Etiket arşivi: toplumsal adalet

Hangi ‘yapısal reformlar’?

Hangi ‘yapısal reformlar’?

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 3.4.19

 

Yerel seçimler geride kaldı. Piyasaların beklentisi bundan böyle en az 4 yıl boyunca “seçim yarışının söz konusu olmadığı bir Türkiye’de yapısal reformların artık uygulanmaya konulacağı” umuduyla çalkalanıyor. “Yapısal reform gerekliliği” iktisat gündemimizde neredeyse ilahi bir kutsanma yükümlülüğüne dönüştürülmüş durumda. Bu hafta söz konusu kavramı içerdiği mistik algılardan arındırarak tartışmaya çalışacağım. Konu son derece geniş ve kapsamlı. Bu köşenin boyutlarının ise sınırlı olduğu gerçeğinden hareketle aşağıda vurgulayacağım öneriler demetinin kaçınılmaz olarak “genel ve soyut” düzeyde kalacağının farkındayım. Bunun için baştan özür diliyorum. Öte yandan da kapitalizmi idare etmek gibi bir niyetim, iddiam, ya da yükümlülüğümün olmadığını da okurlarımın takdirine bırakmak arzusundayım. Her şeyden önce, Türkiye’de hukukun üstünlüğünü sağlayacakemekçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek ve çoğunlukla piyasa sistemine müdahale ve düzenleme gerektiren “yapısal dönüşümler” ile İstanbul finans burjuvazisinin taleplerini birbirine karıştırmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye için olmazsa olmaz ilk adımlar 
Söz konusu yapısal dönüşümün Türkiye için “olmazsa olmaz” ön koşulları;

hukukun üstünlüğü ve
liyakata dayalı bir yönetim sisteminin kurgulanması ve
insan haklarına, özgür düşünceye saygılı, çağdaş ve katılımcı demokrasi kurumlarının özgürce çalışmalarının sağlanmasıdır.

Eğitimde tek tip, ezbere dayalı, sorgulamadan salt itaat etmeyi hedefleyen İslamcılaştırmaya dayalı öğretimin önüne geçilmeli; eğitim sistemimiz özgür, bilimsel kuşkucu, sorgulayan ve analitik düşünce ile donatılmış, yaratıcı nesiller yetiştirmeye odaklanmalıdır.
Ekonomik düzlemde ise toplumsal adaleti geliştirecek bir vergi düzenlemesi ön koşul olmalıdır. Toplumsal çürümüşlüğün ve ahlaksız büyümenin ana bileşeni olarak çalışan “vergi ve/veya imar affı” gibi düzenlemeler yasa dışı ilan edilmelidir. Buradan hareketle, kamu maliyesini güçlendirmenin yanı sıra haksız nitelikli kazançların adaletli bir biçimde vergilendirilmesine dönük olarak imar rantları vergilendirilmelidir
Türkiye benzeri gelişmekte olan yükselen piyasa ekonomileri için uluslararası yeni-işbölümünde üstlenilen görev, her ne pahasına olursa ihracatın artırılması ve bu nedenle de uluslararası rekabet gücünün yükseltilmesi önceliğidir. Bu da ücretlerin baskı altında tutulmasını ve ihracatçı sektörlerde emek veriminin yükseltilmesini sağlayacak -çoğunlukla ithal teknolojiye ve pazarlama tekniklerine dayalı dışa bağımlı- bir üretim desenini gerekli kılmaktadır. Buna karşılık olarak, emekçileri ve uğradıkları ekonomik şiddet altında sosyal dışlanmaya uğrayan kır ve kent yoksullarını da kucaklayarak genişleyen bir iç pazarın avantajlarından yararlanmak öncelikli olarak gündeme getirilmelidir. Bunların ötesinde, her ne pahasına olursa olsun sanayileşmenin yarattığı çevre tahribatı ve ekolojik felakete götürecek olan hiper-tüketime dayalı üretim anlayışı terk edilmeli; gelecek kuşaklara sağlıklı, temiz ve yaşanabilir bir dünya bırakmak önceliğimiz olmalıdır. 
Bu tür alternatif bir modelde uluslararası rekabet gücünü artırmak için ücretleri ve maliyetleri aşağıya çekme saplantısının yerini, iç pazarda istihdamı ve iç talebi koruyan, üretkenlik kazanımlarını emeğin gelirlerine yansıtan bir sanayileşme ve üretim modeli benimsenmelidir. Bu modelin ana itici gücü kamu girişimciliğine ve kamu yatırımlarına dayanmak üzere yeniden kurgulanabilir.

