Etiket arşivi: ulus devlet

Dr. Reşit GALİP ve ANDIMIZ


Dostlar
,

Dr. Reşit Galip, büyük Atatürk‘ün Milli Eğitim Bakanı, yiğit bir devrimcidir.
Tıp doktorudur ve İstanbul tıbbiyesinde öğrenci iken, eğitimine ara vererek,
gönüllü olarak 1. Dünya Savaşı’na katılarak Kafkas cephesinde vatan savunmasına koşan bir yurtseverdir.

AKP’nin, PKK – BDP üzerinden gerçekte Batı ile yaptığı açık – örtük mide bulandıran pazarlıklar sonucunda kaldırılması planlanan ANDIMIZ‘ın sözlerinin yazarıdır.

Bu sözler bir Türk ırkçılığı ve asimilasyon amaçlı değil; Batı emperyalizmi karşısında mazlum Anadolu halkının uluslaşarak kenetlenmesi çağrısıdır.

Tersi durumda SEVR yürürlük alacaktır.

Anadolu halkı / ahalisi hep birlikte savaşarak ana vatanını – özyurdunu işgalden kurtarmış ve sıra kuruluşa gelmiştir.

Bu amaçla, Büyük Atatürk‘ün tarihsel çağrısı gündeme alınarak,

“Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir.” tanımı yapılmıştır.

Bu tanımı sosyolojik – tarihsel bir ittifak çağrısıdır emperyalizme karşı.

  • – “ABD’yi kuran Amerika halkına Amerikan milleti denir.”
  • – “Fransa’yı kuran Fransa halkına Fransız milleti denir.”
  • – “Almanya’yı kuran Almanya halkına Alman milleti denir.”

………………
Listeyi uzatmak yersizdir.

Ulus devlet ve onun milleti olan o ülke halkının  – ahalisinin ortak bir siyasal üst kimlik edinmesi gönüllülük temelinde bir eylemdir ve ulus devet kuramının özüdür.

Batı emperyalizmi bu yolla güçlü ulus devletler yaratmıştır.

ABD, 50 faklı milletten tümüyle yapay, sentetik olarak “Amerikan” milletini yaratan ve ona dayalı dünya hegemonu ABD’yi kuran bir politik irade ile yeryüzünün en güçlü ve tipik bir ulus devlettir.

AB, 27 farklı ülkeden oluşan bir başka ulus devlet birliğidir neredeyse..

“Milletler” birleşerek yeni ve farklı bir sentez oluşturmakta, uluslararası arenda
güç kazanmaktadır.

  • Bize ise etnik – dinsel temelde 40 parçaya ayrılmak dayatılmaktadır;
    nerdeyse 40 türlü oyun ile.

İşte meslektaşımız Dr. Reşit Galip, bu bağlamda ANDIMIZ‘ın sözlerini yazarak
Anadolu halkının uluslaşması çabasına doğallıkla sahip çıkmıştır.
Milli Eğitim Bakanı olarak, ilkokul çocuklarının bu bilince erken yaşlarda
coşku ile erişmesini öngörmüştür.

Bu eylem tümüyle doğrudur, insan haklarına uygundur.

Tersi ise Yugoslavya’da olduğu gibi parçalanmak ve bölünerek emperyalizme
lokma olmaktır. İkiyüzlü emperyalizm ve de maşaları tam da buna oynamaktadır.

20 Eylül 2012’de sitemizde yer verdiğimiz (aşağıda) “Dr. Relit Galip” başlıklı yazıyı,
bu giriş notunu ekleyerek yeniden yayımlıyoruz..

ANDIMIZI hep birlikte söyleyelim…

Anadolu halkını uluslaştırma çabası ile yaratıcı zekâsının ürünü
ANDIMIZ’ın sözlerini yazan Atatürk’ün başeğmez Milli Eğitim Bakanı
meslektaşımız Sayın Dr. Reşit GALİP‘e şükran ve saygı ile…
divider_cizgi

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım..
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türk’üm diyene!
divider_cizgi

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Dr. Reşit GALİP

Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi’nden geçerek inerler.

Pek azı bu adın kim olduğunu bilir.

Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip’in 41 yasında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması. Rodos’ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris’e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.
1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin’e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

“Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir”

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi’yi “milletin bir ferdi” sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi’nin… Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925’te Meclis’e girmiş. Bir sure İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti’nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevlerinde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırka’ya girmiş ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.

Sofra sahnesi

1931 sonbaharıydı..
O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet’in bir yakınmasıyla başladı.
Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye’den ‘tabya öğretmeniydi. Kazım Özalp’in ‘Atatürk’ten Anılar’ kitabında (T. Is Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.

Esat Mehmet, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini” belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:

“Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi” dedi. “Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar; inkılâplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, çağdaşlaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.”

Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan pek hoşlanmadı.

“Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız.” dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı. “Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılâp ve zihniyet meselesidir! Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki; Sizin huzurunuzda bu sofrada inkılâpları zedeleyecek icraattan bahsedilmesi bile küstahlıktır, hoş görülemez.”

Reşit Galip’in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:

Halkevi’nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti’nden izin alamamışlardı. Reşit Galip,

“Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez” diye kestirip attı. Atatürk’ün kaşları çatıldı. “Sözlerinizde müsamahalı ve ölçülü olunuz.” diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki:

“Devrimci devrimcidir; insanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.”

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

“Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması
sence bir değer taşımıyor mu?”

“Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış,
ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.” Bunun üzerine Gazi’nin sabrı taştı:
“Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem.” diye haşladı. Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:

“Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız,
sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da,
siz yaptınız diye, hata olmaktan çıkmaz.”

İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. Reşit Galip’in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya’dan “İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz.” yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben “yardımcı olunması” isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. Reşit Galip bu iltimas istemini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı;

“Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin.” diyerek kibarca Reşit Galip’i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

 “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz.
Burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır…”

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp “Öyleyse biz kalkalım.” dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip’i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.
Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip’i sorar.

“Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar
borç para istedi. 25 lira verdik.” derler.

Atatürk “Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz” der. Sonra “Cebinde beş parası yok, ama karakterinden taviz vermiyor. Parası yok, ama cesareti var.” diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip’in Ankara Radyosu’ndaki bir konuşmasını dinler;

“Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile!” demektedir. Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. O’nun yanına da, hocası Esat Mehmet’i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yasındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı

İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş, Atatürk imzalı kağıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.

Reşit Galip’in bakanlığı yalnızca 13 ay sürdü. Bu sure içinde Darülfünun’da Üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle “deli gibi çalışıyor” ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi’ye “Paşam”, Gazi de ona “Doktor” diye hitap ederdi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk,

“Seni eve ben bırakacağım” demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim’inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda’daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını izlemeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934’te, 41 yasında yaşama veda etmiş.

Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış.
Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan “Türküm, doğruyum, çalışkanım” andı
var ya… kim kaleme almış biliyor musunuz?

Reşit Galip…

O andın 1933’ün 23 Nisan günü Reşit Galip’in kaleminden çıktığını,
eminim çoğumuz bilmeyiz.

