Günlük arşivler: 24 Temmuz 2013

Naci Beştepe : ÇARŞAMBA İĞNELERİ

 ÇARŞAMBA İĞNELERİ

Naci_Bestepe_portresi

 

Türk Vatandaşı
Naci BEŞTEPE
 
  SANDIK
  RTE, “Hitler çıkabilir diye sandığı mı kaldıralım?”
  Hacet kalmadı…
 
  KOL
  Sürecin garantiye alınması için Meclis’in toplanarak
PKK’nın talep ettiği yasaların çıkarılması gerektiğini söyledi biri.
  Kim mi?
  PKK-BDP’nin CHP kolu,
  Sezgin Tanrıkulu...
 
  HUKUK
  B. Arınç, “Elimizdeki hukuki mevzuatla bu (Apo’nun basın toplantısı yapması) mümkün görünmüyor.
  Ufukta mevzuat değişikliği görünüyor…
 
  DOKTORLUK
  Halep Üniversitesi RTE’ye verdiği “FAHRİ DOKTORA” unvanını
geri çekti.
  İlimle bilimle zaten ilgisi yok.
  Adamın gereksinimi fahri doktora değil doktora…
 
  BİLANÇO
  Gezi bilançosu; 6 ölü, 11 göz, 7822 yaralı (20 Temmuz 2013) 
  Öldürmekten tutuklu polis 0000000…..
 
  SIRADA
  Yaşar Nuri Hoca, “Mursi, demokratik bir yolla geldi ama demokrasiye inanmadığı, demokrasiyi esas amacına ulaşmak için istismar ettiği için çok kısa sürede çöktü, yerle bir oldu.”
  Hocam, Mursi benzeri bazılarının sırası gecikip süresi biraz uzayabiliyor…
 
  ALEVİ
  RTE, “Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse dört dörtlük Aleviyim”
  Cüzdanı kabarık bir Ali dostu var ama kim acaba?
 
  GİRİYORUZ
  Muş-Bulanık’ta otlak yüzünden çıkan kavgada yedi kişi öldü,
dokuz kişi yaralandı.
  Ha gayret nüfusumuz azalırsa AB’ye gireriz…
 
  KREDİ
  RTE, “Kredi kartlarını almayın”
  Remzi ağabey isteyene 25 gönderecek…
 
  ANI
  RTE, “Esed zulmüyle anılacak”
  Bana (eski) arkadaşını söyle…
 
  JÖLELİ
  Yiğit Bulut, “Bu gün Erdoğan için ölmek gerekirse ben ölürüm”
  Ben ölecek değilim ya…
 
  FİTNE
  ” Tencere tava çalan komşunuzu şikayet edin… Zamanında biz uğraştık şimdi adaletle onlar uğraşsın”

Bu sözler kime ait olabilir?
  a. Bölücü bir Kürt,
  b. CIA ajanı,
  c. Komşu ülkenin Başbakanı,
  d. Fesatlık uzmanı…
 
  BİLGİ
  Mısır Geçici Başbakanı  Biblavi, “Erdoğan Mısır’ı bilmiyor?”
  Ne biliyor?..
 
  YANILGI
  Newsweek Dergisi, “Erdoğan, Obama için yanılgı oldu”
  Bizim liberal aydınlar ile %50 için de…
 
  HAİN
  Hasip Kaplan, “Türkiye’nin üç tarafı deniz, üç tarafı Kürdistan”
  Ortasında bir sürü hain insan…
 
 Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

 

Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi


Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi

 

 

Ertuğrul GEZENOĞLU

24 Temmuz bize başlangıçta 3 önemli olayı anımsatıyor;

1. Lozan Antlaşması
2. Sendikal hakların kabulü
3. Basından sansürün kaldırılması

Ama bugün 3 önemli konunun da sıkıntılarının olduğunu tespit etmekteyiz.
Basın sansürünün kaldırılması bugün sözde kalmıştır. Basın bugün hiçbir sivil iktidar döneminde olmadığı kadar baskı altındadır. Bu baskıya direnen yazılı ve görsel
basın da verilen para cezaları ile çökertilmek istenmektedir.

Sendikal haklara gelince, özellikle 1980 sonrası gerek askeri dönemde, gerekse
Özal döneminde adeta yangından mal kaçırırcasına yapılan özelleştirmelerle taşeronlaşma başlamış, son dönemlerde ayyuka çıkan özelleştirme ve taşeronlaşma ile sendikal haklar artık adeta son dönemlerini yaşar hale gelmiştir. Zamanında özelleştirmelere yeterince demokratik tepkiyi göstermeyen sözüm ona sendikalar bugün o günlerin cezasını çekmektedirler.

Lozan Antlaşması hep ülkenin tapu senedi olarak görülmektedir.
Gerçekten emperyalizme hiç unutamayacağı bir şamar indiren M. Kemal ATATÜRK ve O’nu hiç terk etmeyen İsmet İNÖNÜ, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferini Lozan ile emperyalistlere kabul ettirerek taçlandırmışlardır.

Fakat bugün Lozan’ı destekleyen Kabotaj ve Montrö Antlaşmalarının delinme aşamasına geldiğini görüyoruz. Lozan’ın delinmesi konusunda başka bir tehlike de Suriye ile olan geldiğimiz noktadır. Çünkü bu ülke ile çıkacak olan bir savaş,
Lozan’ı delecektir.

Karadeniz’e yabancı savaş gemilerinin giriş ve çıkışı ile Montrö Antlaşması’nın ihlali halinde Lozan’ın delinmesi riski vardır. ABD bunu zaman zaman zorlamaktadır.
Bunu önleyen deniz subaylarımız bugün bedel ödemektedirler.

Kabotaj ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kara, hava ve denizde ulusal altyapı-yatırım ve ulaşım hakkı demektir. Ama son zamanlardaki otoyolların, limanların, havaalanlarının özelleştirmeleri ve bunların özellikle yabancılara verilmesi aslında kabotaj yasasının amacını yok etmektedir.

Ayrıca bölgesel özerklik talebi ve devamında ülkeden kopmalara neden olabilecek gelişmelere imkan veren İkiz Sözleşmelerin 2003’te Meclis’te onaylanması,
bir anlamda Lozan’ı tartışmalı hale getirebilecektir.

Tahkim Yasası ve Anayasanın 90. md. si de Lozan’da elde ettiğimiz ulusumuzun
kendi yasalarıyla yönetilmesi hakkının kullanılmasında önemli engeldir.
Bizim Anayasamızda olmasa da, uluslararası sözleşmenin geçerli olması,
yabancı yatırımcıyla olan anlaşmazlıkların uluslararası mahkemelerde çözümlenmesi, yasal ve mali yönden adeta birer kapitülasyon olarak değerlendirilebilir.

Yabancıya toprak satışı, maden yasası, petrol yasası gibi yasaların
Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi sonrası Lozan’da elde ettiğimiz ulusal varlıklarımızın
bırakın özelleştirilmesini; yabancıya ülkenin toprağının ve kaynaklarının hükümranlığının devredilmesi kaygısını taşımamıza neden olmaktadır.

Tarımda ve tohumda olan sıkıntılar, HES’ler ekolojik dengeleri bozmaktadır.
Tohumda dışa bağımlılığın ne akla hizmet olduğunu anlamak mümkün değildir.

  • Vakıflar Yasası’na göre de Lozan’da elde edilen birçok hakkımız tartışmalı hale gelmektedir.
Sonunda Heybeliada Ruhban Okulu‘nun açılması ve
İstanbul’da Ekümenik Patriklik oluşması ihtimali ciddi olarak rahatsızlık yaratmaktadır.

ABD ve NATO’yla yapılan anlaşmalar askeri yönden bağımlı hale getirildiğimiz sıkıntısı yaratmaktadır. Bu düşüncenin önemli oranda gerçeklik payı vardır.

Şimdi tüm bunları dikkate alırsak Lozan’ı ne denli hak ederek ve nasıl kutlayacağız?

Bu durumda Lozan’ı kutlamak mı yoksa yeniden inşa etmek mi gerekiyor ?

Baskı altındaki merkez medyanın bu konuları bizim endişelerimizi taşıyanlarla değil, aksine endişelerimizi artıranlarla, kamuoyu yaratacak kişilerle konuşup tartışması nedeniyle ulusalcılık adeta öcü gibi gösterilmektedir.

  • Oysa ulusalcılık ırkçılık değildir;
    Atatürk milliyetçiliğinin tam bağımsızlık ilkesi ışığında;
    halkçı-toplumcu-sosyal-laik-hukuk devletinde yaşama isteğidir.
Bugün ülkemiz ekonomik anlamda dışa bağımlıdır. Ekonomik bağımlılık her alanda (askeri-siyasi-kültür-sanat-medya-tarım-borsa-banka-sigortacılık vb.) bağımlılığı da getirmektedir. Birçok stratejik KİT’lerin yanında özel şirketler de yabancıların eline geçmektedir. (Tekel-Telekom-Petkim-Kipa-Migros vb.)