İnsan onuruna yakışır iş 
İşgücü piyasalarında enformalleştirmeyi (AS: kayıtdışılaştırmayı) özendiren taşeronlaştırıcı (alt-işveren tipi) uygulamalar titizlikle izlenmeli, ILO belgelerinde tanımlanan “insan onuruna yakışır iş” kavramı ana ölçüt olmalıdır. Hipersömürüyü olanaklı kılan cinsiyet ve etnik ayrımcılığa ve her türlü sosyal dışlanmaya yol açan enformal (AS: ayıt dışı) istihdam biçimleri reddedilmelidir. İşsizlik ve cinsiyet, etnik köken ve bölgesel eşitsizlik biçimleriyle mücadele tüm makro birimlerin önceliği olarak kurgulanmalıdır. Sermaye çevrelerince sürdürülen ve emeğin kazanımlarını yok etmeyi amaçlayan, kıdem tazminatının kaldırılması, fona devredilmesi ve/veya en azından işlevsiz hale getirilmesine yönelik istemler ise reddedilmelidir.

Küresel düzeyde finansal istikrarın sağlanması 
İktisat ile ilgilenen hemen bütün sosyal bilimcilerin ortak görüşü, 2007/08 küresel kriziyle tetiklenen ve “büyük durgunluğa” dönüşen küresel kriz dalgalarının ana nedeninin dünya finans piyasalarında yaşanan sürdürülemez şişkinleşme (aşırı değerlenme) ve borçlanma temposu olduğu konusunda birleşmektedir. Önceleri dot. com, daha sonra tüketici ve konut kredileri aracılığıyla sürdürülen finansal şişkinlik, 2007’de artık sürdürülemeyerek patlamıştır. Sermaye’nin finansal rant oyunlarından kurguladığı hayali kârlar, reel ekonominin gerçekleriyle bağdaşmaz niteliktedir. Dolayısıyla “çözüm”, öncelikle çarpık küreselleşme dalgasının üzerine inşa edildiği kırılgan finansal yapının reel ekonomik sektörlerle olan ilişkilerinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve “tıklama kapitalizminin” (capitalism on tick) hayali değerlere dayalı köpük ekonomisinin dizginlenmesinden geçmektedir. 
Bu anlamda, başta BDDK, SPK ve Merkez Bankası olmak üzere, finans sermayesinin ve rantiyer grupların taleplerine ve “finansal sistemin sağlığı herşeyden öncedir” şantajına karşı duracak, finansal istikrarı sağlamlaştırıcı bir kurumsal üstyapı oluşturulmalıdır. Ticari bankalar ile yatırım bankaları birbirinden ayrılmalı; kooperatif bankacılığı, kamu bankacılığı ve kâr amacı gütmeyen almaşık örgütlenme biçimleri özendirilmelidir. 
Merkez Bankası’nın kendisini salt fiyat istikrarı hedefiyle sınırlaması yerine, döviz kurundaki oynaklığı ve belirsizliği azaltacak ve reel düzeyini koruyacak bir “reel döviz kuru hedeflemesi” para politikası özendirilebilir. Daha genel anlamda, tüm finansal varlıkların fiyatlarını bir arada gözeten bir “finansal istikrar hedeflemesi” kavramı geliştirilebilir. Bu bağlamda, finansal sistemin hiper-akışkanlığını ve tahrip edici spekülatif öğelerini dizginleyecek bir finansal işlem vergisi düşünülebilir.