Prof. Dr. D. Ali Ercan
ADD Bilim Kurulu Başkanı
19.9.2012

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)

Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

 

  • Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, TBB (Türkiye Barolar Birliği) Başkanı seçildiğinden bu yana, son birkaç aydır, tam anlamıyla, oturduğu koltuğun
hakkını vermekte..

Bir hukuk profesörü olarak (Ceza Hukuku uzmanı) hepimizin hukukunu
yüksek sesle ve cesaretle savunmakta..

Söylemlerinde ölçülü ve ağırbaşlı ama net ve kararlı tutumunu sürdürmekte.

Amaç toplumu germek elbette değili üzüm yemek..

O’nun son derece yerinde saptama ve önerilerine ülkemizin çok gereksinimi var..
Özellikle de iktidar partisi AKP yöneticileri, milletvekilleri ve Başbakan Erdoğan‘ın danışmanları ile doğrudan kendisi..

İzmir ziyaretinde yine ciddi uyarıları var :

  • Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

Reçete ise yalın :

  • Laiklik ve Atatürk ulusalcılığı..

Batı uygarlığı’nın kaynağı – temeli olan LAİKLİK – SEKÜLER DEVLET VE YAŞAM DÜZENİ yüzlerce yıldır dönüşümsüz, kesin ve net olarak yürürlükte..

Atatürk Ulusalcılığı ise, Atatürk’ün tanımı ve çağrısı ile özde

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına TÜRK MİLLETİ denir.”
    ilkesine dayalı.

Kurucusu George Washington‘un adını ülkenin başkentine veren, paralarının üzerine basan ABD, yeryüzünün en büyük ve en güçlü ulus devleti değil mi?

Şu tümceye itiraz edilebilir mi??

  • “ABD’yi kuran Amerika halkına AMERİKAN MİLLETİ denir.”

Eeee??


Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================

Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

 (http://www.barobirlik.org.tr/YaziliBasin2424.tbb, 17.9.16)

KURTLAR SOFRASI.. / Dinner Table of Wolves


Dostlar
;

26 Haziran 2012’de sitemize koyduğumuz “KURTLAR SOFRASI” adlı
85 sayfalık kapsamlı çalışmayı bir kez daha gündeminize getirmek istiyoruz.

Bu emekli çalışma, Küresel Elit‘in içyüzünü, anatomisini (yapısını),
fizyolojisini (işleyişini) sergilemekte.

Bu dosyadaki temel bilgileri edinmeden Dünya’yı ve Türkiye’yi anlamanın
çok zor olacağını düşünüyoruz.

Hoşgörünüzle, daha çok ve / veya 1 kez daha gözden geçirilmesi dileğiyle

KURTLAR_SOFRASI_03.10.02

İ ç i n d e k i l e r ……

           İlkel’den İNSAN’a Varış                                                                                          

Taş Devri Yaşamı                                                                                                   

            Mezolitik Dönemi yaşamı

Yeleşik Düzen Neolitik Çağ

            Elle Yapılan Tarım Dönemi

            Neolitiğin Üç Kurumu: Din-Aile-Devlet

            Makineleşme Dönemi

            Sanayi Devrimi

            Makineli Tarım

            Tarımın Ticarileşmesi

            Genetik, Yeni Bir Sömürü Alanıdır                                                                        7

            Sömürge Peşine Düşüş

            Küreselleşme (Köleleştirme, Uluslararası Sömürü)

            Küreselleşme Adı Altında Kurulmak İstenen: “Tek Dünya Devleti”

            Sömürücü ABD Değil, ABD’ye de Hakim Olan ELİT

ABD’nin Merkez Bankası Yoktur

ABD’nin, Merkez Bankası Görevini Gören Federal Rezerv

Paraya ve Petrole Sahip Elit Kimdir?

Siyon Liderleri Protokolleri (Planlarını anlattıkları kitap)

Elit’in Uluslararası Örgütleri: CFR, IMF, DB, DTÖ, BM, Bilderberg,
Trilateral, AB Elit’in Uluslararası Şirketleri

Elit’in Korkusu Ulus-Devletlerdir

Kazanan Hep Elit’tir                                                                                                8

Yazı, Dil, Tarih ve Uygarlıklarıyla; Evrensel Uygarlıkların Kökenini
Oluşturan Ön Türkler /ON OKLAR

Tüm Ülkelerin İlgi Odağı Türkiye

Atatürk Bu Ülkeyi Bağımsızlıktan Ödün verilsin, Köleleştirilsin Diye Kurmadı

Elit’in Parayla Para Kazanması

Zenginler Daha Zengin, Fakirler Daha Fakir Oldular

Tarihte Bir Gezi                                                                                                       9

AYRI Adlar Altında Tanınan Örgütler, Aynı Yere, Elit’e Bağlıdır.

Getirileri Aynı Havuza Akar

Elit, Dünya Eliti’dir

ABD Yazılı Yerleri Elit Olarak Anlamak Gerek

İşte Kurtlar Sofrası

Siyon Tarikatı (1090)

Tapınak Tarikatı (Tampliye Şövalyeleri, 1118)                                                     10

Vatikan                                                                                                                     11

OPUS-DEI

Malta Şövalyeleri                                                                                                    12

Dömenikenler Tarikatı

Fransiskan Tarikatı

Cizvitler Tarikatı

Masonluk (1723)                                                                                                      13

Operatif Masonluk

Spekülatif Masonluk

Masonluğa Giriş Töreni                                                                                         14

Türkiye’de Masonluk

İlluminati (1776)                                                                                                      15

Bohemian Klübü (1830)                                                                                          16

Kurukafa ve Kemikler Tarikatı (1833)

B’nai Brith (1843)

Yuvarlak Masa Örgütü (1877)                                                                                17

Wilson İlkeleri (1912)                                                                                              18

Federal Rezerv (ABD’nin Elit’e ait Merkez Bankası, 1913)         

1 Doların Şifresi: Her Yol Elit’e Çıkyor                                                                  19

Dış İlişkiler Konseyi (CFR, 1921)                                                                          21

Birleşmiş Milletler (1945)                                                                                       22

Uluslararası Para Fonu (IMF, 1945)                                                                     23

Filipinle Hükümetinin İsyanı

Niyet Mektupları (Diyet Mektupları)                                                                       24

Ülkeler Nasıl Köleleştiriliyor?

Nasıl Kurtulacağız?

