Etiket arşivi: TALAN EKONOMİSİ

Kutsal Zalimlik ve İktidar II

58. gün…

Merdan Yanardağ
Siyaset 21.08.2023, BİRGÜN

Türkiye, popüler dilde ‘‘tek adam rejimi’’ de denilen yönetim anlayışı ile, kabile-aşiret düzenine iade edilmiş bulunuyor. Dolayısıyla din-tarım-tacir toplumlarına özgü bir kabile/aşiret kültürü ve asabiyesi (sosyo-psikolojisi) bürokratik düzen ve idari işleyiş üzerinde giderek etkili hale geliyor. Liyakatin yerini sadakat alıyor. Diplomasız olmak neredeyse avantaja dönüşüyor. Toplumsal ahlak, ortak etik değerler çöküyor. Toplum ‘‘ortak iyi’’yi yitiriyor.

İslamo-faşizmin en önemli gücü, işte bu siyasal dönüşümün kitle tabanını oluşturan kesimlerdir. Eziklik, dışlanmışlık, kenarda kalmışlık psikolojisini, kutsal değerler ve siyasallaşmış bir dincilik üzerinden hoyrat bir saldırganlığa ve kıyıcı bir intikamcılığa dönüştüren İslamcılar; bu gücü etkin iktidar aracına dönüştürür. Böylece ulusal zenginliklerin yağmasına dayalı bir talan ekonomisini ilkel sermaye birikimi modeli haline getiren iktidar, yarattığı İslamcı-muhafazakâr burjuvazi (buna ‘‘sermaye sınıfı demek sanırım daha doğru olacak) ile kurduğu düzeni garanti altına almaya çalışır.
***
Siyasal İslamcılık, yeni zenginler sınıfının ve muhafazakâr kodamanların sermaye birikim aracına dönüşür. Türkiye’de popüler olan ve ‘‘Beşli Çete’’ diye kodlanan iktidar yanlısı sermaye çevreleri, bu modelin ürünüdür. Bu sermaye çevreleri, ‘‘sıra bizde’’ saldırganlığı ve ilkelliğiyle servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen, doymak bilmez bir saldırganlık içindedir. Su akarken küplerini doldururlar; çünkü önlerinde hiçbir engel yoktur. Başyüceyi memnun etmek yeterlidir.

‘‘AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile tanıdığı olağanüstü yetkiler nedeniyle parti ve devlet aygıtının, lider hizmetinde yönetilmesine ve -Osmanlı ve cumhuriyet idare tarihinin neredeyse hiçbir döneminde görülmeyen- bir güç yoğunlaşmasına neden oldu.’’ (Açıkel, 2023 s.47)

Siyasal İslamcılık ve saldırganlığın bir aşırı milliyetçilik ile ne kadar sentezlenmeye çalışılsa da ortaya eklektik bir yapı çıkar. Bu, içinde yer yer uyumsuzlukları da taşıyan bir yapılanmadır. Tam anlamıyla bir ‘‘sentez’’den söz edilemez. İslamcılar, milliyetçi kültürel havza ile ‘‘terörle mücadele ideolojisi’’ diyebileceğimiz güvenlikçi bir retorik üzerinden ilişki kuruyor. Muhafazakâr ve İslamcı havza, eziklik kompleksinden kutsal bir zalimliğe doğru biraz da retorik üzerinden kışkırtılır.

Bu anlayışa göre, ‘‘Vatan dış güçler ve onların uzantısı olan iç düşmanlar’’ tarafından kuşatılmıştır. Terörü de onlar beslemekte ve desteklemektedir. O halde bu kesimlere ‘‘düşman’’ muamelesi yapılmalı, savaş hukuku uygulanmalıdır. Yapılacak her zulüm meşrudur, mubahtır.

Böylece gerçek olmayan hayali düşmanlar üzerinden açığa çıkarılan ilkel öfke, toplumun en geri, eğitimsiz ve geleneksel değerlerin etkisi altındaki kesimlerine dayanır, onlardan beslenir. Cehaletin despotizmidir.

