Etiket arşivi: 12 EYLÜL 1980 FAŞİST DARBESİ

ÖZELLEŞTİRME SERİ (ARDIŞIK) CİNAYETLERİ

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ardışık (seri) cinayetler, TV ve sinema filmleri ile polisiye romanların değişmez konularından biridir. Bir seri katilin, belirli bir sistemle cinayetler işlemesi, bir kenti hatta bir ülkeyi korku ile teslim almasını, polisin katili yakalamasını nefesimizi tutarak izleriz. Ancak her seri cinayet ille de kan ve vahşet ile yaşamımızı alt üst etmez. Kimi kez de bu cinayetlerin kurbanı kendimiz oluruz da, cinayete kurban gittiğimizin ayırdına bile varmayız! Ekonomik, sosyal, kültürel, inanç cinayetleri bu türden seri cinayetlerdir.

Özelleştirme seri cinayetleri de bu türden katliamlardandır ve ne yazık ki kurbanı olduğumuz bu seri cinayetlerin ayrımında değiliz.

Kutsal Ulusal Kurtuluş Savaşını 9 Eylül 1922 günü İzmir rıhtımında büyük bir utkuyla (zaferle) noktalayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki devrimciler, şimdi çok daha büyük  bir savaşa başlayacaklardı. Ekonomik Bağımsızlık Savaşı… Bu kez düşman  daha sinsi, daha deneyimli idi, savaş uzun solukluydu. 500 yıla yaklaşan kapitülasyonlar ile Türk yurdunun kanını emerek kendi pazarı durumuna getiren, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen Batılı ülkeler, başından beri karşı oldukları genç cumhuriyetin yaşamasına izin vermeyeceklerdi. Bu niyetlerini Lord Kürzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya apaçık söylemişti.

Ulusal Kurtuluş Savaşının mimarı Mustafa Kemal Paşa, zaferden (utkudan) sonra İzmir’e gelen gazetecilere “siyasal, askeri zaferler ne denli büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” diyecekti. Nitekim bu söze uygun olarak zaferden yalnızca 5 ay sonra, 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini toplayacaktı. Ülkenin her yerinden gelen katılımcılar (AS 1150 dolayında) günler boyu (AS: 15 gün!) yanmış, yıkılmış ülkenin nasıl ayağa kalkacağına ilişkin görüş bildirdiler. Zamanın ruhuna (gereklerine) uygun olarak  önce, görece özel sektöre ağırlık veren görüşler benimsendi. Ancak yüz yıllarca kapitülasyonların baskısı altında kalan yurdumuzda ne girişimci vardı, ne sermaye, ne yetişmiş insangücü, ne bilgi birikimi, ne yol, ne tüccar, ne sağlıklı bir pazar düzeni vardı. Zaferi kabullenemeyen Batılı emperyalist güçlerin kuşatması ise hepsinin önüne geçiyordu. Buna ek olarak bütün dünya, 1929’da patlak veren büyük bir ekonomik bunalıma doğru hızla yuvarlanıyordu.

Bu koşullar altında, özellikle 1930’lu yılların başından itibaren (bu yana) genç Cumhuriyet kamuculuğa yöneldi. Onuncu yılda, başta Sümerbank olmak üzere, her alanda devletin büyük sanayi kuruluşlarını yaratmaya yönelmesi, hemen her sektörü kendi alanında kredi sağlayan bankacılık sistemi ile desteklemesi büyük atılım yarattı. Tekstilden, çimentoya, madencilikten, endüstriyel tarım ürünlerine, ulaşım ve haberleşme ağlarına, üretim ve tüketim kooperatifçiliğine dek her alandaki yatırımları, insangücünün eğitimine verilen özen ve bütüncül yatırım politikaları destekledi. Onuncu Yıl Marşı’ndaki coşku ile anlatımını bulan bu büyük atılım Anayasamıza, Atatürk İlkelerine ve CHP’nin “Altı Ok“’una “DEVLETÇİLİK” olarak kazındı. Bu politika yaşamın her alanına yayılarak bütünsel kurtuluş ve kalkınma atılımına dönüştü. Ne acıdır ki iktidarı ile, muhalefeti ile tarikatçısı ile, bölücüsü ile, ikinci cumhuriyetçisi ile büyük bir kesim, adeta nokta atışı yaparak 1930’ların Türkiye’sine saldırdı. Bu saldırı günümüzde de sürüyor.

KAMUCU EKONOMİK POLİTİKA KURTARICI OLDU

Dünya büyük bir ekonomik bunalım içinde yuvarlanıp yabanıl (vahşi) bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken; Türkiye bir yandan Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan da tarihinin en büyük kalkınma hızına ulaştı. Ülke ayakları üzerine dikildi. İşsizlik son buldu. Bütün yurt yüzeyine yayılmış kamu yatırımları büyük kentlere göçü engellediği gibi, tarımsal endüstriye dayalı yatırımlarla köyden kente göçün de önüne geçildi. 1930’ların kamucu politikaları o denli başarılıydı ki; İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası yürütülen Amerikancı politikalar döneminde bile, başta ağır sanayi ve petrokimya kuruluşları olmak üzere kamu yatırımlarından vazgeçilemedi. (İsdemir, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi vb.) Kamu yatırımlarının tamamlanması 1970’li yılların sonlarına dek geldi.