Özel Çekme Hakları (SDR)                                                                                    

Dünya Bankası (DB, 1945)                                                                                     25

GATT (Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması, 1947)

Truman Doktrini (1947)                                                                                          26

Marshall Planı (1948)

Batı Avrupa Birliği (BAB, 1948)

NATO (Kuzey Atlantik Anlaşması, 1949)                                                              27

NATO ve Götürüleri

Bilderberg (1954)                                                                                                    28

Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, 1957) sonra AT, sonra Avrupa Birliği          29

Eisenhower Doktrini (1957)                                                                                   30

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD, 1960)

Trilateral Komisyon (Üçlü Komisyon, 1973)

Çok Taraflı Garanti Yatırım Kuruluşu (MİGA, 1985)                                            31

Yıldız savaşları (SDI: Stratejik Savunma Girişimi)

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK, 1990)                                        32

Avrupa Birliği (AB, 1992)

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA, 1992)                               33

GATT, sonra Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ/WTO, 1994)

Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS, 1994) 

Avrupa Enerji Şart (1985)                                                                                       34

Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI)

Uluslararası Şirketler                                                                                              35

1919-2002 Arası Türkiye ve Türkiye’ye Dayatılan Anlaşmaların İçyüzü            36

Bir İncelemede “Özünü” Kavramak Önemlidir

İç ve Dış Politikayı Etkileyen Ögeler

Tarih ON OKLAR’da / Türkler’de Başlar

Evrensel Uygarlıkların Kökeni On Oklar / Türkler

Atatürk, Türk Ulusunun Kimliğini, Kökenini Bulması İçin Çok Çalışmıştır

Eksik ve Yanlış Resmi Tarih Değişmelidir

Türkler Dünya Tarihindeki Yerini Almalıdır

Türkiye’nin 1919-1923 Dönemi                                                                              37

Satılmış, Paylaşılmış, Yıkık Bir Ülke

“Ya Bağımsızlık, Ya Ölüm”

Yeni Bir Toplum, Yeni Devlet ve Sürekli Devrimler

1919-1923 Arası Önemli Olaylar

İngiltere’nin Kürt Politikası

Chester Projesi (1923)                                                                                            38

Türkiye’nin 1923-1939 Dönemi ve Önemli Olaylar                                              39

Montrö Sözleşmesi (1936)                                                                                    

Sadabat Paktı (1937)

Hatay’ın Alınışı (1938)

Türkiye’nin 1939-1945 Dönemi                                                                              40

Atatürk’ün Yolundan Sapış Dönemi                                                                     40

Atatürk’ün Öngörüsü                                                                                            

2. Dünya Savaşı (1939-1945)

Yalta ve Postdam Konferansı (1945)

Ticari İmtiyaz Anlaşması (1939)                                                                            41

Üçlü İttifak (1939)

Türkiye’nin 1945-1960 Dönemi

Atatürk’ün Yolundan Sapış ve Hovardalık Sürüyor

İrticanın Kuramcısı ABD (1945)                                                                             42

Milletler Cemiyeti Görevini Birleşmiş Milletler’e Devrediyor (1945)                 

Bretton Woods Örgütleri: IMF, DB, GATT, DTÖ vb)

Yardım ve Yardım Anlaşmalarının Aslı, Ağır Şartlı Dayatmalardır

Türkiye-ABD Karşılıklı Yardım Anlaşması (23 Şubat 1945)                                43

10 Milyar Dolarlık Kredi Anlaşması (27 Şubat 1946)

Türkiye ABD Arasındaki Ek Anlaşma (6 Aralık 1947)                                          44

Truman Doktrini (12 Mart 1947)

Amerika, Askeri Yardımları Niçin Yapıyormuş?

Askeri Yardım Anlaşması (12 Temmuz 1947)

Marshall Planı (2 Nisan 1948)                                                                                45

Max Thornburg Raporu ve İstekleri (1947)

Marshall Planının Olumsuz Etkileri

Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO, 4 Nisan 1949)                                     46

Türkiye’nin NATO’ya Alınma Nedeni

Yardımların Veriliş Nedenleri

Türkiye-ABD Eğitim Komisyonu Anlaşması (27 Aralık 1949)                             47

Albay Haydar Tunçkanat’ın Söyledikleri

Türkiye-İsrail Ticaret ve Ödemeler Anlaşması (4 Temmuz 1950)                      48

Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu (18 Ocak 1954)

Petrol Yasası (7 Mart 1954)                                                                                   49

Ortaklık Güvenlik Anlaşması (10 Mart 1954)                                                        50

NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi (SOFA, 20 Mart 1954)

Askeri Kolaylıklar Anlaşması (23 Haziran 1954)

Vergi Muafiyetleri Anlaşması (24 Haziran 1954)

Bağdat Paktı (24 Şubat 1955)                                                                                51

Elit Rockefeller’in ABD Başkanı Eisenhower’a Mektubu (1956)

Türkiye-ABD Tarım Ürünleri Anlaşması (12 Kasım 1956)                                   52

Londra Deklarasyonu (28 Temmuz 1958)                                                            

Türkiye-ABD İstimlak ve Müsadere Garantisi Yasası (Ocak 1959)

Türkiye-ABD Güvenlik İşbirliği Anlaşması (5 Mart 1959)                                       53

Jüpiterlerin Türkiye’ye Yerleştirilmesi (25 Ekim 1959)

Türkiye’nin 1960- 1980 Dönemi                                                                            

U2 Olayı (1 Mayıs 1960)                                                                                          54

ABD’nin, Zırai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkında, 161 milyon dolarlık
İkili Anlaşma ile İlgili Olarak Notası (21 Şubat 1963)

Türkiye-AET Ankara Anlaşması (12 Eylül 1963)                                                 

Türkiye ABD Kredi Anlaşması (31 Mayıs 1968)                                                   55

Ege Sorunu

Kıbrıs Sorunu                                                                                                         

Türkiye’nin 1980 ve Sonrası Dönemi                                                                    56

Türkiye Ekonomisini Etkileyen 4 Kriz                                                                  

Özelleştirme                                                                                                            57

ABD Türkiye’ye Neden Yakınlık Gösterdi?                                                          58

Kürt Sorunu ve ABD

“ABD, Türkiye’de Toprak Bütünlüğünü Desteklemiyor, Aksine Köstekliyor  

Çevik Kuvvet (Birleşik Devletler Merkezi Komutanlık)                                        59

Mutabakat Muhtırası (29 Kasım 1982)                                                                59

Limni Sorunu

Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA, 18 Aralık 1985)

Ortadoğu’da Su Sorunu                                                                                        60

Boğazlar Sorunu

Körfez Savaşı                                                                                                         

Körfez Savaşı Sonrası

Körfez Savaşında Türkiye’nin Kayıpları                                                               61

Avrupa Birliği ve Türkiye (AB, 7 Şubat 1992)

Oyalamanın Serüveni                                                                                             62

Türkiye AET’ye 1959’da üye olmak üzere başvurdu

Ankara Anlaşması (12 Eylül 1963)                                                                        63

Lüksemburg Zirvesi (Mart 1976)                                                                           64

Avrupa Tek Senedi (1 Temmuz 1987)                                                                 65

Dublin Zirvesi (28 Nisan 1990) 

Matutes Paketi (6 Haziran 1990)

Maastricht Anlaşması (7 Şubat 1992), (AET –AT) Avrupa Birliği oldu

Lizbon Zirvesi (25-27 Haziran 1992), Edinburg Zirvesi (11-12 Aralık 1992)

Kopenhag Kriterleri (22 Haziran 1993)

Gümrük Birliği (6 Mart 1994’te imza. 13 Aralık 1995’te yürürlüğe girdi             66

Madrit Zirvesi (16 Aralık 1995)

Amsterdam Zirvesi (16-17 Haziran), Lüksemburg Z. (12-13 Aralık 1997)        67

Cardiff Z. (15-16 Haziran), Viyana Z. (11-12 Aralık 1998)

Köln Zirvesi (3-4 Haziran 1999)

İlerleme Raporu (13 Ekim 1999)

Helsinki Zirvesi (10-11 Aralık 1999) Türkiye “aday” ülke oldu

Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB, 17 Temmuz 2000)

Genişletilmiş Siyasi Diyalog (4 Aralık 2000)                                                       68

Nice Zirvesi (8-10 Aralık 2000)

Ulusal Program

Leaken Zirvesi (14-15 Aralık 2001) …                                                                 69

AB; Kıbrıs, Ermeni Soy. İddiaları, Azınlıklar- Bölücülük, Ege Sorunu, Patrikhane, Heybeliada Ruhban O, IMF programları konularında, Türkiye’den Ne İstiyor?

