Etiket arşivi: Uğur Dündar

Türkiye’nin, İdlib cehenneminden çıkmasının yolu!..

Türkiye’nin, İdlib cehenneminden çıkmasının yolu!..

Uğur DÜNDAR
SÖZCÜ, 26.02.2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/ugur-dundar/turkiyenin-idlib-cehenneminden-cikmasinin-yolu-5646053/

Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ‘dan çarpıcı açıklamalar… Elekdağ, “

  • Türkiye, kitlesel sığınmacı göçüne set çekmek ve sınır güvenliği sağlamak amacıyla İdlib-Türkiye sınırları boyunca Suriye topraklarında 10 km derinliğinde bir tampon bölge oluşturmalı.” dedi.

Değerli okurlarım,

Son iki hafta boyunca İdlib’deki olaylar baş döndürücü ve endişe verici bir şekilde gelişti. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, Suriye ordusunun saldırılarıyla 13 askerimizin şehit olmasının ardından, 12 Şubat’ta partisinin Meclis grubunda yaptığı konuşmayla Rusya’yı, İdlib’de izlediği politika nedeniyle oldukça sert ifadelerle suçladı. Esad ordusu, şubat sonuna kadar Türk gözlem noktalarının gerisine çekilmediği takdirde, bunun TSK’nın fiili müdahalesiyle gerçekleştirileceğini açıkladı. “Suriye kuvvetleri nerede karşımıza çıkarsa orada vuracağız”, “Onları Soçi Mutabakatı sınırlarına kadar kovalayacağız.” dedi. Bu arada soruna çözüm bulmak amacıyla Moskova’da, Türk ve Rus heyetleri arasında yapılan müzakereler bir sonuç vermedi. Esad’ın Ankara’nın uyarılarını dikkate almayarak Rus uçaklarının desteğiyle sürdürdüğü harekatta iki şehit daha verdik. 21 Şubat akşamı gerçekleşen Erdoğan-Putin telefon görüşmesi sonrasında da rahatlatıcı bir gelişme olmadı. Halen Ankara- Moskova hattındaki riskli gerilim ciddiyetini koruyor…

Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ ile bugünkü söyleşimizde, İdlib’deki tehlikeli durumu tüm boyutlarıyla ele alacağız.
★★★
UĞUR DÜNDAR (U.D.): Sayın Elekdağ, sorunun Soçi Mutabakatı’nın uygulanmasından çıktığını biliyoruz. Ancak bu konuya girmeden önce, harekat sahasındaki durumu okurlarımızla paylaşalım.

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ültimatomuna ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) İdlib’de yaptığı yoğun yığınağa rağmen, Suriye ordusu ilerlemesini sürdürdü.

  • Esad, “Halep ve İdlib’in kurtuluş mücadelesi kuzeyden gelen içi boş açıklamalara rağmen devam edecektirKontrolümüz dışındaki tüm Suriye toprakları geri alınacaktır.diyerek Erdoğan’a meydan okudu.

    Bu ortamda 20 Şubat’ta El Nusra bağlantılı Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) militanları ve Türkiye’nin denetimindeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) birlikleri, TSK‘nın topçu ateşinden de yararlanarak Kriminas-Neyrap bölgesinde başarılı bir taarruzla Esad kuvvetlerini gerileterek Neyrap köyüne girdiler. Ancak, Rus uçaklarının müdahalesi üzerine muhalefet kuvvetleri yeni mevzilerinde tutunamadı ve geri çekildi. Rus uçaklarının ateşiyle 2 askerimiz şehit oldu, 5 askerimiz de yaralandı.

RUS UÇAKLARININ SALDIRISI TÜRKİYE’YE BİR MESAJDIR

(U.D.): Moskova bu şekilde Ankara’ya bir mesaj mı verdi?

(Ş.E.): Bundan kuşkunuz olmasın!.. Moskova’nın verdiği mesaj şudur:

  • Eğer, şubat ayı sonunda TSK, Türk Hükümeti’nin çılgınca talimatı uyarınca, Esad ordusunu Türk gözlem noktalarının gerisine sürmek için bir harekata girişirse, karşısında Rus Hava Kuvvetleri tarafından desteklenen bir Suriye ordusunu bulacaktır… Yani işler bir Türkiye- Rusya askeri çatışması boyutuna taşınmıştır.
  • Böylece, Şam yönetimine verilen ültimatom çöp sepetine atılmış oluyor.

Erdoğan’ın Putin’le iyi ilişkilerine güvenerek, TSK’nın Esad’ın ordusunun hakkından gelmesine Rusya’nın seyirci kalmasını sağlayabileceği yolunda beslediği safiyane umutlar boşa çıkmıştır. Düşününüz bir kere… Rusya asırlar boyunca gerçekleştirmek istediği sıcak denizlere çıkmayı öngören stratejik hedefini Suriye’de bir deniz ve hava üssü kurarak gerçekleştirmiştir. Bu bakımdan, Rusya’nın, kendisine paha biçilmez değerde askeri ve siyasi “leverage” (kaldıraç gücü) sağlayan bu olanağı sunan Suriye’yi ve ordusunu Türkiye’nin insafına terk edeceğini umut etmek akla ve gerçeğe aykırıdır. Keza, Rusya’nın Suriye hava sahasını Türkiye’ye açabileceğini düşünmek de çok yanlıştır…

(U.D.): Türkiye, Suriye topraklarına yoğun bir askeri yığınak yaptı. Basından öğrendiğimize göre yığınak, tanklar da dahil 2 bin zırhlı araç ve 10 bin kişiden oluşuyor… Bu koşullarda bu güç hangi amaçla kullanılacak?

HAVA DESTEĞİ OLMAYAN ASKERİ YIĞINAK RİSKTİR

(Ş.E.): Verili koşullarda, hava desteği olmayan bu gücü Suriye ordusuna karşı kullanmak, ancak Rusya ile savaşa yol açacak aşırı riskli bir süreci göze almakla mümkün olabilir. Bu nedenle caydırıcılığından da çok şey yitirden bu gücün askeri bir işlevi kaldığı iddia edilebilir mi? Esasen daha başlangıçta hava desteğinden yoksun olan bu kuvveti muhtemel savaş alanının merkezine konuşlandırmak, büyük basiretsizlik ve hata örneği değil mi? Kuvveti konuşlandırdıktan sonra da hava savunma ihtiyacının karşılanması için Türk kamuoyu gözünde şeytanlaştırılan ABD’den Patriot füzeleri talep edilmesi de traji-komik bir olay.

  • Stratejik akıldan bir nebze nasibini almayan liderler tarafından yönetiliyoruz.

(U.D.): Bir savaş durumunda ABD ve NATO Türkiye’ye fiilen yardım etmez mi?

(Ş.E.): ABD Dışişleri Bakanı Pompeo önce “Türkiye’nin yanındayız diyerek umut verdi. Fakat sonra Başkan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı O’Brien, ABD’nin desteğinin fiili değil, siyasal olacağını vurguladı. NATO’ya gelince, İttifak Şartı’nın 5. maddesine göre, NATO ancak bir üye devlet topraklarının bir başka devletin saldırısına uğraması durumunda fiili yardımda bulunabiliyor. Türkiye’nin durumu, 5. madde kapsamında değil.

(U.D.): Ankara ile Moskova birbirlerini 17 Eylül 2018’de Soçi’de imzaladıkları İdlib Mutabakatı’na uymamakla suçluyorlar. Tarafların görüşlerini izah eder misiniz?

RUSYA TÜRKİYE’Yİ İKİ SEBEPTEN SUÇLUYOR

(Ş.E.): Rusya Türkiye’yi, şu iki temel yükümlülüğünü yerine getirmemiş olmakla suçluyor:

  1. Birincisi, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler (BM) tarafından terörist olarak tanımlanan silahlı radikal cihatçı gruplarla ılımlı silahlı grupları ayrıştırmasını, bu işlemden sonra da radikal cihatçı unsurları önce silahsızlandırılıp marjinalleştirmesini, sonra da etkisizleştirilmesini…
  2. İkincisi ise Halep-Lazkiye bağlantısını sağlayan M-4 ile Halep-Şam bağlantısını sağlayan M-5 karayollarının ve güzergahlarının teröristlerden temizlenmesini öngörüyor.

    Moskova Ankara’yı, geçen 1.5 yıl içinde, yükümlülüklerini yerine getirmek için hiçbir şey yapmamakla ve ateşkesi cihatçı teröristleri korumak için kullanmakla itham ediyor.

    Bu durumda cihatçı teröristlerin işini bitirme görevinin Suriye ordusu tarafından üstlenildiğini ve Ankara’nın buna itiraz etmeye hakkı olmadığını vurguluyor. Moskova, aynı zamanda Türk gözlem noktalarına da artık gerek kalmadığını, bu nedenle bunların kaldırılmasını talep ediyor. Bilindiği üzere 12 Türk gözlem noktasının üzerinde konuşlandığı ateşkes hattı, muhaliflerle BM tarafından terörist olarak tanımlanmış grupların yaşadıkları yerleri, Şam Hükümeti denetimindeki alanlardan ayırmak için tesis edilmişti.

(U.D.): Ankara da bu suçlamalara kendi teziyle karşılık veriyor.

ANKARA, SURİYE ORDUSUNUN ATEŞKES HATTINDAN ÇEKİLMESİNİ İSTİYOR

(Ş.E.): Ankara itirazını Soçi Mutabakatı’nın 2. maddesindeki,“Rusya, İdlib’de askeri operasyonlar ve saldırılardan kaçınılması için gerekli önlemleri alacak ve mevcut statüko korunacaktır” hükmüne dayandırıyor ve Moskova’yı Ankara’nın onayını almadan Suriye ordusunun operasyonlarını desteklemek ve bu yolla ateşkes hattının ve statükonun ihlaline yol açmış olmakla suçluyor. Bu nedenle Ankara, statükoya uyulmasını ve Suriye ordusunun Türk gözlem noktalarının oluşturduğu ateşkes hattının ardındaki eski mevzilerine çekilmeleri istiyor. Bu amaçla da Türk gözlem noktalarının yerlerinde kalacaklarını ısrarla belirtiyor. Tabii bu ısrar Ankara’nın İdlib’e yönelik ajandasından kaynaklanıyor.

(U.D.): Nedir bu ajanda?

GÜVENLİ BÖLGE TÜRKİYE’YE TEHDİTLER OLUŞTURUR

(Ş.E.): Ajandanın ne olduğunu Cumhurbaşkanı’nın 21 Şubat’ta cuma namazından çıkışta yaptığı şu açıklamadan öğrendik:

“İdlib’den bir milyona yakın insan Türkiye’ye doğru göç etti. Biz bunlara nerelerde iskan imkanı sağlayacağız? Sınırımızdan Suriye’nin içine doğru 30-35 km gibi bir koridora güvenli bölge ilan edelim dedik. Bu güvenli bölgede briket barakalar yapalım dedik…”

Bu ifadelerden, Ankara’nın İdlib’de kendi denetiminde özel statüsü olacak bir güvenlik alanı elde etmenin peşinde olduğu anlaşılıyor. Türkiye’nin ve Afrin’in sınırlarına bitişik bu alan, 30-35 km derinlikte olacak ve bu alana sığınmacılar yerleştirilecek.

Son derece tehlikeli olan bu proje Türkiye’nin yanı başında Peşaver gibi felaket bir yapının kurulmasına yol açar. Çünkü Suriye’deki El Kaide uzantısı tüm radikal cihatçıları aileleriyle birlikte mıknatıs gibi kendine çeker. Buradaki teröristler, onları dışarıdan finanse eden devletler tarafından Türkiye’ye karşı kullanılır.

Ankara’nın halen verdiği mücadelenin, Soçi Mutabakatı‘nın revizyonuyla saptanacak yeni ateşkes hattının, bu “sözde güvenli bölgenin” sınırlarının azami genişlikte olmasını sağlama hedefini güttüğü anlaşılıyor.

  • TBMM’nin mutlaka toplanarak Mehmetçik’in bu maksat uğruna ateşe sürülmesinin doğru olup olmadığı hususunda karar vermesi gerekiyor.

Ankara’nın gözlem noktaları konusundaki ısrarının da bu konuyu yeni ateşkes hattının çiziminde pazarlık unsuru olarak kullanmak istemesinden ileri geldiği anlaşılıyor.

(U.D.): Peki bu güvenli bölgenin Peşaver gibi olma tehlikesini önlemenin bir yolu yok mu?

(Ş.E.): Tabii ki var!.. Türkiye salt kitlesel sığınmacı göçüne set çekmek ve etkin bir sınır güvenliği sağlamak amacıyla İdlib-Türkiye sınırları boyunca Suriye topraklarında 10 km derinliğinde bir tampon bölge oluşturmalı ve İdlib’deki 12 gözetleme noktasını tampon bölgenin Suriye sınırları boyunca bariyerlerle birlikte konuşlandırmalıdır.

  • Bu şekilde İdlib cehenneminden kaçan Suriyeli göçmenler ile cihatçıların Türkiye’ye sızması önlenebilir.
  • Esasında İdlib’deki El-Kaide uzantısı radikal cihatçı unsurlar Türkiye için de ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Bu nedenle, Suriye ordusunun bu unsurlara bitirici darbeyi vurması Türkiye’nin lehinedir. Ankara’nın buna karşı çıkması, altını çizerek söylüyorum, büyük saçmalıktır, makul ve rasyonel değildir.

(U.D.): Esasında Cumhurbaşkanı da “Suriye’yi terör örgütlerinden ve rejimden temizlemeden bize huzurla uyumak haramdır.” diyerek aynı şeyi söylemiyor mu?

SURİYE’DE REJİMİ YIKMA HEDEFİ YANLIŞTIR, HATADIR

(Ş.E.): Cümlenin yarısı doğru, yarısı da yanlış…

  • Suriye’de rejimi yıkma hedefi sakattır, hatalıdır!..  

Suriye’de Baas rejimi, bürokratik, askeri ve yaygın istihbarat ağına dayanan yönetici yapısıyla iktidarı desteklemekte ve ülkeyi bir arada tutmaktadır. Karşısında da ülkeyi yönetebilecek kapasitede, direniş gücü kuvvetli ve uluslararası toplum tarafından desteklenen bir muhalefet yoktur. Türkiye’nin korumasında bulunan ÖSO ise tam bir dayanışma içinde bulunmayan, tümü düzenli ve disiplinli gruplardan oluşmayan, gevşek bir yapıya sahiptir. Esasen bu zafiyeti nedeniyle de muhalefet giderek cihatçı-Selefi eksene kaymıştır.

  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anlayamadığı husus, Irak’ta rejimi temsil eden Baas Partisi’nin yasaklanmasının ve Irak ordusunun lağvının ülkede iç savaşa yol açtığı ve ülkeye terörü ve kaosu getirdiğidir.