Yönetişim ve demokrasi 
Burada sıralanan “yapısal dönüşüm” önerilerinin nihayetinde “sistem-içi” olduğu ve sistemden kalıcı bir kopuş önerisiyle birleştirilmedikçe gerçekçi ve kalıcı olamayacağı ve bu haliyle de bu çabaların anlam ifade etmediği öne sürülebilir. Bu tespit kuşkusuz doğrudur. Nitekim, küresel ekonominin mevcut koşullarında kapitalizmin “sistem- içi” herhangi bir dönüşüm önerisine dahi tahammülü kalmamış durumdadır. Örneğin, hukukun üstünlüğü” veya katılımcı demokratik kurumlar gibi kavramlar artık gerek yerel, gerekse uluslararası sermaye çevrelerinin stratejik kararlarına ayak bağı olarak görülmekte ve köhnemiş bürokratik engeller biçiminde nitelendirilmektedir. 
Demokrasi kurumları artık yerlerini “akil insanlardan oluşturulan üst kurullar”, “uluslararası tahkim mevzuatı” ve adına “yönetişimci etkin devlet” denilen, demokratik denetimden uzak, güçler ayrılığı ilkesini reddeden teknokratik yönetim yapılarına terk etmektedir. Dolayısıyla, yukarıda ana başlıklarla özetlemeye çalışılan yapısal dönüşüm önerilerinin, aslında mevcut kapitalist sistemin çaresizliğini gözler önüne sermek ve iç çelişkilerini belgelemek gözüyle de okumanın doğru olacağını düşünmekteyim.

***
Son söz olarak, Korkut Boratav hoca yıllar önce, 4 Mayıs 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında, şu sözleri bizlerle paylaşmaktaydı: “Adım adım  aykırı’ düşünmeye yönelmemiz gerekiyor. Önce, bugünün egemen düşünce biçiminin sınırlarını; giderek kurulu düzenin parametrelerini de zorlayarak…” 
Aykırı düşünmeye hazır mıyız?

Yargılama görevini etkileme

Dostlar,

Sayın Ali Rıza Aydın, çok başarılı bir Anayasa Mahkemesi Raportörü idi.
Bu Mahkemenin hukukçu olmayan muhasebeci başkanı Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi yasasının kendisine verdiği yetkiyi -kötüye- kulanarak Ali Rıza Aydın’ın görevden çekilmesini istedi. Aydın emekliliğini istedi. Engin bir hukuk birikimi ve derinlemesine analiz yeteneği olan Sayın Aydın, yazmayı ve bizleri aydınlatmayı sürdürüyor.

Yargılama Görevini Etkileme” başlıklı yazısını bizimle de paylaştı.
Son derece önemli bir konuyu işlemekte ve hukuk metinlerine dayalı olarak
AKP ve yapılandırdığı kurumların, -ne yazık ki başta HSYK olmak üzere-
adaletin gerçekleşmesini nasıl saptırdıklarını hatta engellediklerini açık örnekleriyle sunuyor.

ADALET MÜLKÜN (ÜLKENİN!) TEMELİ olduğuna göre,
AKP’nin ülkemizin temelini dinamitlemeyi sürdürmesinin durdurulması gerekiyor.

Konu ve sorun ivedi ve kritiktir..

AKP kadroları ve seçmenleri içinde kuşku yok, çok sayıda vicdan sahibi insanımız vardır ve bu kadarına da seyirci kalmayacaklardır, kalmamalıdırlar.

Hepimizin aynı gemide olduğunu akıldan hiç çıkarmamak gerekir.

Sevgi ve saygı ile.
6.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Ali Rıza Aydın

Eski Anayasa Mahkemesi Raportörü

Ali_Riza_Aydin_portresi

Yargılama görevini etkileme

“Yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüs” savıyla dava açılması yaygınlaşmaya başladı. Sözde 3. Yargı Paketinde Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesinde bu konuda düzenleme yapıldı, belirsizlikler giderildi. Ancak, görülmekte olan bir davada veya yapılmakta olan bir soruşturmada, gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek veya bir haksızlık oluşturmak amacıyla yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs savıyla dava açılması, kolay dava yollarından biri oldu.