Kıbrıs, Ermeni Soykırımı İddiaları, Azınlık Sorunu-Bölücülük                           70

Ege Sorunu, Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulunun Yeniden Faaliyete Geçirilmesi, IMF Programlarının Uygulanması, Sonuç                                                           71         

AB Yolunda Neler Yapılacak? Adım Adım 2004                                                72

2000’de, 2001’de, 2002’de Yapılacaklar                                                            73

2003’te, 2004’te Yapılacaklar                                                                              74

Bu İşte Bir Terslik var Avrupa Birliği’ne Hayır

Türkler Aynı Zamanda Avrupalıdırlar                                                                  75

Araştırmacı Kazım Mirşan ve Haluk Tarcan

Büyük Araştırmacı Yüceler Yücesi ATATÜRK Atatürk’ün Bir Şiiri

Gümrük Birliği (13 Aralık 1995)                                                                            

Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK, AB Ordusu)                              

AB İlişkilerinde Anayasa İhlali ve Yetki Aşımı                                                   76

Türkiye-İsrail Serbest Bölge Anlaşması (14 Mart 1996)                                  77

Türkiye-AB Tarım Anlaşması (9 Ocak 1998)                                                       

Güneydoğu Avrupa (Balkan) İstikrar Anlaşması (30 Temmuz 1999)

Uluslararası Tahkim                                                                                              

Türkiye-ABD Tic. ve Yat. İlişki. Geliştirilmesi Anlaşması (7 Aralık 1999)          78

Nitelikli Sanayi Bölgesi                                                                                          79

Çare ve Çözüm                                                                                                     79-80
Dipnotlar ve Kaynakça (158 adet)                                                                        81-85         

**********************

Dosya şöyle başlamakta                              :

  • İlkel’den İNSAN’a varış; insanın Kendin’den Kendine’dir,
    bir hayli emek, sabır, akıl, bilim, vicdan ve gönül ister.

Taş Devri (Paleolitik Çağ) dediğimiz dönemde, mağaralarda birarada yaşayan, ilkel-eşitlikçi-durağan bir birlikleri olan, ilkel sürü diyebileceğimiz insanlar; daha çok kadınların uğraştığı Toplayıcılık, erkeklerin uğraştığı Avcılık ve Balıkçılık yaparak; Asalak ekonomileri, ortak çalışma, ortak paylaşma ve işbirliği ile yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Ateşi bulmuşlar, taştan aletler yapmışlardır. Korku ve umuda dayalı, düzensiz, raslantısal, sınıflandırıcı, düşçü, taklitçi ve sihirsel kültüre bağlı bir yaşamları vardır. Sonraları Devşiricilik denilen, yabani tahıl toplayıcılığı ile Ambarlama ve Biriktirme yöntemlerini kullandıkları, dinsel düşünüşün yavaş yavaş başladığı, bir tarıma ve üretime geçiş dönemi yaşamışlardır (-12.000, Mezolitik). Daha sonra da insanlar, coğrafi olayların, iklim koşullarının zorlaması ve nüfus artışı nedeniyle, sığınaklarını, mağaralarını bırakmışlar, ekolojik olarak zengin topraklara, vadilere ve daha çok su kenarlarına yerleşmişlerdir. Avcı ve toplayıcı topluluklar, biriktirdikleri malları taşıyamayacakları için yerleşik düzene geçmişler, korunmak için hendekler, surlar yapmışlar, bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye başlamışlardır. Balta, kazma, kürek, çapa, saban, döven, orak, pulluk ve tırpanla yani elle yapılan “tarım”la üretime geçmiş ve toplumsal yaşamı başlatmışlardır (-10.000, Neolitik Çağ). Tekerlekli taşıma araçları, yelkenliler yapmışlar, yünleri eğirip, kumaş dokumuşlar, sazdan hasır ve sepetler örmüşler, kolyeler yapmışlar, topraktan kaplar yapıp seramiklemişler ve yemeklerini pişirmeye başlamışlardır. Toplayıcılık ve avcılıktan tarım ve hayvancılığa geçiş, zamanla yiyecek depolamayı da (artı ürün) olanaklı kılmıştır. Biriktirilen yiyecek fazlası; artık tarımla uğraşmayan, araç gereç yapımıyla uğraşan, bir kısım uzman zenaatçıların da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tarımsal ürün fazlalığı, ekonomideki ve teknolojideki gelişmelerin temel kaynaklarından biridir. Ekim, dikim, hasat, zenaatçılık, uzmanlaşma derken, köyler kurulmuş, tarım ürünlerinin pazarlanması, değiş tokuş edilmesi ile ticaret diyebileceğimiz alış-veriş başlamıştır. Köylerin zenginleşmesi ve gelişmesi ile kentler kurulmuş ve daha sonra Devletler ortaya çıkmıştır.

Neolitik Çağın geliştirdiği üç kurum;

Din (Korku, umut, yalvarma, yakarma, tapma, tapınma, başeğmeye ödül, başkaldırmaya ceza, ruh, öte dünya, tanrı, melek, şeytan, cin vb),

Aile ve

Devlet’tir.

Artı ürün, toprak ve verimli yerleri ele geçirerek hüküm sürme uğruna, çekişmeler, kavgalar çoğalmış, istilalar başlamıştır. Ekonomik, siyasi çıkar çatışmalarıyla
sınıf kavgaları ve ülkeler arasında sömürü ilişkileri hızlanmıştır.

Makineleşme: 1840-1850 yılları…

Ve dosya şöyle bağlanmakta                   :

Özetle                   :

Yeni bir kurtuluş savaşı gerek…

Çare; Yüceler Yücesi Atatürk’ün yolunu; Akıl, bilim, vicdan ve gönül eşliğinde gereğini yaparak daha ileriye taşımak, insan gibi yaşamak, İNSAN olmaktır…

Bu ulusu tanımayanlar, tanıyamayanlar!!! 

  • BİZ SÖMÜRGE OLMAYIZ, 
  • BİZ KÖLELEŞMEYİZ … 
  • TAM BAĞIMSIZLIK, ÖZGÜRLÜK BİZİM KARAKTERİMİZDİR …

 Aydınlık günler dileğiyle “Günaydın İnsanlık”..