Eğitim konusu da çok tartışmalı hale gelmiştir. Eğitimde çağdışı düşünceleri
eyleme dönüştürülmek istenirken, sık sık yapılan değişiklikler öğrencileri adeta deneme tahtasına çevirmektedir. Dolayısıyla çağdaş ve verimli bir eğitim verilmediğinden yetiştirilen kuşakların kafası çok karışık olmakta, geleceğe güvenle bakmamaktadırlar.

Çıkış yolu yok mu ?

Yeter, içimizi kararttın! Diyebilirsiniz. Elbette çıkış yolu var. Atatürkçülerin yapılacak seçimlerde iktidara gelmek için halka bıkmadan, usanmadan gerçekleri anlatması,
halkı direnen medyaya yönlendirmesi gerekmektedir. İktidara gelince de doğru bir programla bahsettiğimiz tüm bu yasaları iptal ederek Tam Bağımsız Türkiye için özveri ile gece-gündüz çalışmaktır. Çaresiz değiliz, üstelik şimdi 90’ların gençleri de yanımızda. Yaş ortalamamız epeyce düştü, yani dinozor değiliz artık.

Bayrak gençlere geçince Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin emin ellerde olduğunu düşünmek bizlerin çok çok mutlu ve umutlu olmamızı sağlıyor.

Geçen yazımda da bitirişte yazdığımı yazarak bitiriyorum.

Sağolun, varolun gençler.

YAŞASIN ATATÜRK GENÇLİĞİ!

Saygılarımla…

Muazzez İlmiye Çığ 100. yaşında; Gezi Direnişi şahane bir şey!

Muazzez İlmiye Çığ 100. yaşında!
Kaygılarını, umutlarını, hayallerini bizler için anlattı. 

Muazzez_Ilmiye_Cig_ve_Orhan_Erinc

 

Gezi Direnişi şahane bir şey!

 

 

 

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Orhan Erinç’e 50 yıl aradan sonra ikinci kez röportaj veren Muazzez İlmiye Çığ, Gezi gençliğinin ortaya koyduğu tavrı “Gezi Direnişi’yle yepyeni, atak bir nesil yüzünü gösterdi. Şahane bir şey bu!” diye değerlendirirken kaygılı olduğunu da ekliyor:

“Umutluyum ama kaygılıyım da. Gençlerin kırılacağından korkuyorum.
Dinciler zalim. ‘Allahüekber’ deyip boğaz kesmeye hazır.”

ORHAN ERİNÇ / GAMZE AKDEMİR

“Babilliler kira meselesini 3700 yıl önce halletmişlerdi!”…

Muazzez_Ilmiye_Cig_100_Yasinda1Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi, yazar Orhan Erinç’in tam 50 yıl önce, Muazzez İlmiye Çığ ile yaptığı röportajın ardından kaleme aldığı, Cumhuriyet’te yayımlanan yazısının başlığı… Bu iki aydın yazar 50 yıl sonra ikinci röportaj için buluştular. Ben de aralarına katıldım. Erinç’ten haylice söz çalarak, zaman zaman Çığ ile aralarına kara kedi misali girerek ama hoş sohbetten payını fazlasıyla alarak… Söyleşiye Erinç’in o röportajı ve Çığ’ın yeni kitabı “Sümerliler Türklerin Bir Koludur” ile başladıysak da konunun ülkemizin günümüz gerçeklerine gelmesi hele ki Gezi Direnişi’ni, o dirilişi konuşmak kaçınılmazdı.

100 yaşına basan Çığ, bu yaşında da yine hepimizi cebinden çıkaracak denli aktif. Kendi deyişiyle bizlere “numune” olmak için çabalıyor. En “büyük” direnişçi Muazzez İlmiye Çığ kaygılarını, umutlarını ve bizler için hayallerini anlattı.

– 50 yıl önceki o yazıda Orhan Erinç, sizden bir tercüme yapmanızı rica etmiş,
Babil döneminden kira ile ilgili bir tableti tercüme etmişsiniz.

 Olağanüstü değil mi? Ta o zaman kira var, ne zaman ödeneceği kurallara bağlanmış, usuller belirlenmiş.

Orhan Erinç: Bugünden daha iyiler hatta. Benim geldiğim dönemde kira yasası
iptal ediliyor, değişiyor, yeniden ele alınıyor. O yazımın başlığını da bundan
yola çıkarak koymuştum.

– Hakikaten, bugünle kıyaslayınca… Disipline ve gelişme arzusuna bakın… Yazıyı icat etmeleri ve kısa süre sonrasında o yazıyla boy boy tabletlere belli bir düzen içinde kayıtlar düşmeleri ne kadar fevkalade. Hemen arşivlemeye de başlamışlar. Ticaret hayatı çok hareketli. Loncalar var. 500 kişinin çalıştığı bir atölyenin üretim kayıtları var. Borçların hangi tarih ve koşullarda, ne şekilde ödeneceği, cezai müeyyideler hep kayıt altında. Adalet tesis edilmiş, mahkemeler, hâkimler, hatta jüri bile var. Halkın toplandığı meydanlar var sonra, sosyal hayat fevkalade.

“Sümerliler Türklerin Bir Koludur” adlı yeni kitabınızda, Türklerin Sümerliler ile bağlantılarını yazıyorsunuz. 

Muazzez_Ilmiye_Cig_100_Yasinda2

– Yepyeni bilgilere ulaştım. Mesela Sümerliler kendilerine “Kenger” diyorlar. “Kenger”in Türklerde çok eski bir boy adı olduğunu, ayrıca Orta Asya’da ve Anadolu’da çeşitli şeylere verildiğini öğrendim. Dağ, nehir, bitki adı hatta soyadı olmuş. Atlas dergisi ortaya çıkardı ki, Orta Asya’da Sümer Dağları varmış. Sümerlilerin Mezopotamya’da koyduğu yer adlarını da buldum. Hem Orta Asya’da, hem de Anadolu’da var. Âdetlerde ve efsanelerde de benzerlikler var. Türklerde bir âdet; mesela bir adakları olduğunda taşlar taşır, dağ şeklinde yığar, etrafında dönerek ayin yaparlarmış.

 

Bunun Sümerlilerin bir efsanesine dayandığını öğrendim. O efsanede bir savaş tanrısı ve yeraltı cini savaşıyorlar. Kral yeniyor. Yenmesine yardım eden taşlar var. O taşları bir araya yığıyor. Derken tanrıça annesi ziyaretine geliyor. Çok sevinen Kral da o taşları annesine ulu bir dağ olarak hediye ediyor. Bir başka efsanede bir tanrıça, yeraltı tanrıçası olan kız kardeşini ziyarete gidiyor. Fakat bir sorun var; yeraltına giden kimse ölü hale geliyor ve bir daha yeryüzüne çıkamıyor. Tanrıça da vezirine, üç gün sonra dönmezse ‘tanrılara yalvar’ diyor. Ve tabii geri gelemiyor, Vezir de yakarıyor.
Bir tanrı cinler aracılığıyla bir su veriyor, “hayatın suyu ‘kurgarra’ bu, hayatın gıdası” diyor. Tanrıça bununla canlanarak dışarıya çıkıyor. Bugün hâlâ İran’da Türklerin arasında şöyle bir şey var; “qargarra” diye bir ağaç ekiyorlar. Bu ağaç büyüdüğünde muharremin 10’unda kesiyorlar, Hazreti Ali’nin çocuklarına hayat getiren bir ağaç olarak kabul ediyorlar. Herkes bu ağacın üzerine abanıp hayat aldığına inanıyormuş.

Ad benziyor, hayat da veriyor. Tamamen Sümerlilerden gelme. Mesela Sümerliler, vücuttan cinleri çıkarmak için davul çalıyorlar. Şamanlar da aynısını yapıyor.

Erinç: Ay, tutulmasında, Güneş tutulmasında Anadolu’da da davul çalarlar. 

 Evet, bir de silah atarlar.

Erinç: Anadolu’da su içinde kenger diye bir sakız satıldığını da anımsıyorum.

– Doğru. Sakızı var, bitkisi var, dağı var.

– Biraz önce Sümerlilere atfen söz ettiğiniz o siyasi, sosyal hayatı, Orhan Erinç’in
sizinle ilk röportaj yaptığı 50 yıl önceki Türkiye Cumhuriyeti’yle bugünü arasında
kıyaslar mısınız?