TÜSİAD’CILARIN ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI

Ülkenin siyasal bunalımlarla çalkalandığı 1970’lerin sonlarına doğru sinsi (örtük) bir özelleştirme saldırısı başlatıldı. Bu dönemde TÜSİAD tarafından yayınlanan GÖRÜŞ adlı mini kitapçıkların neredeyse tümünün konusu özelleştirme idi. Siyasal iktidarların yandaşlarına kadro bulma amacıyla kötü yönettiği kamu kurumları, kasıtlı olarak kötüleştirildi. “Önce kötüleştir, sonra özelleştir” dönemi sinsi biçimde ilerledi.

– “Devlet pijama mı diker”,
– “devlet sunta mı üretir”
“devlet don-gömlek mi yapar?

yaygaraları ile kamu kuruluşları kötülendi. Kamu kuruluşlarını destekleyen bankalar bu kuruluşları desteklemek yerine dolandırıcıları, düşsel (hayali) ihracatçıları destekledi. Bu bankalar batırıldı. Sümerbank, Etibank, Şekerbank, Tarişbank, Emlakbank gibi bankaların adları bile unutturuldu. Köylünün bankası iktidar destekçisi yayın kuruluşları ile yüklenicilerin (müteahhitlerin) buyruğuna verildi.

CİNAYETLER SERİSİ ÖZEL TV KANALLARI İLE BAŞLADI

TÜSİAD’cıların adamı Turgut Özal’ın açıkladığı “24 Ocak Kararları“nın (1980) sağlıklı bir demokratik düzende uygulanması olanaksızdı.12 Eylül 1980 faşist darbesi bu kararların uygulanmasının önündeki bütün engelleri kaldırdı. 12 Eylül dönemi, siyasal, demokratik, kültürel, ekonomik hakları alt üst ederken; bunlara engel olacak her türlü örgütlenmeyi de yok etti. Karşı duranlar ölçüsünde karşı durma olasılığı olanlar da cezaevlerine dolduruldu. 1961 Anayasası tümüyle değiştirilirken (AS: 35 maddesi) en önemli darbelerden biri de devlet iletişim kanalı TRT’ye (Türkiye Radyo Televizyon) indirildi ve özerkliği yok edildi. Önce darbecilerin buyruğuna verildi, sonrasında ise siyasal iktidarların buyruğuna verilecekti.

12 Eylül döneminde ekonominin yönetimini emperyalist ülkeler adına teslim alan Turgut Özal, darbeyle getirilen antidemokratik Seçim Yasası, paralel yürüyen veto sistemi ve bir daha düzeltilmeyen Siyasi Partiler Yasası ile tüm yönetime egemen oldu. Her türlü rezalete alışıp şaşırma duygularımızı yitirdiğimiz bu dönemde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Telsiz Yasası başta olmak üzere, TRT Yasası, Basın Yasası ve Türk Ceza Yasa’sını ihlal ederek ilk özel televizyonu yayına soktu ve ilk özelleştirme cinayetini işledi.

Muhalefet başta olmak üzere gazeteciler, haberleşme (iletişim) kuruluşları, aydınlar bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı durmak yerine, akıma ayak uydurdular. Madem TRT özerk olmaktan çıkmış ve siyasal iktidarın buyruğuna girmişti o halde herkes, her çevre, her siyasal parti, her cemaat kendi TV kanalını kursundu. (!) Özel TV kuramayanlar özel radyo kurdular. Bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı çıkması gerekenler, sabahlara dek süren TV tartışma programlarında “özgürce” Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün değerlerine saldırıyordu. ABD’nin komşumuz Irak’a saldırısını sinema filmi izler gibi bizlere izletiyorlardı. Artık haberleşme, gazetecilik mesleğinin parçası olmaktan çıkmıştı. Büyük iş adamlarının bir holdingi, bir bankası, bir de özel televizyonu vardı. Bu TV kanallarında Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının yanında en büyük saldırının hedefinde ekonomik kalelerimiz vardı.

Özelleştirmelerle her ürün, her hizmet daha ucuz ve daha nitelikli (kaliteli) olacaktı!

Siyasal desteğe sahip holding patronları, banka kurmak yerine kamu kuruluşlarını desteklemekle görevli bankaları ele geçirip içini boşalttı. (Etibank en tipik örnektir). Buna bağlı olarak kamu ekonomik kuruluşları kapışılmaya başlandı.

