fransız Devrimi‘ne dek olan dönem ise, aydınların düşünce merkezinin tümüyle usa (akla), bilime, hümanizme, adalete (eşitliğe) ve kardeşliğe kaydığı bir yüzyıldır. Feodalitenin (derebeyliğin) ve teokrasinin (dine dayalı devlet anlayışının) yıkıldığı, siyasal egemenliğin Kiliseden halka geçtiği, Merkezi, laik ulus devletlerin kurulmasına yol açan parlamenter demokrasilerin temellerinin atıldığı bu yüzyıl, ADINLANMA YÜZYILI (Siecle de la Lumière) ya da Aydınlanma Çağı olarak adlandırılmıştır.

Batı toplumlarında Aydınlanlanma Yüzyılında (17. ve 18. yy) yetişen, özgür akıl ve bilime göre düşünen ve davranan bu devrimci ve yeni bir siyasal rejim getiren ya da düzen değiştirici bu yeni insan tipi ENTELLEKTÜEL yani AYDIN İNSANLAR olarak tanımlanmıştır. Avrupalıların Aydınların hümanizme, eşitliğe ve kardeşliğe (humanitè, egalitè, fraternitè) dayalı düşünceleri Fransız İhtilali‘ne, teokratik ve dogmatik devlet yapısının giderek sonlanmasına, siyasal rejimlerin laik, demokratik, parlamenter sisteme dayalı merkezi cumhuriyetlere dönüşmesine neden olmuştur.

AYDIN kavramının Osmanlı dönemindeki karşılığı MÜNEVVER’dir. Köken olarak münevver ya da AYDIN, Akıl ve bilim girdilerini öğrenip çağının düşünce değişikliği ile donanmış kişi demektir. Osmanlı Toplumundaki “münevver” kavramı, Alim karşılığından çok, Batıdaki entelektüel, Aydın kavramının karşılığıdır.

Geleneksel ve tarihsel olarak Osmanlı döneminden günümüze aktarılan kimi kavramlar ve karşılıkları şunlardır.

Alim: Geleneksel, dinsel, tarihsel ve kültürel bilgi birikimi geniş insan.

Allame: Alimlere bile hocalık yapacak düzeyde geniş ve derin bilgi sahibi kişi.

Ulema: Alimler, alimin çoğulu.

Günümüzdeki kimi kavramlar ise şöyledir :

Bilgin: Alim, bilgi dağarcığı geniş.
Bilge: Alleme, bilgi ve kültür dağarcığı hem çok derin ve hem de çok geniş olan.
Bilim insanı : Belli bir bilim dalını kendine meslek olarak seçip o alanda derinleşen ve uzmanlaşan.
Entelektüel: AYDIN
Entel: Sahte aydın, Aydınlara öykünen.

PEKİ KİME YA DA KİMLERE AYDIN DEMELİ?

Aydın olma, yaşadığı dönemin olaylarına tanıklık edip, zalimlere karşı çıkan, mazlumları savunan, siyasal iktidarlara karşı hiç korkmadan yanlışları söyleyen, doğruları dile getiren, her türlü, siyasal, ekonomik, toplumasal ve kültürel sorunları kendisine dert edinen, bu sorunlara çözüm yolları üretebilme çabası içinde olan, dönek ve çıkar için sürekli rota değiştirmeyen (fırsatçı – opportunist), gerektiğinde bedel ödemeye hazır / ödeyen hümanist insanların niteliğidir.

Kıssadan Hisse           :

Yazının tümünü dikkate alarak söylemek gerekirse, tıpkı Aydınlanma Çağının Avrupalı Aydınları gibi, Türkiye Toplumu açısından hem entelektüel birikimi, hem engin yurt ve toplum sevgisi, hem canı pahasına kurulu düzene (saltanata) direnme, hem tüm ülke ve toplum düşmanlarını yenme ve en önemlisi de laik ve demokratik ilkelere dayalı devrimci bir cumhuriyet yani Türkiye Cumhuriyeti‘ni kurabilme başarısını göstermiş olması nedeniyle;

  • Türkiye’nin en büyük AYDINI VE AYDINLATICISI,
    hiç kuşkusuz Mustafa Kemal ATATÜRK‘tür.

Özgür akla, çağdaş bilime, demokrasiye, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, tüm yurttaşların önkoşulsuz eşitliğine ve kardeşliğine dayalı Aydınlanma ışığı yolumuzu açmayı sürdürecektir.

“Enseyi karartma” ya ve kötümserliğe gerek yoktur. Tüm olumsuz koşullara karşın, toplumdaki bilinç düzeyi hızla yükselmektedir. Her yanlış kendi karşıtını, doğrusunu pekiştiren bir işlev görür. Bu nedenle Türkiye, akıl ve bilim merkezli bir bilinç sıçraması ve değişimine gebedir.

Deniz, Gezi ve istila

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Cumhuriyet, 09 Mayıs 2022

Tam bağımsız Türkiye için kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele eden Deniz Gezmiş’in, Yusuf Aslan’ın ve Hüseyin İnan’ın, ABD emperyalizminin işbirlikçileri tarafından idam edilmelerinin üzerinden 50 yıl geçti.

Bu 50 yıl içinde Türkiye emperyalizme ve kapitalizme karşı bir arpa boyu yol alamadığı gibi, bir de teokrasinin, köktendinciliğin, İslamcılığın esiri oldu.