– Farklar büyük tabii. Memleketin hali hem iyi hem berbat! Temeli sapasağlam atılmış Cumhuriyetimiz 80 senede büyük şeyler başardı, Rönesans’ın ardından 400 senede tüm Avrupa’nın yetiştirdiklerine yakın sayıda insan yetiştirdi. Dünya çapında bilim adamlarımız, sanatçılarımız yetişti. Avrupa’nın 400 senede yaptığı devrimi biz 80 senenin ilk 10 senesinde yaptık. 1933’te öğretmendim, bu ne büyük bir atılımdır,
ne büyük bir milletiz diyorduk. Henüz karşıdevrimi görmedik çok fazla.
Fransa Devrimi’nde büyük katliamlar oldu, Rus Devrimi’nde hanedan yok edildi. Bizde böyle olmadı. Ama bir on sene daha böyle giderse tehlike büyük!

– Başbakan Erdoğan, “tarihi tabletlere” en asabi diktatör olarak geçti ve durulacağa da benzemiyor. 

– Arkasındaki Amerika’ya güvendikçe durulmaz.

– Sadece ABD değil Avrupa’da yaka silkiyor artık.

– Tabii, kredisini tüketmeye başladı. Bu kadar saldırmasının nedeni bu! Çok büyük korku içinde. Binlerce korumayla niye gezer bir adam. Atatürk’ün hiç yoktu böyle korumaları falan. Gezi Direnişi’nde biraz akıllı davransaydı, halkın taleplerine
kulak verseydi baş tacı olacaktı. Yapmadı, inat etti. Kime, neyin inadını yapıyorsun be adam! İnadı O’nu götürecek. Fırsatı kaçırdığını ve meydanın “boş olmadığını” gördü ama cahil cesareti var. Devamlı yalan söylüyor, iftira atıyorlar. Kimse de karşı gelmiyor. Ama çökecekler, sonunda çökecekler!

– Bu noktada Gezi Direnişi “kabaca” ikiye bölünen ülkede karşıdevrimcilere karşı bir “zincirden boşanma”ydı… 

– Tabii. Bu kadar insanın ayağa kalkması ne demek? Asker yoktu, bu çok önemli. TGB’yi alkışlıyorum. Gezi Direnişi’yle yepyeni, atak bir nesil yüzünü gösterdi. Şahane!
O kadar mutluyum ki… Ama kaygılıyım, gençlerin kırılacağından korkuyorum. Dinciler kırıp geçecekler diye korkuyorum. Çünkü bu gençler silahı olmayan çocuklar. Silah alsınlar diye söylemiyorum, silah olmadığı için halkı rahat rahat dövecekler diyorum. Gaz sıkacaklar, içeri tıkacaklar. Gezi uyanışının geri dönüşü yok tabii
ama dinciler zalim; Allahüekber” deyip boğaz kesmeye hazır.

– Başbakan Erdoğan yurtiçini değil yurtdışını dikkate alıyor malum. Fakat polis eylemcilere saldırırken yurtdışına verdiği tüm o “antidemokratik” görüntüler de durduramadı O’nu. 

– Geri adım atarsam oylarım azalır derdinde. Halkını ikiye bölmesi bundan.
Daha kötü bir şey olabilir mi? Hiçbir devlet lideri halkını bölmez, en fenası bile… Erdoğan bölüyor, “bunlar” diyor. İmam hatiplerden adam yetiştiriyor. Kinci ve dinci
ne demek? Başörtülü diye kötü muamele ettiler dedi, camide içki içildi dedi,
hemen dine sarıldı. Başbakan’ın ne kadar tehlikeli olduğunu etrafındakilerin de anlaması lazım. Anlamamaları onlara da büyük felaket getirecek.

– Bu arada pek çok işadamı görünmedi ortalıkta… 

– Yalnız bıraktılar halkı. Yazdım; “Nerdesiniz, hiç sesiniz çıkmıyor, hepiniz para keyfindesiniz” dedim. Güya demokrasiyi savunuyorlar ama olanlara seyirci kalıyorlar. Kalkmış Cizre’ye gitmişler. Hiç sesleri çıkmıyordu, şimdi mi akıllarına geldi halkın huzuru. Para derdindeler para! Ülke elden gidiyor, önce bunu düşünsünler.

Erinç:
Hayalleriniz ne? 

Muazzez_Ilmiye_Cig_100_Yasinda3
– Şimdi 100 yaşında hayalim şu desem bana gülmezler mi?

Erinç: Siz ununu elemiş eleğini asmış biri değilsiniz. Hayalleriniz onun için daha önemli.

 

 

Muazzez_Ilmiye_Cig_50_Yasinda

 

 

Muazzez İmiye Çığ 50 yaşında..

(Cumhuriyet PAZAR eki, 22.7.13)

Lozan’dan Cumhuriyet’e Yürüyüş


Lozan’dan Cumhuriyet’e Yürüyüş

portresi
Ahmet Gürel
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Cumhuriyet tarihimizde Türk diplomasisi Lozan ile başlar denilebilir.
Lozan’da yapılan verilen arayla beraber 8 ay süren görüşmeler çok çetin ve ateşli geçmiştir. Çünkü masada tartışılan sorunlar sadece son 3-4 yılın değil yüzyılların sorunuydu. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye, bağımsızlığını ve özgürlüğünü uluslararası topluma kabul ettirebilen dünyanın tek ülkesidir. Emperyalist ülkelere karşı verdiği kurtuluş savaşından sonra, adeta küllerinden yeniden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu onurlu mücadelesini anımsayalım.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ 1. BÖLÜMÜ: 
20 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923

Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü, İsviçre Konfederasyonu’nun Başkanı Habab’ın konuşması ile açılmıştır. Görüşmelerde Türkiye’nin karşısında Yunanistan, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) devleti
yer almıştır. İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, taraf bir delege olmasına karşın, kongrenin açılışında bir konuşma yapınca; Türk delegasyonu Başkanı İsmet Paşa, kimseden izin almadan konuşma yapmıştır. İsmet Paşa, konuşmasında Türk ulusunun içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır:

“Barışın nimetlerinden her zaman yoksun kalan Türk ulusu, o tarihten bu yana, hak ve adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı barış girişimlerinin yetersizliğini ve hiç bir şeye yaramadığını görerek ve artık hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, varlığını korumayı ve maddi ve manevî kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı başarmıştır. Türk ulusu, bu yolda, pek çok acılara katlanmış, sayısız fedakârlıklara rıza göstermiştir.”

“Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!” Diyerek, ilk oturumda ağırlığını koymuştur. Uzun görüşmeler sonunda, İsmet Paşa ve Türk delegasyonunun “kapitülasyonun kalkması ısrarı” karşısında, İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyor ve “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa,
bunun yerine başka bir kelime kullanabiliriz” diyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk tarafının “kapitülasyon ve esaret” konusundaki kararlılığı şöyle vurguluyordu:

  • Kapitülasyonlar bir devleti mutlaka bitirir. Osmanlı ve Hindistan Türk-İslam imparatorlukları bunun kanıtıdır.”

Lozan görüşmelerinde Lord Curzon ile aralarında geçen bir konuşmayı İnönü
şöyle aktarmaktadır.

“Lord Curzon; ‘Aylardır müzakere ediyoruz. İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz.
Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık. Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım isteyeceksiniz.’ ABD temsilcisini işaret ederek: ‘Para bende, bir de O’nda var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp birer birer önünüze koyacağız.’ İsmet İnönü’nün Lord Curzon’a; yanıtı ise çok net olmuştu:

‘Biz haklıyız. Lozan’da hakkımızı mutlaka alacağız.
Bugün biz bunları alalım. Şayet yarın kapınıza gelirsek, siz de dilediğinizi yaparsınız.’”

Lozan Antlaşması’nın çıkmaza girme aşamasına geldiğinde Lord Curzon’un:
“Türkiye’nin imza edeceği en iyi antlaşma budur. Eğer imza etmezse,
Türkiye düşünsün! Asya’nın görünmez derinliklerinde kaybolursunuz” sözlerine karşılık, İsmet Paşa kararlı bir şekilde:

“Memleketi esarete mahkûm eden bir belgeye imza koyamam.” karşılığını vermiştir.

“Ben bugüne kadar arkasında ne olduğunu bilmediğim kapıyı açmadım” diyen
İsmet Paşa, görüşmelerin son durumu soran gazetecilere şunları söylemiştir:

“Hangi imtiyazlar, hangi mukaveleler? Hangi koşullar altında verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim. Bunları bana gösteriniz, tetkik edeyim. Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza ediniz, dediler. Reddettim.”