Artık cinayetler serisi çorap söküğü gibi gelecekti. Hastanelerde kuyruk mu var? Gelsin özel hastaneler. Okullarda eğitim sistemi bozulup laik – demokratik eğitim rafa mı kalktı? Gelsin özel okullar. 40-50 yıl önce devlet okullarında başarısız olanların diploma almak için koştuğu özel okullar, artık zorlu sınavlarla girmek için yarış edilen kurumlar durumuna geldi. İşverenler kreş mi açmıyor? Gelsin özel kreşler. Devlet, anaokulları için kaynak mı bulamıyor? Gelsin paralı özel ana okulları. Günümüzde  bu okulların bir yıllık bedeli, yüksek bir memurun bir yıllık gelirine ulaştı. Çocuğunuz üniversitede istediği bölümü mü kazanamadı, gelsin sözde Vakıf üniversiteleri, dindarlar için ayrı cemaat üniversiteleri, zengin (varsıl) çocukları için kantin kapılarında “burslular giremez” (tepkiler üzerine bu yazılar sonraları kaldırıldı) yazan ayrıcalıklı üniversiteler… Bunların ücretlerini ise hiç sormayın. Yurt mu bulamadınız? Tarikat yurdundan sosyete yurduna dek hepsi var. Yeter ki paradan haber verin…

Olanlara ve sonrasında olacaklara küçük bir azınlık dışında hiçbir ciddi itiraz gelmedi. İktidar ve muhalefet “son sosyalist devlet” dedikleri Cumhuriyetimizin temellerine dinamit koydular. Hızını alamayanlar “babalar gibi satarım” diyerek (ANAP Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) kamuya ait her şeyi “tarihten kazımaya” kararlıydı. Bunu söyleyenler sağlıklarını Türk doktorlarında değil, ABD’deki ünlü hastanelerde aradılar. Sonrasında gariban yurttaşlarımız da özel hastane kapılarında soyuldu. Şehir hastanelerinin içine yabancı adlı mağazalar yerleştirildi. Özel araçlarınızla çarşıya pazara giremediniz mi? Tüketim MABETLERİ (tapınakları) Alışveriş Merkezleri (AVM), zincir mağazaları ile buyruğunuzda! Kendinizi güvende duyumsamıyorsanız özel güvenlik şirketleri buyruğunuzda. Yıllarca kamu çalışanlarının tatil (dinlence) gereksinimi karşılayan kamu kamp ve eğitim kuruluşları da kapatılarak arazileri turizm işletmecilerine tahsis edildi (özgülendi), yağmalandı. İnsanlar tatil (dinlence) gereksinimlerini karşılamak için zeytinlikleri, öbür tarım alanlarını yağmalayıp “villa” adı altında gecekondu sahibi oldular. Arsa spekülatörleri, inşaat malzemecileri varsıl (zengin) edildi.

Artık özelleştirmeye o denli alıştık ki; geçiş garantili (güvenceli) köprüler, otoyollar, havalimanları yadırganmaz oldu. Ülkenin en turistik karayolunda bir siyasetçiye tünel, evet yalnızca bir tünel izni verilerek Deli Dumrul’un köprüsünden sonra Deli Dumrul’un tüneli de oldu. (Göcek Tüneli) Bütün bu sömürünün gelecekte de güvence altında olması için Uluslararası Tahkim kuralı önce anayasal (1999, m. 125), sonra da yasal kılıfa (2001) kavuştu.

Sonuçta elimizde ne limanlarımız, ne karayollarımız, ne enerji santrallerimiz, ne elektrik dağıtım şirketlerimiz, ne telefon idaremiz, ne petrol rafinerimiz, ne şeker fabrikamız, ne araç muayene istasyonumuz, ne doğru düzgün eğitim veren okulumuz kaldı! Posta örgütümüzün yerini bile kargo firmaları aldı. Asker ocağında yemeği kendi yaparak aynı zamanda meslek edindirmek yerine yemek firmalarından hazır yemek alınmaya başlandı ve toplu zehirlenmeler yaşandı.

Şimdi ne çocuklarımıza eğitim parası yetiştirebiliyoruz; ne şekere, ne telefona, ne güvenliğe, ne dinlenceye para yetiştirebiliyoruz. Kamu ulaşımı desteklenmediği için herkes özel araç sahibi olma peşinde. İkinci el araç fiyatı sıfır araç fiyatından çok. Lojman bulamayan kamu görevlileri, ev sahiplerinin / bankaların insafına terk edilmiş durumda.