Türkiye kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi vereceğine, monarşiye ve teokrasiye karşı cumhuriyet ve laiklik mücadelesiyle yetinmek durumunda kaldı.

Türkiye, karşıdevrimci AKP iktidarı nedeniyle, 20. ve 21.yüzyılın mücadele paradigmasından, 18. yüzyılın mücadele paradigmasına geri döndü, 1776 Amerikan Devrimi’nin ve 1789 Fransız Devrimi’nin de gerisine düştü.
***
2013 yılında, yurt çapında milyonlarca vatandaşın katılımıyla AKP’nin dikta rejimine karşı gerçekleşen “Gezi” protesto eylemleri, teokrasi, monarşi, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlarını kitlesel boyutta bir araya getirdi. Bu nedenle “Gezi” eylemleri, sadece Türkiye tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli kitlesel protesto eylemleri arasındaki yerini aldı.

AKP dikta rejiminin, “Gezi” protesto eylemlerini iftirayla ve yalanla mahkûm etmek için bu kadar ısrarcı olmasının temel nedeni budur.

Osman Kavala’nın ve sözde davada yargılananların “Gezi” protesto eylemlerindeki rolü, milyonlarca vatandaşın katılımıyla ve örgütlenmesiyle karşılaştırıldığında, yok denecek kadar azdı.

Buna rağmen AKP dikta rejiminin, birkaç kişiyi ayıklayarak “Gezi” protestolarıyla özdeşleştirmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılması anlamına geldiği gibi, AKP’nin geniş halk kesimlerini karşısına almaktan korkmasının da bir sonucudur. AKP’nin gücü ancak Osman Kavala’ya ve onunla birlikte yedi kişiye yetmiştir.

Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı idam eden mahkemeden farkı olmayan sözde mahkemenin, beş yıla yakın bir zamandır haksız yere tutuklu olan Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası vermesi, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi’ye de 18 yıl hapis cezası vererek tutuklanmalarına karar vermesi, dünya hukuk tarihine geçecek kara bir lekedir.

Bu tutuklamaların, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” adıyla anılan sahte yargı süreçleriyle gerçekleşen tutuklamalardan hiçbir farkı yoktur. AKP, bir zamanlar Fethullah Gülen’e bağlı çeteyle birlikte yürüttüğü kumpas sürecini, şu anda tek başına yürütmektedir.

Bu sözde mahkemenin kararı, hem anayasanın 34. maddesinde yer alan, “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” ilkesinin, hem de anayasanın 138. maddesinde yer alan, “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” ilkesinin ihlal edilmesi anlamına gelmektedir.

Bu karar, demokrasiye vurulan bir darbedir. Anayasal düzeni yıkan, “mahkûm olanlar” değil, bu sözde mahkûmiyete neden olanlardır.
***
Bütün bunlar olup biterken,

  • AKP dikta rejimi bir yandan da emperyalizmin talebi üzerine, Türkiye’yi bir sığınmacı deposuna çevirerek Türkiye’nin egemenlik haklarına darbe vurmaktadır.

ABD, Britanya ve AB emperyalizminin bir sonucu olarak iç savaşa sürüklenen, bölünen ve parçalanan Suriye, Irak, Afganistan ve Libya’dan kaçanlar, ilk aşamada Türkiye’ye sığınmaktadırlar ve yine ABD, Britanya ve AB emperyalizminin talebi üzerine, kaçanların ABD’ye, Britanya’ya ve AB’ye geçişleri engellenmektedir ve kaçanlar Türkiye’de bekletilmektedirler.

AKP dikta rejimi böylece;

– bir yandan emperyalizmin taleplerini yerine getirmektedir,
-bir yandan Türkiye’nin demografik yapısını değiştirmektedir,
– bir yandan da kendisine yandaş ithal “vatandaş” devşirmeye çalışmaktadır!

Türkiye’yi istila eden bir düşman kuvveti olsaydı, Türkiye’ye ancak bu kadar zarar verebilirdi!

Halkın egemenliği

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Kralın, padişahın, çarın, hanedanın, toprak ağasının ve ruhban sınıfının egemenliğine son verip egemenliğin halka devredilmesinin yolunu açan iki büyük devrim, insanlık tarihinde ilk defa, 18. yüzyılda gerçekleşmiştir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi bu süreci başlatan iki büyük devrimdir. Bu devrimlere, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması sürecini başlatmaları nedeniyle, aydınlanma devrimleri denir.

14. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Avrupa’da felsefe, bilim ve sanat alanındaki bazı gelişmeler, bu devrim sürecinin altyapısını hazırlamıştır.

– Sanatta Da Vinci, Botticelli, Raffaello, Michelangelo, Dante, Shakespeare, Cervantes;
– Felsefede Bacon, Hobbes, Locke, Descartes, Leibniz, Hume, Rousseau, Kant;
– Bilimde Kopernik, Galilei, Kepler, Newton;

monarşik, feodal ve teokratik güç odaklarının dogmalarının sarsılmasında büyük rol oynamışlardır.

Dönemin ekonomik ve siyasi koşullarıyla birlikte, alanlarında devrimci çalışmalar gerçekleştiren bu kişilerin eserleri birleşince, insanlık yeni bir dönemeçle karşılaştı.