SİLİVRİ NOTLARI

Evet, Barış Pehlivan da Silivri’ye geldi. İslamcı oligarşinin, hastalıklı bir ruh hali içindeki iktidar trollerinin umarım başları göğe ermiştir! Barış Pehlivan, bu zulüm rejiminin simgesi haline gelen Silivri Cezaevi’ne konuldu diye, Türkiye daha demokratik, daha güvenli, daha kalkınmış, daha eğitimli, daha zengin bir ülke haline gelmedi. Daha güçlü olmadı. Tam tersine güç ve statü kaybetti. Demokrasi dışı totaliter rejimler kategorisine alındığı gibi bu skalada (ölçekte) daha geriye düştü.

Barış ile avukatlarımız aracılığıyla karşılıklı selamlarımızı ilettik birbirimize. İnsan böyle durumlarda ne diyeceğini bilemiyor, ‘‘Hoş geldin’’ desen olamayacak, ‘‘Geçmiş olsun’’ desen uymayacak, adli tutuklu ve hükümlüler gibi ‘‘Allah kurtarsın’’ demek yakışmayacak -buradaki FETÖ’cüler bile böyle demiyor artık- geriye, ‘‘Yanındayım kardeşim, omuz omuzayız’’ demek kalıyor; ‘‘Bu duvarları hep birlikte yıkacağız!’’

İki Barış (Pehlivan ve Terkoğlu) 2010’da buradayken, onları ziyaret için gelmiş fakat savcılıktan izin alamamıştım. Silivri Adliyesi’nde savcı ile neredeyse birbirimize girmiştik. Şimdi ise aynı kampüste (yerleşkede) ama ayrı ayrı cezaevindeyiz! Çünkü yerleşkede 10 ayrı cezaevi bir de duruşma salonlarının bulunduğu adliye kısmı var. Bunlardan 9’u kapalı, biri ise Barış Pehlivan’ın kaldığı açık cezaevi. Kampüsün ekmeği ve yemekleri de orada üretilip dağıtılıyor. İyi halli ve kıdemli mahkûmların kaldığı işçi koğuşları var.
***
Her cezaevi ayrı binalar ve avlulardan oluşuyor. Her birinin güvenliği ve personeli ayrı. Açık cezaevi koğuş sistemine sahip, hükümlüler sadece ortak alanlarda değil, her yerde görüşebiliyorlar. Koğuş kapıları açık ve farklı suçlardan yatan herkes birbiriyle görüşebiliyor. Fiziksel temasın önünde engel yok. Açık cezaevinde hafif suçlardan ceza almış hükümlüler ile cezasının büyük bölümünü yatmış iyi halli olduğu belgelenmiş (disiplin cezası olmayan) ve yatarı 5 yılın altına inen mahkûmlar kalıyor.

Benim kaldığım 9 No’lu Kapalı Ceza İnfaz Kurumu ise yüksek güvenlikli. Genellikle tek kişilik odalarda kalınıyor. Havalandırma avluları ayrı. Koğuşlar ise en fazla üç kişilik. Tutuklu ve hükümlüler arasında fiziki temas olanağı sıfır. Sadece pencerelerden, kapı altlarından ve bir de açık yapılan avukat görüşmeleri sırasında denk gelinirse fiziki temas olmaksızın uzaktan görüşüp sohbet edilebiliyor. Biz de öyle yapıyoruz. Can Atalay, Osman Kavala ve diğer “Gezi“ci arkadaşlar ile çeşitli sol örgütlerden siyasiler, 15 Temmuzcular bu bölümde kalıyor. Ağır suçlular, ‘‘terör örgütü’’ mensubu olmakla suçlananlar, suç örgütü liderleri de bizim bölümde. Personel eğitimli ve iyi, güvenlik yüksek. Ortak spor ve üç kişilik koğuşlarda kalmak için ‘‘hasım’’ ve ‘‘düşman’’, zıt örgütlere ya da görüşlere sahip olmamak gerekiyor.
***
Bu karşılaştırmayı, Barış Pehlivan’ın güvenli bir ortamda kalmadığını anlatabilmek için yaptım. Birbirinden çok farklı suçlar işlemiş kişilerin fiziki bir temasa imkân verecek şekilde bir arada olması, ortak alanların kullanımı, koğuşlar arasında gidiş-geliş serbestisi ciddi bir güvenlik sorunu yaratabilir. Bir duyum almış değilim, ciddi bir sorun çıkacağını da sanmıyorum. İdare yüksek bir dikkat göstereceği gibi Barış da kendi önlemlerini alacaktır. Ona destek olacak çok sayıda kişi çıkacağını düşünüyorum. Ancak bütün bunlar nihayet bir öngörü ve varsayımdan ibaret. Barış Pehlivan hakkında sosyal medyada yapılan saldırgan mesajlara açıkça suça azmettirici telkin ve kışkırtıcı yayınlar anımsanınca, önlem almak şart; çünkü hınç ve intikamcı bir hastalıklı ruh haliyle yapılan bu yayınlar, tam da irdelemeye çalıştığım ‘‘kutsal zalimlik’’ kavramının ifade ettiği durumuna denk düşüyor. İlgililerin ve kamuoyunun dikkatini ‘‘içeriden biri’’ olarak bir kez de ben çekeyim istedim. Mutlaka önlem alınmalı.
***
Bu hafta ziyaretime gelenler arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer de vardı. Çok mutlu oldum, İzmir’den kalkıp ziyaretime gelmesi büyük incelikti. Sayın Soyer, kültürel donanımı ve siyasal birikimi ile görgülü ve bilgili bir Belediye Başkanı. Bu yanıyla öne çıkan bir siyasetçi, Türkiye’nin geleceğinde önemli roller üstlenebilecek potansiyellere sahip bir aydın.

İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi CHP Grup Başkanvekili ve ortak dostumuz Avukat Taner Kazancıoğlu ile gelen Soyer ile güzel bir sohbet yaptık. Benim davamı, TELE1’i, memleket sorunlarını konuştuk.

  • İhanete uğrayan cumhuriyeti, yarım bırakılan devrimi konuştuk.

Desteği, dostluğu ve TELE1 ile dayanışması için çok teşekkür ediyorum.

Adana Büyükşehir Belediyesi’nin değerli Başkanı Zeydan Karalar da selamlarını ve dayanışma mesajını iletmiş. Sevgilerimi iletiyorum.

Bu arada özellikle belirtmeliyim; bütün sosyalist ve devrimci partilere gösterdikleri destek ve dayanışma için çok teşekkür ediyorum. Benim için çok değerlidir. Hemen hemen tamamı avukat dostlarımızı göndererek yanımızda olduklarını bildirdiler, güç verdiler. Sevgiyle selamlıyorum.
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla, benim için milletvekillerinden oluşturulan özel komisyon daha ilk haftadan itibaren (başlayarak) beni yalnız bırakmadı. Bu nedenle Sayın Kılıçdaroğlu ve Parti yönetimine çok teşekkür ediyorum. Enis Berberoğlu, Utku Çakırözer, Evrim Korkmaz, Yüksel Mansur Kılınç ve Zeynel Emre’den oluşan komisyon üyeleri hem toplu olarak hem de ayrı ayrı ziyaretime geldiler. Komisyonun sözcüsü değerli meslektaşım Enis Berberoğlu her hafta geliyor. Zahmet verdiğim için mahcup oluyorum. Ayrıca, parti yönetiminde bulunanlar dahil çok sayıda CHP milletvekili de ziyaretime geldi ve gelmeyi sürdürüyor. Tümüne minnettarım isimlerini not aldım, yazacağım. HDP’den de Ömer Faruk Gergerlioğlu geldi, sağ olsunlar.

Oluşturulan komisyon şimdi Barış Pehlivan ile de ilgileniyor. Zaten her geldiklerinde Can Atalay ve diğer arkadaşlarla da görüşmeye özen gösteriyorlar. Eren Erdem de bu hafta geldi. Bu tablo Silivri’nin, siyasal bir mekân ve rejimin niteliğini ortaya koyan simge olarak ülke gündeminde daha sık yer alacağını gösteriyor. Bu durum, ülkenin nereye gittiğini gösteriyor.

Sonuç olarak; dayanışma güç veriyor, yaşamı Silivri’de bile güzelleştiriyor.
Bizim sevincimizdir. Teşekkür ediyorum.