IŞİD’in Ortadoğu’nun ve dünyanın başına bela olmasının zeminini bu kararlar hazırlamıştır. O kadar ki Irak’ın işgalinden bugüne dek 17 yıl geçmesine rağmen ülke hâlâ istikrar ve barışa kavuşamamıştır.

  • Bu nedenle Suriye’de rejimin yok edilmesini öngören bir hareket, aynen Irak’ta olduğu gibi sonu gelmez bir kaosa, iç savaşa ve ülkenin geri kalan varlıklarının da mahvolmasına neden olacaktır.

Bunları belirtmemin nedeni, özellikle Rusya ile yaşadığımız hali hazır krizin, Ankara’nın Şam ile doğrudan ilişki kurulmasına daha sıcak bakmasına zemin hazırlayabileceğini düşünmemden ileri geliyor. Aracısız, doğrudan temas ve işbirliği ortamında birçok çetrefil sorunun çok daha kolay çözümü mümkün olacaktır. Böyle bir gelişme durumunda da muhatabımızın Baas yönetimi olacağına hazır bulunmalıyız…

Şükrü ELEKDAĞ, sınırlarımıza dayanan insani felaketin kaçınılmaz olduğunu söylemişti!..

Şükrü ELEKDAĞ,
sınırlarımıza dayanan insani felaketin kaçınılmaz olduğunu söylemişti!..

Uğur DÜNDAR
SÖZCÜ, 05 Şubat 2020

Sevgili okurlarım, önceki gün Suriye-İdlib‘de, rejim güçlerinin saldırısında 8 kahraman vatan evladımız şehit düştü. Yüreklerimizi yakan bu haberin ardından Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, saldırılara anında misliyle karşılık verildiğini ve 75 Suriye askerinin etkisiz hale getirildiğini açıkladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Rusya’nın görmezden geldiği bu saldırıların, 1 milyon Suriyeli sivili sınırlarımıza dayadığını söyleyerek insani bir felakete işaret etti.

Ancak bundan aylar önce, 21 Eylül 2019’da, öngörüleri her zaman doğru çıkan Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, İdlib kaynaklı insani felaketin kaçınılmaz olduğunun altını çizerek Ankara’yı uyarmış ve bu felaketten kurtulmanın yegane yolunu da göstermişti.

İşte o tarihi tespitler ve uyarılar:
★★★
İdlib’in nüfusu, aldığı büyük göçler sonucunda 3.5 milyona yaklaşmış bulunuyor. Bölgenin halen %90’ı El Kaide’nin uzantısı olan Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ve ona bağlı Selefi cihatçı örgütler tarafından kontrol edilip yönetiliyor. Yabancı kaynakların tahminlerine göre bölge, 200 bin civarında radikal unsuru barındırıyor. Keza, bunlardan 50 ile 100 bininin Şam rejimiyle savaşmaya kararlı silahlı örgüt mensupları olduğu tahmin ediliyor. Rusya, Türkiye ve İran arasındaki Soçi Mutabakatı Türkiye için şöyle bir misyon öngörüyordu: Türkiye bölgedeki başlıca şiddet aktörü olan HTŞ örgütünü bölerek ılımlıları radikallerden ayırdıktan sonra, ılımlıları kontrolündeki Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) çatısı altında toplayacak, geri kalan radikal cihatçılar için ise tasfiye yolları arayacaktı. Ayrıca Türkiye, ülkenin orta kesimlerini kuzeye bağlayan ve stratejik açıdan önemli M4 ve M5 karayollarını da yeniden ulaşıma açmayı taahhüt etmişti. Geçen bir sene içinde Türkiye bu iki yükümlülüğünü de yerine getiremedi…”
★★★
Bu durumu fırsat bilen Suriye ordusu da Rusya’nın hava desteğiyle güneyden İdlib’e girdi. Bu bağlamda belirtilmesi gereken bir husus,  Rusya ve Suriye’nin İdlib bombardımanlarının son derece gayrı-insani ve acımasız olduğudur. Hedefler; yerleşim mahalleri, okullar, hastaneler, pazarlar, fırınlar olarak seçiliyor, sonra buralar misket ve varil bombalarıyla kıyasıya vuruluyor. Rusya bu taktiğini daha önce Halep’te, Guta’da, Dera’da, Humus ve çevresinde uygulamıştı. Bu taktiğin amacı, kenti teröristlerle masum siviller arasında fark gözetmeden cehenneme çevirmektir. Rusya aynı şeyi İdlib’de de yapıyor. Aileler, yaşlılar, çocuklar yegane çıkış yolu olan kuzeye, Türk sınırına doğru kaçıyor. Belirttiğimiz bu hususlara, Birleşmiş Milletler (BM) raporlarında yer verilmekte ve Rusya ile Suriye suçlanmaktadır…”

Şükrü Elekdağ

“16 Eylül 2019’da Ankara’da gerçekleşen Türkiye, Rusya ve İran liderlerinin zirvesinden sonra yayınlanan ortak bildirinin ve Putin’le Ruhani’nin açıklamalarının incelenmesinden, Türkiye’nin kitlesel göç dalgasının önlenmesi için ateşkesin devamı ve operasyonların durması hususundaki talep ve önerilerinin dikkate alınmadığı, Suriye ordusunun, HTŞ gibi BM’nin terörist kategorisine koyduğu örgütlere karşı askeri harekatı sürdüreceği açıkça belli oluyor. Gerek Putin, gerekse Ruhani açısından birinci önceliğin İdlib’in mümkün olduğu kadar erken Esad rejiminin kontrolüne geçmesi olduğu anlaşılıyor. Ortak bildiride Soçi’de varılan mutabakata tarafların bağlılığının altı çizilmiş… Bu şekilde Ankara’ya, HTŞ’nin tasfiyesine yönelik yükümlülüğü hatırlatılıyor. Yani Türkiye’nin iki partneri, HTŞ’nin yok edilmesine yönelik “pis işi” Mehmetçik’in üstüne yıkmakta hâlâ ısrarlılar…”
★★★
Operasyonların bir süre yumuşamasından sonra şiddetli bir yıpratma savaşı bekliyorum. Tabii bu savaş kitlesel bir göç dalgasını tetikleyebilecek ve büyük bir insani felaket Türkiye’nin sınırlarına dayanacaktır. Böyle bir felaketi Ankara, Şam ile diyalog kanallarını açarak ve Suriye politikasını revize ederek önleyebilir. Esasen Şam da Ankara’ya zirve öncesinde “Sorunları beraberce çözebiliriz” mesajları göndermiş bulunuyor. Bunlardan birincisi, Suriye tarafından BM’ye yazılan mektupta PKK ve YPG’nin kontrolündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve YPG hakkında çok ağır ifadeler kullanılmasıdır. İkincisi de genel af çıkarılmasıdır. Suriye genel aftan, HTŞ bünyesindeki   Suriyeli cihatçıların örgütten ayrılmalarını sağlamak ve örgütü bölmek için yararlanmak istiyor. Kanımca Türkiye de bu aftan yararlanmalıdır…”
★★★
“Suriye’deki güç dengesini dikkate aldığımız takdirde, Esad rejiminin İdlib’i Rusya ve İran’ın da desteğiyle terör unsurlarından geri almasının kaçınılmaz olduğunu görürüz. HTŞ ve ona bağlı cihatçı gruplar ne kadar direnseler de akıbetleri Halep’teki, Dera’daki ve Guta’daki cihatçılarla aynı olacaktır. Halen Türkiye’nin kontrolünde olduğu söylenen Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) çatısı altındaki muhalif örgütlerin çoğunun HTŞ cephesinde yer aldığı ve onunla birlikte Suriye ordusuna karşı çarpıştığı bilinmektedir. Ankara, UKC unsurlarını aftan yararlanmaya ikna ederek, onların ve ailelerinin bir hiç uğruna can vermelerini engellemelidir. Ben bunu bir sorumluluk olarak görüyorum. Bu girişim, aynı zamanda Türkiye ile Suriye arasında barış ve uzlaşıya zemin hazırlayacak, teröre karşı ortak mücadeleyle kitlesel göç potansiyelinin önlenmesi mümkün olabilecektir…”
★★★
“Suriye topraklarının %30’u üzerinde ABD desteğiyle ve PKK/PYD kontrolünde bir garnizon devletin temelleri atılmıştır. Bu devletin ABD tarafından eğitilmiş ve modern silahlarla donatılmış 60 bin mevcutlu ordusu, 30 bin kişilik polis gücü, 140 bin kişilik kamu personeli vardır. ABD, eğiteceği 30 bin ilave kişiyle orduyu takviye edeceğini ilan etmiştir. AKP iktidarının yaptığı gibi, garnizon devlete koruma sağlayacak bir “güvenli bölge” oluşturulması, 4 parçalı Kürdistan’ın Suriye ayağını kendi ellerimizle yaratmak ve ulusal çıkarlarımızı dinamitlemek demektir…”
★★★
“Eğer garnizon devlet çökertilmek isteniyorsa bunun yolu da Ankara’nın Şam ile ilişki kurmasından geçer. Böyle bir gelişme önce Şam’ın PKK/PYD’ye karşı elini kuvvetlendirecektir. Ayrıca Suriye, Türkiye, Irak ve İran dörtlüsü, siyaset ve diplomasi yoluyla garnizon devletin bölgede izole edilmesi imkanını elde edeceklerdir. Garnizon devlet yaşayabilmek için petrolünü ihraç etmek zorundadır. Söz konusu dört devlet aralarında güçlü bir işbirliği gerçekleştirerek bunu engelleyebilirler. ABD ne kadar yardım etse de garnizon devlet sadece dışarıdan gelecek destekle varlığını sürdüremez. Ayrıca Şam ile resmi bir ilişki, Türk askerinin Suriye topraklarındaki varlığına meşruiyet kazandıracaktır.

  • Türkiye’nin ulusal çıkarları Suriye rejimiyle en kısa sürede resmi planda etkin bir işbirliğinin gerçekleştirilmesini zorunlu kılıyor.
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan, sorumluluğunun tam idrakiyle, Suriye rejimiyle acilen resmi temas ve iş birliği kararını almalıdır.

Son olarak bir noktayı belirtmek istiyorum. Bu söyleşi çerçevesinde belirtmiş olduğum fikir ve önerileri, benimle yapmış olduğunuz ve 12 Eylül 2018’de “Türkiye’nin Ulusal Çıkarları Suriye Rejimiyle İş Birliğini Zorunlu Kılıyor” başlığıyla SÖZCÜ‘de yayınlanan röportajda da ifade etmiştim…”
★★★
İnsani felaketi çok önceden görüp, Türkiye’yi yönetenleri büyük bir içtenlikle uyaran bilge diplomat daha ne desin?

Her şeyi söylemiş, “Pis işi temizlemeyi Mehmetçik’e bırakacaklar ve insani felaketi sınırlarımıza dayayacaklar” demiş, ama dinleyen kim?

Olan yine Mehmetçik’e oldu ve mevcutlara ek olarak 1 milyon Suriyeli de sınırlarımıza yığıldı!..

Şehitlerimizi rahmetle anıyor, acılı yakınlarına ve ulusumuza başsağlığı diliyorum.

 

Prof. Ercan : “Kanal İstanbul, Türkiye ve İstanbul’un çıkarlarını yok edici bir eylem”

Prof. Dr. Ahmet Ercan’dan sarsıcı uyarı:
“Kanal İstanbul, Türkiye ve İstanbul’un çıkarlarını yok edici bir eylem”

Uğur Dündar
SÖZCÜ,
27.12.19

Sevgili okurlarım,

Bu yazıda Kanal İstanbul denince özellikle deprem konusunda zihinlere takılan soruları, bir uzmanın, Jeofizik Yüksek Mühendisi Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan’ın görüşleriyle yanıtlandırmaya çalışacağım.

Prof. Ercan’a göre; Kanal İstanbul, Marmara Denizi altından, doğu-batı doğrultulu uzanan Kuzey Anadolu Kırığı üzerinde değil, ona dikey Küçükçekmece Gölü’nden Terkos’a doğru uzanan kara kesiminde olacağından, ana depremi yaratacak kırıkla bir bağlantısı bulunmuyor!..

★★★

Peki Kanal’ın, varolan kırıklar üzerinde deprem yaratma olasılığı var mı?

Hoca bu soruyu da şöyle yanıtlıyor:

Image result for Prof. Ahmet Ercan

“Kanal İstanbul, Küçükçekmece içinden geçen 3 tane ikincil kırıkta da deprem yaratacak bir yük oluşturmaz. Kaldı ki, yapılacak kazıyla 6 milyar tonluk kaya kaldırılarak, bunun yerine 1,5 milyar tonluk su yolu ağırlığı konacağından, ek yük getirmez. Tam tersine 4 kat ağır yükü üzerinden alır. Ayrıca Küçükçekmece ile güneyinde beklenen en sığ depremin odak derinliği 5 bin m ile 10 bin m arasında değişiyor. Kanalın derinliği ise yalnızca 25 m. Ek yük bindirmeyeceği gibi, en az 1/200 ile 1/400 oranında yükü azaltır. Bu devede bir tüy bile değildir…”

Prof. Ercan “Kanal İstanbul heyelanlara neden olur mu?” sorusuna ise sarsıcı yanıtlar veriyor:

“Karadeniz’in suyu Marmara’ya göre 30 cm daha yüksek. Dinyeper, Dinyester, Tuna, Kızılırmak, Sakarya nehirleri ile beslenen, göreceli olarak tuzu az, ayrıca daha soğuk olan Karadeniz’in suları, Türk Boğazları’ndan yaklaşık 5 ile 10 km/saat hızla akmakta. Lodosun estiği günlerde Karadeniz, 80 cm dolayında şişebiliyor. O nedenle gemiler lodoslu dönemlerde Karadeniz’e giderken adeta tırmanırlar. Karadeniz’e su getiren nehirlerin beslenme havzalarında yağışın %10 azalması, iki deniz arasındaki yüksekliği 25 santimetreye dek düşürebiliyor. İstanbul Boğazından suyun Marmara’ya akış hızı, mevsimlere ve koşullara göre 4 – 18.5 km/saat arasında değişiyor. Açılması düşünülen, Kanal İstanbul’dan geçecek su kütlesinin büyüklüğü 800 m3/saniyedir. Bu büyüklük ve hızda akışa geçecek su kütlesi, durgun, ayrıca yarı tuzlu, bir su kulağı (lagün) olan Küçükçekmece Gölü’nde, birdenbire bir devinime neden olacak. Bu devinim, Küçükçekmece Gölü’nün doğusundaki, Küçükçekmece Merkez, Kanarya, Cumhuriyet Mahallesi ile Menekşe kesimlerini, batı yönünde de Avcılar’ın, Firuzköy ile İstanbul Üniversitesi ve Esenkent’in Turan yöresindeki yerleşme birimlerini doğrudan etkileyecek. “Gürpınar birimi” diye anılan yamaç, killi, kumlu, gevşek, heyelan yapan topraklarla kaplı ve oldukça kaygan. Bir deprem anında ya da onu dengede tutan topuğunun aşınması sonucunda %13’lük eşik değerini aştığında heyelan oluşturabiliyor. Karadeniz’den, 4 – 18.5 km/saat hızla Küçükçekmece’ye gelecek su, deniz kulağını dingin durumdan, etkin duruma dönüştüreceğinden, heyelan alanlarının topuklarını aşındırarak, başta İstanbul Üniversitesi, Firuzköy ve Kanarya kesimlerine doğru heyelanın ilerlemesini tetikleyebilir. Bu durum da var olan yapılar için büyük tehlike yaratır…”
★★★
Prof. Ahmet Ercan, Kanal İstanbul’un Avcılar Depolama Limanı çevresinde heyelan yaratma riskinin yüksek olduğunu ve Küçükçekmece Deniz Kulağı’nın bir daha geri gelmemek üzere bozulacağını belirttikten sonra sözü “Beklenen büyük depremlerin Kanal İstanbul’a etkisi olur mu?” sorusuna getiriyor.