Halkın egemenliği, birkaç yüzyıldır gündemde olan bir konudur. İnsanın yüz binlerce yıllık tarihi dikkate alınacak olursa, bunun çok yeni bir gelişme olduğu açıktır.

Halkın egemenliğinin sağlanması konusunda günümüzde yaşanan sancılar da insanlığın oldukça uzun süren karanlık geçmişinden hâlâ tam olarak kurtulamamış olmasıyla ilgilidir.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimleri, Avrupa’da ve Amerika’da yaşanan bu sürecin, 20. yüzyıldaki bir yansımasıdır.

Avrupa’da ve Amerika’da, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik devreye girmeye başlarken, Osmanlı İmparatorluğu aynı dönemde bu alanlarda hiçbir devrim gerçekleştirmiyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığı, tek başına, sanayi devrimini gerçekleştirememesine bağlı bir konu değildir. Sanayi devrimi Avrupa’da ve Amerika’da 19. yüzyılda gerçekleşmiştir. Gelişmişlik bağlamında esas konu sanayi devrimi değildir; esas konu, sanayi devriminden önce gerçekleşen siyasi devrimlerdir.

Sanayi devrimi, kapitalizm adı verilen yeni bir sömürü düzenine yol açtığı için, aydınlanma devrimleri bağlamında yüceltilecek bir şey değildir. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen kapitalizm, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerinin eşitlik, kardeşlik ve özgürlük idealini yerle bir etmiştir.

Atatürk, bir taraftan, 18. yüzyıldaki aydınlanma devrimlerini, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, ulusçuluk ve devrimcilik ilkeleriyle uygulamaya koymuştur, bir taraftan da kapitalizmin, özel sektörün ve serbest piyasa ekonomisinin yol açacağı adaletsizlikleri, belli bir ölçüde bertaraf etmek için, devletçilik ilkesini yürürlüğe koymuştur.

Bu ilkeler, Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin “altı ok” olarak da bilinen temel ilkeleridir.

  • Cumhuriyet Halk Partisi, aydınlanma felsefesini, Türkiye’de siyaseten örgütlemek üzere, Atatürk tarafından kurulan bir siyasi partidir. CHP bir aydınlanma projesidir.
    ***

23 Nisan 1920’de, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın egemen olmasının sağlanması doğrultusundaki ilk büyük adımdır. Atatürk bu ulusal bayramı çocuklara, yani gelecek kuşaklara armağan etmiştir. Bu nedenle 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır.

Dünyada bu bayramın başka bir örneği yoktur. Türkiye bu bayramı, Atatürk’ün yaratıcılığına, insancıllığına ve iyimserliğine borçludur.

  • TBMM’nin kurulmasıyla birlikte, egemenlik saraydan ve padişahtan alınıp halka devredilmiştir.
  • Bugün AKP hükümeti, egemenliği halktan alıp yeniden saraya ve padişaha devretmeye çalışmaktadır! 

Ancak halkın egemen olması için, milletin temsilcilerinin yer aldığı Meclis’in kurulması yeterli değildir. TBMM bu nedenle, 1922’de saltanatı ve 1924 yılında halifeliği kaldırmıştır; 1923’te cumhuriyeti kurmuştur; 1924’te Öğretim Birliği Kanunu’nu, 1926’da Medeni Kanunu çıkarmıştır; 1928’de ve 1937’de laiklikle ilgili anayasal düzenlemeler yapmıştır; 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır.

Sağda solda, halkın, milletin, ulusun egemenliğini ağızlarında sakız yapanların, öncelikle bunları öğrenerek aydınlanmaları gerekmektedir.

TÜRKİYE’DE GÜNCEL LAİKLİK SORUNLARI ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Uzun bir zamandan beri, Diyanet İşleri Başkanının siyasilerle sıklıkla bir arada boy göstermesi, çeşitli konulardaki kuraldışı tutumları, davranışları, konuşmaları ve bu konuşmaların uslup (biçem) ve içerikleri Türkiye medyasında geniş yer buldu ve bulmaya devam ediyor. Bu nedenle, Anayasamızın ve laik devlet yapımızın bir gereği olarak Türkiye’de laiklik yeniden kamuoyunun gündemine oturdu. Bu gelişmeler bağlamında ben de kimi düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Günümüzdeki çağdaşlaşma paradigması yani total resmi ve sivil çağdaş değer ölçüleri dizgesi Batı (Avrupa) kökenlidir. Bu çağdaş değerler sisteminin oluşmasını var eden zihniyet devriminin temel bileşenleri de şunlardır.

1- Devlet, toplum, aile ve birey yaşamını düzenleyen dogmatik, dinsel, eleştirilmeye ve yenilenmeye kapalı normların yerini giderek akla, deney ve gözleme dayalı özgür bilimsel düşünceye bırakması. Toplum ve devlet yaşamında her alanda aklın ve bilimin kesin egemenliği

2- Devlet, toplum, aile ve bireylerin özgür düşünme ve davranma özgürlüğünü baskılayan kilisenin, yani ruhban (din adamları) sınıfı temsilcilerinin tüm otorite ve vesayetine son verilmesidir. Başta dinsel alan olmak üzere, her kurum ve herkes için ve yine her konuda din ve vicdan özgürlüğünün geçerli olmasıdır. Bu durum Orta Avrupa’da LAİKLİK, Kuzey Avrupa’da ise SİVİLLEŞME (Secularism) olarak toplumsal yaşama aktarılmıştır. Bu bağlamda laiklik ve sekülerleşme birbirine çok yakın anlamdadır.