Seri (ardışık) katili bulmak için önce seri (ardışık) cinayetler olduğunu algılamamız gerekiyor. Güzel yurdumuzdan işgal ordularının sürülüp atıldığı şanlı günlerin 101. yılını kutluyoruz. Sinsi biçimde başlatılan özelleştirme seri cinayetlerinin ardından yabancı şirketlerin saldırısı hız kazandı. Bu vahşi istila kuvvetleri (yabanıl yayılma güçleri) yalnızca kamu mallarını ele geçirmekle kalmadı. Türk girişimcisinin  dişiyle, tırnağıyla yarattığı yerli ürünler de birer birer bu azgın yayılma (istila) ordusunun eline geçti. İçme suyumuzdan, zeytinyağımıza, peynirimizden, tank fabrikamıza, sigaramızdan, rakımıza, şarabımıza, sabunumuza dek…

Büyük bir temizliğin vaktidir…

Bütüncül kurtuluş ve kalkınmanın önü, bütünsel istila (yayılma) ile kesildi.
Yeni bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin vaktidir.
Bütüncül (topyekün) bir Ulusal Kurtuluş Savaşı… (26.08.2023)

BU GÜN 1 MAYIS EMEKÇİ BAYRAMI!

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Emek çok değerli ve kutsaldır. Doğadan hazır ve bedava sahip olunanlar dışında; Tarihin her devrinde, her ülkede, her kademede ve her alanda, istisnasız (ayrıksız) herkesçe üretilip tüketilen her mal, her ürün ve her hizmet, yani her şey; emeğin, alın terinin, emekçinin ürünüdür.

Makineleri makine, araç-gereç yapan, teknolojik ürünleri geliştirip üretime aktaran, sağlık, eğitim, yönetim, ekonomi, hukuk… vb. hizmetler, öz olarak yine eğitilmiş fikirsel (düşünsel) ve bedensel emek sentezleridir (bireşimidir).

Emekçilerin ürünü olan ileri makine ve teknolojileri onların emeklerine el koyma aracı olarak kullanmak yanlıştır; iyi niyet, hukuk, ahlak ve adaletten yoksundur. Emek ve sermayenin üretimdeki işbirliği ve üretim sürecinin sürekliliği paylaşımda da adil ve hakça olmalıdır.
Eğer üretirken işbirliği varsa, paylaşırken de adalet, olmazsa olmazdır.

Ülkemizdeki örgütlü emek bileşenleri olan işçi sendikalarının bir kesimi ne yazık ki SARI SENDİKA konumundadır. Sarı sendikacılık sahte sendikacılıktır. Sermaye ve işverenle gizli anlaşmalar yaparak işçilerin yoksullaştırılmasına neden olunmaktadır.

Ayrıca emekçilerin mesleksel örgütlenmesi, özellikle 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra büyük darbe almıştır İşçi sendikaları o donemin ülkedeki istikrarsızlık, siyasal cinayetler ve anarşisinden sorumlu tutulmuştur. Sendikal hak ve yetkiler uluslararası standartların çok gerisine düşürülmüştür. Bu durum halen devam etmektedir (günümüzde sürmektedir).

  • Sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme hukuku mutlaka düzeltilmelidir.

Ülkemizde, mevcut (varolan) dağınık, bölünmüş ve ayrışmış sendikacılık yapısı yeterince güçlü değildir. İşçi sendikalarımızın daha güçlü olabilmeleri için ekonomik, siyasal ve mesleksel açılardan, aynı iş kollarında, birbirleri ile rekabet etmekten vazgeçip, ulusal gelirden daha çok pay ve daha adil bir ücret alabilmek için mutlaka birleşerek güçlenme ve dayanışma içinde olmalarını zorunlu duruma getirmiştir.

Bedensel ve düşünsel üretken emekleri ve alın terleriyle, top yekun (hep birlikte) her türlü ekonomik zenginliği (varsıllığı) üreten; ancak ürettiği ulusal serveti adilce bölüşmekten yoksun bırakılan tüm beden ve fikir (düşün) emekçileri ve emekliler için, daha özgür örgütlenebilmenin ve daha adil bölüşümün gerçekleşeceği demokratik bir siyasal yapı umuduyla tüm emekçilerin

1 MAYIS EMEKÇİ BAYRAMI KUTLU OLSUN!
===========================================
Dostlar,

Sayın Prof. H. Çivi hocamıza çok teşekkür ederek yazısını yukarıda paylaştık.

Aşağıdaki marşı ekliyoruz.. Bu marşı her dinlememizde tüm hücrelerimiz ürperiyor ve
Kanlı 1 Mayıs 1977” nin durulmaz acısı içimizi kavuruyor.

Timur Selçuk’un enfes sesinden 1 Mayıs Marşı‘nı dinlemek için tıklayınız…

1 MAYIS MARŞI-TİMUR SELÇUK – Dailymotion Video

Var olsun merhum Münir Nurettin Selçuk ve oğlu merhum Timur Selçuk..
Her ikisi de Müzik dehasıydılar. Dileriz bu Kültür, bu topraklar daha nicelerini yetiştirecektir.