“Kuzey Marmara’da, Kuzey Anadolu Kırığı üzerinde iki yerde deprem bekleniyor. Bunlardan birinin Küçükçekmece’nin 10 ile 25 km açığında ve 6.4 ile 6.7 büyüklüğünde, ötekisinin ise Marmara Ereğlisi önünde gerçekleşeceği ve 7.0 ile 7.2 büyüklüğünde olabileceği hesaplanıyor. İkisinden çıkacak toplam enerjinin 7.3 olmasını beklemekteyim.

Böyle bir deprem çiftinin oluşma ihtimali bana göre %71’dir. Bu depremlerin etki alanları doğu batı yönünde 150 km, kuzey-güney yönünde ise 80’er km olacak. Dolayısıyla Kanal İstanbul da, öteki yapılar gibi sarsıntının etkisinde kalacak. Ne var ki, mühendislik yapılarının deprem çekincesi, büyük bir duyarlıkla yapıldığından, yapım sırasında önlemler alınarak en az etkilenecek bir su yolunu inşa etmenin bugünkü yöntemlerle güç olmayacağı kanısındayım.”
★★★
Ve çarpıcı bir soru daha:

Kanal İstanbul yer altı sularını kirletir mi?

“Kanal İstanbul’un 5.5 km’si Kırklareli Eosen kireçtaşları içinden geçecek. Bu kaya birimden Trakya’da doğalgaz ile az da olsa petrol çıkarılır. İstanbul’da ise yer altı suları… Kireçtaşları erime boşluklu, kırıklı, çatlaklı, gözenekli, ötesi içinde mağaralar bulunduran bir yapıdadır. O nedenle, Karadeniz dibinden süpürülerek gelecek kirli çamurların Kanal boyunca yeraltı sularını kirletmesi doğaldır. Kaldı ki İstanbul, İkitelli Organize Sanayi Bölgesi’nin kirli sularını yüzeyden taşıyan Ayamama Deresi’nin İkitelli, Güneşli, Sefaköy, Yenibosna ve Bakırköy dolayında yeraltı sularını kirlettiği göz ardı edilmemelidir…”
★★★
Ve en vahim (AS: ürkünç) saptama :

“Kanal İstanbul ile birlikte; yeraltı sularını besleyen 23 milyon m2’lik orman alanı ile 135 milyon m2’lik tarım alanı ve (2 milyar $ çıkış değerli) İstanbul suyunun % 10’unu sağlayan Sazlıdere Barajı da ortadan kalkacak. Kanal açılırsa, Terkos Gölü ve yeraltı suları hem tuzlanacak, hem de kirlenecek. Sazlıdere Barajı ile Terkos su biriktirme gölü ortadan kalkacağı için, Sazlıdere – Terkos birleşiminin İstanbul’un 1/3’lük kesiminde yaşayan yaklaşık 5 milyon kişiye sağladığı su da kesilecek!..

  • Bundan daha önemli, daha vahim bir sakınca olamaz!..”

★★★
Prof. Ahmet Ercan sözlerine sarsıcı bir uyarıyla son veriyor:

“Uzmanlık konularımı kapsayan yukarıdaki açıklamalarımın yanı sıra, öteki nedenler de ortaya konulursa,

  • Kanal İstanbul’un tam bir kıyım,
  • İstanbul ile Türkiye’nin çıkarlarını yok edici bir eylem olacağı inancındayım…”

 

Mansur Yavaş ve gözyaşları içindeki anne!..

Mansur Yavaş ve gözyaşları içindeki anne!..

Uğur Dündar
SÖZCÜ, 26.12.19

(AS: Bizim kapsamlı irdelemememiz yazının altındadır.)

Cumayı cumartesiye bağlayan gece yarısı saatleri… Ankara’nın değerli Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın, “Bundan böyle Ankara’nın rantı, Ankaralıların olacak, hiç kimse yetim hakkı yiyemeyecek” diyerek rant baronlarına savaş ilan ettiği “Demokrasi Arenası” henüz bitmiş… Programı coşkuyla izleyen konuklar evlerine dağılırken ev sahibi Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar “Buyurun birer yorgunluk çayı içelim” diyor. Hep birlikte onun inşaatını tamamlayarak ilçesine kazandırdığı muhteşem eserlerden biri olan Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin kulisine geçiyoruz.

Çaylarımızı yudumlarken odaya, gözyaşları arasında “Ne olur beni Mansur Bey’le görüştürün” diye yalvaran bir kadın giriyor. Kısa sürede çok dertli bir anne olduğunu anladığımız kadın, hıçkırıklar arasında Başkana yaşadıkları çaresizliği anlatmaya başlıyor:
★★★
“Kızım 2012 yılında (…) Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden onur derecesiyle mezun olduğunda çok mutlu ve gururluyduk. Aynı yılın Aralık ayında girdiği Hakimlik ve Savcılık Yazılı Sınavı’nda 80 küsur puan aldı. Mülakat 2013 yılı Mayıs ayında yapıldı ve yalnızca 3 dakika sürdü!.. Kızımın elenmesine neden olan sorulardan biri Urla’daki antik Klazomanai Zeytinyağı İşçiliği,  diğeri  ise Endülüs Uygarlığı idi. 3 dakikada bir insanın bilgisinin, kişiliğinin ve liyakatının nasıl anlaşıldığını hiçbirimiz anlayamadık!.. Kızım aynı yıl girdiği Hazine Müsteşarlığı yazılı sınavını Türkiye 5. si olarak kazandı. Ancak mülakatta 70 verildi ve yedeğe bırakılıp elendi!.. Yani Türkiye beşinciliği, kızımızın bu sınavları kazanmasına yetmedi!.. “
★★★
Mansur Bey’in sakinleştirme çabalarına karşın kadın hem gözyaşlarını hem de içini dökmeye devam ediyor: “İki yıl sonra, bu kez, Dışişleri Bakanlığı Uzman Yardımcılığı Sınavı’na girip onu da kazandı. Ama mülakatta elenmekten yine kurtulamadı! Mülakatlarda sürekli elenmesine bir anlam veremiyor ama gizli bir elin evladımızı engellediğini görüyorduk! Bu gizli elin sahibini ancak 15 Temmuz’dan sonra FETÖ gerçeğiyle yüzleştikten sonra anlayabildik!..

Onur diplomasıyla mezun olduğunda ülkesine büyük ideallerle hizmet edeceğini düşünüp güzel hayaller kuran yavrumuz, son olarak, yurt dışında yüksek lisans yapmak için Milli Eğitim Bakanlığı bursuna başvurdu, ancak yine mülakatta elendi!..   Bunun üzerine eşimin emekli ikramiyesiyle aldığı arsamızı satıp, Amerika’ya yüksek lisans yapmaya gönderdik. Orada hem yüksek lisansını tamamladı hem de bir Amerikalının bile ilk girişte kazanmakta zorlandığı New-York Barosu’nun sınavını büyük başarıyla geçerek New York Barosu avukatı olmaya hak kazandı…”
★★★
Kadının gözyaşları sel olurken, iki kız evlat sahibi Mansur Bey’in de gözleri buğulanıyor.  “Kızım ana dili gibi İngilizce, orta düzeyde Fransızca ve İspanyolca biliyor. Ancak takdir edersiniz ki, yabancı ülke vatandaşının oralarda referansı olmadan bir hukuk bürosunda iş bulması çok zor. Size yalvarıyorum. Eğer New York’ta tanıdığınız bir hukuk bürosu varsa, kızıma destek olur musunuz?.. Son bir umutla size geldim. Yalvarıyorum Mansur Bey, yalvarıyorum…”

Başkan hemen yanındaki özel kalem müdürüne dönüyor. Dertli annenin telefon numarasını yazdırıp elinden ne geliyorsa yapacağı sözünü veriyor. Kadın odadan çıkıp gittikten sonra bile Nazım Hikmet’in dev salonunda hıçkırık sesleri yankılanıyor.
★★★
İçim yanıyor, vicdanım isyan ediyor. Başkanlarla vedalaşıp otele geldiğimde adı bende saklı anneyi arıyorum. Kendimi tanıttıktan sonra bunu yazı konusu yapacağımı söyleyerek, başka bilgiler de öğreniyorum. Dedesi Çanakkale gazisiymiş. Savaş bitip memleketine döndüğünde, teklif edilen gazilik maaşını “Ben bu vatanı para için savunmadım” diyerek reddetmiş ve çiftçilikle hayatını kazanmayı sürdürmüş. Ailesine de ölümünden sonra gazi maaşı almamalarını vasiyet etmiş. Emekli astsubay olan babası da Kıbrıs Barış Harekatı’nda gazi olmuş… Ailesinin öyküsünü kısaca dile getirdikten sonra şunları söylüyor:

“Uğur Bey bu ülkenin bağımsızlığı için canını vermeyi göze almış bir ailenin torunu olan kızımın hayalindeki  savcılık mesleğini yapması engellendi. Ne yazık ki umutlarımızın ve hayallerimizin hepsi uçup gitti. Çok sevdiğimiz vatanımızda Suriyeliler kadar bir hükmümüz olmadı. Şevki ve geleceğe ilişkin umudu tükenen kızım, artık bu ülkede çalışmak da, yaşamak da istemiyor. İnanır mısınız, içinde adalet olmayan adalet saraylarının önünden geçerken içim kan ağlıyor. Kızımız da burada savcı olarak çalışıp adalet dağıtacaktı diye rüyalar görürken, şu anda biz adalete muhtaç hale gelmiş durumdayız. Ancak şuna kesinlikle inanıyorum Uğur Bey; gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Elbette bu devran dönecek. Atalarımızın söylediği gibi ‘Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner!..’

Bu vatan, kendisini koruyup kollamak ve yüceltmek için hangi meslekten olursa olsun özveriyle çalışmış evlatlarını bir gün mutlaka kucaklayacak ve onları bağrına basacak…”
★★★
Ne diyeceğimi bilemedim. Dedesi ve babasının uğrunda can vermeyi göze almış olmalarına karşın, bu cennet vatanda hiçbir değeri kalmadığına inanmak zorunda bırakılmış yüreği yanık bir anneye ne diyebilirdim ki?..
===================================
Dostlar,

2019 BİTERKEN AKP’nin
UTANDIRICI SİCİLİ

Sn. Uğur Dündar’ın yukarıda aktardığı bu çok acı veren olay bizim de gözlerimizi epey nemlendirdi.. Ancak ne yazık ki tekil değil; genel – geçer AKP uygulaması..
Adındaki ilk sözcük “Adalet” olan bu parti, 2001’de kurulduğunda 3 temaya odaklanarak PR (Halkla ilişkiler, Public Relations) çalışması kurguladı :

– Yoksulluk
– Yolsuzluk
– Yasaklar…

Türkiye’de bu sorunlara öncelikle çözüm getirilecekti. Çok ağır 2001 ekonomik bunalımının belini büktüğü halk, bir umutla AKP’nin bu “politik olta” sına tutundu. AKP’ye %35 dolayında oy akıttı halkımız  ve adaletsiz seçim sisteminin cilvesiyle AKP, TBMM’de %65 oranında MV elde etti. 3 Kasım 2002 seçimleri, 2 yaşını bitirmeyen bir siyasal partinin, girdiği ilk genel seçimde büyük utkusu ile sonlandı.

Ancak zamanla AKP ve izlediği siyaset zamanla çok ağır biçimde yozlaştı.
Cumhuriyetin temel direklerine ağır dinci saldırı başlatıldı.
AKP = Erdoğan, “dindar ve kindar” nesiller yetiştireceklerini söyleyerek ulusal birliği yaraladı ve laik rejime savaş ilan etti..

  • Hatta Partisine oy vermeyenleri “zillet, illet” olarak suçlayacak kertede şiddet dili kullandı, politik hırsını gemleyemedi AKP’li cumhurbaşkanı Erdoğan

3-5 yaşındaki anaokulu çocukları bile vahşice – utanmazca – kör intikam duygularıyla türbana bulandı! (Basın 17.12.19)

Dinci – siyasal islamcı AKP iktidarı, vahşi Kapitalizmle işbirliği yapıp İslamın öz değerlerini çiğneyerek ulusal ekonomik varlıkları yandaş ve yabancı sermayeye özelleştirmeyle sattı.

Kamuda korkunç düzeyde yandaş kadrolaşmasıyla “liyakat“in zerresini bırakmadı.

Ülke korkunç borçlandırıldı. 2002 sonunda 129 milyar $ olan kamu borcu 450 milyar $’ı aştı.
Ulusal gelir 230 milyar $ iken 2018 sonunda 700 milyar $’da kaldı.. Kamunun dış borcu
450/129 = 3,5 kat büyürken, toplam ulusal gelir 700/230 = 3 kat büyüyebildi yalnızca..

Halkın bankalara borcu onlarca kez katlandı.
Gelir dağılımı iyileşmedi, bozuldu, Gini katsayısı hala .42’lerde.
Fitre – zekat ve cemaat – tarikat yardımları dışında yoksulluk için bilimsel politika üretilmedi.

IMF‘nin son gözden geçirme raporunda (Aralık 2019) şunlar kaydedildi :

  • Yıl sonu enflasyon 2019’da %13,5, 2020 ve 2021’de %12 olacağı,
  • İşsizliğin 2019’da %13.8, 2020’de % 13.7, 2021’de 12.9 düzeyinde beklendiği ..
  • Türk ekonomisinde bu yıl (2019) % 0.2, 2020’de ise % 3 büyüme öngörüldüğü…

Oysa 2018’de nüfus %1,47 büyüdü. 2019 için de aynı hız geçerli olursa, bu yıl %0,2 olarak gözüken büyüme gerçekte eksi %1,3’tür. Ülke büyümeyip küçülmekte, yoksullaşmakta, güçsüzleşmektedir gerçekte. AKP = Erdoğan, akıl dışı – gereksiz nüfus artışını akıl almaz biçimde teşvik etmektedir. Sonuç; kalabalık, niteliksiz, dincileştirilmiş…. bir topluluktur.