İşçileşen, yoksullaşan öğrenci

Deniz Yıldırım
Deniz Yıldırım
08 Eylül 2021, Cumhuriyet

İktidarın üniversitelere yaklaşımı malum. Liyakatsiz atamalarla içi boşaltılan üniversitelerde eğitimin niteliğinin yıldan yıla gerilediği de kuşkusuz. Bu, işin bir yanı. Araya bir de pandemi girdi, eşitsizlik ve nitelik kaybı daha da arttı. Şimdi aşısı olan bir virüs karşısında, hâlâ aşılanmayan öğrenciler ve kamu personeli de varken risk alındı ve üniversiteler açılıyor. Yüz yüze eğitimin başlaması, öğrenciliğin pedagojik ve sosyal açıdan desteklenmesi adına (AS: için) zorunlu. Elbette geçici turizm geliri için ülkenin eğitimini, geleceğini, kuşaklarını feda etmeyen ve planlı, programlı bir iktidar da zorunluydu.

Üniversiteler açık tutulmalı. Yüz yüze eğitimi savunanlardanım; fakat bunun ekonomi biraz canlansın, taşrada esnafın, ev sahibinin bozulan mali durumu öğrencilerle biraz olsun düzeltilsin mantığının ötesinde bir planlamayla, programla ve tedbir paketiyle yürütülmesini istemek hakkımız. Bir süre sonra “haydi kapattık” demesinler diye bu plansız, programsız bakışa eleştirilerim tarihe not düşülsün.

Örneğin, tabela asmakla üniversite olunmadığı gerçeği, şimdi bir de pandemi döneminde fiziksel şartlardaki eşitsizliklerle birleşiyor. Öğrenci sayısı çok olsun diye artırılan kontenjanlarla dar bina, koridor, derslik yapıları arasındaki uyumsuzluk belirginleşiyor. İktidarın nicelik kaygısıyla, eğitimden sağlığa nitelik ihtiyacı arasındaki makas da böylece açılıyor.

Diğer taraftan (öte yandan), özellikle belirtmek gerekir ki öğrencilerin memleketlerine döndüğü koşullarla bugünkü koşullar arasında maddi açıdan da büyük fark var. Birçok öğrenci, pandemi döneminde eğitime erişmekte zorlandı. İnternet erişimi olmadığı için değil sadece. Son yazıda da belirttiğim üzere, ülkede pahalılık ve geçim zorluğu arttıkça, maddi sıkıntısı olan kimi gençler eğitimin önüne geçimi, ailenin geçimine katkı vermeyi koymaya başladı. “Öğrenciliğin işçileşmesi dediğim olgu, böylece pekişti. Bu gençlerin yeniden üniversitelere, yüz yüze eğitime nasıl çekileceği sorusunu ciddi ciddi tartışmamız gerekiyor.

Üstüne üstlük, diyelim ki öğrenciler üniversitelerinin bulunduğu şehre gitmeyi, “önce eğitim” demeyi tercih etti; iş bununla da kalmıyor. Bir buçuk yıl önceki şehirlerarası otobüs fiyatlarıyla bugünkünü karşılaştırın sadece. Aradaki fark dudak uçuklatıyor. Sadece ulaşım mı? Bu öğrenciler barınmak, beslenmek, sosyalleşmek, eğitimleri için kitap almak zorunda. Bu ise düşen alım gücüyle artan pahalılık arasındaki makasın da üniversite öğrencileri için bir başka sorun olduğunun kanıtı. Kamu kaynaklarının bu sorunları gidermek için kullanılması, dar gruplar yerine halk çocukları için seferber edilmesi gerek. Burslar, destekler artırılmalı; ulaşım indirimleri sağlanmalı.