Bu davalardan bir bölümü yargı alanı dışındaki kişileri kapsarken, bir bölümü de yargı alanı içindekileri, yani yargıç, savcı ve avukatları kapsıyor. Yargı alanı dışında yazar ve gazeteciler, içinde ise avukatlar en mağdur grup… Her alanda olduğu gibi burada da dikkati çeken husus, çifte standart uygulama…

Dava sonuçlanıp kesin karar verilmeden kimse suçlu ilan edilemez. Sayfalar dolusu iddianame yazılıp dava açıldıktan sonra, kimi medyada sanıklar hakkında “suçlu” damgasının vurulması, sanıkların suçlu ilan edilmesi, yargı görevini yapanı etkileme olarak kabul edilmiyor. Gerçeğin ortaya çıkmasına çalışan yazar ya da gazeteci hakkında yargı görevini etkilemekten dava açılabiliyor. Başta Başbakan olmak üzere AKP’li siyasiler, devam eden davalarla ilgili çok rahat konuşabiliyorlar.

Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ise bir alem… Kurul olarak, başkan ya da üye olarak öyle açıklamalar yapılıyor ki, ipleri Kurul’un elinde olan yargıç ve savcıların etkilenmemesi olanaksız. Deniz Feneri Davası soruşturmasından alınan üç savcıyla ilgili olarak, eylemlerinin “evrakta sahtecilik ve görevi kötüye kullanma suçlarının unsurlarını” içerdiği yönünde öyle bir basın açıklaması yaptılar ki, okuyanlar savcıların suçluluğuna inandı. Açıklamanın sonunda yer alan, “Nitekim bu konu Sincan Ağır Ceza Mahkemesince değerlendirilerek son soruşturmaya geçilmesine karar verilmiştir.
Bu karar uyarınca Yargıtay’ın ilgili dairesi yargılamayı yapacak ve maddi hakikat
ortaya çıkacaktır.” tümcesi, savcıların toplum katında düşürüldüğü durumu kurtarmaya yetmedi. Sonra, Yargıtay 11. Ceza Dairesi yaptığı yargılamada, “maddi hakikat” savcıların suçsuzluğudur dedi. HSYK ise basın açıklamasını arşivinde tutmaya
devam ettiği gibi “beraat kararını” da açıklamadı. YARSAV’ın bu konudaki talebine
yanıt bile vermedi. HSYK sitesine göre savcılar, suç unsurlarını üzerinde taşımaya devam ediyor. Hukuk devletinde, kesin yargı kararını bilmek çok önemli;
ancak HSYK böyle düşünmüyor.

Yargı alanı içindekiler hakkında açılan davalara en sık muhatap olanlar avukatlar… Serbest meslek olsa da olmasa da “kamu hizmeti” yapan, yargının kurucu unsurlarından olan avukat, “bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder”. Hukuksal bilgi ve deneyimini adalet hizmetine, kişilerin ve toplumun yararlanmasına tahsis eder. Avukat, tıpkı yargıç ve savcı gibi yargı görevini yapan kişidir. Avukatın, yalnızca davalıyı değil davacıyı da temsil etmek gibi tarafların bütününü kapsayan görevi vardır. Avukat, iddianamenin yanında da olur, karşısında da… Davayı etkilemek avukatın işidir. Davayı etkilemeyen, “etkili temsil” hakkını kullanamayan avukat görevini yerine getiremez.

Kaldı ki, yargılama görevini etkilemeye teşebbüs suçu işlendiğinin ileri sürülebilmesi için “etkilemeye teşebbüs” tek başına yeterli değildir. Bu teşebbüsün “hukuka aykırılık” unsuruyla birlikte gerçekleşmesi gerekir. Yani suçun oluşabilmesi için, yargı görevini yapanın, bilirkişinin ya da tanığın etkilenmesi girişiminin hukuka aykırı olması gerekir. Taşıdıkları sıfatın gereği olarak hukuken kendilerine tanınan yetkiyi kullanan avukatlar, davada vekaletname ya da yetki belgesi taşımasalar bile “hukuka uygunluk, gerçeğin araştırılması, adil bir yargıya ulaşılması, davaların ya da soruşturmaların doğruluk, dürüstlük ve gerçeğe ulaşma ilkelerine uygun olarak işletilmesi” ve bu suretle
adaletin gerçekleşmesi” için çaba harcadıklarında, “hukuka aykırı” davranmadıkça suç işlemiş sayılmazlar. Hukuka aykırılık ise, soyut iddia ve ithamlarla ileri sürülemez.