Merkez Bankası’nın yedek fonları (yaklaşık 40 milyar TL) ve kârı (yaklaşık 40 milyar TL) 2019 bütçesine aktarıldığı halde, Bütçe yasasında öngörülen 82 milyar TL açık, 125 milyar TL’ye çıkarıldı. Böylelikle 961 milyar TL öngörülen 2019 bütçesi, gerçekte 200+ milyar TL açık vererek Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdı.

Geçtiğimiz haftalarda Saraya 108 m2 tek parça halı alındı, 324 bin TL..
162 asgari ücrete bedel!

AKP = Erdoğan‘ın örtülü ödenek harcamaları anormal şişmeye devam ediyor.

Dış politikada tam anlamıyla bataktayız.. Kendi nüfusu olmayan 8,1 milyon insana Türkiye bakıyor. Bunların 5 milyonu içeride, 3,1 milyonu Suriye sınırımıza yakın yerlerde. Bu rakam Türkiye nüfusunun %10’u ve dünyada bu denli ağır, ölçüsüz yük üstlenen ülke yok! Ülkenin demografik – kültürel – sosyal – etnik yapısı ağır ve çok tehlikeli biçimde değiştiriliyor.

Batı emperyalizmi şöyle ya da böyle AKP = Erdoğan‘ı tümü ile ele geçirdi ve “her istediğini” yaptırıyor! ABD açıkça, Erdoğan ve ailesinin malvarlığını araştıracağını dünya kamuoyuna açıkladı ve Erdoğan tek sözcük bile edemedi; ABD ile ilişkilerde “çooooooooooooooooook” yumuşayarak (!?) istenenleri uysalca – çaresizce yapmaya başladı..

Alın işte KANAL İSTANBUL.. Apaçık ABD dayatması ve Erdoğan tüm Türkiye’yi hiçe sayarak bu emperyalist projeye gövdesini siper etmiş durumda.. Apaçık, kendisini – partisini ve 83 milyonluk Türkiye’yi günü kurtarma pahasına ateşe atmaktan çekinmemekte..

  • ABD kılıcı ensesinde : Malvarlığını açıklarız!

Abdestinden kuşkun yoksa neden susuyor ve ısrarla açıklama yapman istenmesine karşın sessiz kalıyorsun?? Çık, haykır :

  • “Eyyyy Amerika, malvarlığımı açıklamazsan, namertsin!” desene! Neden diyemiyorsun?

Demokratik kurumsal mekanzimalar bir kurgu ile yok edildi Türkiye’de.
TEK ADAMA teslim edildi koca Türkiye. Hesap sormak, katılımcı karar almak olanaksız.

TEK ADAMI da türlü yöntemlerle suçüstü yakalayıp dosyaladın mı, artık koca Türkiye, 1 kişi üzerinden tam anlamıyla tutsak edilmiş oluyor..
***
30 Aralık 2019 Pazartesi, TBMM’ye Tezkere geliyor.. Anayasa md. 92 uyarınca Libya’ya asker yollamak üzere..

  • Sıra Mehmetçiğin kanına – canına mı geldi?

Sağduyulu – vicdanlı AKP’li vekil tükenmedi bu ülkede sanırız. 1 Mart 2003 Tezkeresinde 65 bin ağır silahlı ABD askerinin İskenderun limanından girerek Müslüman komşumuz Irak’ı kuzeyden işgaline TBMM izin vermemişti. Yüz dolayında AKP’li vekil, Başbakan Abdullah Gül hükümetinin istemine “hayır” diyebilmişti.

Tipiktir; ülkeyi batıran siyasetçiler dışarıda ulusalcı duyarlıklara dönük senaryolarla gündem değiştirerek ömürlerini uzatmaya çabalarlar. 30 Aralık 2019 günü, TBMM’de, vicdanlı – sağduyulu AKP’li vekiller için, Suriye’den ders almaksızın ülkemizi yeni bir kanlı senaryoya sürükleme sevdasına son verme sınavıdır.

  • Mehmetçik Libya’ya asla yollanmamalıdır.

    ****
    Göz yaşları içinde, telef edilen hukukçu kızı için ABBB Mansur Yavaş’a yakaran ve Uğur Dündar’a telefonda içini döken annenin dramı (SÖZCÜ, 26.12.19) bize bu dizeleri yazdırdı.

Muhalefet, artık sürdürülemez ve politik ömrü bitmiş bu iktidarın bir an önce ülkenin başından indirilmesi için etkin, demokratik kitlesel politikalar geliştirmek ve uygulamak zorundadır. Sonuç vermeyen genelgeçerden farklı.. Yeni, yepyeni, yaratıcı, birleştirici, yürekli, akılcı!

Kurtuluş tek başına olanaksız.. Örgütlü politik mücadele ile hep birlikte ve el ele!

Sevgi ve saygı ile. 28 Aralık 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin güvenliği ve savunması için yaşamsal önem taşıyor!..

Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin güvenliği ve savunması için yaşamsal önem taşıyor!..

Uğur Dündar
SÖZCÜ, 21.12.19

Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’dan Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi konusunda çarpıcı tespitler:

Sevgili okurlarım;

Tarafsız uzmanlar Kanal İstanbul Projesi‘nin gerçekleşmesi halinde İstanbul ve çevresi için felaket boyutunda ekolojik sorunlara neden olacağını öne sürüyor.

Ayrıca bu projenin uygulanmasıyla son derece ağır demografik ve ekonomik sıkıntıların ortaya çıkacağını iddia ediyorlar. Projenin bir ihtiyacı karşılamadığını, amacının rant yaratmak olduğunu vurguluyorlar. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da bilimsel bulgular ışığında bu projeyi “ihanetin ötesinde, bir cinayet” olarak niteliyor. Bugün, tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ ile yapacağım söyleşide, konunun stratejik önem taşıyan güvenlik boyutunu ele alacağım. Zira, Kanal İstanbul’un, Türkiye’nin savunmasında kritik öncelik taşıyan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin son bulmasına veya aleyhimize değişikliklere uğramasına yol açacağı hususunda ciddi endişeler dile getiriliyor.
★★★
UĞUR DÜNDAR (U.D.): Sayın Elekdağ, söyleşimize ABD ile Rusya arasında küresel bir mücadele alanı haline gelen Karadeniz havzasındaki gelişmeleri ele alarak başlayalım.

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Sözünü ettiğiniz mücadelenin temelinde, NATO’nun doğuya doğru genişleme stratejisi ile Rusya’yı tekrar bir süper güç haline getirmek isteyen Putin’in Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki etki alanlarını tekrar kazanma politikasının çatışması var… Sovyetler Birliği döneminde Karadeniz’in Türkiye sahilleri dışındaki tüm kıyılarında Sovyet hakimiyeti vardı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ardından NATO’nun genişleme dalgasıyla Karadeniz sahillerinin büyük bir kısmı NATO üyesi Romanya ve Bulgaristan ile bağımsız ve Batı yanlısı Ukrayna ve Gürcistan’ın hakimiyetine girdi. Rusya, Soçi- Novorossiysk arasındaki 300 kilometrelik bir sahil şeridine sıkışıp kaldı. Bu ortamda Moskova’nın baskısından kurtulmak isteyen Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya alınması, ittifakın 2008 Bükreş Zirvesi’nde gündeme geldi ve bu iki ülkeye üyelik sözü verildi. İşte kıyamet bundan sonra koptu… Rusya böyle bir gelişmeyi önlemek için önce Gürcistan’ı parçaladı, sonra da Kırım’ı ilhak edip Ukrayna’yı bölme operasyonuna giriştiHalen Karadeniz havzasında ABD/NATO ile Rusya, çatışma rotasındalar. NATO’nun 70’inci yılını kutladığı Londra’daki zirve toplantısında Türkiye de dahil, ittifakın 29 üyesi Rusya’yı Batı dünyasının esas düşmanı olarak ilan ettiler. Ukrayna’nın egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunmasına verdikleri önemi vurguladılar. Ayrıca Kırım’ın Rusya tarafından işgalini asla kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Karadeniz havzasında soğuk savaş yıllarında olduğu gibi çok gergin bir hava hakim… Bu gergin durumun ufak bir kıvılcımla tehlikeli biçimde tırmanması ihtimali göz ardı edilemez.

ABD, MONTRÖ’YÜ DELMEK İÇİN YOLLAR ARIYOR

(U.D.): Bir de ABD’nin Karadeniz’e kalıcı bir NATO deniz gücü oluşturulması projesi var…

(Ş.E.): ABD’nin, Rusya’yı kuşatma stratejisi uyarınca NATO kisvesi altında Karadeniz’de kalıcı ve etkin bir deniz kuvveti bulundurmak istediği ve böyle bir projeyi engelleyen Montrö rejimini delmek için yollar aradığı doğru… Fakat bu husustaki girişimlerini kendisi öne çıkarak değil, vesayetine giren Romanya’yı kullanarak yapıyor. Nitekim, Haziran 2016’daki NATO Savunma Bakanları Toplantısında Romanya, Karadeniz’de Ukrayna, Bulgaristan, Romanya, Türkiye ve ABD’nin katılacağı daimi bir NATO filosu oluşturma fikrini ortaya attı. Bu öneriye göre, ABD savaş gemileri NATO filosuna rotasyonla katılacaklar ve bu şekilde kıyıdaş olmayan ülke savaş gemilerinin Karadeniz’de 21 günden fazla kalamayacakları hakkındaki Montrö Sözleşmesi hükmüne riayet etmiş olacaklardı. Ukrayna ve Bulgaristan öneriyi kabul ettiler. Ancak bilahare, Bulgaristan’ın Moskova’nın baskısıyla öneriye karşı çıkması nedeniyle proje gerçekleşmedi. Fakat bu proje yine de gündemden düşmüş değildir.

Elekdağ, Montrö’yü hatırlattı, “Bu itibarla Boğazları kullanan gemileri Kanal İstanbul’dan geçmeye zorlamaya hakkımız yoktur.” dedi.

(U.D.): Şimdi, Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye’ye güvenlik açısından neler sağladığını ve feshedilmesi (sona erdirilmesi) halinde neler kaybettireceğini inceleyelim.

(Ş.E.): Sözleşme Boğazlardan geçişte Karadeniz’e sahildar (AS: kıyıdaş) olmayan devletlere birçok kısıtlamalar getirmek suretiyle, Türkiye’nin güvenliği için gerekli koşulları yaratacak ve Rusya’nın güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dizayn edilmiştir. Karadeniz’de kıyısı olmayan devletler barış zamanında en az 8 gün önceden Karadeniz’e gidecek savaş gemilerinin sayısını, tipini ve geçiş tarihini Türk yetkili makamlarına bildirmeye mecburdurlar. Bu devletlerin Boğazlardan aynı anda transit geçecek gemilerinin sayısı 9’u ve tonajı da 15 bin tonu geçemez. Keza, kıyıdaş olmayan devletlerin Karadeniz’de bulunduracakları gemilerinin toplam tonajı 30 bin tonla sınırlıdır. Tek bir devlet için bu tonaj 20 bin tonu geçemez. Ancak, Karadeniz’deki en güçlü donanmanın tonajı sözleşmenin imzalandığı tarihteki en güçlü donanmanın tonajını 10 bin ton aşarsa 30 bin tonluk limit 45 bin tona çıkarılabilir. Bu durumda bugünün koşullarında söz konusu limit 45 bin tondur. Boğazlardan uçak gemileri ve denizaltılar geçemez. Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin barış zamanındaki hakları çok daha geniştir. Sözleşme’ye göre savaş halinde, Türkiye tarafsız ise muharip devletlerin gemileri Boğazlardan geçemez. Türkiye muharip ise savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini istediği gibi düzenler.

TÜRKİYE’NİN BOĞAZLARDAKİ DENETİMİ ORTADAN KALKAR

(U.D.): Peki, şimdi sözleşmenin yokluğunda Türkiye’nin nasıl bir durumla karşılaşacağını inceleyelim…

(Ş.E.): Montrö Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da, Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya tarafından imzalanmıştır. İtalya da 1938’de sözleşmeye katılmıştır. Sözleşmenin 28. maddesine göre, bu devletlerden biri tarafından fesih başvurusu yapılırsa, bu başvuru tarihinden itibaren sözleşme iki yıl daha yürürlükte kalacak ve taraf devletler yeni bir sözleşmenin hükümlerini saptamak üzere bir konferansta bir araya geleceklerdir. Bu konferansta yeni sözleşmenin 1982 Birleşmiş Miletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) hükümleri temelinde oluşturulmasının önerilmesi kesindir. Türkiye’nin, Boğazlar üzerindeki kontrol ve denetimini ortadan kaldıracak bu yoldaki önerilere kuvvetle karşı çıkması beklenmelidir. Rusya’nın tutumu da aynı doğrultuda olacaktır. Bu konferanstan bir sonuç çıkmayınca IMO’nun yardımıyla bir müzakere süreci başlayabilir. Ancak, böyle bir süreçten, Türkiye’nin karşısındaki denizci devletlerin hem adetçe çok hem de daha etkili olmaları nedeniyle ülkemizin güvenliğini ve çıkarlarını koruyabilen bir sözleşme çıkabilmesi mümkün değildir. Zira, karşımızdaki çoğunluk, Türkiye’ye BMDHS’nin 38. maddesinin 2. fıkrasındaki “transit geçiş rejimi” hükümlerini dayatacaklardır.

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİ ARKA PLANA İTİLECEKTİR

(U.D.): Transit geçiş rejimi çok mu aleyhimize?

(Ş.E.): Evet!.. Bu rejimin uygulanması halinde geçişlerde Türkiye’nin güvenliğinin korunması arka plana itilecektir… Şöyle ki: Askeri gemilerin geçişlerine yönelik önceden bildirim usulü, transit geçiş sırasında ve Karadeniz’de bulundurulabilecek tonaj sınırlandırılmasına ilişkin düzenlemeler ile Karadeniz’de kalış süresi üzerindeki sınırlama ortadan kalkacaktır. Yani, her tip ve tonilatoda savaş gemisi – uçak gemileri ve denizaltılar da dahil – hiçbir bildirime ve sınırlamaya tabi olmadan Boğazlardan geçecek ve süresiz Karadeniz’de kalacaktır. Yabancı savaş uçakları da Boğazlar üzerinden transit geçişte bulunacaklardır.

(U.D.): Bu felaket bir senaryo!.. Boğazlar yol geçen hanına dönüyor!..