28 Aralık 1922 akşamı, Lord Curzon alaycı ifade ile:

“İsmet, sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırana kadar hep
aynı havayı çalıyorsun; Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik.
Bu sözü duymaktan gına geldi” demiştir.

İsmet Paşa’nın ülkesi adına yaptığı haklı karşı çıkışlarından Lord Curzon adeta çılgına döndürmüştür. ABD delegesi John Grew, görüşmelerin kesildiği 4 Şubat 1923 günü yaşananları şöyle anlatmıştır:

“Curzon’un odasına gitmiştik ki, Curzon kızgın bir boğa gibi odasına girdi ve odada yürümeye başladı ve bağırarak:

‘Dört korkunç saatten beri oturumdayız. İsmet her sözümüze şu adi sözcükle yanıt verdi; Bağımsızlık ve egemenlik.’

Curzon’a İsmet Paşa’nın hangi konuda anlaşmazlık çıkardığını sordum:

‘Hukuki sorunlarda’ dedi.”

17 Şubat 1923 tarihinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı’nın acılarının daha taze olduğu İzmir’de İktisat Kongresini toplamıştır. O, kongrede dünyaya verdiği mesajla:

“Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki; ‘Memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız.’

Dikkatinizi çekmiş olan Lozan Konferansı’nın son görüşmeleri bu nokta ile ilgilidir.

…Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil, üç yüz, dört yüz senelik hesapları görüşüyorlar. Ve hâlâ muhataplarımız Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye’nin mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azim, imanlı ve yiğitlik dolu olduğunu, tam bağımsızlık ve milli egemenlikten zerre kadar fedakârlık yapamayacağını hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf devletleri kararsızlığa düştü. İstedikleri kadar kararsız kalabilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. Bu millet için kararsızlık devirleri çoktan geçmiştir.

***********************************************************************

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ 2. BÖLÜMÜ 
23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923

Lozan görüşmeleri, 23 Nisan 1923 tarihinde tekrar başlamıştır. Yeni başlayan oturumlarda; Lord Curzon’un yerine Sir Horace Rumbold, Fransız delege Bompart’ın yerine de General Pele gelmiştir. Sir Horace Rumbold, Lozan’daki İsmet Paşa’yı
şöyle anlatır:

“Savaş meydanlarından gelen İsmet Paşa sadece usta bir diplomat değil,
aynı zamanda bir devlet adamı olduğunu da kanıtladı” diyordu.

İsmet Paşa, yapılan uzun oturumlar sonra geceleri de bir araya gelip heyetiyle yaptığı çalışmalarla zorlu bir uğraş veriyordu. ABD delegesi John Grew, konferansın sonlarına ilişkin bu konudaki gözlemlerini şöyle aktarmıştır:

“İsmet Paşa’ya ecel terleri döktürüyorlardı. Gözlerinin altında derin halkalar belirmiş, saçları dimdik olmuş, tüm gücü tükenmişti, fakat bütün saldırılara rağmen ayakta durma ve karşı koymaya devam ediyordu. Sonuç sabaha karşı saat 3’te geldi. Anlaşıldı ki müttefikler son bir saldırıdan sonra silahlarını bırakmış ve (…) kabullenmişlerdi. Ertesi sabah Paşa’yı gördüm, on yıl yaşlanmış görünüyordu.”

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması üzerine Gazi Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’ya gönderdiği 24 Temmuz 1923 tarihli mesaj şöyledir:

  • “Ulus ve hükümetin Zât-ı devletlerine verdiği yeni görevi başarıyla tamamladınız. Memlekete bir dizi yararlı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir başarıyla taçlandırdınız. Uzun mücadeleden sonra vatanımızın barış ve bağımsızlığa kavuştuğu bugünde parlak hizmetlerden dolayı Zât-ı devletlerinizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve çalışmanızda size yardım eden bütün heyet delegelerini teşekkür borcumla tebrik ederim.”

En son, Garp cephesi komutanı olarak vatanını savunan İsmet Paşa, vatan için pazarlık yapmanın ne demek olduğunu en iyi bilendi. Nitekim Lozan’da tarih İsmet Paşa’yı bir kahraman olarak kaydeder. O, Avrupa diplomasisinin kurnaz ve sinsi siyaset adamlarıyla nasıl baş edebildiğini kısa makalemde anlatmaya çalıştım. Işıklar içinde kalsın.
Yukarıda kısaca anlatıldığı gibi, emperyalist ülkeler karşısında verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra eşit koşulları sağlayarak tam bağımsızlığını “kayıtsız koşulsuz egemenlik” ilkesiyle kazanmak gerçekten akıllara durgunluk veren büyük bir tarihsel başarıdır.

Bu onurlu mücadelenin kazanımlarıyla gerçekleşen Cumhuriyet’imizin 90. kuruluş yılına geldik. Tüm emperyalist ülkeler, Türkiye’nin “Ulusal Egemenlik” konusunda gösterdiği bu dik duruşu, Lozan Antlaşması’nı imzaladıkları günden beri içlerine sindirememişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün buyurduğu gibi sonsuza dek
özgür ve tam bağımsız yaşatmak hepimizin görevidir. Bu yolda, Atatürk devrim ve ilkeleri yol göstericisi olacaktır.

Bu tarihsel bilinçle Lozan’a ve kazanımlarına tüm gücümüzle sahip çıkmalıyız.
(24 Temmuz 2013)

Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV : Doksanıncı Yılında LOZAN

Dostlar,

Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden, Sevr’i yırtıp atan görkemli Lozan Antlaşması’nın
90. yılındayız..

Ciddi sorunlarımız var.. ama umtlarımız ve birikimimiz de!
Örn. Halk direnişi – ayaklanması artık gündemdedir ve belirleyici olacaktır.

Lozan bağlamında biz de geçen yıl 14 sayfalık kapsamlı bir rapor yazmıştık.
Konuya özel ilgimiz nedeniyle.. Lozan’da Prof. Dr. Veli SALTIK,
Başdelege İnönü‘nün danışmanıydı..

90. Yılında Lozan Antlaşması ve Türkiye’nin Geleceği
(The Lausanne Treaty at the 90th year and future of Turkey)

(http://ahmetsaltik.net/89-yilinda-lozan-antlasmasi-ve-turkiyenin-gelecegi-the-lausanne-treaty-at-the-89th-year-and-future-of-turkey/, 24.7.13)

  • Lozan Antlaşması ülkemizin hem tapusu hem de tabusudur!

Bu bağlamda, yetkin bilim insanı ve katıksız Atatürkçü – Kemalist Sayın
Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV’ün  9 sayfalık kapsamlı makalesine yer vermek istiyoruz.
(Yazı ADD webinde de yayımlanmıştır, pdf olarak da okunabilir :
90._Yilinda_Lozan, 24.7.13)

Sevgi ve saygı ile.
24.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 ======================================

Doksanıncı Yılında LOZAN

türkaya ataöv

 


Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV

 

 

Yaklaşık on beş yıl önce 1. Dünya Savaşı bağlaşığımız Macaristan’ın başkenti Budapeşte’yken, Kapu (Türkçede “Kapı”) dergisi yöneticisi bana büyük bir coşku içinde şu soruyu sormuştu:

“1914-18 Savaşında Almanya, Avusturya, Macaristan, Osmanlı devleti ve Bulgaristan olarak topluca yenildik ve kazananlar her birimize hiç de haklı olmayan birer antlaşmayı (Versailles, St. Germain, Neuilly, Trianon ve Sèvres) zorla imzalattırdılar.
Bunlar arasında yalnız siz Sevr’i reddedip onun yerine Lozan’ı kabul ettirebildiniz.
Koca Almanya bile hiçbir şey yapamazken, bu mucizeyi nasıl başardınız?
Bunu hemen yazıp basılmak üzere bize yollayabilir misiniz?”

Ankara’ya döner dönmez (sanırım 16 sayfalık) bir yazı hazırlayıp gönderdim.
Bir Balkan dergisinde basıldığını sonra gördüm.