Avukatı, bir davada temsil belgesi olsun olmasın, soruşturma ya da davalarda gerçeğin ortaya çıkması için, adalet için çaba harcamaktan uzaklaştırmak, birey ve toplumun temel hak ve özgürlüklerinin korunmasından uzaklaştırmak anlamına gelir. Avukatlık işlevini korkusuz olarak yerine getiremeyen avukat, özgür olamaz, bağımsızlığı zedelenir; birey ve toplumun haklarını koruyamaz ve geliştiremez hale gelir. Avukatın görevinin yargılama ile sınırlı olmadığı Avukatlık Kanunu’nda da belirtilmiştir. Birleşmiş Milletler Avukatlık İlkelerinde de (1990),

  • “ekonomik, sosyal ve kültürel veya sivil ve siyasal haklar gibi insan hakları
    ve temel özgürlüklerin yeteri derecede korunması için, herkesin bağımsız avukatlar tarafından sağlanan etkili bir yasal hizmetten yararlanma hakkının olması gerekir.”

denilmek suretiyle, avukata, yalnızca yargılamadaki adalet için değil,
toplumsal adalet için işlev yüklenmiştir.

Avukatı ve onun kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olan baroları,
davaların çemberine hapsetmek, Anayasa’nın 135. maddesindeki meslek kuruluşu ilkelerine de ters düşer.

Birleşmiş Milletler Avukatlık İlkelerinden daha yeni tarihli (2002) Uluslararası Avukatlar Birliği 21. Yüzyılda Avukatlık Meslek Kurallarına Dair İlkeler’de de,
“coğrafi ve ekonomik bağlamlar ne olursa olsun, avukatlar medeni, siyasi, ekonomik, sosyal veya kültürel nitelikteki insan haklarının savunulmasında temel bir rol oynamaya devam etmektedirler.” denildikten sonra, bu rolün “yalnızca mahkemelerde değil, danışman sıfatıyla” daha genel olarak üstlenileceği belirtilmiştir.

Avukatlık mesleğinin icra edilmesine ilişkin bütün standartlara ve normlara uyulmasını sağlama, avukatları yersiz müdahale veya kısıtlamalara karşı savunma, avukatlık hizmetlerinden herkesin serbestçe yararlanmasını sağlama ve adaletin tecellisine hizmet etme görevi için çaba harcamayan avukatlar ve meslek örgütleri, hem tarihsel hem de çağdaş işlevlerinden koparılmış olur ki, asıl hukuka aykırılık burada başlar.

Avukatlara yönelik polis baskını, gözaltı, tutuklama ve davaların ortak yanlarından biri, “savunma” ve “temel hak ve özgürlükleri” koruma mesleğinin ve bu mesleğin örgütlerinin hedef alınması, diğeri ise AKP karşıtlığının kırılmasıdır.
Ekonomi politikle ortaya çıkan adaletsizlik, AKP’nin yıkma politikası ve savaş hırsıyla birleştiğinde, avukatlara karşı açılan cephenin de anlamı ortaya çıkmaktadır.

  • AKP, kendi yolunun üzerinde pürüz gördüğü herkesi temizlemek istemekte,
    yıkma politikasının yanında olmayanları da karşıt olarak görmektedir.

2002 Avukatlık İlkeleri’nde de vurgulandığı gibi, “Avukatların rolünün hem toplum
hem de yasama, yürütme ve yargı organları tarafından kabul görmesi avukatlar için
bir haktır; çünkü adaletin tecelli ettirilmesinde ve toplum hayatının düzenlenmesinde
bir araç olarak avukatın rolü elzemdir”. Bu elzem rolü yüklenenleri yalnız bırakmamak, adaletsizliğe karşı savaşımın en önemli cephelerinden olmalıdır.