3-Laikleşme ve sivilleşme, dinsel otoriteden (Papalık-kilise) bağımsızlaşma, dini otoritenin vesayetinden kurtulma demektir.
Sivil toplum laik toplum demektir. Bu bağlamda tarikat ve cemaatler sivil toplum kuruluşu olamazlar. Çünkü genelde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), tarikat ve cemaat üyelerinin aklı, cemaat liderleri tarafından rehin alınmış gibidir. Cemaat üyelerinin doğrudan özgür iradeleri ya yoktur ya da çarptırılmıştır. Eğer dinsel terminoloji ile söylemek gerekirse;

  • “Mürşit önünde mürit (tarikat üyesi), gassal (ölü yıkayıcı) önünde meyit (ölü)” gibi olmalıdır.

4- Çağdaş paradigmanın bir başka öğretisi de Ulusal (milli) egemenlik, yani topyekun halk egemenliği demektir.1789 Fransız Devrimi‘nden sonra Aile veya hanedan yönetimi ya da vesayetinde olan teokratik ve feodal nitelikli devletlerin yerini ulusal istence (mili iradeye) dayalı devletler almıştır. Bu gelişme ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLERİN doğuşu, gelişmesi, içeriğinin genişlemesi ve demokratik anlayışın derinleşmesi demektir. Bu durumda demokrasi çok öz olarak şöyle ifade edilebilir :

  • Demokrasi = Laiklik + sivilleşme + ulusal istenç + özgür aklın ve bilimin sürekli olarak yol göstermesi.
  • Demokrasi, temelde bir zihniyet ve devrimidir.

5- Laiklik ve sivilleşme dini dışlama değildir. Herkese din ve vicdan özgürlüğü verir. İsteyen istediği inancı benimser. İstemeyen benimsemez. İnanç demokrasisidir. Ancak birey açısından, ruhban sınıfından bağımsızlaşma, dinsel olayları özgür aklın ve bilimin süzgecinden geçirme, özgür irade sahibi olabilme demektir. İnsan, her birey, hem dindar hem laik olabilir. Kendi inancını özgürce yaşar, fakat başkalarına asla karışmaz. Başkalarının ya da devletin kendi inancına karışmasını da istemez.

Peki laiklik nasıl anlaşılmalıdır?

A- Bireysel açıdan laiklik din, vicdan ve inanç özgürlüğü demektir. Laiklik her bireye istediği din ve inancı seçmek ya da hiçbir inancı benimsememe özgürlüğü verir. Çünkü her özgürlük zıddı ile vardır. Vicdanların baskı altında olduğu yerde özgürlük olmaz.

B- Toplumsal açıdan laiklik, farklı dinler, mezhepler ya da farklı inanç kümeleri ile birlikte, farklılıklara empati (özdeşim) yaparak onlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşayabilme demektir. Toplumsal açıdan laiklik farklı dinsel ve etnik yapıdaki insanların İNANÇ DEMOKRASİSİ ya da çoğulcu toplumların birlikte yaşama iradesidir.

C- Devlet açısından laiklik , devletin tüm farklı dinsel inanç kümelerine karşı mutlaka yansız; etnik, kültürel ve sosyal farklılıklara karşı da adil olmasını gerektirir. Çünķü Hz. Ali’nin dediği gibi, ”

  • Devletin dini” adalettir.

Devlet bir canlı varlık değil bir tüzel kişiliktir. Tüzel varlığın yani devletin dini olmaz. Demokratik ve laik toplumlardaki devlet yöneticileri, devlet adına kurallar üretir ve kararlar verirken, laik devletin hukuksal, laik ve demokratik anayasal varlığına uygun davranmak zorundadır.

Türkiye’ye gelince                   :

1- Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti, laik ve sivil bir devlet ve toplum yapısı hedeflenerek kurulmuştur. Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilmez 2. maddesine göre;

  • “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” dir.

Tüm siyasal iktidarların daima ve her kararlarında laikliğin ruhuna ve özüne uygun davranmaları gerekir. Ancak İslam dinini ilahi, kutsal kaynağından kopartıp bir dünyevi ikbal ideolojisine dönüştürmek hem dine, hem devlete ve hem de çoğulcu toplumsal yapımıza zarar vermektedir. Kaldı ki din, dil, etnik yapı..vb. açılardan bir Osmanlı Devleti nüfus mirası (kalıtı) olan Türkiye’nin toplumsal yapısı da çoğulcudur. Bu nedenle özü ve ruhu ile doğru anlaşılmış doğru laiklik ve çoğulcu demokrasi toplumumuzun varlığını, birliğini ve iç barışı korumak bakımından ekmek ve su kadar vazgeçilmezdir.

2- Farklı dinler ve inanç kümelerini ve aynı dinin farklı felsefi, tasavvufi yorum sahiplerini bir arada tutmak, kaynaştırıp barış içinde yaşatmak gibi bir misyonla (özgörevle) kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın salt İslam Dininin, hatta bu dinin yalnızca Sünnî Mezhebinin hizmetine girmesi asla doğru değildir.

D.İ. (Diyanet İşleri) Başkanlığı kesinlikle;

– Dinler, mezhepler, tarikat ve cemaatler üstü bir kurum olmalıdır. Dinler üstü / dışı bir konumda kalarak faaliyet göstermelidir.