1 Mayıs 1977’de, İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olmak üzere iken, biz de Taksim’de idik.
İYÖK-DER (İstanbul Yükseköğrenim Kültür Derneği) çatısı altında yürüyüş kolundaydık.
O kanlı cehennemi yaşadık.. Rastlantıyla yaşamdayız. 1,5 ay sonra da hekim olduk..
***
Emperyalizmin kanlı oyunları bitmez..
Ancak Ulusal Hükümetler bunlara büyük ölçüde engel olabilirler.
Bir koşulla : Onların kuklası olarak iktidara getirilmemiş olmak!
Bu da Halkın sağkalım (beka) sorumluluğu.. Halkı bu bağlamda sürekli eğitmek de
yurtsever anti-emperyalist, anti-kapitalist ulusal aydının tarihsel ve sürgit yükümü..
***
Karl Marks’tan bu yana koşullar çooooooook değişti.. O, bilgisayar bile bilmiyordu..
Ayrıca Neo-liberal yabanıl (vahşi) KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm, dünya sömürü hegemonyasını terk etmemek için var gücüyle abanırken, yeni ve etkili, kanlı yöntemler geliştirmekte ne yazık ki hala çok usta.
Öte yandan “z kuşağı” ve baş döndüren hızla ilerleyen Bilişim Devrimi temel meydan okuyuculardan.

Yarım bin yıldır (500 yıldır!!!) anamalcı (kapitalist) sömürü bukağısında inliyor insanlık.
Ancak insan usunun / anlayşının (idrakinin) sonsuza dek tutsak alınamayacağı da eytişimsel (diyalektik) bir gerçeklik.

Başka bir dünya olanaklıdır!
Kuzeyin sömürgen egemenlerine karşı Ulus Devletler TAM BAĞIMSIZLIKLARINI koruyarak “birlikte” davranmalı, içte ise ulusal planlamaya dayalı kalkınmalarını sağlamalıdırlar.

  • ”Bizi milletçe yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir doktirini takip eden insanlarız.”
    Mustafa Kemal ATATÜRK, 1 Aralık 1921 (Meclis Konuşmasından)
  • “Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir.”
    (Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 26, Kaynak Yayınları, sayfa 144)

***
Bu arada, emperyalist-kapitalizmin büyük ölçüde işçileştirdiği-emekçileştirdiği Hekimlerin de konumlarını gözden geçirmeleri gerek. Özellikle batı kapitalizminin maşası AKP=RTE politikalarıyla son 20 yılda hekimler de çok hırpalandı ve yoksullaştırıldı.

Artık sendikalaşma zamanı. İş kolu ya da meslek sendikacılığı.
Hekim Meslek Örgütü TTB (Türk Tabipleri Birliği) bu bağlamda doğası gereği çok yetersiz. İşlevi 6023 sayılı yasa ile tanımlı, teknik, bürokratik ve profesyonel.
***
1 Mayıslar tarihsel bilinç tazeleme ve enerji yüklenmenin aracı olsun..

Sürekli savaşım” ise stratejik yolak..

Yoksa, “senede 1 gün” ile, nostaljisi ile önümüzdeki yüzyıllarda da 1 arpa boyu yol alamaz insanlık.

 

Sevgi, saygı ve UMUT ile. 01 Mayıs 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

ADD Genel Merkezi : UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

BASINA VE KAMUOYUNA 

UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

30. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda emperyalizm ve hain işbirlikçilerinin aramızdan aldığı Devrim Şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.

31 Ocak 1990 akşam saatlerinde evinin önünde iki kahpe kurşunla katledilen Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy‘un ve 24 Ocak 1993 sabahı otomobiline tuzaklanan bomba ile paramparça edilen Kalpaksız Kuvvacımız Uğur Mumcu‘nun yok edilmeleri, emperyalizmin ilk halka seri (ardışık) siyasal cinayetler tuzağının 2. halkasının başat kilometre taşlarıdır.

İlk halka cinayetlerle demokrasiyi katledip özgürlükçü 1961 Anayasası yerine getirdiği yasakçı 1982 Anayasası ve antidemokratik darbe yasaları ile örgütlü toplumu, özerk üniversiteyi, özgür kültür ve sanat iklimini dinamitleyen, ABD’nin “Bizim oğlanlar yaptı” dediği 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi‘ne zemin oluşturulup toplumsal meşruluk sağlanmış, 2. halka ile de ülkemiz 2000’li yılların emperyal güdümlü Siyasal İslam çıkmazına sokulmuştur.

Bu nedenle her yıl düzenlenen 24 – 31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası‘nda çeşitli etkinliklerle andığımız aziz şehitlerimizin kanlarını yerde bırakmama kararlılığımızı yinelerken hem bu emperyal tuzakların perde arkasını halkımıza gösterme çabamızı sürdürüyor, hem nedenlerini ve sonuçlarını irdeliyor, hem de Laik Cumhuriyetimiz’i ilelebet payidar kılma (sonsuza dek yaşatma) yolunda dersler çıkarıyoruz.