ARTAN KİRALAR VE PAHALILIK

Bir diğer sorun da barınmaya dair (ilişkin). Haberlerde okuyorsunuz. Birçok üniversite şehrinde ev kiralarında büyük artış yaşanıyor. Devletin görevi, öğrencilerin barınma hakkını kamusal olarak güvence altına almak. Ancak öğrenci sayısıyla yurt kapasiteleri arasında uçurum var. Kaldı ki pandemi koşullarında, kalabalık yurt ortamlarında virüsün yayılımının nasıl engelleneceği konusundaki endişeler, dişinden tırnağından artırarak çocuklarını okutmak isteyen kimi aileleri ev kiralamaya yönlendiriyor, yönlendirecek. Kiraların artışını denetlemekle ilgili bir mekanizma kuruldu mu? Yoksa yine, adrese teslim ihalelerde hatırlanmayan “serbest piyasa”, kira artışları, hayat pahalılığı söz konusu olunca önümüze sürülen mazeret mi (özür) olacak? Kamuculuk, bu yüzden halk çoğunluğunun asıl ilacı.

Elbette herkesin ev kiralamaya gücü yok. Yurt da çıkmadı. Ne olacak? Olacak olan belli.

  • Kamudan beslenen iktidar destekli vakıfların, tarikat yapılarının yurtlarına mecbur bırakılacak gençler.

Nereden bakarsanız bakın, maddi koşullardan ideolojik koşullanmalara varıncaya kadar bu, çıkışsız bir çember.

Gelelim son meseleye (soruna). Bu sene kontenjanlar özellikle taşrada, çoğu yerde boş kaldı. Son dakika oyunlarıyla baraj puanını aşağı çekme, sorunları sadece “öğrenciler zor sene geçirdi, barajı indirelim de yerleşsinler” mantığıyla gençlerin üzerine yükleme anlayışı da gerekçesini yitirdi. Sorun baraj değilmiş. Öyleyse nedir?

İki neden başat: İlki maddi koşulların iyiden iyiye zorlaşmasıdır. Şehir dışında, uzak memlekette çocuk okutmak şimdi daha da zor. İkincisi ise genç işsizliğine çare bulunmaması“okuyup çalışırsan emeğinle istediğin yerlere gelebilirsin” anlayışının da bu dönemde iyice yerle bir olmasıdır. Nedeni de iktidarın kayırmacılığı, yandaşlığı kartvizit olarak yeterli gören anlayışıdır. Diploma nedir ki?

Sadece kamu alımları mı sorunlu? Ekonomi durdu, işsizlik arttı. Bu ortamda özel sektörde de iş bulmak zorlaştı. “Çok üniversite açalım” demek yetti mi? Diplomalı genç işsizliğine çare bulundu mu? Demek ki bir de ekonomik modeli buna uyarlamak, eğitim ile istihdam arasında denge kurmak gerekiyormuş. Kayırmacılığı bitirmeden, bilime yatırım yapmadan, kaynakları yerinde kullanmadan, gençlere istihdam kapısı açmadan, talan ekonomisinden çıkmadan baraj puanını düşürme siyasetinin iflası, sorunun kaynağının gençler olmadığının da kanıtı.

Faiz inadının ağır bedeli

Alev CoşkunAlev Coşkun
Cumhuriyet,
27 Kasım 2020 

Faiz inadının ağır bedeli

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Dünkü yazımızda genel olarak AKP’nin ekonomi politikaları üzerinde duruldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “faiz sebep, enflasyon neticedir” cümlesiyle formüle ettiği ekonomi politikası nedeniyle Merkez Bankası başkanları değiştirildi. Bu değişimler ve Merkez Bankası politika faizi ile oynamalar ekonomiyi çok etkiledi. Bugün bu etkiler, rakamsal tablolar verilerek açıklanacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi ekonomi teorilerine dayanarak özerk olması gereken kurumlara müdahale etmesi, Merkez Bankası başkanlarını keyfi bir şekilde değiştirmesi, Türk Lirası’nda ciddi bir değer kaybı, rezervlerde de kriz yaratacak bir erimeye yol açtı.

Tablo 1 ve Tablo 2’de gösterilen durum şudur: Haziran 2019’da Merkez Bankası politika faizi %24 iken dolar 5.83 TL düzeyinde bulunuyordu.

Erdoğan’ın müdahaleleri sonucu, Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, görevden alındı ve yerine 6 Temmuz 2019’da Murat Uysal geldi. Bu dönemde Merkez Bankası, politika faizinin Aralık 2019’a kadar her ay düşürüldüğünü ve Aralık 2019’da %12 düzeyine geldiğini görüyoruz. Bunun anlamı 6 ay içinde politika faizi yarı yarıya düşürülmüş oluyordu.