Konuk yazar Işıl Özgentürk : İtinayla Tecavüzcü Aklanır

DOSTLAR,

Günaydın!

Bu sabah 2. alıntılama yazı bu..
Az önce Sn. Rifat Serdaroğlu’nun “DOĞAN GÖRÜNÜMLÜ ŞAHİN” başlıklı önemli yazısını sizinle sitemizde paylaştık.

Sn. Işıl Özgentürk’ün yazısı da içimi acıttı..

Bu tür yargılamalarda kimi kez hekim bilirkişi raporarının da pek dikkate alınmaması düşündürücü..

Tamam, yargıç(lar) adaleti gerçekleştirmede temel aktör..
Hukuku, mevzuatı yorumlayacak ve somut olaya uygulayacaklar.

Ancak her şey ama her şey, ADALETİN GERÇEKLEŞTİRİLMESİ için araç değil mi??

Bilirkişi raporlarını görmezden gelmek için yargıcın çok ama çok sağlam gerekçeleri olmalı değil mİ?
Bir rapordan tatmin olunmadı ise 2. bir bilirkişi raporı da istenebilir.
Ama hem yaptırıp (usulen??) hem de gerekçesiz olarak “bildiğini okumak”, yargıçlık kurumuna verilen yetkileri aşar..

Hiçbir yetki mutlak değildir. “Meşruti” dir.. “Şarta bağlı” dır; sınırlandırılmıştır.

Adalet duygusu doyurulmazsa kamu vicdanı tatmin olmaz ve adalete güven sarsılır..
O zaman da çok tehlikeli kimi girişimler gündeme gelebilir..

İHKAK-I HAK!

Yani kendi hakkını kendi almak.. Çok tehlikeli bir aşama..

Özellikle tecavüz davalarında, caydırıcı da olmak bakımından, ceza mevzuatı yaptırım normlarının etkinlikle uygulanmasının yerinde-gerekli olduğu kanısıdayız..

Hele hele Türkiye’de İNSEST maalesef çooook yaygın iken ve halı altına süpürülürken..

7 Haziran 2012 akşamı ULUSAL KANAL’da Dosya Programında İNSEST BEBEKLERİ – KÜRTAJ sorununa değinmiştik..

Sevgi ve saygı ile.
13.6.2012, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================================================================

İtinayla Tecavüzcü Aklanır

Işıl Özgentürk
Cumhuriyet, 12.6.12

Yargıya akıl sır ermez oldu. Özel yetkili mahkemelerin “terörist yaratma operasyonları” ayyuka çıkarken,
özel yetkili olmayan mahkemeler de dört bir koldan tecavüzcü aklama operasyonuna girişmiş bulunuyorlar.

Örnekler o kadar çok ki, hangisinden söz etsem ama genel görünüm; tecavüz sanıkları, küçük kızlarla acımasızca, defalarca arkadan ilişkiye geçen iyi aile babaları, nedense çoğunluğu erkek olan hâkimler ve savcılar tarafından adeta himayeye alınmış izlenimi veriyor olması.

Sanıkların davaya çıkarken kravat takmaları, elleri önünde kuzu kuzu oturmaları hâkimler ve savcıların kadın çığlıklarını unutmalarına yetiyor. Ya da o kadın çığlıklarını mahkeme çalışanları, değerli hukuk mezunları,
farklı algılıyor; algılıyorlar ki, 14 yaşındaki kızların kendi rızalarıyla, arkadan ilişkiye girebileceklerini düşünüyorlar. Kendi rızalarıyla.

Bu konuda ne zaman yazsam, sinirlerim bozuluyor, bir anne, bir kadın olarak, yaşadığım ülkeden utanıyorum.
Tıpkı işkenceyi anlatmaya utanan işkence mağdurları gibi. Bilir misiniz, onlar neden işkenceyi anlatmazlar;
o anda insanlık adına öylesine büyük bir utanç duymuşlardır ki, bu duygu kendilerinde kalsın isterler,
başkalarının aynı utancı duymasını istemezler.

