Etiket arşivi: Yazmak – Çizmek – Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

 

Bizde ta öğrenciliğimizden beri öğretmenlerimizin kazandırdığı bir kabul vardır; ”yazmak ve çizmek özdeştir”. Bu kazanımlarla bir eğitimci olarak, her insanın ”eğer isterse” yazabileceğini, çizebileceğini öngörürüm her zaman. Ama burada en önemli nokta ”Eğer isterse”.  İstemek, amaç ve ideal edinmek.  Elbette herkes kendine göre, kendi çapında yazar ve çizer. Bunun niteliği, yeterliği, yetersizliği de ayrı bir değerlendirme konusudur. Ama yazılmayan, çizilmeyen, yani yok olan bir şeyin de hiçbir yönü tartışmaya bile değmeyeceğine göre, var olanın tartışılması bile kazanç sayılır.

Bunları neden yazıyorum; ”ben iki cümleyi bile yan yana getiremem” ya da ”ben cin Ali bile çizemem” sözlerini çok duyarız.  Bana göre bir teslimiyet ifadesidir bunlar. Kaçamaktır, aslında yine bana göre insanın kendisine, belki de çok iyi yapabileceği bir özelliğine, niteliğine ihanettir.”Hiç beceremem,  hiç çizemem, yapamam, yazamam” diyenlerden çok başarılı olanlara da tanık olduğum için bu denli iddialı yazabiliyorum.

Konuşma uçucudur, dahası suya yazılan yazıdır. Ama yazma, çizme-betimleme kalıcıdır. Tarih bunun için önce çizilenlerle, yontulanlarla, sonra yazılanlarla okunmaya, çözülmeye başlamıştır. Çok basit bir sorgulamayla üç bin yıl önce, Kadeş Savaşı’nı yapanlar kendi aralarında neler konuştular, savaşı nasıl barışla bitirmeye karar verdiler, bilmiyoruz. Ama Kadeş Savaşı’nın bir anlaşmayla ve yazılı bir belgeyle sonuçlandığını somut olarak, tartışmasız kabul ediyoruz. Günümüzde bile herhangi bir durumda, tartışmalı bir konu olduğu zaman ”yazılı belgesi var mı”, demiyor muyuz?

Konuya bir başka açıdan daha bakarım her zaman, yazma ve betimleme eyleminde; bireyin kendini anlatacağı çeşitli anlatım yolları yanında yaşadığı aileyi, yaşadığı çevreyi, toplumu, dönemi, siyasal ve sosyal atmosferi de anlatmasının yollarını açar.  Bu gibi birikimler önce bireysel bellek, aile belleği ve toplumsal bellek için verileri oluşturur. Bunların aslında yeri ve zamanı geldiğinde tarihsel belleğin de kaynağı olabileceği, tarihin her döneminde örneklerle doludur.

Örneğin, bugün kitaplığımızda oturup, Gazap Üzümleri’ni okumaya başladığımızda beş on dakika içinde o dönemin Amerika’sının toplumsal yapısının, etik değerlerinin neler olup olmadığını anlamaya başlarız. John Steinbeck bu eserini yazarken ”Türkiye’de bir evde ya da kitaplıkta Ahmet Beyler okurken şunu, şunu düşünsünler” diye yazmadı. O yaşadığını, hissettiğini ya da hissettireceğini yazdı, o kadar. Ondan sonrasıdır işte sanatın gücü, başarısı, etkisi, yaratma, anlatma kapasitesi, evrenselliği.

Bir başka örnek verelim; Goya bir saray ressamıdır. Bir eli yağda, bir eli baldadır. İspanya iç savaşlarında saraya karşı bayrak açan isyancılara, asilere katılır; sefalet içinde ölür. Bugün Madrid Prado Müzesi’nde Goya’nın eserleri iki ayrı salonda sergilenir. Birinde saray resimleri, diğerinde ”Black Paintings” denen, saray sonrası resimleri. Her gittiğimizde bunu özellikle takip etmişimdir; saray resimleri dönemi salonunu insanlar beş dakikada geziyorsa, Kara Resimler salonunda yarım saat kalıyorlar. Bugün Goya İspanyol sanatının ve kültürünün gurur kaynağıdır; yine tüm dünya sanatında Goya denince İspanya ve 3 Mayıs katliamı resmi akla gelir, hemen.

Burada bir başka örnekle şu soruları soralım kendimize; Hititler ve Mısırlılar Kadeş Savaşını yazıya dökmeselerdi; John Steinbeck yazmasaydı; Göbeklitepe sakinleri o devasa taşları yontmasaydı, üzerlerini betimlemeseydi; Goya 3 Mayıs katliamını, Picasso Guernica tablosunu betimlemeseydi? Bizden de çok örneğimiz olabilir; Nazım Hikmet ”Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı, Yakup Kadri, ”Yaban” Romamını, Yaşar Kemal ”İnce Memed’i  yazmasalardı… Gerisini siz düşünün.

Yazma-betimleme hiç kimsenin tekelinde değildir. Başarı ve başarısızlık elbette tartışılır ama yazılanlar, çizilenler, yontulanlar somut çabaların varlığıyla anlamı olan bir başka boyutudur konunun. Binler, on binler, milyonlar yazmalı, çizmelidir. Bu zenginlik içinden kim bilir ne cevherler çıkabilecektir; en azından bu kültürel birikim yazanın, çizenin de anlaşılmasını, iyi okunmasını, iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır.

Paris’te yüzbin ressam olduğu söylenir, abartı da olsa. Yüzbin içinden beşbinlerin-onbinlerin çıkması ile ikibin, üçbin kişinin resimle ilgilendiği bir toplumdan kaç kişinin çıkabileceği iyi düşünülmelidir. Aynı şey yazma eylemi için de geçerli; milyonlar anı, öykü, masal, şiir, mektup, günce yazmalı ki içinden milyon sayıda gerçek okur-yazar çıksın.

Burada bir özel konuya daha değineyim; Her aileden birkaç kişi mutlaka bir ”aile belleği” yazmalıdır. ”Dedesinin dedesinin adını bilen kaç kişi var aramızda” sorularını kendi kendimize sorduğumuzda ne demek istediğim daha net anlaşılır. Aidiyet bilinci, kimin nereye, hangi aileye, anaya, ataya, kültüre ait olduğunun sorgusu ve bir yönü ile de ulusal bilincin kaynağı olacaktır.  Yazmayan, okumayan, çizmeyen, betimlemeyen, belgelemeyen toplumlar; sözel, uçucu, unutucu, unutturucu; hatta inkârcı geleneğe dayanır. Bu toplumlar tarihten, geçmişten dersler alamazlar; bu nedenle de sık sık aynı tökezlemeleri, aynı hastalıkları, aynı aymazlıkları, aynı travmaları yaşamak zorunda kalırlar.

Kişisel olarak ben; yazarak, çizerek, boyayarak; öncelikle gören, duyan, düşünen, kendine göre çözümler arayan, üreten insan olarak, kendi özüme saygı sayıyorum, yaptıklarımı.  ”Başarılı mıyım, değil miyim; iyi mi yapıyorum, kötü mü” sorgusu çok sonra gelen değerlendirmeler hanesindedir. Bunun değerlendirmesi de çoğunlukla zamana, okuyana, izleyene ve onların yargısına havale edilir. En azından ”Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur” diyebilme özgürlüğüne sahip olmak az şey midir?