(Ş.E.): Evet!.. Bu koşullarda, ABD,  istediği büyüklükte ve nükleer başlıklı balistik füzelerde donatılmış bir askeri deniz gücünü Boğazlardan geçirebilecek ve Romanya’da deniz üsleri kurabilecek. Karadeniz’i NATO/ABD gölüne dönüştürecek böyle bir gelişme, Rusya-ABD gerginliğini had safhaya taşıyacak ve global istikrarı tehlikeli şekilde bozarak bir kriz ortam oluşturacaktır. Rusya da en az Türkiye kadar böyle bir ortamın oluşmasını istemez. Bu münasebetle burada, Türk kamuoyuna pek iyi anlatılmayan bir hususu belirtmek isterim:

  • Montrö Sözleşmesi’nin aynen devamı Türkiye’nin güvenliği ve savunması için yaşamsal önemdedir. Sözleşme, dünya barış ve istikrarı için de paha biçilmez değerdedir. 

(U.D.): Böyle bir ortamda ABD, sözleşmenin feshini ister mi?

(Ş.E.): Montrö Sözleşmesi’ne taraf olmayan ABD, müttefiki Romanya vasıtasıyla fesih başvurusunu yaptırabilir. Ancak, ABD’nin bu yoldaki kararı, kendisiyle Rusya arasında her an sıcak gelişmelere yol açabilecek aşırı riskli bir kriz sürecine “angaje” olmayı göze almasını gerektirecektir. Ben bugünün koşullarında, özellikle Boğazların bekçiliğini NATO’ya üyeliği süren bir Türkiye yaptığı müddetçe ABD’nin sözleşmenin feshi yolunda bir girişimde bulunarak aşırı riskli bir kriz süreci yaratacağı kanısında değilim.

KANAL İSTANBUL ZORLAMASI MONTRÖ’YÜ İHLAL SAYILIR

(U.D.): Peki, Kanal İstanbul’un gerçekleştirilmesinin Montrö Sözleşmesi üzerinde ne gibi etkileri olur?

(Ş.E.): İktidar tarafından ve yandaş medyadan gelen seslere bakılırsa Boğazlardan geçen ticaret gemilerinin tümünün veya bir bölümünün Kanal İstanbul’a yönlendirileceği planlanıyor ve alınacak geçiş ücretlerinin 8 milyar doları bulacağı hesaplanıyor. Oysa, Montrö Sözleşmesi’ne göre, barış zamanında her devletin ticaret gemileri bayrak ve yükü ne olursa olsun Boğazlardan serbestçe geçebilecektir. Bu itibarla Boğazları kullanan gemileri Kanal İstanbul’dan geçmeye zorlamaya hakkımız yoktur. Türkiye tarafından vuku bulacak herhangi bir zorlama, Montrö Sözleşmesi’nin ihlali sayılacak ve durumu fırsat bilen Yunanistan sözleşmenin feshini gündeme getirecektir. Gemi geçişlerinden 8 milyar dolar ücret tahsil edileceği iddiasına gelince…
Bu rakamı 2017’de Boğazlardan geçen gemi sayısı olan 43 bine bölünce, her gemiden 180 bin dolar tahsil edilmesi gerekeceği gibi bir saçmalık ortaya çıkıyor.

(U.D.): Peki Montrö Sözleşmesi’ne göre geçişten ücret alınıyor mu?

(Ş.E.): Sözleşme Türkiye’ye “fener, tahlisiye ve sağlık resmi” alma yetkisi veriyor. Türkiye bu tahsilattan yılda 150 milyon dolar gelir elde ediyor. Geçiş ücretleri sözleşmede 1936’da 1.20 olan altın/frank kuru üzerinden belirlenmiş ve bu kur Türkiye tarafından 1982’ye dek değiştirilmeden uygulanmıştır. 1982’de belirlenen gerçek kur üzerinden hesaplanan ücretlerin reel olarak 10 kat arttığı görülmüştür. Ücretler buna göre saptanınca Yunanistan, İngiltere ve Rusya’nın itirazları başka devletler tarafından da benimsenmiş ihtilaf IMO’ya intikal etmiş. Burada tartışmanın büyüyüp Boğazların denetiminin Türkiye’den alınıp uluslararası bir komisyona devri önerisi gündeme gelince, Türkiye geri adım atarak reel ücretin % 25’ini almayı kabul etmiştir. 1994 yılında tekrarlanan ücretlerin güncelleştirilmesi girişimi aynı akıbete uğramıştır. Uzmanlarca yapılan hesaba göre, geçiş ücreti güncel altın kuru üzerinden belirlendiği takdirde Türkiye yılda 2.4 milyar dolar elde edebilecektir. Boğazlar trafiğini Kanal İstanbul’a yönelterek ücretleri güncelleştirmeyi amaçlayan bir girişimin daha öncekilerin akıbetine uğraması mukadder olduğu gibi, sözleşmenin feshinin tartışılmaya açılması riskini taşıdığı da vurgulanmalıdır.

(U.D.): Bir eksiğimiz kaldı. Bu da sözleşmenin tadiline ilişkin prosedür…

(Ş.E.): Montrö Sözleşmesi’nin 29. maddesindeki tadil prosedürü, Türkiye ile Rusya’ya Karadeniz güvenliği konusunda çıkarlarının örtüşmesi nedeniyle birlikte hareket ettikleri takdirde aleyhlerine olacak her kararı engelleme imkanını vermektedir.

 

İşte geleceğin ürküten Türkiye haritası!..

İşte geleceğin ürküten Türkiye haritası!..

Uğur DÜNDAR
SÖZCÜ, 11 Şubat 2018

Lisede okurken coğrafya kitaplarından ezberlemiştik:
Türkiye Akdeniz iklimi altındadır. Bu nedenle yazlar kurak ve sıcak, kışlar ılık ve yağışlı geçer…”
Ancak aradan geçen yıllar içinde insan eliyle yaratılan küresel iklim değişikliğinin en çok etkilediği coğrafyalardan biri, ne yazık ki güzel ülkemiz oldu.
Artık daha kurak ve sıcak yazlar, daha az yağışlı kışlar yaşıyoruz!…
Örneğin bu yıl ciddi boyutta kurak bir kış geçiriyoruz. Havalar bir türlü soğumuyor ve beklenen yağışlar gelmiyor. Bilim insanlarına göre; İstanbul’un kurak olması, Ankara’nın da kurak olması anlamını taşıyor. Bu da başımızın dertte olduğunu gösteriyor. 2070 yılına kadar suyumuzun olduğunun söylenmesi de gerçekçi bulunmuyor.
* * *
Önceki gün İzmir’de baharı andıran ılık havada yürüyüş yaparken, elektronik posta kutuma dünyaca saygın, değerli bilim insanı dostum Prof. Dr. Celal Şengör’ün bir mektubu ulaştı. Celal Hoca mektubunda, sanki aklımdan geçenleri okumuş da yazmışçasına ülkemizi tehdit eden kuraklık ve çölleşmeye dikkat çekiyor.
İşte çok önemli bilimsel tespit ve uyarılarla dolu o mektup:

“Sevgili Uğur Ağabey,
Son günlerde daha sık olarak Türkiye’nin su potansiyeli ve bu potansiyelin ülkemizin stratejik konumu açısından bizler ve yabancı güçler için önemi konuşulur oldu. Bunu çok faydalı buluyorum, çünkü su, geleceğin önemli bir sorunu ve önemli bir silâhı olacaktır. Bunun iki nedeni; dünyada geometrik bir hızla artan insan nüfusu ve iklim değişmesidir. Şu anda insanlığı yönetenlerin ezici ekseriyetinin ne birini ne de diğerini çözebilecek bilgi, görgü ve/veya gücü vardır. Ancak Türkiye olarak biz en azından kendi evimize çeki-düzen verebiliriz. Ekteki iki harita İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü’den Prof. Dr. Nüzhet Dalfes ve öğrencisi Dr. Deniz Bozkurt tarafından 2009 yılında Harp Akademileri’nde zamanın komutanı Hv. Org. Hasan Aksay tarafından düzenlenen üst düzey uluslararası bir sempozyum için ve onun doğrudan emriyle hazırlanmıştır. (Haritaların yayımlandığı yerler yazının sonundaki not bölümündedir-UD)

Haritalar önümüzdeki 70 senede Türkiye’nin su varlığının ne kadar azalacağını, bugünkünün yüzdesi olarak sunmaktadır. Bu nedenle önümüzdeki 70 senede bugün Doğu Anadolu’muzda gözü olanların Doğu Anadolu’ya yönelik “su” ilgisi kalmayacaktır. Onun yerine güneş enerjisinde Türkiye’nin geniş alanının sunduğu nimetler göze gelecektir. 2061-2090 yılları arasını gösteren modelde okla gösterilen alan Türkiye’dir ve Akdeniz’in en kurak alanı olmaya adaydır.
Strateji, doğa bilimlerinin verileri dikkate alınmadan üretilemez. Okullarda metafiziği pompalayacağımıza biraz fen bilimlerini pompalasak, milli bekâmıza katkısı daha önemli olur kanısındayım!..
Her zamanki gibi sevgi ve saygılarımla,
Celal”
* * *
Saygın bilim insanının mektubunu şöyle yorumluyorum:
Suyumuzun ve toprağımızın kıymetini bilelim. Enerji üretimi için akarsularımızı HES’lerle kurutmayalım, toprağımızı ve havamızı termik santrallarla kirletmeyelim.
Onların yerine ülkemizi güneş enerjisi panelleriyle donatarak yarınlara hazırlanalım.
Cennet vatanımızın 70 yıl sonra çölleşeceğini bilerek vakit geçirmeden stratejimizi belirleyip önlemlerimizi alalım!..
(PROF. ŞENGÖR’ÜN NOTU: Şengör, A. M. C., 2009, Energy potential and safety in the Mediterranean region: in Küçükşahin, A., editor, Seeking of Common Resolution for Energy Security, Republic of Turkey, General Staff, War College Command, Strategic Research Institute, Istanbul, ss. 279-321.

Bu önemli cildi yayına hazırlayan Ahmet Küçükşahin Albayımın Balyoz’dan daha sonra hapse atılan vatansever askerler arasında bulunduğunu da burada kaydedeyim!..)
==============================================
Dostlar,

Konu son derece önemli, stratejik niteliktedir. Gerçek anlamda bir ulusal ülkesel beka sorunudur. Ne var ki Türkiye Afrin ile yatmakta, Afrin ile kalkmaktadır. Ülkenin gündemi bu sorun ile tam anlamıyla tıkanmıştır. Gelinen yerin gündem manüplasyonu boyutunun olmadığı söylenemez.

Hükümetin Zeytin Dalı Harekatı’na yönelik kimi söylemlerini eleştiren Saadet Partisi Genel Başkanı Karamollaoğlu‘nun sözleri çok uyarıcıdır (http://www.karar.com/guncel-haberler/karamollaoglundan-afrin-harekati-yorumu-magazin-malzemesi-yapilmamali-750029#):

  • ‘SİYASİ MALZEME YAPILAMAZ’.. Afrin Harekatı milli bir meseledir parti programlarında, ilçe kongrelerinde siyasi malzeme yapılamaz, yapılmamalıdır. Ne yazık ki hükümet bu tavrıyla zeytin dalı operasyonunu, zeytinyağı operasyonuna çevirme çabasında. Afrin’i bahane ederek her türlü ülke problemini sümen altı etmenin yolu aranıyor.
  • Benzin 6 lira olmuş, zamları konuşamıyoruz çünkü Afrin var.
  • Hukukun Üstünlüğü Endeksine göre Türkiye, 113 ülke içinde 101’inci sıraya gerilemiş ama adaleti konuşamıyoruz çünkü Afrin var.
  • Hiçbir suçu, dosyası olmadığı halde işine iade edilmeyen binlerce KHK mağduru var ama konuşamıyoruz çünkü Afrin var.
  • 1 Milyon taşeron kadroya alınacaktı ne oldu diye soramıyoruz, çünkü Afrin var.
  • İktidar neyi konuşmaya kalksak Zeytin Dalı’nı bahane edip zeytinyağı gibi üste çıkmaya kalkıyor…

Orman ve Suişleri Bakanı Veysel Eroğlu , anlaşılmaz biçimde iyimser.. A, B, C,….. planları varmış Sn. Bakanın. Dünya alemin çözüm üretemediği bu kritik kuraklık – susuzluk – çölleşme sorununa ne çare bulduğunu Eroğlu açıklasın da rahatlayalım.. Ne yazık ki, bilim dışı saplantılar ülkemizde pek çok sorunun kaynağı, hatta bunları büyütmekte.

AKP iktidarını artık ciddi biçimde yaşanan
– küresel ısınma – iklim değişikliği ve türevi susuzluk –
– kuraklık – çölleşme – tarımsal üretimde düşme –
– göç – bulaşıcı hastalık salgınları riski… gibi ağır ve kapsamlı sorunlar için planlarını açıklamaya çağırıyoruz.

Toplumsal – küresel bir seferberlik zorunludur!
Bu önlemlerin başında AİLE VE NÜFUS PLANLAMASI gelmektedir.
İnsanlar, Papanın da vurguladığı üzere “tavşanlar gibi üremeyi” sonlandırmak zorundadır.
Sn. Prof. Şengör de Dündar’a mektubunda “geometrik hızla çoğalan nüfus” tan söz etmekte. Oysa dünya kaynakları bırakın basit aritmetik artmayı, tersine hızla tükenmekte.

  • Dolayısıyla

    HER AİLEYE 1 ÇOCUK zamanı gelmiş ve geçmektedir.

Su tasarrufu olağanüstü önem hatta zorunluk kazanmıştır. Hükümet, başını Afrin’den bviraz olsun kaldırarak öbür yakıcı sorunlara çözüm üretmek zorundadır.. AKP iktidarı, nüfus artışını özendiren tüm politikaları derhal bırakmalı ve anti-natalist politika benimsemelidir. Yineleyelim;

  • HER AİLEYE 1 ÇOCUK – BAŞKA ÇARE YOK!

Sayın Dündar’ın önerileri arasında bu politika en başlarda yer almalıdır. Üstelik Şengör vurgularken bu kritik sorunu, Sn. Dündar gibi dikkatli ve yetkin bir gazetecinin atlaması kabul edilemez.

  • Küresel ısınma – iklim değişikliği ve türevi çok ağır sonuçlar;
    insanlığın en önemli güncel sorunu olarak hepimize ciddi biçimde meydan okumakta..

Lütfen, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ HAKKINDA BASINA MEKTUP başlıklı yazımıza da bakar mısınız??