Muammer Aksoy, Cumhuriyetimiz’in kuruluş felsefesinden koparak Laik Hukuk Devleti olma niteliğini yitirip karanlık bir geleceğe sürüklenmesi tehlikesinin farkında olan 49 Cumhuriyet Aydını yol arkadaşıyla 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği‘ni kurdu. Derneğimizin kuruluş bildirgesi, Kurucu Genel Başkanımızın çalışma ve demeçleri emperyalistleri çok rahatsız etti ve Muammer Aksoy 8 ay sonra katledildi.

Hâlâ aydınlatıl(a)mamış olan bu cinayetin Ulusumuzu derinden yaraladığı ne denli gerçekse, Laik Cumhuriyet düşmanlarını, çok uluslu petrol tekellerini, 1961 Anayasası karşıtlarını, kadın haklarını ayaklar altına alanları, aklın özgürleşmesinden, özgür bireyden ve Uluslaşma bilincinden korkan Karşı Devrimcileri, emek, gençlik ve öğretmen örgütlenmeleri başta örgütlü toplumu tehdit olarak görenleri, üniversite özerkliğini hazmedemeyenleri ve Türkiye’yi Kemalizm’in Yurtta Sulh Cihanda Sulh rotasından saptırıp Yeni Osmanlıcılık ham hayali ile Orta Doğu bataklığına sokmak isteyenleri çok sevindirdiği de bir o denli gerçektir.

31 Ocak 1990 akşamı başlayan bu ikinci halka emperyal tertipler, üzerine kararlılıkla gidilmediği için sürdü. Kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter cinayetlerinin ardından 24 Ocak 1993 Uğur Mumcu suikastı ile yeni bir boyut kazandı.

Uğur Mumcu’nun katli her kesimden halkımızda büyük infial yarattı. Devletin bütün kademeleri failleri ve azmettiricilerini bulmaya söz verdiler, ama çözüm için atılan her adım engellendi, “duvardaki o tuğla” bir türlü çekil(e)medi!

Uğur Mumcu da Muammer Aksoy gibi emperyal güçleri ve uşaklarını öylesine ürkütmüş, o denli çok hain odağın ipliğini pazara çıkarmıştı ki; O’nu bu odakların her biri öldür(t)müş, hatta cinayeti birlikte işle(t)miş bile olabilirlerdi. Örneğin bölücü terör örgütü PKK gibi, Abdi İpekçi’yi öldürtüp Papa’yı vurduranlar gibi, silah ve uyuşturucu kaçakçıları, kamu ihale vurguncuları, Kemalizm karşıtları gibi, imamların aylıklarını ödeyen ARAMCO’cular (AS: Rabıta örgütü), 12 Eylül faşizminin kucağında yaşam bulan teokratik devlet özlemcileri, tekerlerine çomak soktuğu yabancı gizli istihbarat servisleri gibi…

  • Atatürk laikliği; yalnız uygarlığın, demokrasinin ve özgürlüğün değil,
    aynı zamanda iç barışın ve ulusal birliğin de yolu ve güvencesidir.
  • Laikliğe karşı propagandaya, şeriat propagandasına müsaade etmek,
    Türkiye’nin geleceğinin yok edilmesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
    intihar etmesini benimsemektir.

diyen Muammer Aksoy da,

  • “Ben Atatürkçüyüm. Ben cumhuriyetçiyim. Ben lâikim. Ben antiemperyalistim.
    Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben insan hakları savunucusuyum.
    Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların,
    çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın beni.
    Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır.”

diyen öğrencisi, düşün yoldaşı Uğur Mumcu da cesur (yürekli) Kemalistler, kararlı Devrimciler, ödünsüz Cumhuriyetçiler ve son derecede saygın, sözlerine sonuna dek güvenilen Toplum Önderleri oldukları için hedef seçildiler.

Yılda bir gün evlerinin önüne, gömütlerine karanfiller bırakıp övgü dolu nutuklar (söylevler) atan kimilerinin söylediklerini benimsememeleri, savundukları fikir ve düşünceleri, uğruna can verdikleri değer ve idealleri unutmuş görünmeleri ne acı! Dediği gibi Mumcu’nun:

  • “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil.”

İkinci halka siyasal cinayetler Uğur Mumcu’dan sonra da devam etti. Eşref Bitlis, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, üyemiz Necip Hablemitoğlu ve yine bir 24 Ocak günü (AS: 2001) Diyarbakır halkının sevgilisi Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan aynı karanlık güçlerce katledildiler.