******************

Bu kapsamlı dosyanın üretilmesinde ve paylaşımında paha biçilmez emekleri olan tüm DOST lara, sözcüklere sığmayan gönülden şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
30.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

“Sessiz çığlık” Eylemlerinin Anlamı ??


“Sessiz çığlık” Eylemlerinin Anlamı ??

Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Üyesi
www.ahmetsaltik.net, 05.05.2013

Bu 2 sözcük üzerinde iç düşündünüz mü? İnsanlar topluca “çığlık atacak” ama bu eylem üstelik “sessiz” olacak!? “İnsan” olanın uygar vicdanı zaten bu 2 sözcük altında ezilir..

2 masum sözcük 2 dev soru doğuruyor :

1. Türkiye insanı neden topluca “çığlık” atmak zorunda bırakılıyor?
2. Çığlık; doğasına aykırı olarak neden “sessiz” ??

Vurgulayalım ki; Ruhsal davranış bozukluklarının özneleri her zaman tekil kişiler değildir.
Kimi kez toplu (kolektif) özneler, örgütlü – örgütsüz psikopatolojik dışavurumların öznesidirler.

Baskı altında kalan, yoksullaştırılan, yaşam hak ve alanlarına örneğin Vatanlarına dönük
tehdit algılayan kitleler, kimi “sosyal tepki” davranışları sergilerler. “İnsan ve davranışı”nı öngörebilmek, öteden beri birçok bilim alanının ilgisindedir. Özellikle siyaset bilimciler yararcı (pragmatik) bağlamda seçmen kitlelerinin olası eğilimlerini bilmek isterler. Piyasada mal ve hizmet pazarlayanların da dayanılmaz “öngörü” gereksinimlidirler. Bu bakımdan özellikle Sosyal Psikoloji, Siyaset Bilimi ve İşletme Bilimleri alanında epey varsıl bir yöntem kümesi eldedir ve kamuoyu yoklamaları ile oldukça isabetli sayısal kestirimler yapılabilmektedir.

Bunlara kitlelerin algı yönetimi, mis-enformasyon, dez-enformasyon, reklam – propaganda  teknikleri.. gibi zihin denetimi (mind control) yöntemlerini de eklemek gerek. Böylece bilimin kötüye kullanılışına çok üzücü -immoral- örnekler görmüş oluyoruz..

*****

Türkiye’de 5-6 yıldır, dış güdümlü Ergenekon tertiplerine dayalı olarak açılan bir dizi “dava”da yüzlerce yurtsever insan, en temel evrensel hukuk kuralları çiğnenerek sözde yargılanmakta! Üstelik tutuklu olarak. “Balyoz” davasında, -dosya Yargıtay’da- adeta müebbet hapis yağdırıldı. Halk, tam örgütlü sayılamayacak tepkisini “SESSİZ ÇIĞLIK” eylemi ile yaklaşık 1 yıldır dışa vurmakta.

Herkesi bu yerden göğe haklı ve meşru “SESSİZ ÇIĞLIK” eylemine destek vermeye çağırıyoruz.. Zerrece duygudaş (empatik; diğerkâm; hemhal) davranabilenler de algılasın diye..

“Duysun” diyemiyoruz, çünkü eylem-feryat “sessiz” ! Görünürde kulağa dönük değil.. Peki neye dönük ? İnsanı insan yapan “akılcı vicdan”a dönük.. Dikkat buyurulsun salt “vicdan” diyemedik.. “Beşer” sayısınca vicdan türevi var çünkü..
Biz ise beşerin öznel -zavallı- vicdanına” değil, insanı insan yapan
nesnel (nesnelleşmiş olması gereken!) “akılcı, uygar vicdan”a duyurmak istiyoruz –bir tür zoraki-“sessiz çığlıklarımızı”..

Duymasanız da algılıyor musunuz ??

Her Cumartesi saat 13:00 – 14:00 arası; Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Kocaeli’de..

– ANKARA – SAKARYA CADDESİ TAŞ ANKARA HEYKELİ önünde,

– İZMİR – ALSANCAK KIBRIS ŞEHİTLERİ CADDESİ SEVİNÇ PASTANESİ önünde,
– KOCAELİ – DEĞİRMENDERE ÇINARLIK MEYDANI’nda,
– BURSA – ŞEHREKÜSTÜ MEYDANI’nda ve
– ANTALYA – KAPALI YOL, BÜYÜK HAVUZ YANI’ndayız.. diyorlar..

“Vardiya Bizde” diye nöbeti tutsak askerlerimizden devralan aileleri ve onlarla bütünleşerek dayanışan tüm yurtseverlerle omuz omuza.. Her Cumartesi..
Karda kışta, yakıcı güneşte..

Sessizce haykırmayı -aşkolsun ki- başarabilen yüreklerle..
Tutsaklar özgür bırakılana dek..

*****
Gözünü sevdiğimin Türkiye’si..

Devr-i AKP“de, Ülkemizi bölme amacıyla terörü araç olarak kullanan emperyalizmin ;
taşeron örgütünün silahlı ve katil militanlarına elini kolunu sallaya sallaya başka ülkelere
(gerçekte Barzanistan’ın Kandil üssüne!) gitme (yığınak yapma!) olanağını tülü planlarla tanıyacaksın:

Öte yandan bu bölücü emperyal plana geçit vermeyecek yurtseverleri
yıllarca kodeste tutacaksın..

  • Devletin kurumlarının adının başından “T.C.” yi kaldıracaksın!?
  • “Akiller” in zoraki toplantılarına yurttaşın Türk Bayrağı ile girmesini yasaklayacaksın!?

Meşru direniş hakkını kullanan halka da en ağır lafları söyleyeceksin..
“Akil” sakillerin, halk İstiklal Marşı’nı söylerken ayağa bile kalkmayacak..
Devletin ve Milletin manevi değerlerine en açık ve en ağır hakaret değil midir bunlar???

Dahası, halkı apaçık isyana tahrik etmek değil midir?

Yasalarımızda bu eylemin karşılığı bir yaptırım yok mudur?
Örn. Türk Ceza Yasası’nın 302. maddesi ne günedir?
Cumhuriyet’in Savcıları nerelerdedir??

Bu zulüm artık sürdürülemez kerteye gelmiştir.

Bir “Toplum Hekimliği (Halk Sağlığı) Uzmanı” öğretim üyesi hekim olarak
profesyonel yetki ve sorumlulukla kaydetmek zorundayız ki;

  • Türk Toplumu ağır bir “Sosyal şizofreni” ye sürüklenmektedir!

Bu gidişin, kurgulayıcılarınca, özellikle yabancı danışmanlarca öngörülmediğini sanmak saflıktır.

Ancak, “sosyal şizofrenik” davranışlar sergileyen bir toplumun yönetiminin ciddi sorun doğuracağı ve kurgulayıcılara da ağır faturalar ödetebileceği akıldan çıkarılmamalıdır.