-Özerk, bağımsız bir kurum olmalıdır.

– Siyaset dışı kalmalıdır. Dini siyasete ya da çıkarlarına alet etmek isteyen iktidarlara, partilere, kurumlara,  tarikat ve cemaatlere bizzat D.İ. Başkanlığı karşı çıkmalıdır.

Her türlü tarikat ve cemaatlerle bağlarını koparmalıdır. Eğer bu ana görevlerini yapamıyorsa ya yeniden yapılandırılmalı ya da kapatılmalıdır.

Bunları söylediğim için beni ütopik bulabilirsiniz. Ancak insan hayal ettikçe yaşarmış…

Çağdaş, laik, demokrat, gelişmiş, adil, aklın ve bilimin izinden hiç ayrılmayan hep barış, kardeşlik, dayanışma ve huzur, ebedi olarak da sevgi ve dostluk içinde yaşayan bir devlet, ülke ve toplum dileğiyle…

Ülkemizde laiklik konusunda yaşanan her türlü yanlışlar, bilerek ya da bilmeyerek hatalar ya da kasıtlı davranış ve uygulamalara karşın, ben yine de gelecekten çok umutluyum. Ya siz?

ŞUURSUZ TOPLUM

Yavuz Alogan

Şuursuz toplumDevrimler ve karşı devrimler eski rejimden devraldıkları Devlet mekanizmasını yok etmezler, dönüştürürler. Devlet aygıtlarına hükmeden kast bir başkasıyla yer değiştirir, yeni kurumlar eski kurumların yerini alır, bazı durumlarda üretim ilişkileri, sınıfsal yapılar değişim geçirir.

Fakat ülkenin tarihî özelliklerinden, halkın tecrübe birikiminden gelen yönetim felsefesi ana hatlarıyla değişmeden kalır. Böylece, söz gelimi Rus Devrimi’ne baktığımızda, 1921’den sonra, fakat özellikle 1930’lu yıllarda Çarlık İmparatorluğu’nun yönetim felsefesini en kaba hatlarıyla Stalin rejiminde, 1980’lerin sonunda ve 1990’larda yaşanan bir bocalama döneminin ardından Putin oligarşisinde görebiliriz. Putin’i kazıdığınızda Stalin’in yüz hatları belirir.

Çin’de de aynı şey yaşanmıştır. Günümüzde Komünist Partisi Konfüçyüs Felsefesi’ni, Mao Zedung Düşüncesi’ni ve Deng Şiaoping’in “Dört Modernleşme”sini, Hanlar Çini’nden başlayan binlerce yıllık yönetim felsefesiyle birleştirmiştir. 1949 Devrimi’ni kazırsanız altından 1911 Cumhuriyet Devrimi’ni gerçekleştiren Sun Yatsen’in “üç halk ilkesi” çıkar.

1789 Fransız Devrimi’nin ilkeleri Konsüllük Yönetimi’nden, Napoleon savaşlarından, iki Restorasyon döneminden, Louis Bonaparte’ın darbesinden, 1871 Paris Komünü’nden, iki Dünya Savaşı’ndan geçerek, André Malraux’nun sözleriyle, “cesedi ayağa kaldıran ve bütün dünyaya onun canlı olduğunu kanıtlayan” Charles de Gaulle’ün Jakobenlerin son karargâhı Hotel de Ville’de direnişçilerle birlikte La Marseillaise marşını söylediği 26 Ağustos 1944’e kadar inişli çıkışlı bir yol izlemiştir. Günümüze kadar gelen Fransa tarihini kazırsanız, altında 1791’de Fransız anayasasına giren 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi belirir.

Devletlerin ve milletlerin karakteri vardır.

Bizde de öyle olmuştur. Mustafa Kemal’in arkasında Jön Türkler, Cumhuriyet Devrimi’nin arkasında 1908 Hürriyet Devrimi belirir. 1960 Devrimi (AS: 27 Mayıs) dahil bizdeki bütün atılımlar Aydınlanma, ilerleme, bilimsel eğitim, planlı kalkınma yönünde olmuştur. Bu atılımların birbirine devrettiği yönetim felsefesi 12 Eylül darbesinin getirdiği yıkıma rağmen etkilerini 2000’li yıllara kadar sürdürmüştür.

  • Sayın Saray’ı kazıdığımızda altından Prens Sabahattin, Derviş Vahdeti, Sultan Vahidettin, Dürrizade Abdullah ve İskilipli Atıf’tan başkası çıkmıyor.

Anayasalar da değişir. Fransız Anayasası 1789’dan sonra 15 kez, Amerikan Anayasası 1788’den sonra 27 kez, Alman Anayasası 1871’den sonra 3 kez değişmiştir. Fakat

  • hiçbir iktidar partisi kendi anayasasını yaparak ülkesinin geçmişine parantez koymaya,
  • kendi ulus-devlet’inin kurucusuyla hesaplaşmaya,
  • ele geçirdiği Devlet’i kurumlarıyla birlikte yok etmeye,
  • varlıklarını hunharca pazarlamaya kalkışmamıştır.