Emperyalizm ve işbirlikçileri bu seri siyasal cinayetlerle eşanlı olarak istihbarat kurumları eliyle bir başka yapıyı da örgütlediler. Önce “Cemaat” yaveleri ve “Hocaefendi” güzellemeleriyle el üstünde tutulan, ardından “Hizmet Hareketi” kılıfıyla semirtilerek “ne istedilerse verilen”, amacı emperyalizmin 100 yıllık hedefi doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ni Din Devletine dönüştürmek olan, neden sonra FETÖ diye anılıp PDY (Paralel Devlet Yapılanması) adıyla tanımlanan bu hain örgüt, ortak olduğu iktidarın sağladığı olanaklarla devlette kadrolaştı. Mülki idare, yargı ve emniyeti neredeyse ele geçirdi. Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davaları ile mıntıka temizliği yapıp adamlarının önünü açtı. Sonunda Orduya yerleştirdiği müritleriyle 15 Temmuz 2016 günü darbeye kalkıştı (AS: ABD maşası olarak). Bastırıldıktan sonra birilerinin “Allah’ın lütfu” saydığı bu hain kalkışmanın Anayasal düzene sadık Kemalist subaylar, namuslu emniyet mensupları ve milletimizce önlendiğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı biçimde; bunca vahim (ürkünç) yaşanmışlıklara karşın, kimi siyasilerin hâlâ tarikat – cemaat adı altında örgütlenmiş emperyalizm taşeronu bu çağ dışı yapılardan medet ummakta olmalarının anlaşılabilir, bağışlanabilir yanı olmadığını da görmeliyiz.

Türk Ulusu siyasal cinayetlere kurban giden yiğit evlatlarını da, katillerini, işbirlikçilerini ve azmettiricilerini de unutmayacak, unutturmayacak, bir gün mutlaka hesabını soracaktır.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuz semalarına asma azim ve kararımızla başta Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu olmak üzere yitirdiğimiz bütün vatanseverlerimizi minnet ve şükranla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, sesimizi ve sözümüzü yükselterek “ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ diyoruz.

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ

12 EYLÜL 1980 FAŞİST DARBESİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
12 Eylül 2021

Bundan tam 41 yıl önce yapılmış olan 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapıldığı zaman evli, üç çocuk babası, doktoralı, doçentlik tezi hazırlamakta olan 36 yaşında bir akademisyendim. Bu darbenin yarattığı baskı ve zulümleri iliklerime dek duyumsayarak, siyasal açıdan da en ağır suçlarla suçlanarak ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanarak yaşadım. Benim yaşamak zorunda kaldığım bu baskı ve zulümler yüzbinlerce aydınımızın yazgısı oldu. Bu aydınların sağcı-solcu denilmeden, bir bölümü korkunç işkencelerden geçti ve boş yere hapis yattı. Bazıları idam edildi ya da gözaltında kayboldu. Bir kısmı işinden ve aşından yoksun bırakılarak açlığa tutsak edildi. Yaklaşık 70.000 dolayında aydın ve sanatçımız ise, canını kurtarmak için, başta Almanya olmak üzere Batı ülkelerine kaçmak zorunda kaldı…

Peki 12 Eylül 1980 faşist darbesine nasıl gelindi?

Konuyu, biri dışarda ve biri de içeride olmak üzere iki ana nedene ayırmak gerekir.

A – Dış Nedenler

İkinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra, istisnalar (ayrıklar) dışında, dünya Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında bir rejim ve güç savaşı alanına döndü. ABD, her ne pahasına olursa olsun, SSCB’ni geriletmek kapitalist – emperyalist serbest piyasa sistemini koruyup genişletmek, yeni mevzi ve müttefikler kazanmak istiyordu. SSCB ise o dönemin kendi rejimi olan pre-komünist – sosyalist, üretim mallarında özel mülkiyeti yasaklayan, Marksist, kurgusal Merkezi Planlı ekonomik sistemini ve siyasal rejimini yaymak ve ideolojisini dünyaya kabul ettirmek niyetindeydi…

Bu iki birbirine zıt, farklı kutuplardaki devletler arasında başlayan “Soğuk Savaş” stratejileri başka ülkeleri de etkilemeye başladı. Her iki tarafın temel silahları ise yeraltı, örtülü ajanlık faaliyetler, askeri, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal… alanlardaki çok geniş yelpazeli propaganda (beyin yıkama) faaliyetleriydi. Her iki tarafın temel amacı da aynıydı; Başka ülkelerdeki kamuoyunu kendi lehine çevirmek ve siyasa iktidarı kendi yanına çekmek… dünyaya egemen olmak.

B – İç Nedenler

Türkiye de bu 2 süper güç arasındaki küresel yıkıcı rekabet ve gelişmelerden oldukça geniş boyutlarda etkilendi. Büyük ve giderilmesi olanaksız acılar ve katlanılması devasa boyutlarda olan ekonomik, sosyal, kültürel, ailesel ve bireysel sorunlar yaşadı. İhtilalden önce siyasiler, sendikalar, üniversiteler, basın, sivil toplum örgütleri, halk sağcı ve solcu olarak iki ana kampa ayrıldı. Karşılıklı olarak kurtarılmış(!) bölgeler, şehirler, mahalleler ve kurtarılmış(!) kamu kurumları oluştu. Yine karşılıklı düşmanlaşma, vuruşma ve öldürmeler yaygınlaştı. Halkın can ve mal güvenliği yok oldu. Günlük olarak ortalama cinayet sayısı 25-30 kişiye ulaştı. Siyasiler cephelere ayrıldı ve kendilerince taraf oldular.