  • Demokrasi – insan hakları şampiyonu AB ve
    Atlantik ötesi “stratejik müttefik” niçin yitiktir?
  • Elbette içişlerimize karışmasınlar ama, bunca da 3 maymun olunabilir mi??

Kanımızca bu 2 eylem, Siyasal iktidarın maskesini bütünüyle düşürmüştür :

  • Devletin kurumlarının adının başından “T.C.” yi kaldıracaksın!?
  • “Akiller” in zoraki toplantılarına yurttaşın Türk Bayrağı ile girmesini yasaklayacaksın!?

Siyasal iktidar artık eğik düzlemdedir ve düşüşü durdurma olanağı kalmamıştır.

Bu yüzden olağanüstü gergin, hırçın hatta saldırgandır.

Siyasal iktidar, bu “gergin” psikoloji ile 1 Mayıs’ta (2013) tarihe geçecek kapsam, ağırlık ve nitelikte insanlık suçu işlemiştir. Kendi halkına ölçüsüz ve hukuksuz zulüm uygulamıştır.

SESSİZ ÇIĞLIK, bir bakıma tarihsel – sosyolojik bir politik alarmdır..

Anlayana..

Ancak hiç kuşku duyulmasın, SEVR gibi, binlerce yıllık anayurdunun da işgal edilerek
harem-i ismetine tecavüz edildiğini gören, böylesine ağır bir örselenmeyi (travmayı) deneyimleyen bu Halk; 1920’lerin en ağır, çökkün koşullarında bile önderini çıkarmış ve tarihte örneği görülmemiş biçimde emperyalizmin 7 düvelini (Müttefikleri!) sıcak savaşla kovmuştur.

Bir kez daha kesinlikle başaracaktır;

Türkiye Cumhuriyeti’miz, sonsuza dek bağımsız, onurlu, başı dik yaşayacak ve mazlum uluslara öncü ve örnek olmayı sürdürecektir! Türkiye aydınları, Ulusumuza gerekli öncülüğü üstlenmiştir. Emperyalistler ve işbirlikçileri bir kez daha yenilecek ve
Büyük Atatürk’ün tam doğru tanımıyla, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan
kapsayıcı sosyolojik ve reel-politik tanımıyla

  • Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”

barışçı – birleştirici, asla ırkçı olmayan ve emperyalizme karşı temel güvence olan ULUS DEVLETİ ile yoluna devam edecektir.

Tarihin diyalektiği, -üstelik deterministik olarak- bu yöndedir..

Sevgi ve saygı ile.
5.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Kürtçüler, Emeryalizmin Sevr Projesinin Taşeronu mu??

Dostlar,

TÜRKSOLU dergisinin aşağıdaki başlığı taşıyan sayısından ilgili makale bize ulaştı.

Çananakkale ve Kurtuluş Savaşı’na Kürtler Katıldı mı??

Bizler de KARDEŞLİK ÇAĞRISI YAPARAK, aşağıdaki dosyayı paylaşmak istiyoruz.

Kürt kardeşlerimize hep sorageldiğimiz 2 soru vardı. Onları yinelemek istiyoruz.
Muhatabımız Kürtçüler değil.. Onlar bu ayrımcılığı bilinçli tercihleriyle yapmaktalar.

İyi niyetli olduklarından kuşlu duymak istemediğimiz, Kürt kardeşlerimizin
büyük çoğunluğunun Kürtçü militan öncüleri gibi düşündüklerini hiç sanmıyoruz.
En azından BDP’nin aldığı oy oranı ortada.. % 6,5’i geçemiyor.. Kürt nüfusun / oylarının
toplamın 1/5’i olduğu kabul edilirse, BDP bu oyların 1/3’ünü bile alamıyor demektir.
Ya da tersinden ifade edersek, Kürt oylarının 2/3’ü Kürtçü partiye gitmiyor!

Soru 1       : 

Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük savaşımı verilebilir mi?
Emperyalizmin insanlık tarihinde hangi ulusu / etnisiteyi özgürleştirdiğini gördünüz??

Soru 2       :

Emperyalizmle işbirliği içinde, yüzlerce – binlerce yıldır birlikte yaşadığınız
kadim Anadolu halkı Türk kardeşlerinize silah çekmeyi ahlaki buluyor musunuz?

*****

Çare emperyalizmle silahlı işbirliğini terkederek insanca – kardeşçe konuşmak ve
birlikte kardeş – kardeş yaşamanın yollarını geliştirmektir.

Demokrasimizin standartlarını, ULUS DEVLETİ DAĞITMAYACAK ölçüde
en üst düzeye başkalarını içişlerimize karıştırmadan “bizim” taşımamızdır.

Kürt kardeşlerimiz, kendilerini de kanlı bir serüvene sürükleyen Kürtçü,
militan, emperyalizmin taşeronluğunu yapan öncülerinden ve
örgütlerinden yalıtmalıdır.

  • Çare ULUS DEVLETTEDİR..

Bu reçete Atatürk‘ün dayatması asla değil, 20. yy’da insanlığın bulabildiği en ideal çözümdür ve birlikte yaşayan halkların kendilerini bir “millet” olarak tanımlamasıdır.
Sosyolojik – tarihsel bir olgudur; ırkçı – kafatasçı asla ve kat’a değildir.

Dahası;

ULUS DEVLET; bölük pörçük, coğrafyası küçük, nüfusu görece az etnisistelerin / milliyetlerin emperyalizme lokma olmamalarının sigortası, güvencesidir.

En tipik örneği de ABD yani Amerika Birleşik Devletleri’dir!
Pek çok Avrupa ülkesi de benzer durumdadır.
ABD, yeryüzünün en büyük ve katı ulus devletidir.
50 farklı “millet” (etnisiteden de öte!) bir araya gelerek “Amerikan” milletini oluşturmuş ve Dünya hegemonu olmuşlardır.

Hiçbir Amerikan yurttaşı etnik kökeni ile takınıtılı değildir, kompleks içinde değildir.
Bizim etnistelerimizde kışkırtılan bu aşağılık kompleksinin nedeni, rasyoneli nedir??

Herkesin aklını başına alması ve ülkemizi kanlı bir iç savaşa sürükleyebilecek
bu hain emperyalist tuzaktan kaçınmak için deyim yerinde ise saçını başını yolması gerekir.

  • Sözde “Akil” lerin tüm sakilliklerden kaçınması dileğiyle..

En büyük ve ağır tarihsel – politik sorumluluğun AKP’de olduğunun altını
bir kez daha çiziyoruz.

Dolayısıyla AKP içindeki aklı selim yurtseverleri ateş sarmış olmalı..

Sevgi ve saygı ile.
21.4.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Büyütmek için tıklayınız
Büyütmek için tıklayınız
Büyütmek için tıklayınız
Büyütmek için tıklayınız
Büyütmek için tıklayınız
Büyütmek için tıklayınız
http://www.turksolu.org/sehit/resimler/harita/harita5buyuk.png
http://www.turksolu.org/sehit/resimler/harita/harita6buyuk.png
http://www.turksolu.org/sehit/resimler/harita/harita7buyuk.png
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na 
Kürtler Katıldı mı?

http://www.turksolu.org/kapaklar/kapak240.pngAtatürk şehitlere ihanet etmiş!