Mucizenin sırrı çok kısa olarak şuydu:

İstanbul’daki hükümet işgâlcilerle işbirliğini sürdüre dursun, Ankara yönetimi (1) bir yandan yöresel başkaldırmalar, silâh sağlama zorlukları, parasal engeller ve Çerkez Ethem ihaneti gibi sınırlamalara karşın muntazam orduyu kuruyor, (2) öte yandan
önce geçmişte on üç kez savaşmış olan Rusya’nın yeni iktidarıyla ve Sakarya zaferinden sonra da eski düşmanlarından Fransa ile antlaşmalar yapıyor, (3)
Yunan ordusunu da savaş alanlarında art arda yenilgilere uğratıyordu. Bu mucize olağanüstü bir önderin başı çekmesiyle halkın, askerin ve diplomasinin uyumlu bir zaferiydi. Dünyanın ve Sultan-Halife çevresinin beklemediği, giderek istemediği
bu başarının baş mimarı Mustafa Kemâl İstanbul’a askerlikten istifa mektubunu yolladığında, gerçekte halkın desteğine ve kendinin örgütçülük yeteneğine güveniyordu. Anadolu’ya geçenlerin tümü O’nun önderliğine inanmışlardı. Örneğin, “On beşinci Kolordumla emrinizdeyim” diyen Kâzım Karabekir de, Hamidiye kruvazörünün unutulmaz kahramanı Rauf Orbay da, O’nun en son başbakanı, sonra Demokrat Parti kurucularından ve kendi anı kitabında “O olmasaydı hiçbirimiz başaramazdık” anlamında yargısını açıkça söyleyen Celâl Bayar

Halkımızın ona olan inancına verilebilecek örnekler de uçsuz, bucaksızdır.
Ben başkalarının bilmeyeceği bir örneğin kısaca sözünü etmek istiyorum.
Ünlü ressamımız Feyhaman Duran’ın eşi (gene ressam) Güzin Hanımı o seksen beş yaşındayken tanıdım. 1920’lerde nasıl evlendiğini anlatırken, Feyhaman Bey’in ailesiyle konuşmaya geldiğinde, babasının damat adayından işini, gelirini araştırmayıp yalnız “Ankara hükümetini kurmuş olan Mustafa Kemâl’e ne dersin?” diye sorduğunu,
“çok beğenirim, desteklerim, umut O’ndadır” diye yanıtladığından, “Öyle diyorsan, kızımı verdim..” diye konuşmayı bitirdiğini aktarmıştı.

Yunan askeri emperyalizmin bayraktarı Britanya’nın desteğiyle İzmir’e çıktığında, kimi Osmanlı kabine üyeleri yalnız “Allah, Allah!” diyebilmişlerdi. Sultan-Halife bu işgâle karşı çıkan Ankara’daki Meclis’in ve onun ordusunun cezalandırılmasından yanaydı. İzmir’e değin her yeri kurtarış Mustafa Kemâl’in 17 arkadaşıyla Samsun’daki üç iskeleden en küçüğüne ayak basmasıyla başlar. Bu anlamda, Samsun yalnız bir kent ya da bir il değil, şanlı bir geleceğin ilk basamağı, uzun bir yolun birinci büyük kilometre taşıydı. Samsun’dan, Erzurum’a, Sıvas’a, Ankara’ya, Afyon’a, İzmir’e ve Lozan’a. Bu gurur dolu olayları, içine onlarla bağlantılı kendi anılarımı da yer yer katarak, burada çok kısa biçimde özetlemek istiyorum.

O günlerde, önemsiz bir kukla olan Sultan-Halife bir yana, Anadolucular içinde bile kimi kafalar iki seçenekten birini düşlüyorlardı: ya Amerikan mandası ya da her bölgenin kendi başının çaresine bakması. İlki toptan ölüm, öteki parça parça ölüm. Gömütlüğü andıran anayurtta yetenekli bir ulusun barındığını gözlemlemiş olan Samsun yolcusu yalnız halkımıza güvenerek topluca kurtulma kararındaydı. Bu istenç emperyalizmi sallayan ve sonunda dize getiren karardır.

Sovyet önderine ilk mektubu yazan Mustafa Kemâl’dir. O mektubu ilk kez fakültemin
(AÜ SBF) bilim dergisinde ben yayınlamıştım. Başka devlet temsilcilerini ihmal etmeyen de O’ydu. Art arda zaferlerin başkomutanı da O. Örneğin, Sakarya’da bir ulusun egemenlik düşüncesiyle başka bir ulusun istilâ ve yağma düşüncesi 21 gün, 21 gece (22 Ağustos – 12 Eylül 1921) birbiriyle boğuştu. Bu zaferin haberi Asya’ya ulaşınca, Bangla dilinin büyük ozanı Nazrul İslâm, on beş gün içinde “Kemâl Paşamız” başlıklı (kitap boyutunda) uzun bir şiir yazıp Kalküta’da bastırmıştı.
Ölüm-kalım savaşımı içinde olduğumuz 1921 yılında bizim bundan haberimiz bile olmamıştı. Ben ozanı ve şiirini Türkiye’de ilk kez 1953’deki bir yazımla duyurdum.

Mustafa Kemâl bir ulusu ölüm döşeğinden kaldırıp dinçleştirdi. Kadere boyun eğmeye alışkın insanları yüreklendirdi, çatırdayan yurdu onlarla birlikte uçurumun kıyısından çekip çıkardı. Lozan’la taçlanan bu mucize üç anakaranın sömürgelerine ve yarı-sömürgelerine örnek oldu. Tarihsel oluşum kurtuluş davasının önderliğini bize vermişti; Curzon’a, Mussolini’ye, Mikado’ya, hattâ henüz Hind’e, Çin’e, Mısır’a, Cezayir’e ya da Vietnam’a değil. Ulusal kurtuluş akımları tarihsel kökenleri yönünden, uluslararası bir çelişkinin, yani sömürgeci ülkelerle sömürge ve yarı-sömürgeler arasındaki ekonomik ve siyasal çatışmanın sonucudur. Ulusal kurtuluş akımları bu çelişkiyi yok etme amacındadır. Bu nedenledir ki, yüzlerce, binlerce Asyalı yeni doğan çocuklarına “Mustafa Kemâl” adını verdiler; ben “Mustafa Kemal Paşa” adlı (“Paşa”sıyla birlikte) Hindistan’da bir bakan ve Britanya’da bir sosyal bilimler profesörü tanıdım.
Bu anılarımı Türkiye’de bir dergide ve Londra’da bir kitapta yayımladım.

Ankara Hükümeti’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarındaki diplomasi atılımları başlı başına akılcı ve becerikli dış siyaset örnekleriyle doludur. Eski ön yargıları bir yana koyup
yeni Rusya’ya elini uzatarak Doğu cephesinin güvenliğini sağlayan Mustafa Kemâl’di.
16 Mart 1921 Antlaşması Ankara’ya çok şeyler kazandırdı. Orada büyükelçiliğe atanan Ali Fuat Paşa (Cebesoy) anı kitabında bu ilişkilerin türlü yönlerini ilk elden anlatır.
Türk Heyeti Moskova’dayken Afganistan’la 1 Martta yapılan antlaşma da Ankara yönetiminin uluslararası sahnede ilk tanınmasıdır. Sakarya zaferi bize Fransa gibi bir Avrupa devletiyle ikinci büyük antlaşmayı (20 Ekim 1921) kazandırdı. İtalya da 2. İnönü zaferinden sonra Anadolu’dan çekilip gitmişti (5 Temmuz 1921).

Ankara Meclisinin orduları İzmir’e girince, onların başkomutanı halkın karşısına sivil giysiyle çıktı. Mudanya Antlaşmasıyla (11 Ekim 1922) savaş bitmiş, siyasal döneme geçilmişti. Son Osmanlı Sultanı Türk ordusu İstanbul’a girerken Britanya zırhlısıyla kaçmış, İstanbul yönetimi böylece ortadan kalkmış, çifte iktidar sona ermişti.
Türkiye’yi, bundan böyle, yalnız Ankara temsil edecekti. Lozan’da da öyle oldu.
Türkiye orada bütün devletlere ve bir tarihe karşı savaşacaktı. Bunu yapacak olan
Türk heyetinin başkanını seçmek önemliydi. Gazi Mustafa Kemâl Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın Mudanya Konferansı‘nı nasıl yönettiğini görmüş ve kararını vermişti. Emperyalizm Osmanlı pazarını yitip gitmiş sayamıyor, onu yeniden ele geçirme umudunu besliyordu. Dış dünya Türklere ilişkin düşüncelerini değiştirme yanlısı değildi.

Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı Britanya’da Lloyd George’u iktidardan yuvarlamıştı.
Ama şakakları bile viski sarısı terleyen Kedleston Lordu George Nathaniel Curzon hâlâ kendi heyetinin başkanıydı. Lozan’a gelmeden önce Paris’e uğramış, (birkaç kez başbakan ve cumhurbaşkanı olan) Fransız Raymond Poincaré ve (1922’de İtalya’ya faşist iktidarı getirmiş bulunan) Benito Mussolini ile ortak eylem kararlaştırmıştı.
Ünlü romancımız, büyükelçilikten emekli ve 1930-33 yıllarında Türk Devrimi’nin kuramsallaştırılmasını üstlenmiş olan Kadro dergisinin yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu bana bir gün evinde “Osmanlı döneminde bir ‘düvel-i muazzama’ sözü vardı, ağzına alan tir tir titrerdi; Mustafa Kemâl dönemi bu kavramı yok etti,” demişti.