Sevgi ve saygı ile. 12 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İŞTE ALADAĞ GERÇEĞİ

İŞTE ALADAĞ GERÇEĞİ

portresi

Uğur DÜNDAR
SÖZCÜ
, 04.12.2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Halk Arenası canlı yayını için gittiğim Adana’da, Aladağ faciasının ardındaki gerçekleri araştırdım. Görüştüğüm yetkililerden çok çarpıcı bilgiler aldım. Öncelikle soruşturmayı yürütenlerin tespitlerinin tarikat avukatının açıklamalarıyla hiç örtüşmediğini belirteyim. Örneğin avukat “İtfaiye yetersiz kaldı, sürgülü merdiveni de yoktu” diyor. Oysa Aladağ’da 2 itfaiye aracı var. İlk itfaiye aracı, bir yurttaşın yangın başladıktan 10 dakika sonra itfaiyeye giderek haber vermesi üzerine, derhal harekete geçiyor. Çağrı yapılınca diğeri de yardıma koşuyor. Ancak daha ilk araç müdahaleye başladığında yangın neredeyse tüm binayı sarmış bulunuyor. Sürgülü merdiven olmadığı iddiasına gelince… Peki, Aladağ’da yok da Anadolu’nun kaç ilçesinde değeri yaklaşık 2 milyon lirayı bulan bu itfaiye araçları mevcut? Hemen hemen hiçbirinde yok!.. Sadece çok katlı binaların olduğu kent merkezleriyle büyük ilçelerde bu tür araçlar görev yapıyor. Buna rağmen Aladağ’daki itfaiyeciler yangını söndürmeye çalışırken, beraberlerindeki 10-12 metrelik merdivenle birkaç çocuğu yanmaktan kurtarıyorlar…
*  *  *
Yangının çıkış nedeni; eski ve bakımsız olan elektrik tesisatındaki kısa devre… Kısa sürede yayılmasının nedeni ise, duvarların ahşapla (lâmbri) kaplı olması! Onların altına da yangın anında boğucu-zehirleyici gaz çıkaran petrol türevi maddeler döşenmiş!.. Tüm katlarda zemin, camilerdeki gibi halılarla dolu!.. Yani bina, hem yangının çıkmasını, hem de hızla yayılmasını kolaylaştıracak tüm özellikleri taşıyormuş!.. Buna karşın feci olay sırasında yangın tüpleri bulunmuyormuş. Sorumluların ifadesine göre, tüpler bir gün önce bakıma gönderilmiş! Konuştuğum yetkililer ‘Burası asla yurt olarak kullanılmamalıydı! Kesinlikle izin verilmemeliydi’ diyorlar…
*  *  *
Giriş katında alevler yükselince, yitirdiğimiz yavrular üst kattaki bir odaya sığınıyorlar. Yangın merdiveninin, henüz alevlerin ulaşmadığı bu odaya uzaklığı 5-6 metre… Ama onun kapısı da plâstik. Yani yanıcı özellikte!.. Talihsizliğe bakın ki, odanın bitişiğindeki elektrik panosu da kısa devre yapıp yanmaya başlıyor. Çocuklar oda kapısını açtıklarında, minicik bedenleri yoğun gaza dayanamıyor ve hemen kendilerinden geçiyorlar! Ardından oraya da ulaşan alevler, melekleri aramızdan alıp götürüyor!..
*  *  *
Sevgili okurlarım,
Öğrencilerimizi ve bir eğitmeni inanılmaz ihmaller sonucu kaybettiğimiz bu feci olaya “katliam” demeyelim de ne diyelim?
==================================
Dostlar,

Değerli araştırmacı gazeteci – yazar Sn. Uğur Dündar‘a bu çabası için teşekür ederiz. Facianın iler tutar, savunulabilecek hiçbir yanı yoktur. Örn. yangın tüplerinin “1 gün önce” (?!) bakıma yollanması.. İdeal koşullarda bakım firması, bakıma aldığı yangın tüplerinin yerine yedek (ikame) yangın tüpleri sağlamalıdır. Kaskolu araç bakım – onarımda iken sigorta firmasının müşterisine denk bir araç sağlaması bile ülkemizde düzenlenmiş iken, böylesi yaşamsal bir zorunluk gözden uzak tutulabilir mi? Ya da yangın tüplerinin götürülmeden yerinde bakım yapılması olanaksız değildir.. Yarısının götürülüp bakım – doldurma sonrası yerine konup öbür yarısının götürülmesi bir başka seçenektir..

Soruun köktenci çözümü için önerilerimiz de olacak :

TOKİ hızla, 1-2 yıl içinde ülkemizin yurt sorununu çözecek çağcıl – güvenli binalar yapmalıdır.
– Tarikat – cemaat yurt binaları ve işletmesi kamusallaştırımalıdır.
Yatılı Kuran kursları kapatılmalı ve Diyanet’ten alınarak yeniden Milli Eğitim Bakanlığı yönetimine verilmeli ve eğitim 4+4 sonrası 8 yıllık temel eğitim bittiğinde başlamlıdır.
– Her öğrencinin yaşadığı yere en yakın, ailesiyle kalabileceği uzaklıkta – yakınlıkta
okul yapılmalıdır.
– Sınırlı yerlerde yatılı İlk ve Ortaöğretim bölge okulları (YİBO) yeniden açılmalıdır.
– Eğitimde özelleştirme durudurulmalı, EĞİTİMDE BİRLİK DEVRİM YASASI
(Tevhid-i Tedrisat) uygulanmalıdır
.
– Kamusal nitelikli ve bütçeden karşılanan ulusal eğitim sistemi sektörde boşluk bırakmaksızın gereksinimi karşılamalı, tarikat – cemaatlara boş alan bırakılmamalıdır.
– Milli Eğitim Bakanından başlanarak tüm sorumlular yargı önünde bu facianın hesabını vermelidir.
– Çocuklarını kurban veren ailelere uzun süreli cömert düzeyde maddi – manevi destek, psikolojik danışmanlık hizmeti verilmelidir.
– Arkadaşlarını yitiren çocuklara da gerekli psikolojik destek yeter süre verilmelidir.
– Bu yurt binası onarılmadan korumaya alınarak ibretlik bir müze yapılmalıdır.
– Hizmetteki tüm yurt binaları başta olmak üzere, hastaneler, okullar, kamu binaları öncelikle ve en geç 1 ay içinde mevzuata – uluslararası standartlara uygun sağlık – güvenlik düzeyine getirilmelidir.
……
Sevgi, saygı ve yüreğimizin yangınıyla…
04 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

ALADAĞ Yangını ve Erdoğan’ın Gönlündeki Sultanlık Yangını

başlıklı makalemizi okumak için lütfen tıklar mısınız??

aladag_yangini_ve_erdoganin_gonlundeki_sultanlik_yangini

Mustafa Kemal’in tek kurşun atmadan dehasıyla kazandığı zafer!.

Mustafa Kemal’in tek kurşun atmadan dehasıyla kazandığı zafer!..

2

Yıl 1922…
Mustafa Kemal ve askerlerinin 30 Ağustos Zaferi ile perişan ettiği Yunan Ordusu’nu adeta süpürerek 9 Eylül’de İzmir’e girmesi, müthiş bir Yunansever ve Türk düşmanı olan İngiltere Başbakanı Lloyd George’u çılgına çevirmişti… Türklere hâlâ ağır bir ders verme sevdasında olan Lloyd George, Sevr Antlaşması’na göre Boğazlar çevresinde oluşturulan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri tarafından savunulan “Tarafsız Bölge”nin uluslararası koruma altında olduğunu ileri sürerek Türk Ordusu’nun bölge sınırlarına girmesini savaş sebebi saydığını ilan etmişti.
Oysa, İzmir’in geri alınmasından sonra Mustafa Kemal’in öncelikli hedefi, batıda Misak-ı Milli hudutlarına ulaşmak için Doğu Trakya’nın da Yunan işgalinden kurtarılmasıydı.Ancak oraya giden yol Boğazlardan yani “Tarafsız Bölge”den geçiyordu. Bu durumda, bir İngiliz-Türk çatışması kaçınılmaz görünüyordu. Lloyd George’a muhalif bakanların da yer aldığı İngiliz kabinesi, iki nedenle telaş ve paniğe kapılmıştı. Birincisi; I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere, bölgeden muharip güçlerinin büyük kısmını çekmiş, İstanbul’da ve Çanakkale çevresinde düşük düzeyde kuvvetler bırakmıştı. Bu nedenle savaşa hazır değildi. İkincisi, kısa süre önce yaşadığı Dünya Savaşı’nın açtığı derin yaraları hâlâ sarmaya çalışan İngiliz halkı tekrar savaşmak istemiyordu.
* * *
Osmanlı Hükümeti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettikten sonra barışı getireceği umuduyla Mondros Mütarekesi’ni imzalamış ancak mütarekenin barış getirmediğini ve galip devletlerin Osmanlı topraklarını işgale devam ettiklerini görmüştü. 13 Kasım 1918’de galip devletlerin 61 parçalık donanması Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul önünde demirlemiş ve işgal kuvvetlerini karaya çıkartmıştı. Türk halkının varını yoğunu ortaya koyarak ve bir nesli feda ederek savunduğu Çanakkale’nin düşman donanması tarafından rahatça geçilip işgal edilmesi, Türk halkını derin bir üzüntüye boğmuş, kalbini kanatmıştı. Ne var ki, Osmanlı Hükümeti’nin 20 Ağustos 1920’de imzaladığı Sevr Antlaşması, Türk halkı için daha onur kırıcı sonuçlar doğurmuş ve İngiltere ile müttefiklerinin Boğazlar ve İstanbul üzerindeki hakimiyetini pekiştirmişti. (AS : Sevr Antlaşması’nın tarihi 20 değil 10 Ağustos 1920 olacak..)
* * *
İngiltere İmparatorluğu’nun Çanakkale’de ağır yenilgiye uğramasını hazmedemeyen Lloyd George, İstanbul’u ve Boğazları geri ve barbar bir ırk olarak gördüğü Türklere bırakmamakta kararlıydı. Bu amaçla Mustafa Kemal’le savaşı şöyle savunuyordu:“Gelibolu Yarımadası’nın Türklerin eline geçmesine asla izin vermeyiz. Orası dünyamızın en önemli stratejik noktasıdır. Boğazların Türkler tarafından kapatılması, savaşı iki yıl uzatmıştır. Türklerin Gelibolu Yarımadası’na sahip olmaları akıl almayacak bir şeydir ve bunu önlemek için savaşmalıyız.”
Winston Churchill de, Lloyd George’u şu ifadelerle destekliyordu: “Asya’yı Avrupa’dan ayıran derin su çizgisi önemli bir çizgidir ve bunu tüm gücümüzle emniyete almamız gerekmektedir. Türkler Gelibolu Yarımadası ile İstanbul’u alırlarsa, zaferimizin tüm meyvelerini kaybetmiş oluruz!..”
* * *
İngiliz Hükümeti savaş kararı almıştı ama İngiliz halkı savaşmak istemediğine göre, savaşacak asker bulmak lazımdı. Bu maksatla 15 Eylül’de tüm İngiliz dominyonlarına Lloyd George imzalı telgraflar gönderildi. Ertesi gün, gazetelerde yayınlanan hükümet bildirisinde, “Müslüman Türkiye’nin İngiltere ile müttefiklerini büyük bir yenilgiye uğrattığı kabul edildiği takdirde, Müslüman dünyasının bundan esinlenerek sömürge yönetimini üstünden atmak için cesaret bularak ayaklanacağı”vurgulanıyordu.
Tam bu sırada, Fransızlar ve İtalyanlar Tarafsız Bölge’nin ön cephesindeki askerlerini çekerek İngiltere’yi yalnız bıraktılar. Arkadan, dominyonlar asker gönderme eğiliminde olmadıklarını açıkladılar. Hindistan, Kanada ve Avustralya Londra’nın talebini reddediyor, Güney Afrika cevap dahi vermiyordu. Sadece, Yeni Zelanda ve Newfoundland olumlu cevap verdiler.
* * *
Dışişleri Bakanı Lord Curzon 23 Eylül’de Paris’te, Fransa Dışişleri Bakanı Poincare ve İtalya Dışişleri Bakanı Sforza ile görüştü ama onları savaşa ikna edemedi. Ünlü tarihçi David Fromkin, “Barışa Son Veren Barış” adlı eserinde, bu durumda düş kırıklığına uğrayan Lord Curzon’un yan odaya geçip, çaresizlikten ağladığını yazar!..
Ancak giderek artan olumsuzluklar Lloyd George’u etkilemedi. Nitekim, hükümet 23 Eylül’de, Çanakkale’ye ilave savaş gemileri ve hava kuvveti ile Aldershot, Malta, Mısır ve Cebelitarık garnizonlarından kara kuvveti gönderme kararı aldı. Bu esnada Türk ordusu “Tarafsız Bölge”yi kuşatacak şekilde ilerliyordu. Yunan Ordusu’nu ezip geçen Türk askerlerinin ve komutanlarının morali zirvedeydi. Yakın çevresinden Mustafa Kemal’e “Selanik’i de geri alalım” yolunda telkinler yapılıyordu.
* * *
27 Eylül’de İngiliz Hükümeti, İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a, “Tarafsız Bölge”nin boşaltılmasının Britanya İmparatorluğu’nu utanç verici duruma düşüreceği ve bu nedenle Mustafa Kemal’e orayı çevrelemekten vazgeçmediği takdirde, ordusuna ateş açılacağı ültimatomunun verilmesi talimatını gönderdi.Ancak, General Harrington, serinkanlı bir muhakemeyle ültimatomu Türk tarafına iletmedi. Zira karşısında savaş deneyimi kazanmış 40 bin kişilik bir ordu vardı. İzmit civarındaki Türk Ordusu’nun mevcudu da 50 bindi…
* * *
Bu sırada cephede garip bir olay yaşanıyordu. Türk birlikleri İngiliz savunma hatlarına doğru resmi geçit düzeninde “rap…rap…rap…” sesleriyle ilerliyordu. Başkomutan Mustafa Kemal’in talimatı uyarınca, ilk ateş edenin kendileri olmayacağını belirtmek için askerler tüfeklerini omuzlarına dipçikleri yukarı, namluları aşağı gelecek şekilde asmışlardı. Bu görüntü İngilizler için ürkütücü ve sinir bozucuydu. Dalga dalga ilerleyen binlerce Türk askeri, bir süre sonra dikenli teller arkasından şaşkın bakışlarla kendilerini izleyen İngiliz askerleriyle yüz yüze geldi. Artık General Harrington’un Mustafa Kemal’le bir uzlaşma zemini aramaktan başka çaresi kalmamıştı…
* * *
Mustafa Kemal her zamanki gerçekçiliğiyle serinkanlı hareket ederek, meselenin siyaset yoluyla çözümlenmesine karar verdi. Doğu Trakya’nın Meriç’e kadar Türkiye’ye bırakılması şartıyla, Mudanya’da mütareke görüşmelerine başlanmasını kabul etti. 11 Ekim’de noktalanan görüşmelere göre, Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşa son veriliyor, Yunanistan Doğu Trakya’yı Türkiye’ye bırakıyor, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda dar bir kıyı şeridi “Tarafsız Mıntıka” olarak kabul ediliyor ve önemli konular toplanacak barış konferansına bırakılıyordu.
Böylece İngiltere’nin Batı Anadolu’yu Yunanistan’a verme politikası iflas etti. Bu politikanın mimarı Başbakan Lloyd George da, Türklere karşı sınırsız düşmanlığının ve hatasının bedelini, istifaya mecbur kalarak ve siyaset sahnesinden silinerek ödedi.
* * *
Tarihe 1922 Çanakkale Krizi (The Chanak Affair) olarak geçen bu süreç, Atatürk’ün, asker ve devlet adamlığı vasıflarını ortaya koyarken, aynı zamanda gerçekçi olma, riski iyi hesaplama, duygularına kapılmama ve ölçülü hareket etme niteliklerini -üstelik tek kurşun atmadan- bir kere daha gözler önüne serdi.
İzmir’in kurtuluşunun 94. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin kurucusu, ulusal bağımsızlığımızın ve Türklük şuurunun mimarı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anmayı görev biliyor, onun aziz hatırası önünde minnet ve şükran duygularıyla eğiliyorum.
Ne mutlu, Türküm diyene!..
* * *
Sevgili okurlarım,
Okurken insanın tüylerini ürperten, gözlerini yaşartan araştırmanın sahibi bilge diplomat, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’a teşekkür ediyor, İzmir’i kurtaran 9 Eylül Zaferi’ni bir kez daha kutluyorum.