DTP’li Muş milletvekili Sırrı Sakık
Çanakkale Şehitlikleri’ni gezmiş ve
şu açıklamalarda bulunmuş:

“Bu ülkede burada yatan şehitlerin ruhuna uygun bir cumhuriyet oluşturmak istiyoruz. Eminim ki, onların ruhu bizi izliyor. Burada şehit düşen Muşlusu, Şırnaklısı, Vanlısı, Gazianteplisi, İstanbullusu, Trabzonlusu hepsinin ruhu bizi izliyor. Hepsi diyor ki;
bizim ruhumuzun şad olması için barışı ve kardeşliği savunun.
Hepimize görevler düşüyor, Kürdüyle, Türk’üyle. Demokrasiden yana olan herkesin ortak bir vatan için ortak sorunluluklar düşüyor.”

Ne kadar güzel diyebilirsiniz içinizden, işte adam kalkmış Çanakkale Şehitlikleri’ne dek gitmiş, orada şehitlerimiz için dua etmiş.
Ama olay elbette öyle değil. DTP’nin Çanakkale’de il kongresi varmış, Sırrı Sakık da kongre için gitmiş Çanakkale’ye, şehitlerimiz için değil!
Ama Çanakkale’ye kadar gitmişken şehitliklere de uğramış ve
şehitler üzerinden bölücülük yapmaya kalkmış.

Sözde Kürtler Çanakkale’de savaşmışlar.

Sözlerinin devamında ise Atatürk’e saldırmış ve Atatürk’ün Kürtlere ihanet ettiğini buyurmuş. Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda Kürtler Türklerin yanında savaşmış ama Atatürk onların hakkını vermemiş. Yani klasik bölücü Kürtçü tezleri tekrarlamış Sırrı Sakık.

Ama Sırrı Sakık’ın bu bölücü tezlerini bugün Türkiye’de neredeyse herkes savunuyor. Kimisi hararetle, kimisi inanarak, kimisi inanmak isteyerek. En önemlisi de bu sonuncusu, Türkiye’nin büyük çoğunluğu buna inanmak istiyor. Ama büyük çoğunluk derken,
kendisine Türk diyenlerin büyük çoğunluğunu kastediyoruz.

 

  • Ama tarih elbette bambaşka. Kimileri inanmak istemese de, kabullenmek istemese de, Kürtler ne Çanakkale Savaaşında

        • ne de Kurtuluş Savaşı’nda vardı. 

Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda Kürtler neredeydi?

Kürtler çok istiyorlarsa şunu diyebilirler:

Biz Kurtuluş Savaşı’nda ve Çanakkale’de fiili olarak bulunamadık, çünkü o dönemin koşulları uygun değildi ama o mücadeleyi
can-ı gönülden destekledik ve destekliyoruz.

Ama iş fiili katılıma gelince, biz aynı cephede omuz omuza Türklerle birlikte savaştık demeye gelince; orada durmalılar. Çünkü bu savaşlara kimler katıldı, kimler katılmadı ortada.

Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun resmi kaybı 48 bin asker.
Peki bu 48 bin şehidimizin nerelerden gelip Çanakkale’de öldüğü biliniyor mu? Elbette biliniyor. Her bir şehidin, ana-baba adından tutun köyüne kadar kim oldukları biliniyor.

Peki Çanakkale’de kimler şehit olmuş? 48 bin şehidin 992 tanesi Güneydoğu’dan katılmış. Yani %2’si. Ama bu rakam da bizi yanıltmasın, bu 992 kişinin 502’si de Antep’ten katılmış.
Mesela Sırrı Sakık’ın memleketi Muş’tan kaç kişi şehit olmuş?
7 kişi!

Diyarbakır’dan 49, Van’dan 36, Siirt’ten 40, Mardin’den 7 kişi.

Görüldüğü gibi rakamlar ortada: Kürtler pek Çanakkale’ye uğramamış!

Peki Kurtuluş Savaşı’nda durum farklı mı?
Orada da durum oran olarak aynı. Toplam 35 bin resmi şehidimiz var Kurtuluş Savaşı’nda. Bunların 685’i Güneydoğu doğumlu.
Oran olarak yine %2!

Sırrı Sakık’ın memleketi Muş’tan katılım bu defa çok yüksek olmuş ki şehit sayısı 18!

Yani rakamlara baktığımızda görüyoruz ki,
Kürtler Kurtuluş Savaşı’nda da ortalıkta gözükmüyor…

Kürtlere kardeşlik soruları

Ama biz yine de geçmişi çok kurcalamaktan yana değiliz.
Kürtler bu rakamları unutabilirler, biz de unutabiliriz,
yeter ki günümüze gelelim ve anlaşalım.

O halde bir de şu sorulara cevap arayalım :

Mesela Sırrı Sakık ve diğer DTP’li milletvekillerine ya da onlarla aynı yolda yürüyenlere soralım :

Ailenizde kaç kişi Çanakkale Savaşı’nda, kaç kişi Kurtuluş Savaşı’nda şehit oldu?
Şehit olmasa bile ailenizde hiç bu savaşlara katılmış dedeleriniz
var mı?
Onlar size Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı anılarını anlattılar mı?
Ve devam edelim sormaya…
Ailenizde kaç kişi şu ana kadar PKK için savaşırken öldü?
Hâlâ PKK’da savaşan akrabalarınız var mı?
Mesela Sırrı Sakık’ın yanıtlaması çok kolay olacaktır çünkü ağabeyi Şemdin Sakık PKK’nın Apo’dan sonraki ikinci adamıydı ve
şu an hapiste!

Bu arada şunu da soralım kaç akrabanız PKK davasından içerde yatıyor?

Bu soruların cevapları yeterince aydınlatıcı olacaktır elbette.
Ama madem yine de biz bu ülke için savaştık diyorlar, onu da
kabul edelim yalnız şunları onların ağzından duymak istiyoruz.

Evet bunları diyebilir misiniz:

Biz Kürtler, Çanakkale’de İngilizlere karşı Türklerin yanında savaştık.

Biz Kürtler, Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlara karşı Türklerin yanında savaştık.

Biz Kürtler, Fransız işgali sırasında Antep’te, Maraş’ta, Urfa’da Fransızlara karşı Türklerin yanında savaştık.

Biz Kürtler, İngilizler işgal ettiği sırada Musul ve Kerkük’te
İngilizlere karşı Türkleri destekledik.

Evet desinler görelim; biz Kürtler, İngilizlere, Fransızlara, Yunanlara karşı savaştık desinler!

Diyemezler, çünkü İngilizler, Fransızlar ve Yunanlar hemen arşivleri açar ve Kürtlerin kimin yanında olduğunu açıklarlar.
Kaldı ki madem siz bize karşı savaştınız o zaman size desteğimizi çekiyoruz derler.
Kolay mı…

  • İngilizlerin, Fransızların desteğini çektiğini bir düşünün,
    Kürtler ne yapar!.. 