Türkiye’deki rejim NATO ve Avrupa Birliği bağlantıları nedeniyle Batı ve ABD yanlısıydı. ABD açısından Türkiye, SSCB’ne karşı yaşamsal önemde stratejik bir ülkeydi. Batı kampındaki ülkelerin yaşamsal güvencesi olarak, mutlaka ABD ve Batı yanlısı kalması gerekiyordu. Bu nedenle SSCB ne karşı komünizm karşıtlığı beyin yıkama faaliyetleri çok önemliydi.

Komünistler dine karşıydı, öyleyse dinciliğin en geniş boyutlarda desteklenmesi gerekiyordu. Komünistler ırkçılık ve milliyetçiliğe karşıydı, öyleyse ırkçılık ve milliyetçilik de körüklenmeliydi. Komünizm aile yapısına karşıydı(!) ve serbest cinselliği savunuyordu (!) Bu durum aile ve ahlak yapımızın yıkımı (!) demekti. Hatta halk arasındaki düşmanlığı körükleyebilmek için, bu dinci ve milliyetçi 2 ideoloji birleştirilerek “Türk- İslam Sentezi” oluşturuldu. Dinci ve milliyetçi partiler desteklenerek anti-komünist cephe genişletildi. Bu arada Atatürkçü aydınlar da sol kesime dahil edildi ve SSCB yanlısı olarak yaftalandı… Herkes aşırı uçlara savruldu. Artık dış destekli fitneler yeterince mayalanmış ve kıvam kazanmıştı.

Sonuçta ihtilal vaktinin geldiği kanısına varılarak 12 Eylül 1980 günü Kenan Evren başkanlığındaki ABD destekli askeri cunta anayasal düzeni askıya alarak yönetime el koydu. Ancak 13 Eylül 1980 günü yani ihtilalden bir gün sonra, ülkedeki her türlü terörist ve karşılıklı vuruşma faaliyetleri bıçak gibi kesildi. Onun yerine uzun soluklu sayılacak bir basķı, zülüm, işkence ve kıyım furyası başladı….

Peki sonra neler mi oldu?

-Anayasal düzen askıya alındı. Cunta bildirileri anayasal hükümler yerine geçti
– Tüm siyasal partiler kapatıldı, parti başkanları tutuklandı.
– Tüm sendikalar, dernekler, her türlü sivil toplum örgütleri kapatıldı. Çoğu sendika lideri tutuklandı. Sendika mallarına el kondu.
– Üniversitelerde ihbarlar ve sürek avı başlatıldı. Yüzlerce akademisyenin görevine son verildi. Bir bölümü tutuklandı ve yargılandı.
– Türkiye’nin karma ekonomik sistemi, yerini serbest pazar ekonomisine bıraktı..
– Siyasal sistemdeki laiklik rotası aşındırıldı. Yeni anayasaya zorunlu din dersleri kondu.
– Anayasadaki sosyal devlet politikası kağıt üzerinde kaldı…
-………

Kıssadan hisse                              :

Bu kısa ancak acı 12 Eylül 1980 ihtilal geçmişimizi belli yaşta olanlara anımsatmak, yeni kuşaklara ise bilgi vermek ve üzerinde düşünmelerini sağlamak için yazdım. Siyasal, ekonomik, dinsel, etnik, kültürel (ekinsel), sanatsal ve bölgesel her türlü ayrışma, bölünme, yarılma ve düşmanlaştırmalara varan politikalar devlete ve ulusal birliğimize zarar ve hatta ihanet olarak algılanmalıdır. Yurttaşların eşitliğine, hukukun üstünlüğüne, çoğulcu ve doğru içselleştirilmiş parlamenter demokrasiye, tüm bunların güvencesi olarak da yine gerçek rotasından saptırılmayan laiklik ilkesine sımsıkı sarılmak, ortak aklı, ortak çıkarları ve ortak sorunları, kamu yararına, akılcı ve bilimsel yöntemlerle çözmek gerekiyor.

  • Ayrıştırıcı, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı yaklaşımlardan uzak durmak gereklidir.

Askeri, sivil, dinsel… her türlü darbelere karşı olmak, birlikte, dostça, sevgi barış, huzur ve adalet içinde kalmak en doğru yoldur.

  • Umudumuz gerçek aydınlarımızın ve halkımızın sağduyulu ve aydınlanmış bilincidir.

Demokrasilerde çareler ve umutlar tükenmez. Yeter ki demokrasi tükenmesin.