Uğur DÜNDAR
SÖZCÜ, 09.09.2016

===========================================

Dostlar,

Cumhuriyetimizin yetiştirdiği aydınlık kişiliklerden biri de hiç kuşku yok çoook başarılı gazeteci – yazari bol ödüllü… Sayın Uğur Dündar..

Pek çok yazısı gibi bunu da çok anlamlı ve değerli bulduk ve 9 Eylül 1922 tarihli görkemli zaferimizin 94. yılında kendisine teşekkür ederek paylaşmak istiyoruz..

Bir minik maddi hata düzeltmesi yaptık metin içinde..

Bir de ekleyelim ki, Büyük ATATÜRK‘ün öncülüğünde Türk Milleti olarak bu büyük utkumuz (zaferimiz), o dönemin dünya devi ve jandarması, günümüzün ABD’sinin rolündeki İngiltere’de Başbakan Lloyd George‘un istifa etmek zorunda kalması sonucunu da doğurmuştu..

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Şükrü Elekdağ: Alman Parlamentosu’nun kararı adaletsiz ve ahlak dışıdır!..

Dr. Şükrü Elekdağ:
Alman Parlamentosu’nun kararı
adaletsiz ve ahlak dışıdır!..

SÖZCÜ, 4 Haziran 2016
Uğur DÜNDAR

Sevgili okurlarım,

(AS : Bizim önemli katkımız yazının altındadır…)

Alman Meclisi, 1915 olaylarını Ermeni soykırımı olarak niteleyen bir kararı 2 Haziran 2016 günü onayladı. Başbakan ile yardımcısının ve Dışişleri Bakanı’nın katılmadığı oylamada karar, bir çekimser ve bir ret oyuyla, yani hemen hemen oy birliğiyle kabul edildi.

“1915-16 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler ve Öbür Hıristiyan Azınlıklara Uygulanan Soykırımın Hatırlanması ve Anılması” başlıklı bu kararın içeriğini 26 Mayıs’ta bu sayfada öngörüleri daima doğru çıkan bilge diplomat, Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ ile yaptığım söyleşide özetlemiş ve değerlendirmiştik. Sayın Elekdağ, Federal Meclis’in kararı kabul etmesi halinde, uluslararası hukuku, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadını ve Alman Anayasası’nı ihlal edeceğini de vurgulamıştı.

sukru-elekdag-ugur-dundar

Parlamentonun onayından sonra kendisine “Sizce Ankara, Almanya’nın ‘hasmane’ kelimesinden başka şekilde değerlendirilmesi mümkün olmayan tutumuna nasıl mukabele edecek?” sorusunu yönelttim. İşte yanıtları:  

TÜRKİYE’Yİ KARALAMAK İÇİN ALINMIŞ SİYASİ BİR KARAR

Dr. ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (Ş.E.): Önceki söyleşimizde, Almanya’nın, Ermeni tezlerinin dünyaca kabul edilmesini öngören bir devlet politikası izlediğini vurgulamış, bunun önde gelen nedeninin de, Yahudi soykırımı suçunu işleyerek dünyanın en iğrenç suçunun faili olmuş olan Almanya‘nın bir suç ortağı aradığını ve Türkiye’yi bu role en uygun aday görmesinden kaynaklandığını belirtmiştim. Evet, tekrar edeyim… Almanya suçunu paylaşacak tarihi ortak arıyor ve vicdanını temizlemek için Ermeni soykırımını destekleyerek Türk Milleti’nin tarihini haksız ve asılsız iddialarla kirletmeye çalışıyor. Almanya, ayrıca, Türkiye’yi Ermeni soykırımıyla suçlamak suretiyle, hem Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin önünü kesmek, hem de Almanya’da yaşayan Türklerin milli şuurunu örseleyerek onların Alman toplumuna entegrasyonunu kolaylaştırmak istiyor. Detaylı şekilde izah ettiğim bu hususları tekrar ele almayacağım. Ancak, Türk halkının dost ve müttefik bir ülke olarak baktığı Almanya’nın parlamentosunun, sırf siyasi amaçlarla Türkiye’nin tarihini karalamaya, tahrif etmeye kalkışmasının, çok yakışıksız, adaletsiz ve ahlak dışı bir hareket tarzı olduğunu vurgulamak isterim. Ankara’nın tepkisine gelince, bunun artık “klasikleşen”, Berlin’deki Büyükelçimizi istişare için Ankara’ya çağırmak, bir süre sonra da geri göndermek şeklinde tecelli edeceği söylenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın, Almanya’nın bu tutumunun karşılıksız bırakılmayacağı anlamındaki ifadeleri ve Dışişleri Bakanlığı’nın, “Bu dayatmaya karşı, hukuki yollar dahil her türlü imkân kullanılarak direnilecektir.” yolundaki açıklaması, şu safhada söylenebilecek isabetli sözler… Ancak bunların “retorik”ten (kulağa hoş gelen aldatıcı ifadeler) ibaret kalmaması lazım. 

ERMENİ PROPAGANDASININ MERKEZ ÜSSÜ ALMANYA

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Beni derinden hayrete düşüren bir husus, 630 üyeden oluşan Federal Meclis’in, sadece bir “hayır”, bir de “çekimser” oy eksiğiyle, blok halinde Türkiye’yi soykırımla suçlamasıdır. Burada bir garabet var!.. Berlin Büyükelçiliğimiz muhakkak ki, Alman milletvekilleri nezdinde bir ikna faaliyetinde bulunmuştur. Ama aldığı sonuç kocaman bir sıfır…

(Ş.E.): Üstünde durulması gereken husus şudur: Avrupa’da Ermeni lobisinin en kuvvetli olduğu ülke Fransa’dır. Buna rağmen Türkiye’yi Ermeni soykırımıyla suçlayan 29 Ocak 2001 tarihli yasa, 577 üyeli Ulusal Meclis’te oturuma katılan 50 milletvekilinin oylarıyla kabul edilmiştir. Yasanın 348 üyeli Senato’da kabulü de 40’a karşı 164 oyla olmuştur. Yine Fransa’da sözde Ermeni soykırımının inkârının (AS : “inkâr” sözcüğü, İngilizce metindeki “denial” ın karşılığı olarak yanlış kullanılıyor.. Soykırım oldu ama biz “inkâr” ediyoruz.. anlamı çıkıyor. Doğru çeviri “red” sözcüğü olmalıdır. Soykırım suçlamasını “inkâr” değil “reddediyoruz” çünkü böyle bir şey yapmadık…) cezalandırılmasına ilişkin Boyer Yasası’nın Ulusal Meclis’te kabulü, oturuma katılan 45 milletvekilinden 38’inin oylarıyla gerçekleşmiştir. Bu duruma karşılık, Alman Federal Meclisi’nde tüm milletvekilleri, hemen hemen hiç fire vermeden, Türkiye’yi soykırımla suçlamışlardır. Bunun nedeni, Ermenistan lobiciliğinin fiilen Alman Devleti tarafından yapılmasından ve egemen görüşe tüm milletvekillerinin ayak uydurma zorunluğunu duymalarından ileri gelmektedir. Altını kalın çizgilerle çiziyorum. Alman hükümetleri, Almanya’yı Ermeni propagandasının merkezi/üssü haline getirmişlerdir. 26 Mayıs tarihli söyleşimizde Almanya’nın Ermeni soykırım propagandasını nasıl yürüttüğünü teferruatlı bir şekilde izah etmiştim.

(U.D.): Ankara’nın tepkisinin “retorikten” ibaret olmaması dediniz… Açar mısınız?..
 

2001 YILI ERMENİ SORUNUNDA MİLAT OLDU

(Ş.E.): Hükümet, Türkiye’nin tepkisinin ne olacağını değerlendirirken, şu gerçeği dikkate almalıdır. 2001 yılında Fransa Ulusal Meclisi’nde kabul edilen Ermeni soykırımını tanıma yasasına karşı, Türkiye’nin Fransa’ya güçlü bir diplomatik çıkış yapamamış olması, diğer ülkelerin parlamentolarının da benzer kararları kabul etmelerine yol açmıştır. Bu anlamda, 2001 yılı, Ermeni sorununda bir milat oluşturmuştur. 2001 yılına kadar Ermeni iddialarını soykırım olarak niteleyen parlamento sayısı 10 iken, 2007 yılına gelindiğinde bu sayı ikiye katlanmıştır. AB’nin patronu ve küresel bir aktör olan Almanya Federal Meclisi’nin bu girişimi de, diğer ülkeler parlamentolarını benzer kararlar almaya teşvik edecektir. Böyle bir gelişme de, Ermenistan’ın tezinin, “tarihsel açıdan kanıtlanmış bir olgu olduğu” iddiasını kuvvetlendirecektir. Bu bakımdan, Türkiye’nin tepkisinin caydırıcı unsurlar içermesi önem taşımaktadır. Aksi takdirde, yani uluslararası alanda Türkiye’yi soykırımla suçlamanın hiçbir maliyeti olmayacağı algısı doğarsa, “çorap söküğü” etkisiyle birçok ülke Almanya’yı örnek olarak alabilir.

(U.D.): Federal Meclis’in, Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik soykırım iddiasını Dr. Johannes Lepsius adlı Protestan din adamı tarafından hazırlamış olan bir rapora dayandırdığı anlaşılıyor. Bu denli ağır bir suçlama yapılırken, birçok tartışılmaz nitelikte kanıt gösterilmesi gerekmez miydi? 

95 YIL ÖNCEKİ SKANDALIN BİR BENZERİ YAŞANDI

(Ş.E.): Muhakkak ki gerekirdi!.. Ama, açık vermekten çekinmişlerdir. Çünkü ellerinde bir yetkili mahkeme tarafından sağlam bir kanıt olarak kabul edilecek bir belge yok. Olsa, böyle bir belgeyi, 1921’de Sadrazam Talat Paşa‘yı Berlin’de öldüren Ermeni militanı Tehliryan‘ın davasında mahkemeye sunarlardı. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı basını, Alman Genelkurmayı’nı Ermeni tehcirini Osmanlı Devleti’ne sadece önermekle değil, aynı zamanda yönetmekle suçlamıştı. Savaştan yenik çıkan Alman Hükümeti bu suçlamadan etkilenmiş ve Türk düşmanlığıyla ün yapmış papaz Lepsius‘a “Almanya ve Ermenistan, 1914-18” adlı, propaganda amaçlı, Almanları temize çıkaran, Osmanlıları suçlayan bir kitap yazdırmıştı. İşte böyle bir ortamda cereyan eden Talat Paşa Davası’nda, Alman hakimler, mahkeme safahatını maktul Talat Paşa‘yı suçlu, Ermeni katil Tehliryan‘ı da mağdur sandalyesine oturtacak şekilde kurgulayarak, Alman Devleti’ni temize çıkarmayı amaçladılar. Hesapları, mahkemenin Tehliryan’ı suçsuz bulan kararıyla, Alman Devleti’nin beraat ettirilmesi ve hakkındaki ithamlardan kurtarılmasıydı. Türkiye’de yaşamış olan ve olayları yakından bilen Alman subaylar yerine, olaylar hakkında ikinci elden bilgi sahibi olan Ermeni yanlısı kişiler mahkemeye tanık olarak çıkarıldı. Mahkemenin taraf tutan davranışına General Bronsart gibi Türkiye’de görev yapan ve görgü tanığı olmak isteyen Almanlar itiraz etti. Ama mahkeme, bu itirazları dikkate almadı ve verdiği kararla katili serbest bıraktı. Yani adalet, hak ve hukuk, siyasi nedenlerle katledildi. Talat Paşa mahkemesine benzeyen bir skandal ve adaletsizliğe 95 yıl sonra Alman Federal Meclisi’nin alet edilmesi büyük talihsizliktir. 

SANSÜRLENMİŞ RAPORA ATIFTA BULUNULUYOR

(U.D.): Gerçekten utanç verici… Peki, kararın gerekçesinde Lepsius’un raporuna verilen önem nereden kaynaklanıyor?

(Ş.E.): Gerekçede, Lepsius‘un, 1915 Temmuz/Ağustos aylarında İstanbul’da yürüttüğü araştırmalar sonucunda Ermenilerin durumu hakkında yazmış olduğu, fakat o dönemde askeri sansür nedeniyle Almanya’da yasaklanmış olan raporuna atıfta bulunuluyor. Lepsius raporunda, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Ermeni azınlığa karşı bir toplu kıyım tasarlayıp uyguladığı iddia etmişti. Ancak bu rapor, Lepsius’un İstanbul’da ziyaret ettiği ABD Büyükelçisi Morgenthau‘nun kendisine verdiği Amerikalı Protestan misyonerlerin uyduruk ve düzmece belgelerini kaynak olarak almıştır. Bu konuda Profesör Heath Lowry tarafından yapılan araştırmalar, Morgenthau‘un Lepsius‘e verdiği bilgileri aynı zamanda “İngiliz Savaş Propaganda Bürosu” tarafından 1916’da yayımlanan “Mavi Kitap”ın editörü konumundaki Viscount Bryce‘a da verdiğini göstermektedir. Yani, bugün artık tam bir savaş propaganda malzemesi olduğu ortaya çıkan Mavi Kitap ile Lepsius‘un raporunun dayandığı bilgilerin kaynağı aynıdır. Tekrar edeyim bu bilgi kaynağı da, tümüyle yalan veya yarı gerçek verileri nakleden ve çarpıcı tutarsızlıkları içeren Amerikalı misyonerlerin raporlarıdır. (Heath W. Lowry, The Story Behind Ambassador Morgenthau’s Story, ISIS Ltd. İstanbul, 1999) 

ÇIKIŞ YOLU ORTAK BİR TARİH KOMİSYONUDUR

(U.D.): Bu söyledikleriniz, Alman Meclisi tarafından alınan suçlayıcı kararın arkasında, hem dinsel yaklaşımın, hem de Türk karşıtlığının olduğu izlenimini veriyor.