Nitekim, ayları kapsayan Lozan tartışmaları sırasında İsmet Paşa’nın direnmesiyle Avrupa’nın kodamanları düş görmekte olduklarını anlayacak, Lozan Konferansının ikinci aşamasına Curzon’un yerine boynu eğilmiş bir Sir Horace Rumbold, Fransız Camille Barrère’in yerine de Maurice Bompard gelecekti. Emperyalizm cephelerde de, diplomasi salonlarında da yelkenlerini suya indirdi.

Ancak, hele başında taraflar birbirinden o denli uzaktı ki, Türk ve Britanya heyetleri ayrı ayrı otellerde kaldılar. Türkler kendilerini, haklı olarak, muzaffer taraf olarak görüyorlardı. Lozan’a ülkenin itibar kazanmasını sağlamak ve bunu belgelemek için gittiler.
Türklerin son sözü hep ilk sözü oldu: Tam bağımsızlık! Lozan’da temelde iki kamp vardı: Anadolu’da Ulusal Kurtuluş Savaşının yengini Ankara Hükümeti ve onun karşısındakiler. Yeni Türk iktidarı kapitülâsyonları, dış borçların dizginlerini ellerinde tutanları ve gümrük köleliğini topraklarımızdan çıkarmağa kararlıydı.
Var olma savaşımını barış masasında da kabul ettirecekti.

İsmet Paşa Lozan’a herkesten önce vardı, bir basın toplantısı yaptı ve “beni barış için çağırdılar, geldim, onlar daha gelmediler” dedi. Arada Poincaré ile görüşmek için Paris’e gitti, orada da basın toplantısı yaptı. Daha açılış gününde (21 Kasım) Türk heyeti için ayrılan ikincil yerlere oturmayı kabul etmedi; Curzon gibileri için hazırlanmış oturma yerlerinin aynını istedi. Toplantıyı usulen İsviçre Devlet Başkanı açacak, ardından Lord Curzon konuşacaktı. İsmet Paşa, onun kişiliğinde Türkiye arka plâna itiliyordu. İsmet Paşa Poincaré’nin ricasına karşın, Curzon sözünü bitirirken kürsüye doğru yürüdü ve daha ilk anda ön sıraya geçti. Zeki, azimli ve cesurdu. Başkalarının çok kötü bir havadan korkarak yerlerini iptal ettirdikleri bir gün Bern’den Lozan’a uçakla gelmişti. Sovyet Büyükelçisi Vatslav V. Vorovski orada Rusya’daki yeni düzenin düşmanı (Konradi adlı) biri tarafından öldürüldüğünde, otomobilinden Türk bayrağını indirtmedi. Lozan’a kimi Ermenilerin, ayrıca Çerkez Ethem yanlılarının da geldikleri kuşkusu vardı.

Sinir sataşmalarında soğukkanlı bilinen İngilizler karşısında bile İsmet Paşa kazandı. Lord Curzon o nefis İngilizcesiyle yaptığı uzun konuşmalarını İsmet Paşa’nın hiç umursamadığını hayretle görüyordu. Kimi zaman iyi işitmediğini ileri sürerek, birtakım sözlere aldırış etmiyor, yanıt bile vermeğe değer görmüyordu. Sık sık danışmanlarıyla konuşmak istediğini söylüyor, Ankara’yla özellikle Mustafa Kemâl’le temasını hep sürdürüyordu. Mustafa Kemâl çok iyi zamanlama ustasıydı ve yabancıların zaaflarından da yararlanıyordu. Yeni Türkiye’nin baş temsilcisi karşısına çıkanları yordu, yıprattı, tüketti. Şunu da anımsattı: “Ben Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim.”
Köprünün altından çok sular (ve kanlar) akmıştı.

Eski Osmanlı görüşmecileri kendilerini öteki devletlerle eşit düzeyde görmezlerdi. Meşrutiyet döneminin değerli bir devlet adamı olan Rıfat Paşa Lozan’da İsmet Paşa’nın tavrını değerlendirirken, “biz bunların yüzde-birini bile yapamazdık!” demiştir.
Lozan’da heyetimizin başında koşulsuz egemenlik isteğimizi korkusuz savunabilecek biri bulunmalıydı; Bu kişi Mustafa Kemâl olmayacaksa, İsmet Paşa olacaktı. Kulağının iyi işitmediğini söylemesine ilişkin olarak, İsmet Paşa’nın eşinin yakın akrabası gazeteci Şinasi Nahit Berker’den dinlediğim bir olayı bu bağlamda özetlemek isterim.

2. Dünya Savaşının son yıllarına doğru başkentimize Britanya’dan gelen resmî kişiler ve gazeteciler, bir akşam yemeği davetinde, uzun masanın en başında oturan o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye Türkiye’nin savaşa Müttefikler yanında ne zaman gireceğini birkaç kez sormuş olmalarına karşın, “işitemedim, ne diyorlar?” biçiminde tepki göstermiş. Aynı masanın uzak öteki ucunda karşı karşıya oturan iki Türk gazetecisinden Şinasi Nahit arkadaşına usulca masa üstündeki içki şişelerinden birini kimseye belli etmeden iki bacağının arasına yere koyduğunu ve oradan çıkışta odalarında içmeyi sürdürebileceklerini söylemiş. İngilizlerin hemen yanında oturup savaşa girme konusunu işitmediğini söyleyen İnönü ta uzaktaki bu fısıltıyı anlayarak, gazeteciye seslenmiş. “Şinasi, burada içtiklerin yetmedi mi?”

Lozan’a dönelim..

Yabancıların ele geçirip 400 yıldır pekiştirdikleri kapitülâsyonlar
en çetin konularının birincisiydi. Eski düzende vergiyi Türkler verecek, askere onlar gidecek, cephelerde onlar ölecek, ama kazanç damarlarının üstüne yabancılar tüneyecekti. Demiryolları, madenler, bankalar ve kamu hizmetlerinden kazançlar
onların denetimi altındaydı. Lozan’da karşımıza dikilenler alıştıkları ayrıcalıklarda
ısrar ettiklerinde, İsmet Paşa “Je ne peux pas!” (Yapamam) diyordu. O kadar ki, antlaşma bir ara imzalanmadan kaldı. Görüşmeler 21 Kasım 1922’de başlayıp
24 Temmuz 1923 değin sekiz ay sürdü. Arada 4 Şubat’ta kesildi, 23 Nisan’da yeniden başladı.

  • Kapitülâsyonların tümünü onlardan kan akıtarak ve diplomasiyle aldık.

Lozan’a tümü temelde Türklere karşı birleşme ortak paydasında gelmişlerdi.
Türk heyeti ise, bu türlü yabancı müdahalesinin Osmanlı devletinin gelirlerine
el konması ve parçalanmasında başlıca neden olduğunun bilincindeydi.
Heyetimiz bu konuda ne pazarlık, ne ödün kabul etti.

İsmet Paşa, bir ara Amerikan gözlemcisi Büyükelçi Joseph Clark Grew ile de yedi saat konuştu, O’na Türk görüşlerini anlattı. Roderic H. Davison, “Diplomatlar” adlı kitabının bir bölümünde (s. 199-209) kendine pek güvenen Curzon’un taktiklerinin yarar sağlamadığını belirtiyor. Britanya Heyetinden Sir William Tyrrell de yazanağında
diyor ki:

  • “İki türlü Türk biliyorduk. Eskiler ve Jön Türkler. İkisi de sahneden silindi. Bu üçüncüsü hiçbirine benzemiyor. Kişiliği toplantıyı çok etkiledi. Şimdi, buranın ağır basan kişisi bu.” 