Evet bu soruların cevabını alabilirsek o zaman biz de Türk-Kürt kardeşliğine inanabileceğiz.

MİLLİYETÇİLİK ERDEMDİR

Dostlar,

Sitemiz okurları Sn. Dr. Müh. Ali Nejat ÖLÇEN‘i yakından tanırlar..

Cumhuriyetimizden kronolojik olarak 2 yaş daha kıdemli Sayın Ölçen..
Tam 91 yaşında..

Pırıl pırıl zekâsı ve enerjisi ile “hâlâ” düşünmekte, yazmakta, tartışmakta..

Web sitesini yönetmekte! (www.olcen.net)

İnternet kümelerinde tartışmalara hatta polemiğe girmekte..

TÜRKİYE SORUNLARI başlıklı kitapçığı 2 ayda bir 15 yıldır çıkarıyor ve
ücretsiz dağıtıyor..

Gelin de hayranlık ve engin bir saygı duymayın..

Bir Cumhuriyet aydınının “MİLLİYETÇİLİK ERDEMDİR” başlıklı yazısını
ibretle okumak, okutmak gerekir..

Teşekkürler Sayın Ölçen, hem de çoook teşekkürler..

Sevgi ve saygı ile.
20.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

Dr. Ali Nejat Ölçen

portresi

MİLLİYETÇİLİK ERDEMDİR

Hiçbir ülkede, ağzından çıkanı kulağı işitmeyen bir başbakana
rastla­yamazsınız. Bizdeki kadar cahil ve tutarsız olanına da.
Bu satırları yazan kişi (Ali Nejat Ölçen) Türkçü değil fakat Milliyetçi­dir.Çünkü : Milliyetçi olabilmek için Milletiyle gurur duymak ve onun yararı için uğraş vermek gerekir.  Milliyetçilik ırkçılık da değildir. Eski deyimiyle bir millete mensup (yurttaş) olmak, o millet için gerekirse canın­dan vazgeçmeyi göze alabilmektir. Milletin yararını, gönencini, sa­vunusunu üstlenebilmektir.

  • Milliyetçilik BOP eşbaşkanı olmayı önler.
    Eşbaşkanı olarak emperyalizmin buyruğuna girmeyi “vatan’a ihanet” sayar.
Milliyetçi olan, Misak-ı Milli sınırları içindeki yurdunda “ulus-devlet” bütünlüğüne
zarar verecek hiçbir anlaşmaya boyun eğ­mez. Üstelik karşı çıkar. Ülke çıkarına
ters düşen gizli anlaşmalara imza atmaz. Atmasına yurtseverliği engel olur.

Milliyetçilerin yüre­ğinde “kin”den eser göremezsimiz.
Onlar “Yurtta Barış, Cihanda Ba­rış” ilkesine bağlıdırlar. Milliyetçilerden biri Başba­kan olursa, Beyaz Saray‘dan içeriye adımını atmaz. Ve onun
du­dakları arasından “yü­reğinizdeki kini unutmayınız” sözünün çıktığını işitemezsiniz.

Milli­yetçi olanlar için yalnız “Adalet  Devletin temeli” değil;
“Devlet de Adaletin Temeli” olmak zorundadır.
Milliyetçilik em­peryalizme karşı­dır ve karşı olmanın kültürünü ve kurumlarını yarat­mayı görev kabul eder. Milliyetçilerin özlediği devlet,  ekonomik ge­lişmeyi “Milli Tasar­ruf” ile gerçekleştirmeyi amaç alır ve
ulusal gelirin adil dağılımını sağlamayı görev bilir. Soygun ekonomisine ülkenin kapılarını açmaz ve Milletin tasarruflarıyla yarattığı üretim tesislerini yok pahasına satışa çıkarmaz. Miliyetçiliğin temel olduğu devlette dış ticaret açığına neden olan ithalat savurganlığı ve açık veren bütçe söz konusu olamaz.
Milliyetçilik; Milletin sahip olduğu toprağı Vatan kabul eder ve O’nun bölünmesine
canı pahasına karşı çıkmayı özgür yaşamasının gereği sayar.
Milliyetçilik; Milletin Ordusunu askersiz, komutansız bırak­mayı vatana ihanet kabul eder ve hele o işlemler ABD’den buyruk olarak geliyorsa o buyruğa boyun eğen iktidarı demokrasinin sağla­dığı ola­naklarla devirmeyi, sorumlularını yargı önüne çıkarmayı gö­rev bilir.
Milliyetçilik budur!
O erdemli kavramı ayak altına almaya girişenlerin ayaklarını demokrasinin eğik düzleminde aşağıya kay­dırmayı görev sayar.Herkes Milliyetçi olamaz!Önce yüreğin temiz, kinden arınmış olacak..

Yurtsever olacaksın, ülkeyi kitlesel cinayetle­riyle bölmeye çalışan caniler güruhuyla görüşecek kadar küçülmeye­ceksin.

Milliyetçi olan, PKK gibi bölücü terör örgütlerinin ABD’nin milis gücü olduğunu bilir ve sorunu çözme görevinin ABD’ye ait olduğunu o ülkeye bildirir ve lojistik desteğini çekmesini ihtar eder.

  • Hiçbir ülke Türkiye’nin stratejik müttefiki değildir.
Özellikle iki yüzlü güvenilmez ABD, stratejik müttefiki olamaz Türkiye’nin!Milliyetçilere göre Türkiye için;
  • “Hiçbir ülke dost değildir, hiçbir ülke düşman değildir;
    yalnızca Türkiye ve O’nun çıkarları vardır ve var olacaktır”.

Milliyetçilik işte budur.

Türkiye kendi doğal kaynakları ve işgücü potansiyeli ile kendisini koruyacak ve kalkındıracak güçtedir. O gücü Ulus için Ulusla birlikte siyasal iktidar yapamamanın güçlüğünü yaşamaktayız. Bir gün bunu da çözümleyeceğiz. O nedenle, Avrupa Birliği’ne girmek için kapı aşındırmayacak; Ulusal yararı, onuru korumayı gö­rev bileceğiz.Çünkü; Ulus için yaşamak, Ulus için öl­meyi bilmektir Milliyetçilik.
  • O’nu (Milliyetçiliği) ayak altına almaya yeltenenler bir gün ayaklar altında kalabilir. Tarih kitaplarında bunun öyküleri yazılı­dır. Okumak öğrenmek gerekir.

Milliyetçi olabilmek için tarih bilmek, tarihin diyalektiğini kavramış olmak ve Millet için yalnız bugünü değil yarını ve yarınlar sonrasını da  düşünmek, tasarlamak ve görmek gerekir.

Milliyetçi olmak zordur.
Fakat onur’dur, erdem’dir, yürek’tir, kültürdür ve akıldır; dürüstlüktürGaflet ve da­lalet içindekilere duyurulur.Saygılarımla.

Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen
20.2.13

Servis Edilen Yeni Osmanlıcılık ve ATATÜRK’ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri / Recently Served Neo-Ottomanizm and Atatürk’s Opinions on Ottomans

Neo_Osmanliclilik_ve_Ataturk’un_Gorusleri