2000’lerin başında Türkiye’ye yerleştirilen siyasî yapı;
– geleneksel Devlet’i bütün kurumlarıyla, ideolojik ve kültürel temelleriyle yıktı,
– yönetim felsefesini yozlaştırdı,
– yandaşlarını zengin etti.
– Karşıdevrimini tamamlayacak bilgi birikiminden, örgütleme yeteneğinden yoksun ve vicdansız olduğu için açtığı boşluğu dolduramadı.
– Ülkeyi yağmalattı, Devlet’i de ülkeyi de battal etti!
– Şimdi bir de yeni ve “sivil” anayasa hazırlayıp üzerine tüy dikecek! Öyle mi?

  • Biz nasıl şuursuz bir toplumuz ki böyle bir iktidarın ülkeyi 20 yıl yönetmesine, siyasî partilerimizin emperyalist güç odakları tarafından düzenlenip yönlendirilmesine izin verdik?

Devleti anonim şirket gibi yöneteceğim,” “demokrasi bir tramvaydır” denildiğinde, siyasî partilere ve Türk Ordusu’na neredeyse eşzamanlı komplo kurulduğunda uyanmamız gerekirdi.

Rejimin tehlikeli bir dönüşüm geçirdiğini referandumlardan sonra ortaya çıkan manzaraya bakarak, kararnamelerle yönetilmeye başlayınca anladık.

Yağma ve talan ekonomisi yerleşene kadar Devlet Planlama Teşkilatı’nın tarihe karıştığını fark edemedik.

Havuz medyası kurulduktan sonra basın özgürlüğünün olmadığını, AA ve TRT’nin iktidarın borazanına dönüştüğünü gördük.

Üniversite özerkliğini Boğaziçi Üniversitesi direnince hatırladık.

Hıfzıssıhha kurumunun kapatıldığını pandemi sırasında fark ettik.

Yangınlar turizm bölgelerini ve seraları yakınca THK’nın ne kadar değerli ve önemli olduğunu anladık.

Merkez Bankası boşaltılıncaya, vatandaş açlık çekmeye başlayıncaya kadar Saray’ın ekonomiyi yönettiğini zannettik.

Afganlar delik deşik olmuş sınırlarımızdan içeriye akın edince ülkenin nüfus yapısının değiştirilmekte olduğunu, milletin muhacir ümmetle kuşatıldığını anladık.

NATO’dan Kâbil’e sefer görev emri alınca,

Şantaj altındaki siyasî iktidarın batı emperyalizmine mecbur olduğunu fark ettik.

Her krizde Saray rejiminin, krizi çözmek şöyle dursun, müdahale kabiliyetinin bile olmadığını gördük. Enerji ve telekomünikasyon sistemlerini özelleştirmenin, ormanların güvenliğini taşeron şirketlere emanet etmenin yarattığı felaketleri gördük.

Şimdi yana yakıla, feryat ederek Devlet’i arıyoruz

  • Saray ve külliye istemiyoruz, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti istiyoruz!…

Bakın, bu Saray Rejimi’nin devamı hâlinde bugün yaşadığımız büyük felaketler, bundan sonra yaşayacaklarımızın yanında sivri sinek ısırığı gibi kalacaktır.

Tarih içindeki istikametimiz kesinlikle Ortadoğu’nun Yugoslavya’sı olma yönündedir.

Nazi işgaline silahlı direnişle kurulan Yugoslavya, Sovyetler Birliği dâhil hiçbir ülkeye boyun eğmeyerek bağımsız bir özyönetim ekonomisi kurdu, kendi içindeki dinî ve etnik ayrımcılığı yurttaşlık hukukuyla, Federal Cumhuriyet yapısı içinde “özgür üreticilerin birliği”yle aştı, Bağlantısızlar Hareketi’ne öncülük etti. Fakat neoliberal dönemde Avrupa’nın içinde bağımsız ve kamucu bir ülke istemediler. Hırvatlardan ve Slovenlerden başlayarak ülkenin yapısını etnik ve dinî olarak parçaladılar. Tito’nun özgür ve bağımsız ülkesinden geriye bir şey kalmadı.

Bize de aynısını yapacaklar.

Burada topraklarına, mavi ve yeşil vatanına sahip çıkan, ekonomisi ve ordusu güçlü, halkı eğitimli ve kültürlü, Cumhuriyet’in Devrim Kanunlarına bağlı, laik demokratik sosyal bir hukuk devleti, kendi çıkarlarını koruyan, örgütlü ve güçlü bir ulus-devlet istemiyorlar.

  • Sayın Saray bilerek ya da bilinçsizce bu emperyalist hedefin aleti olmuştur.
  • Egemenliğimizi tamamen kaybedip Devlet olmaktan çıktığımız zaman mı bu Saray rejiminin bize ne yaptığını fark edeceğiz?

Bakın, Cumhurbaşkanınız ne diyor:

“Yerleşim bölgelerindeki yangın VESAİRELERİN sorumluluğu kimin? O da oradaki büyükşehir belediyelerinin sorumluluğundadır.”

Bu sözler üzerine düşünün mesela. Ardında nasıl bir yönetim felsefesi yatıyor?

  • Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkalım.
  • Cumhuriyet’i, bütün kazanımlarıyla savunalım.
  • Türk milleti olarak genç Mustafa Kemal’de birleşelim.
  • Çok geç olmadan, geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmeden, ayrıntılarda boğulmadan, inceleme değil kalınlama yaparak, bölmeyip bölünmeyip birleşerek…

yalogan@gmail.com
Şuursuz toplum – Son Dakika Özel Haberler Köşe Yazıları (veryansintv.com) 

IRKÇILIK KURAMLARI (TEORİLERİ) ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor: “Hocam ırkçlık nedir? Kısaca anlatabilir misiniz?” Çok özet olarak anlatmaya çalışayım.
Irkçılığın kökenleri için tarihsel, biyolojik, dinsel ve kültürel birçok kanıt bulmak olasıdır. Ancak bilimsel olarak ırkçılık ideolojisi, 1789 Fransız Devriminden sonra yurtseverlik ve ulusseverlik fikirlerin çarpıtılması, bu kavramların eşitlik (Egalitè), özgürlük (Liberté) ve kardeşlik (Fraternitè) köklerinden ve özlerinden kopartılarak, giderek marjinalleştirilmesinden doğmuştur.

Bilindiği gibi, Fransız Devrimi ile birlikte feodal beylikler, teokratik krallıklar, çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli imparatorluklar giderek yerlerini anayasal eşit yurttaşlık temeline dayalı parlamenter sistemle yönetilen demokratik ve laik ulus devletlere bırakmışlardır. Teokratik, ilahi hanedanlık, krallık, şahlık ve padişahlıkların siyasal egemenlikleri sona ermeye yüz tutmuş; onların yerine ulusal egemenlik rüzgarları esmeye başlamıştır.

Yeni kurulan ve kurulmakta olan ulus devletlerin anayasal eşit yurttaşlık anlayışı iki koldan tartışmaya açılmıştır.

1_ Ulus devletin sınırları içinde ve toprakları üzerinde yaşayan ve o devletin egemenliğini tanıyan, dil, din, mezhep ve hiçbir etnik ayrımcılığa dayanmayan, toprağa bağlı herkese eşit yurttaşlık hakkı verilmesi anlayışı. Bu durum yurt ya da vatandaşlık duygusuna dayalı eşit yurttaşlık (Compatriote) olarak adlandırılmıştır. Ülke toprakları, o toprak parçası üzerinde yaşayan tüm yurttaşların ortak yurdu kabul edilmiştir. Eşit yurttaşlık hakkı da aynı toprak parçası üzerinde bu ortak vatan anlayışından türetilmiştir .

Bu bağlamda, Kurtuluş Savaşından sonra ulus devlet anlayışı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit yurttaşlık sistemini, Ulusal Önderimiz M. K. Atatürk,

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

diyerek, sosyolojik olarak, ırkçılığa değil kültürel ve siyasal toprak bütünlüğüne ve ortak ideallere dayalı, vatanseverliğe bağlı bir tanımlama yapmıştır. Zaten doğru akılcı ve gerçekçi olanı da budur. (AS: Anadolu halkına Uluslaşma çağrısıdır..)

2 _ Irkçılık kuramları (teorileri) ise:

a) Irkları siyah ırk, sarı ırk beyaz ırk ve melez ırklar gibi sınıfsal hiyerarşiye (derecelendirmeye) tabi tutarak beyaz ırkları öbürlerinden üstün saymak. Siyah ve sarı ırkların beyaz ırklar tarafından yönetilmesini meşru, olağan ve hatta olması gereken gibi göstermek. İnsanların, iklimler ve coğrafi koşullardan dolayı oluşan derilerinin rengini biyolojik ve siyasal bir üstünlük olarak kabul ettirmek. Ancak bu düşüncenin günümüzün insanlık ve çağdaşlık değerler anlayışında yeri yoktur.

Bu akıl ve bilim dışı düşünce tarzı İki yüzlü sömürgeci Batı ülkelerince sömürgeleştirmeye karşı bir gerekçe yapılmış, siyah ve sarı ırklara mensup toplumların toprakları, bu kapitalist ve emperyalist devletler tarafından kolonileştirilerek sömürülmüştür.

b) Beyaz ırk dahil, tüm ırk kümelerinin kafatası çaplarının (hacım büyüklüklerinin) ve beyin kortekslerinin yapısındaki farklılıkların temel alınarak bir “ÜSTÜN IRK” kuramı kurmak. Irklar arasında bir hiyerarşik skala (AS: katmanlı ölçek), üstünlük ve aşağılık dereceleri oluşturmak. Bu ikinci tür ırkçılığın somut örneği ise Hitler’in Alman halkının duygularını okşayarak onları bu safsata üstün ırk kuramına inandırmasıdır.
Bu düşünce, ll. Dünya Paylaşım Savaşının çıkmasına, 60 milyondan çok insanın ölümüne, milyonlarca Yahudi kökenli Almanların gaz odalarında ölümlerine ve fırınlarda yakılmalarına neden olmuştur.

Kıssadan hisse                            :

Hangi dine mezhebe, ırka, soya, etnik yapıya sahip olursa olsun, bir insanın kendi yurdunu, bayrağını, devletini, toplumunu sevmemesi büyük bir ahmaklıktır. Fakat bu sevgisini başka ülke ve uluslara karşı kine, nefrete ve düşmanlığa dönüştürerek yansıtmak daha da büyük bir ahmaklıktır. Yaşamsal zorunluluklar dışında, başka uluslarla ilişkiler düşmanlıklar üzerine değil, dostluklar üzerine yürütülür.