Bir ara Ankara’ya dönmüş olan İsmet Paşa Lozan’a bir daha gidişinde, Curzon ayrılmış, yerine Rumbold gelmişti. Türkiye gene çok iyi hazırlıklıydı. Her iki taraf da savaş istemediğine göre, anlaşma oldu. Gündemdeki dizelge uzundur. Örneğin: Türk devletinin Trakya, Irak, Suriye ve Ege Denizi’ndeki sınırları; ulusal sınırlar ötesinde Türkiye’nin Mısır, Trablusgarp ve Kıbrıs Adası gibi yerlerden hukuken de çekilmesi; Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkları; Patrikhanenin konumu; kapitülâsyonların tümden sona erdirilmesi; Türk Boğazlarında sınırlı açıklık; Boğazlar Komisyonu; Düyunu Umumiye, özel borçlar ve sigorta borçları; ahali değiş-tokuşu; savaş tutsakları; gömütlükler…

Türk heyeti TBMM’nin kendine verdiği 14 genel hükmün hemen hemen tümünü yerine getirdi. Ekonomi yalnız Türk yasalarına bağlı olacaktı. Kapitülâsyonların tümü ve tazminat kaldırıldı, borçlar ileri tarihe atıldı, Musul sorunu ile Türk Boğazlarının yalnız Türk askerinin denetimi altında olması sorunları ertelendi. Britanya Türklerin de bulunduğu Musul ve çevresini ateş-kes antlaşmasından sonra, yani imzasını çiğneyerek ve hukuk-dışı olarak işgâl etmişti. O zaman Suriye cephesinde komutan olan Mustafa Kemâl’in Sadrazam İzzet Paşa’ya bu konuda protestolar yağdırdığı bu bağlamda anımsanabilir. Britanya emperyalizmi oradaki petrolün peşindeydi. Londra Musul’a
el koyuşunu, 1925’de Anadolu’nun güney-doğusunda kimi Kürtlerin başkaldırmasıyla birleştirerek kendi yararına sonuçlandırdı. Türk Boğazlarına Türk askeri 1936 Montreux Antlaşmasıyla girecek ve oradaki Uluslararası Komisyon ortadan kaldırılacaktı.

Lozan’da, böylece, yeni Türkiye ile yedi devlet arasında 24 Temmuz 1923’de
çok önemli bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma emperyalist devletler koalisyonuna karşı 20’nci yüzyılın ilk Ulusal Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış olan Türkiye’nin var olma istencini barış masasında da kabul ettirmesidir. Sonraki yılların İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Bilsel Lozan adlı iki ciltlik kitabında der ki:

  • “Türk milleti istiklâlini kendi aldı. Bunun bir safhası (aşaması) Lozan’dır.”

Atatürk de 15 Ocak 1923’de:

“Lozan Konferansı basit bir meseleyi hâl ile iştigâl etmiyor (çözümle ğraşmıyor)…
Asârın terekküm-ü mesâilini (yüzyılların sorunlarının birikimini) bizden soruyorlar.”

Nutuk’da da diyor ki:

  • “Lozan Barış Antlaşması Türk Ulusu’nun yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, ‘büyük bir suikastın inhidâmını (yıkılışını) ifade eder’ bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir ‘siyasal zafer’ yapıtıdır. 

Lozan için dışarıda da genel kanı şudur:

  • “Antlaşma Türkler için eşine ender rastlanan bir zaferdir.”

İsmet İnönü yıllar sonra birkaç televizyon ve bir Türk Tarih Kurumu konuşmasında, ayrıca 1966’da evindeki bir konuşmamızda bana da şunu söylemişti:

Lord Curzon’un şu vurgusunu hiç unutmadım. Toplantıda dedi ki:

  • ‘İstediklerimizi yeni Türkiye’yi temsil ettiğinizi söyleyerek hep geri çeviriyorsunuz. Hiçbirini kabul etmemeniz üzerine, bunları artık işe yaramıyor diye, çöp tenekesine attığımızı sanmayınız. Her birini gene cebine koyuyorum…’

Lord Curzon’un bu uyarısını hiç aklımdan çıkarmadım.”

Lozan görüşmeleri yeni Türkiye’nin içte ve dışta dilediği yönde gelişmesi için gerekli altyapının kendine bırakılmasını güvence altına alarak sona erdi. Toplumların egemenlik çabaları sonunda bir çelişkiden ötekine sürüklenmemeleri için, yüksek teknik ve büyük ekonomik kuruluşlar toplumun denetimi altında olmalıdır. Ulusal kurtuluş akımlarının bir tarihsel işlevi ulus yapısında feodal ilişkileri ve Orta Çağ kurumlarının enkazını yok etmektir. Bunun bir ikiz işlevi de yeni sanayinin genişlemesiyle oluşacak işçi ve sermaye sınıfları çatışmasının kanlı aşamalara dönüşmesini önlemektir.
Bu çerçevede Türk Ulusal Kurtuluş Akımının nesnel konusu hem ulus içinde, hem uluslararası düzeyde çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla, özgür ve ayrıcalıksız bir
ulus yaratmaktır. Bu akım ulusun bağımsızlığını hedef tutar, ama yalnızca onun kazanılmasını değil, korunması ve sürdürülmesi için de ulusal birliği zedeleyen zümreci ve sınıfçı baskılara da karşı çıkar.

Ankara Hükümeti önce dışla hesaplaştı, sonra içe yöneldi. Yabancı sorunu çözülmeden içe bakmak olası değildi. Ancak, içte de temel değişiklikler olmadıkça, dıştaki kazanımlar da boşa çıkardı. Dışa ilişkin adımı bir bayrak gibi hemen açanlar
“Altı Ok”da simgelenen ilkeler toplamını uygulamaya koyuldular.

Mustafa Kemâl Cumhuriyet daha ilân edilmeden İzmir’de toplanan iktisat kongresinde (17 Şubat – 4 Mart 1923) kalkınmanın yol haritasını doğru olarak çiziyordu.
“Köylü milletin efendisidir” sözleri yalnız bir slogan değil, âşârın kaldırılması, devletçe sağlanacak tarım makineleri, tohum ve ilâç, yeni ziraat okulları, Ziraat Bankası kredileri ve köy enstitüleri gibi okullarda eğitim görecek (eski köy çocukları) öğretmenlerle dört-dörtlük bir kalkınma siyasetiydi. Tarım ürünlerini satın alınan ya da yeni yapılan çok sayıda demiryolu tüketim noktalarına taşıyacak, bu sermaye birimiyle fabrikalar yapılacaktı. Ülkemizde üretilen demiryolu raylarının Almanya’dakinden dört kat daha sağlam ve güvenilir olduğuna ilişkin uzman değerlendirmeleri geldi. Bilim rehber oldu, çağ-dışı düşünceler yerine lâiklik anayasaya girdi. İktidar önce karma, ardından devletçi bir ekonomi siyaseti izledi. Tüm siyasal ortam halkçıydı. Avrupa’da faşizmden kaçanlar aydınların ve sıradan kişilerin ilk tercihi ileri Türkiye Cumhuriyeti’ydi. İnönü’nün gene bana (1966’da) bir kez söylediği gibi, Atatürk ona birlikte iktidarı bırakıp devrimlere karşı çıkmayacak bir muhalefet partisi kurma önerisinde de bulunmuştu. Bütün bunları yaparken, “damarlardaki soylu kan” dediği anlayış gerçekte Türk ulusumuzun daha da zenginleştireceği kendi gizilgücüydü. Sürekli olarak bir kültür devrimcisi olduğundan, yeni toplumu yapıları ve içeriğiyle Türk Gençliğine, yani gelecek kuşaklara bıraktı.
“Ne mutlu Türküm diyene!” sözcükleri de ulusuna inancının bir ifadesidir.
Onun yeteneklerine inanan ve bu yaratıcılığı bizzat harekete geçirip kanıtlamış önder olarak Türklere kendine güven verme çabasıydı.

Bütün bunlar için “yurtta barış, dünyada barış” içtenlikle gerekli olduğundan,
bu eksendeki sözleri de yalnız güzel bir slogan değildi. (Türkiye’yi Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile bir araya getiren) Balkan (1934) ve (gene Türkiye’yi Irak, İran ve Afganistan’la aynı safta buluşturan) Sadaabad (1937) Paktlarında Türkiye’nin öncüğünün anlamı budur. Gerçek tehlikenin büyük devletlerden geldiğini bilen Atatürk Avrupa ve Asya komşularımızı bir araya getirmenin en doğru dış siyaset olduğunu biliyordu. Onun başarılı Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras 1970’lerde bana “2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının olayları Atatürk’ün dış siyaset çizgisinin ve uygulamasının ne denli doğru olduğunu kanıtladı” demişti.

Atatürk’ün öncülüğündeki devrim kasırgasına ilk büyük darbe 1944’de Köylüyü Topraklandırma Yasa Tasarısının geri çekilmesini ve Köy Enstitülerinin kapatılmasını isteyen büyük toprak ağaları ve onların sözcüleri vurdular. İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle ortaya çıkan yeni denge özellikle 1990’lardan sonra yeni-sömürgeciliğin çağdaş biçimi olan küreselleşme ve özelleştirmeye yol açtı.