Ama artık yeter, hâkim ve savcı beyler, Yargıtay üyeleri artık yeter. İşte bir tecavüz kurbanının çığlıkları,
tecavüz kurbanı üniversite öğrencisi E.E, size ve kulakları balmumuyla tıkalı herkese sesleniyor; daha doğrusu bir çığlık atıyor, bu çığlık bütün evleri kuşatmalı, bütün işyerlerinden bir rüzgâr gibi geçmeli ve bizleri kendimize getirmeli! İkiyüzlü ahlakımızın kararttığı yaşamları, kendimizin ne kadar vurdumduymaz olduğunu
bu çığlıkla bir kez daha fark etmeliyiz.

İzmir’de E.E. adlı genç kıza köprü altında tecavüz eden Ali Yavaş ve Gökhan Muşmula’nın 24 yıl hapis cezası istemiyle yargılandığı mahkeme, suçları kanıtlanmış sanıklara 14’er yıl 2’şer ay hapis cezası verip ardından Yargıtay onayına kadar tahliye etti. Garip bir durum değil mi? Dedim ya, itinayla tecavüzcü aklanır.

Neymiş efendim, duruşmalar sırasında hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeyen sanıkların, “duruşmalardaki iyi halleri” gerekçe gösterilerek hem cezaları indirilmiş hem de tahliye edilmişler. Şimdi E.E, Amerikan dizilerinde olduğu gibi adaleti kendi başına yerine getirmeye girişse ne olur? Su parasına satılan bir silah alıp tecavüzcülerini vursa,
ne olur? Aynı “duruşmalarda iyi hal” onun için de geçerliğini korur mu? Sanmıyorum,
kasıtlı cinayetten ömür boyu hapis alır.

Neyse ki, o sadece çığlığının duyulmasını istiyor. Çığlığın kanımızı donduran sözcüklerine kulak verelim:

“Yaşadığım şok ve psikolojik çöküntü tartışılamaz. Ben mutlu bir çocukluk geçirdim, mutlu ve birbirine çok saygıyla, sevgiyle bağlı bireylerin olduğu bir ailede büyüdüm. Yaşadığım bu felaketten sonraki süreçlerde de en büyük destekçi ailemdir. Ben bu olayla beraber büyük bir yüzleşme yaşadım, hayatla ve insanın acımasızlığıyla yaşadığım bu yüzleşme hayatımı altüst etti. Ruh sağlığım bozuldu. Her sabah korkuyla uyanmak, her gece ağlayarak kâbuslarla uyanmak hayatımda alışıldık bir hal aldı. Büyük bir travma benim yaşadığım. 1.5 ay hastanede tedavi gördüm. Okul ve sosyal hayatım altüst oldu. 21 Kasım 2010’dan bu yana hiçbir türlü önümü göremedim, gelecek planları yapamaz hale geldim. Suçu kanıtlanmış sanıkların serbest kalmasını mantığım almıyor.

Hâkim bu kararı verirken ruh sağlığı zaten tahribata uğramış ve tedavisi hâlâ devam eden beni hiç hesaba kattı mı? Benim geleceğimi, okul hayatımı hiç hesaba kattı mı? Çok merak ediyorum, tecavüzün ve tecavüzcünün iyi hali
nasıl oluyor?

Bana bu dehşeti yaşattıkları gün tüm yalvarmalarıma ve direnmelerime rağmen yaptıkları bu kötülük ile
tüm hayatımı ve geleceğimi bir çırpıda mahveden bu pisliklerde bırakın iyi hali, insanlık namına görülebilecek
zerre kadar bir değer ya da vicdan yoktu.

Tecavüzcüler kravat taktı diye iyi hal indirimi uygulayıp Yargıtay onayına kadar serbest bırakan hâkim,
onların kravatlarından evvel gelip benim vücudumdaki dikişlere ve iyileşmeyen darp izlerine baksın.

Bu karar en az yaşadığım tecavüz kadar canımı acıttı.”

Hey, kulaklarınızdaki balmumu tıkaçları çıkarın!

==========================================================================================================