Bu süreçte dolarda büyük bir oynama görülmüyor.

Ocak 2020’de politika faizi 0.75 daha azaltılarak % 11.25 düzeyine çekilince, dolar da ilk kez 6 TL’nin üstüne çıktı. Politika faizi nisan ayında %8.25’e çekilince, dolar 6.17’ye fırladı.

Merkez Bankası bu yükselişe aldırmadan mayıs, haziran, temmuz, ağustos 2020 ayarında politika faizini %8.25 üzerinde yürütmeye devam etti. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı öyle istiyordu. Dolar da paralel olarak yükselişe geçti ve 7.27’yi buldu. Ekim 2020’de 7.90, Kasım 2020’de 8.44’e ulaştı. Kasım 2018’de 5.71 olan dolar, 8.44’e çıkıyor. Aradaki fark 2.73 liradır. Liradaki değer kaybı %47’yi aşmıştır.

İşte Murat Uysal’ın görevden alınışı, Naci Ağbal’ın 7 Kasım 2020’de Merkez Bankası Başkanlığı’na getirilmesi, Berat Albayrak’ın “At izi, it izine karıştı” diyerek bakanlıktan istifa edişi, bu ortamda gerçekleşti. Bir hafta içinde Ağbal başkanlığındaki kurul, politika faizini %5 düzeyinde artırarak %15’e çıkardı.

İşsiz sayısı

2002 yılında 2 milyon 464 bin olan işsiz sayısı, 2019 yılında 4 milyon 596 bine yükselirken, işsizlik oranıysa %’ten %13.9’a çıkıyordu. Bu rakamlar, TÜİK’in rakamlarıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yönetimini baz (AS: temel) alarak hesaplayan sendikalar, rakamların ve yüzdelerin daha büyük olduğunu belirtmektedirler. Bu hesaplamalara göre ülkedeki iş ve istihdam kaybı 10 milyonu aşmaktadır. Genç işsizlik oranı ise %25’e varmıştır.

Her yerden eleştiri

Bu rakamlar karşısında ekonomik durum ekonomistler ve yazarlar tarafından yorumlanıyor, yanlışlar ortaya konuyordu. Örneğin yazarımız Orhan Bursalı,

  • “…125 milyar dolarını sattılar ülkenin, durmadan yükselen dövizi tutmak için… Bu kadar büyük bir ülke batırma politikası olur mu, olur. (…) 125 milyar doların hesabını birileri vermeli…” diyordu. (Cumhuriyet, 22.10.2020)

İç ve dış borç artıyor

Ekonomiye olan güvensizlik borçların vadesine de yansıdı. İç borçlarda vadeye kalan süre 2.8 yıl, dış borçlarda ise 8.3 yıla düştü. Son 5 yılda borç tutarı 3 katına çıkarken vadenin kısalması kuşkusuz tedirginlik yaratıyor.

Tablo 3’teki borç tablosu bu durumu açıkça gösteriyor. 2015 yılında toplam 678 milyar TL olan borç, 2020 yılında beş yılda üç misli (AS: kat) artarak 1 trilyon 934 milyar TL’ye fırlamış bulunmaktadır. Üstelik vadesi de azalmıştır.

Ağbal’ın kararı

Yukarıda belirtildiği gibi Merkez Bankası Başkanlığı’na Naci Ağbal’ın getirilmesiyle, bir hafta içinde, 19 Kasım 2020’de yapılan ilk toplantıda, politika faizi 4.75 baz puan artırılarak 10.25’ten %15’e çıkarılmıştır. Merkez Bankası, politika faizi iki ayda %6.75 artmış oldu. Şu anda Türkiye, dünyada en yüksek politika faizi uygulayan ülkelerden birisi oldu.