2. Dünya Savaşının sona ermesinden iki yıl sonra (1947) başladığı kabul edilen
Soğuk Savaş ortamında, yengin devletlerden biri, giderek birincisi olan ABD etki alanını Doğu Yarı-küresinin dışına taşırıp Eski Dünya’da da söz sahibi olmak için yeni fırsatlar kolladı. Bu konumda Sovyet Blokuyla açıkça, ama kendi bağlaşıklarıyla da üstü kapalı olarak yarışıyordu. Sermayesi ve askeriyle genişleme önderliğini Britanya’nın elinden aldı. Yaklaşık kırk yıl süren “çift kutuplu” (kimilerine göre, “Üç Kutuplu”) dünya düzeni 1980’lerin sonunda ya da SSCB’nin dağılmasıyla (1991) tek bir süper gücün egemenliğine indirgendi. Şimdi, “G7” ya da (Rusya’nın eklenmesiyle) “G8” diye anılan endüstrileşmiş büyük uluslar topluluğunu kendine birçok yönden bağlamış sayılır.
ABD silâhlı kuvvetlerinin bütçesi geri kalanların toplam askerî harcamalarına neredeyse eşittir. Ham madde, ucuz emek ve geniş tüketim pazarı olan her yere “ticarette özgürlük” adına giren çok-uluslu şirketlerde ağırlık ondadır. Dünya iletişim ağı üstünde egemendir. Belirli kilise örgütlerinin desteğini kazanmıştır, kendi siyasi partileri ya bir din partisi olmuş ya da Orta Çağ karanlığıyla flört eden bu gerçek karşısında susmaktadır. Kültür emperyalizminin ustası durumuna gelmiş, “yumuşak propaganda” iklimini yaratmıştır. Petrol ve doğal gaz gibi yaşamsal ham maddelerin olduğu yerlerde açık
ya da gizli müdahaleler yapmaktadır. Örneğin, Sudan’ın bölünmesi din değil, temelde petrol nedeniyledir. Asya, Afrika ve Lâtin Amerika anakaralarını yapısal değişikliklere zorlamıştır.

Küreyle ilgili tüm önemli kararların kimi devlet adamları, para dünyasının devleri ve benzeri seçkinlerin 1954’den bu yana oluşturdukları (ve ilk toplantı yerinden ötürü) “Bilderberg Grubu” diye bilinen bir küme tarafından alınıp uygulandığı gerçekçi ama az bilinen bir yorumdur. Ana hedef özelleştirme temelinde küreselleşmedir. Batı’nın önde gelen siyasetçileri, ister iktidarda, ister muhalefet görünümünde olsunlar, tepeden inme bu dar çevrenin ürünüdürler, konumlarını onun onayıyla sürdürürler. Yalnız Rockefeller benzeri büyük para-babaları değil, savunma ve dışişleri gibi önemli kuruluşların başlarındaki kişiler de ‘icazetlerini’ aynı kaynaktan alırlar.

Merkezleri Vaşington’da olan Dünya Bankası ve IMF gibi sözde ‘uluslararası’ ya da
Nev York’ta üstlenmiş olan Dış İlişkiler Konseyi gibi Amerikan kuruluşları bu eksenin uygulayıcılarıdır. Bu kuruluşlar yoksulları daha da yoksullaştıran ve eşitsizliği büyüten çağdaş yeni-sömürgecilik araçlarıdır. Kullandıkları yöntem “Havuç ya da Sopa”,
yani 3. Dünya ülkelerinin seçkinlerini küresel ceza ya da armağan düzeni içinde tutsak durumda tutmaktır.

Birleşmiş Milletler’in de (BM) bir tür bağlayıcı kararlar vermekle yetkili Güvenlik Kurulu bile çoğunlukla beş sürekli üyenin bir tanesinin buyruğu altındadır. Bu örgütün 1945’de San Francisco’da kuruluşundan bu yana altmış sekiz yıl geçmiş olmasına karşın, artık eskimiş antlaşma metninin değiştirilmesi ellinci yılında (1995) bile gündeme alınmamıştır. Oysa, (benim de araştırma düzeyinde katkılarımla) BM merkezlerinden biri olan Viyana’da basılmış olan ve daha demokratik bir dünya düzeni için hazırladığımız kitaplarımız ve içindeki öneriler dikkate alınmamıştır. 2. Dünya Savaşı sonunda yazılmış olan eski metin iki maddesinde Almanya ile Japonya’dan hâlâ “düşman” devletler diye söz etmekte, ancak ABD’ye katılmadığı her kararı veto etme ayrıcalığı tanımaktadır.

Avrupa Birliği gibi birleşmeler de bu genel tasarının parçalarıdır. Tekelci sermayenin dilediği yönde birleşme bir yana, yalnız SSCB ve Yugoslavya gibi federal yapılar değil, Irak, Suriye ve Sudan benzeri ulus-devletler de bölünme yolundadır. Çok-uluslu şirketler ulusal sınırlara saygı duymuyor. Bu yaklaşımın bir parçası olarak,
kendi bölgemizin de “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) kapsamında değiştirilmesi de emperyalizmin gündemindedir. Genel sahnede özellikle Amerikan emperyalizminin en yakın bağlaşıkları baskıcı düzenlerdir.

Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler Birliği dağılınca, silâh üretimi ve haber alma eylemini durdurmak istemeyen savaşçı çevreler Kosova, Afganistan, Irak ve Suriye gibi yeni hedefler bulma peşine düştüler. Aynı merkezlerin denetimi altında olan dünya iletişim ağı bir yanlış bilgilendirme yumağıdır. Sıradan yurttaşın bilgi kaynağı
Rupert Murdock ya da CNN gibi medya ağalarının gerçekleri gizleyen ahtapot kollarıdır. Hıristiyan dininin Evangelistler, Pentakosteller ve İsa’nın Tanıkları gibi mezhepleri, sırtlarını sözde Tanrı’ya dayayarak ‘Allah’ın Oğlu’ dedikleri İsa’nın yeryüzüne gene geleceğini, kuracağı sözde ‘Tanrı’nın Ordusu’nun başkomutanı olarak kendinden olmayanları Orta Doğu’daki son ‘kıyamet’ çatışmasında perişan edeceğini ileri sürmektedirler. Korkunç bir çocuk masalı ya da deli saçması gibi gelen bu kitapların Amerika’da 65 milyonu aşan sayılarda alıcı bulduklarını Viyana’da ve Penang’da (Malezya) ayrı ayrı basılmış olan kitaplarımda ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Ülkemiz de bir süredir bu askerli, şirketli, mezhepli, medyalı ve akademik genel saldırının hedefleri içindedir. Devletimizin karar yerlerinde sözlerini dinleten ve kürsülerimize çağrılan sözcüleri Atatürk’ü artık unutmamızı, bölgemiz sınırlarının artık değişeceğini, IMF reçetelerini bağlı kalmamızı ve özelleştirme ile küreselleşmeye karşı ve ulus-devlet konumunda direnen başka iktidarları devirmede yardımcı olmamızı önermektedirler.

Cumhuriyet düzeni terkedilip “ılımlı” yaftasıyla sultanlığa ve halifeliğe, hattâ Amerika’da da iyi işlemeyen başkanlık düzenine özenmenin gereği yoktur. Amerika’da bağımsızlıktan önce de “devletler” (states) bulunduğu için federasyona şemsiyesi ister istemez seçilmiştir. Okyanusya’da aralarında binlerce kilometre olan adalar arasındaki federasyonlar da bu nedenle kaçınılmazdır. “Gerçek yol gösterici olarak bilim”in belirlendiği Atatürk yıllarında devletin dini terk etmediğinin hem Kemâlizmin felsefesini bildiğim, hem de o yılları yaşadığımdan ötürü biliyorum. Özel girişimi yasaklamayan devletçiliğin ülkemize kısa sürede neler kazandırdığının sayılarla bilincindeyim. Ulusçulukta ırkçılık değil, haklı bir gururlanma görüyorum. Öte yandan, emperyalizmin kendi amaçları uğruna desteklediği ayrılıkçılığın bir ulusal kurtuluş akımı olamayacağını başka ülkelerdeki örneklerle de, ona ilişkin kuramlarla da iyi bilmekteyim.
Halkçılığın oy avcılığı değil, erkek-kadın eşitliğini sağlamak, onlara hizmet etmek için fabrika, demiryolu, ücretsiz sağlık ve eğitim götürmek olduğunu anlamalıyız.

  • İnsan ve ham madde kaynaklarımızı yabancıların buyruğuna vermek, bizi Lozan’dan önceki döneme götürür.
  • Topraklarımızı ve Türk Devriminin bize kazandırdıklarını tartışmaya açamayız. Hiçbir iktidar bunu yapmağa yetkili değildir.
  • Prof. Seha L. Meray’ın sekiz cilt olarak Türkçeye çevirdiği Lozan tutanakları ve belgeleri tavrımızın ne denli ödünsüz olduğunun kanıtlarıdır.

Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV
24 Temmuz 2013