(Ş.E.): Evet!.. Diğer Avrupalılar gibi, Almanların da Ermeni meselesine bakışlarında, geçmişin mirası Haçlı zihniyetinden kaynaklanan kör taassup, yani ırkçılık soslu Hıristiyanlık önemli bir rol oynuyor. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken bir husus da, Hıristiyan Kilisesinin, kendisini, aşılamış olduğu “Yahudi nefreti” düşüncelerden dolayı Yahudi soykırımından sorumlu görmesidir. Bu gerçeği, Papa XXIII. John da bir duasında dile getirmiştir. Bu suçluluk psikolojisinden kurtulmak içindir ki “Hitler, soykırımı Türklerden öğrendi” şeklinde propaganda yapılmaktadır. Batılı Hıristiyan devletler günahlarından arınmak için tarihte ilk soykırımını yapanların Hıristiyanlar değil, Müslüman Türkler olduğunu iddia etmektedirler. “Hitler’in soykırımını Türklerden öğrendiği” yolundaki tez, esasında “biz Hıristiyanlar böyle kötü şeyler yapmayız ama, bunu Türklerden öğrendik” diyerek, bir tür günahtan arınma metodudur. Yani, Yahudilerin gerçek düşmanı Hıristiyanlar değil, onları cinayet işlemeye teşvik eden Türklerdir. Burada çok önemli, fakat bilinmeyen bir gerçeği vurgulayacağım. Bu da, uluslararası koşulların, Türk-Ermeni sorununda bir uzlaşmayı kolaylaştırmak şöyle dursun, tam tersine düşmanlık ve husumet ortamının sürmesini körükleyici, teşvik edici bir niteliğe sahip olduğudur. Hal böyle olunca,

  • Türk-Ermeni ilişkilerini 101 yıl önce takıldığı yerden kurtarmak için inisiyatifin bizzat Türkiye ile Ermenistan’dan gelmesi zorunlu olmaktadır.

Bu gerçek hem Türkleri, hem de Ermenileri şu soruya yanıt aramaya zorluyor:

Böyle ortak bir girişime başvurulmazsa ne olur? Olacak olan şudur:

  • Ermeniler sürekli mağduriyet ve hakları yenilmişlik, Türkler ise dünya çapında bir haksızlık ve iftiraya uğramışlık hislerinden kurtulamaz. Bu koşullarda da iki ulus arasında uzlaşma ve barış bir hayal olur. Bu açmazdan çıkış yolu, Türkiye’nin önerdiği ortak tarih komisyonudur.

=====================================================

Dostlar,

Sayın E. Büyükelçi (1974-79 Dışişleri Müsteşarı) Dr. Şükrü Elekdağ‘ın SÖZCÜ yazarı
değerli gazeteci Uğur Dündar‘ın ustalıklı sorularına verdiği yanıtlar tarih belgeseli gibidir. Birkaç kez okunmalı, paylaşılmalı ve arşivlenmelidir.
Dışişleri ve ilgili kişi – kurumlar yabancı dillere çevirerek dağıtmalıdır..

Dışişleri Bakanlığı hemen bir resmi web sitesi açmalı ve
arşivlerimizdeki belgeleri bu sitede yayımlamalıdır.

Tayyip beyin habire “Arşivlerimiz açık, siz de açın.. “ demesi yetmiyor..

Türk arşivlerindeki kesin – net – tarihsel kanıtların belgelerini, özgün biçimi ve birkaç dilde çevirisi ile yayımlayınız. Bu amaçla görevli özel bir Devlet birimi kurunuz..

Siyasal tarih uzmanı bilim insanlarını, siyaset bilimcilerini, uluslararası ilişkiler uzmanlarını birikimli diplomatları, Türk Ermenilerini.. Türk Tarih Kurumu’nun eşgüdümüyle, Cumhurbaşkanlığının manevi korumasında (himayesinde) özel bir yasayla kurulacak
bilimsel olarak özerk bir devlet biriminde bir araya getiriniz.. Propaganda malzemesi ve yöntemleri geliştirsinler.. Dışişleri de uluslararası örgütüyle dünyaya yaysın..

Cumhurbaşkanlığının manevi korumasında (himayesinde),

ULUSLARARASI ERMENİ “SOYKIRIMI MI – TEHCİRİ Mİ” KONGRESİ 

düzenleyiniz İstanbul’da ya da başkent Ankara’da..

– Başınızı kısır çıkar çekişmelerinden,
– Başkanlık takıntısından,
– Milli Eğitim Bakanlığının adı ve milli eğitim müfredat içeriğinden,
– Zürriyeti çoğaltma ve aile planlaması uygulayan on milyonlarca insanımızı
İslamiyet dışı ilan etme,
– Esad’ın ülkesinde iç savaş çıkartmaktan…
…………………………….

vb. insanlığa karşı suçlardan.. benzeri saçmalıklardan kaldırınız ve
ülkemizin yaşamsal sorunlarına odaklanınız..
14 yıldır yarattığınız ciddi enkazı artık görünüz..

Türkiye, yarattığınız bu ağır enkazın altında kalırsa siz kurtulacak mısınız, nasıl ??

Yoksa başınız o zaman mı göğe erecek eeeeyyyyy AKP iktidarı ve “gönüllü kulları” ?? (*)

Sevgi ve saygı ile.
05 Haziran 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Not : Sn. E. Büyükelçi (1974-79 Dışişleri Müsteşarı) Dr. Elekdağ’ın yanıtında da
ayraç içine koyduğumuz önemli paragrafı bir kez daha aşağıda sunuyoruz..
Lütfen bu ciddi yanlışa artık bir son verelim…

  • “İnkâr” sözcüğü, İngilizce metindeki “denial” ın karşılığı olarak yanlış kullanılıyor..
    Soykırım oldu ama biz “inkâr” ediyoruz.. anlamı çıkıyor.
    Doğru çeviri “red” sözcüğü olmalıdır.
    Soykırım suçlamasını “inkâr” değil “reddediyoruz” çünkü böyle bir şey yapmadık…

(*) Terim, Étienne de La Boétie‘ye aittir.. (Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev..)
(Discourse on Voluntary Servitude, or the Anti-Dictator, 1552-53)

Atatürk siroza alkol nedeniyle yakalanmadı!..


(A. Saltık : Yazının altında bizim önemli katkılarımız var…)
Peki neden yakalandı?

Hemen söyleyeyim; parazitlerden!..
Bu güçlü iddianın sahibi sıradan biri değil. Yaşamını bilime adamış, parazitoloji ve mikrobiyoloji alanında makaleler, kitaplar yazmış, ayrıca katıksız bir Atatürkçü olan
Prof.Dr. Gülendame Saygı

Büyük Önder Atatürk’ün idrar yolları rahatsızlığına ve siroza sebep olan “Şistozoma” türü parazitleri, Osmanlı’nın Ortadoğu’daki sıcak topraklarında görev yaptığı sırada, büyük olasılıkla da Kahire’de kapmış olabileceğini düşünüyor.
Onun kimi zaman at sırtında, hatta bazen yaya olarak yaptığı uzun yolculukların birinde, örneğin Kahire’ye giderken yıkandığı sudan, o coğrafyada çok yaygın olan parazitlerin bulaşmış olduğuna inanıyor.
“Sirozunun nedeni alkol değil, işte bu parazitlerdi.“ diyor.
Ulaştığı bulguları da yayınladığını, ancak bunların geniş toplum yığınlarına ulaşamadığını belirtiyor.
*  *  *
Bilindiği gibi Atatürk, siroza yakalanmadan önce idrar yolları tedavisi görmüş, hatta Avrupa’ya bile gitmişti. Gülendame Hoca, o dönemde Batılı doktorların, daha çok Kahire ve çevresinde görülen parazitlerden kaynaklanan hastalıklara teşhis koyabilecek bir bilgi ve pratiğe sahip bulunmadığını, bu nedenle Atatürk’ün hastalık nedeninin atlanmış olabileceğini söylüyor.

Prof. Saygı, araştırmalarını ilerletip çok sayıda belgeyi okudukça, Atatürk’ün sirozunun teşhis ve tedavisinde dehşet verici ihmaller olduğunu da görüyor. Örneğin karaciğerinde hastalık belirtileri ortaya çıktığında kendisini tedavi eden hekimlerin yaklaşık 6 ay süreyle karın bölgesini elle muayene ederek, karaciğerde büyüme olup olmadığını kontrol etmediklerini öğreniyor. Bunun “Atatürk’ten çekinme” olarak izah edilemeyeceğinin altını çiziyor.
Alman doktorların Atatürk’ün alkol sirozu olamayacağını açıklamalarının bile, tedavi ekibine “Acaba sirozun nedeni karaciğere yerleşen Şistozoma mansoni türü parazitler olabilir mi” sorusunu düşündürmediğini üzülerek fark ediyor.

Gülendame Saygı hocamıza göre; “Atatürk alkolden öldü” diyenler ya çok yanılıyor veya kasten böyle söylüyorlar!.. Böylece kocaman bir yalana alet oluyorlar!..
Oysa Büyük Önderin tüm sağlık sorunlarının altında, vatan topraklarını savunurken içinde yaşadığı kötü koşulların yattığını ve genç yaşta ölümünün de, o berbat ortamlarda kaptığı hastalıklardan kaynaklandığını öne sürüyor. Yani canını vatanına siper ettiğine yürekten inanıyor.

Akılları sıra ayyaş mayyaş diyerek asrın dehasını küçülteceklerini düşünebilen zır cahillere duyurulur!..

Uğur Dündar’ın Notu : İstiklâl Marşımızın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy da,
alkol kullanmamasına rağmen Kahire’de siroza yakalanmıştı. Prof. Gülendame Saygı
‘Eğer ömrüm kaldıysa Allah benden alıp Mustafa Kemal’e versin’ diyen dindar Akif’e de hastalığın, büyük ihtimalle parazitlerden geçmiş olabileceğini düşünüyor.

==================================

Dostlar,

Bir başka açıklama da, Mustafa Kemal Paşa’nın cephelerde Sıtmaya yakalandığı ve yetersiz sağaltım (tedavi) nedeniyle birkaç kez nükseden hastalığı için yüksek miktarda Kinin kullanmak zorunda kaldığıdır. Bu ilacın yüksek dozunun Karaciğerde “Banti sendromu” denilen bir yetmezliğe yol açmış olmasıdır.

Ne yazık ki geriye doğru (retrospektif) post-mortem (ölüm sonrası) tıbbi tanı olanağı Atatürk‘ümüz için yok. Sıvı azotta (-195 derece) bedeni dondurulmuş olsaydı, doku örnekleri günümüz tıbbi tanı tekonolojisiyle inecelenebilir ve geriye dönük tıbbi tanı konabilirdi.

Şu kesindir ki; Mustafa Kemal’in Sofrası ülke sorunlarının mesai sonrasında da tartışıldığı, fazla mesai yapılan sosyal ortamlardır. Döneminin Beyin fırtınası masasıdır, hiç kimsenin bırakın 2 dubleyi, tek dubleyi geçmediği bilinmektedir. Herkesin kaşık – çatalının yanında not defteri ve kurşun kalem varlığı, SOFRA‘nın ciddiyetini, amacını ve yöntemini kanıtlamaktadır.

Dahası, Atatürk ülkesi için sabahlara dek çalışırdı. Sofra konukları, aldıkları notlar ertesi sabah ugulamaya kordu. Atatürk’ün sofrası, TÜRK DEVRİMİ’nin İŞLİĞİ (atölyesi-hamamı!) idi
Büyük Atatürk, “Sofra” dağıldıktan sonra aldığı notları değerlendirir, sabahlara dek çalışırdı.
Sigara – kahve – çay ile sabahlayan ve sabaha doğru “Nasılsa İsmet Başbakanlıkta görevinin başına gitmiştir…” diyerek geceler boyu tuttuğu Ülke nöbetini sabahları adeta İsmet Paşa‘ya güvenle devrederek birkaç saat kestiren ve bunca görkemli Devrimler yaparak insanlık tarihinde çok haklı bir yer edinen bir önderin ALKOLİK SİROZ olacak ölçüde çok alkol aldığı savının
en küçük bir inandırıcılığı olamaz..

Her şeyden önce Mustafa Kemal Paşa‘nın ülkesine ve halkına duyuğu sonsuz görev aşkı,
O’nu böylesine sorumsuz bir davranıştan alıkoyar. Epey bir bölümü Fransızca olan 4 bini aşkın kitabı özenle, çizerek, notlar alarak okumak, birkaç kitap yazmak, 15 yıl Cumhurbaşkanlığı yapmak… herhalde bir “alkolik” ile yan yana düşünülemeyecek olgulardır..
Hem Türk Devleti böylesi bir perişanlığa izin verir miydi??

Bu bağlamda web sitemizde daha önce yayımladığımız aşağıdaki 2 yazımıza da bakılmasını öneriririz :

1. ATATÜRK’ün SOFRASI (ATATURK’s night time dining table)
http://ahmetsaltik.net/2012/07/12/ataturkun-sofrasi-ataturks-night-time-dining-table/

2. Atatürk’ün Sofrasında konferans : Yeni Anayasa Tuzağı
http://ahmetsaltik.net/2013/05/17/ataturkun-sofrasinda-konferans-yeni-anayasa-tuzagi-prof-dr-ahmet-saltik/

Ayrıca                             :

Elazığ Cüzzam Hastanesi Başhekimi
olduğumuz 1980 başlarında, Sayın Prof. Gülendame Saygı ile kendileri Sivas’ta hoca iken yürüttüğümüz ortak bir bilimsel çalışma ile merhum
Prof. Türkan Saylan‘ın “ilginç-dramatik” öyküsünü de artık yazmalıyız.. Aradan 32 yıl geçti.. bizimle mezara gitmesin, ayrıca insanların gerçeği bilme hakkına saygı borcumuz da var…
Bizim bilimsel çalışma verilerimizi, Prof. Saylan ve ekibi Marmaris’te 9. Cildiye Kongresinde, kendilerininmiş gibi sunmuşlardı! Bu “aşırmayı” (intihali, bilim hırsızlığını!) görünce Gülendame hoca ve biz verilerimize dayalı bilimsel makalemizi Türkiye Parazitoloji Dergisinde yayımlamış ve bir dip notu düşerek;

  • “Bu çalışma, daha önce gerçek sahipleri olmayan kişilerce Marmaris’te 9. Cildiye Kongresinde sunulmuştur..” diye hazin durumu saptamak zorunda kalmıştık..
    Bu Derginin künyesi aşağıda :

    * Saygı G, Saltık A. Lepralı Hastalarda Bağırsak Asalakları. Türkiye Parazitoloji Dergisi
    7: (1-2); 53-57, 1984

    Sayın Prof. Dr. Gülendame Saygı hanımefendiyi, bir meslek büyüğümüz olarak
    saygı ile anıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
9 Nisan 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com