26 Ağustos 1922: Kocatepe’den Afyon’a
Metin Aydoğan
Cumhuriyet, 26 Ağustos 2019
(AS: Merhum Metin Aydoğan’ın saygın anısına, geçen yılki yazısını bir kez daha sunuyoruz..)
1922 yazında, ordu savaşa hazırdı. Son bir yıl içinde, içte ve dışta yoğun bir siyasi mücadele yürütülmüş ve yoksunluklar içinden 200 bin kişilik bir ordu çıkarılmıştı. Silah ve cephane bulunmuş, birlikler donatılmış ve ordu, alt düzeyde de olsa beslenebilir duruma getirilmişti. Silah gücü olarak, Yunan ordusuna tam olarak yetişilememişti ama yaklaşılmıştı.
Kurtuluşun ve uluslararası saygınlığın, göstermelik barış görüşmelerinden, siyasi ödünlerden değil, savaş meydanlarından geçtiğini biliyordu. “Ülkemizdeki düşmanı silah gücüyle çıkarmadıkça, ulusal gücümüzün buna yeterli olduğunu eylemsel olarak göstermedikçe, siyasi alanda umuda kapılmanın yeri yoktur… Güçten ve yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet ve mertlik gereklerini; bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu gösterenler isteyebilir” diyordu.
Savaş yönetmek
Amacı, savaşı bir tek darbeyle bitirmekti. Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan riskli bir amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir stratejinin belirlenmesi, bu stratejiyi yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin geliştirilmesi ve bunların hiçbir aksamaya meydan vermeden uygulanması gerekiyordu. Bu zorlu uğraş, Başkomutan olarak ancak O’nun yapabileceği bir işti.
Savaşı, kesin bir vuruşla bitirmeyi amaçlarken ulusun kullanabileceği olanakların tümünü ortaya sürmüş oluyordu. Ancak, her şeye karşın olumsuz bir sonuçla karşılaşılırsa, ulusal direnişin sürdürülebilirliğini sağlamak için önlem almayı da göz ardı etmiyordu. Güvenliğe önem veren ve askerlik mesleğinin çağdaş ilkelerini iyi bilen, hatta bu ilkelere evrensel boyutta katkı koymuş bir asker olarak tüm hazırlığını yapmıştı.
Gizliliğe özen gösteriyordu. Yaptığı stratejik planın başarısı, her şeyden önce baskın biçiminde geliştirilecek ani saldırıya dayanıyordu. Ordu komutanlarıyla 27 Temmuz’da, ordular arası futbol turnuvasını izleme görüntüsüyle Akşehir’de toplantı yaptı. Saldırı zamanını orada belirledi.
25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Karargâhını, Şuhut yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala, savaşı yöneteceği Kocatepe’ye geldi. Düşüncelerine gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına güneş doğarken birden, gürüldeyen bir gök gibi topçu baraj ateşi başladı. Yunan ordusu uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri balodan ancak iki saat önce dönmüştü.
Bütün komutanlara, birliklerini cephe hattından yönetmelerini emretmişti. Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk tümenine hedef gösterilen bu tepelerin, zirvesine dek yokuş yukarı bir hücumla alınması gerekiyordu.
Kanlı savaş
Çok kanlı bir savaş başlamıştı. Kuran okunarak kılınan sabah namazından sonra erler, başlarında subayları olmak üzere, bir yılda hazırlanan ve geçilemez denilen demir örgülerin, dikenli tellerin üzerine atıldılar.
Lord Kinross, ilk saldırı anını “Atatürk” adlı kitabında şöyle betimler:
“Yunan mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti. Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu. Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi. Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki, mevzi ele geçirilmiştir.”
Sabah dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunanlar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile geçirmemişlerdi.
Büyük saldırıyla karşı karşıya olduklarını çok geç anladılar. Anladıklarında da artık iş işten geçmiş, savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamıştı. Koskoca Yunan ordusu yok olmak üzereydi.
Kesin zafer
Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan ordusunun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis karargâhıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordunun öbür yarısı köyleri, kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde denize doğru kaçıyordu. Anadolu’ya gelirken aldıkları yok etme emrini, kaçarken bile yerine getiriyorlardı.
Karargâhını savaş alanına yakın, harap olmuş bir köye taşımıştı. Onun geldiğini duyan köylü kadınları çevresinde toplanmış, ürkek ve sıkılgan tavırlarıyla, Yunanların kendilerine yaptıklarının öcünü almasını istiyordu.
Çadırından çıkarak bir sandalyeye oturdu; üstleri başları paramparça, kan ve toz içinde gelen Yunan esirlere bakmaya başladı. Neşesi gitmiş, yerini düşünceli bir hal almıştı. Ne kadar alışık olsa da savaşın vahşiliği, bu yıkıntı sahnesi O’nu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına, savaşların yarattığı yıkımdan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Yerdeki bir Yunan bayrağını göstererek, kaldırılmasını ve bir tüfeğe sarılmasını emretti.
Önüne getirilen esirler arasında, Selanik’ten tanıdığı bir subayı gördü. Esir Yunan subayı, omuzlarında bir işaret görmeyince rütbesini sordu. Şimdi ne olmuştu; binbaşı mı, albay mı, yoksa general mi? Mustafa Kemal, mareşal ve başkomutan olduğunu söyledi. Yunan subay, “Bir başkomutanın cepheye bu kadar yakın yerde olması, görülmüş şey değil’”dedi. O gülerek, “Yakında Selanik’i alıp bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada komutan yaparım.” dedi.