Ayrıca kendi devleti ve toplumu içindeki etnik ve azınlık grupları, nedensiz ve gerekçesiz olarak ayrımcılığa tabi tutmak ve düşmanlaştırmak ahmaklıktan öte, olsa olsa hainlik olabilir. Çünkü ulusal, siyasal ve kültürel birlikler, ayrıştırıp düşmanlaştırarak değil, farklılıkları birleştirip kaynaştırarak olur.

SAĞCILIK – SOLCULUK – DİNDARLIK ve DİNCİLİK ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş ” Hocam solculuk artık öldü diyorlar, siz ne diyorsunuz?” diye soruyor. Kısaca yanıtlamaya çalışayım:

1- Öncelikle sağ ve sol, tıpkı doğu-batı, kuzey-güney gibi yön belirlemeye yarar. Sağ ve sol sözcükleri de birer yön göstergesidir. İnsanlar sağını soluna göre, solunu da sağına göre tanımlar. Bu nedenle de, sol bilinmeden sağ, sağ bilinmeden de sol tanımlanamaz.

2- Sağ ve sol kavramları, tarihsel olarak; 1789 Fransız Devriminden sonra, ekonomik, sosyolojik, ideolojik ve siyasal içeriklerle yeniden örüntülenmiştir. Bu yeni içerik ve örüntülenmelerden de sağcılık ve solculuk terimleri doğmuştur.

a- Sağcılık, kurulu düzenden, sermaye sınıfından, serbest piyasa ekonomisinden, zenginlerden, geleneklerden, tutuculuktan (muhafazakârlıktan) yana bir davranış ve tutum içinde olmayı gerektirir. Durağanlığı, değişmezliği ve mevcut (AS: varolan) düzeni korumayı hedefler.

b- Solucukta ise emekten, beden ve fikir emekçilerinden, fakirden (AS: yoksuldan), mazlumdan, düşük gelirli emekliler ve yoksul köylülerden, yaşlı ve kimsesizlerden, alın teri ile para kazananlardan, işsizlerden, adil gelir ve refah (AS: gönenç) dağılımından… yana olmak demektir. Mazlumun, ezilenin ve güçsüzün yanında olmaktır.

Peki solculuk bitti mi? Hayır!

Sağcılık bitmeden, yani sermeye – emek eşitsizliği, zengin (AS: varsıl) – yoksul farkı, gelir ve servet dağılımı adaletsizliği, ezenin ve ezilenin olmadığı… gerçek ve sürdürülebilir bir siyasal rejim kurulmadan solculuk bitmez. Başka bir söyleyişle,

  • Sağcılık yok olmadan, dünya bir cennete dönüşmeden solculuk da varlığını sürdürecektir.

Dindarlık ve dinciliğe gelince               :

1- DİNDARLIK (gerçek, içtenlikli ve doğru inanç sahipliği) dini güzel ahlak, tapınmayı (ibadeti) da güzel ahlaka ve adalete götüren dosdoğru yol olarak anlamak, adaletten, liyakatten (AS: yaraşırlıktan), vicdandan, merhametten, ayrılmamak; zalimin, karşında olmak, zulme direnmek, her türlü kötülükten kaçınmak, iyilikte yarış dışında, hiçbir konuda ayrımcılık yapmamak, iyiliksever olmak, barıştan, sevgiden, dostluktan ve kardeşlikten yana tutum almaktır.

2- DİNCİLİK ise çıkar, servet, para, makam, şöhret… için dinin kötüye kullanılması, amacından saptırılması, inanç ve ibadetin (AS: tapıncın) özel çıkarlar için yozlaştırılması anlamına gelir.

Tarihsel olarak bakıldığında :

Halkın yöneticilere sorgusuz biat (AS: boyun eğme), koşulsuz itaat (AS: uyma), zulme ve haksızlıklara karşın sonsuz sadakat (AS. bağlılık), yoksulluğa ve açlığa karşın tükenmez kanaat, her türlü yanlış, haksız, adaletsiz ve kötü yönetimlere karşı ebedi (AS: sonsuz) sabır… içinde olmak, başka din ve inanç kümelerine, farklı soylara karşı sürekli ayrımcılık ve düşmanlık yapmak.

  • Böyle çarpık bir din anlayışı olsa olsa SALTANAT, KRALİYET ya da İKTİDAR DİNCİLİĞİ OLUR; İlahi (AS: Tanrısal) din olamaz.

Kıssadan hisse              :

Gerçek dindarlar; inançları, ahlakları ve vicdanları gereği soldan yanadır, solcu olurlar. Ahlakları ve adalet anlayışları soldan yana olmayı gerektirir. Dinciler ya da din bezirgânları ise oportünist (çıkarcı ve fırsatçı) karakterleri gereği sağcı olurlar. Kurulu düzenle ve sermaye sınıfıyla işbirliği yaparlar.

Dindarlar, güzel ahlak ve adil yaşamları gereği, dünyayı cennet yapmaya çalışırlar.

  • Halbuki (AS: oysa) dinciler dini afyon olarak kullanan, halk avcılığı ve inanç sömürüsü yapıp dünyayı hep cehenneme çevirirler.

Son söz         :

  • Dünyada hiçbir din çıkara alet edilsin diye gelmemiştir
  • Ve hiçbir peygamber de saltanat dinciliği önermemiştir.
  • Dindarlık saltanat ve hilafetin korunması görevine hapsedilemez.