Bunun anlamı şudur :

Parasal sıkılaştırma, faiz artırma demektir. Böylece Merkez Bankası faizi yükseltmiştir. Ancak enflasyonla orantılı olarak yüksek tutmaya devam edeceğini gösteriyor. Faiz %15’e çıktı, şimdi Erdoğan’a sormak gerekiyor:

Siz, yüksek faize karşıydınız, “faiz sebep, enflasyon neticedir” diyordunuz. Siz, yüksek faiz politikası vatanı satmak, ülkenin, milletin kaynaklarını yok etmek diyordunuz. Şimdi faiz yükseldi. Sizin temel söylemlerinize karşı gelindi. Faiz yeniden %15’e çıkarıldı. Neden bu yanlışta ısrar edildi? Merkez Bankası’nın 130 milyar dolarlık rezervi neden iki yılda eritildi
ve uzmanların son rakamlarına göre neden eksi 46 milyar dolara kadar düştü?

Bu sorular soruluyor ve sorulmaya devam edecektir.

Türkiye’de borçların milli gelire oranı %137.6’dan 167.2’ye, toplam borç 1.24 trilyon dolara ulaştı. Bu borcun %50.9’u TL, %49.1’i döviz cinsinden.

Uluslararası Finans Enstitüsü, ülke borcunun milli gelire (GSYH) oranları dikkate alındığında, en büyük artış olan üç ülkenin Çin, Malezya ve Türkiye olduğunu açıkladı.

Türkiye’de borçların milli gelire (GSYH) oranları dikkate alındığında, 2020’nin 3. çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre hanehalkı borçları %14.7’den %18’e, finansal olmayan şirket borçları % 65’ten %77.5’e, banka gibi finansal şirketlere ait borçlar %25.2’den % 28.7’ye ve kamu borçları %32.3’ten %43’e yükseldi.

Sormak gerek :

Bu noktada muhalefet ekonomi politikalarını sert bir biçimde eleştirdi. Bu eleştiriler salt siyasetçi değil, aslında özgeçmişleri nedeniyle konuyu derinlemesine bilen iki siyasetçiden, Faik Öztrak ve Ali Babacan’dan gelmesi dikkat çekici ve önemlidir.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak, bilindiği gibi uzun yıllar maliye bürokrasisinde çalışmış ve Maliye Bakanlığı Hazine Müsteşarlığı görevini yapmıştır. Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ise uzun süre AKP’nin ekonomi politikasını yönetmiş başbakan yardımcısıdır. Her ikisinin eleştirilerinin temeli şudur:

1) Bu faiz tartışmaları nedeniyle Merkez Bankası’nın, 130 milyar dolarlık rezervi erimiştir.
2) Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin borç miktarı 1 trilyon 860 milyar TL’ye ulaşmıştır.

Maceranın özeti

Bu maceranın özeti şöyle: “Faiz sebep, enflasyon netice” derken, Haziran 2019’da %24 olan politika faizi %8.25’e kadar düşürülmüş, yükselen döviz kurları nedeniyle ve zorunlu olarak Kasım 2020’de tekrar %15’e yükseltilmiştir. Ancak bu dönemde Merkez Bankası’nın 130 milyar dolarlık rezervi erimiştir.

Madem indirdiniz, neden yükselttiniz?
Madem yükseltecektiniz, neden indirdiniz?

Halkın yerleşmiş bir söylemi vardır: Madem durum aynı olacaktı o zaman biz bu işi (!) neden yaptık?
==============================
Dostlar,

Sayın Alev Coşkun’un bu irdelemesi son derece nitelikli ve tarihsel değerdedir. 2 gün önce de Sn. Coşkun, “Politika, ekonomi ve duvara toslama” başlığı altında kapsamlı bir irdeleme daha yapmıştı. O yazı ile birlikte okunması çok uygun olacak, pdf olarak ekliyoruz..

Politika,_ekonomi_ve_duvara_toslama_ALEV_COSKUN

Dr. Alev Coşkun, Turizm Bakanlığına dek uzanan parlak siyasal kariyerinin yanı sıra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bitireni (mezunu) ve New York Üniversitesi’nde siyasal bilimler konusunda master, kamu yönetimi alanında doktora yapmış bir akademisyendir. ABD ve Türk üniversitelerinde alanında hocalık yapmıştır.. 1935 doğumlu olup, hala Aydın (entellektüel) çabalarını verimli ve nitelikli biçimde Cumhuriyet Gazetemiz ve ülkemiz için azimle sürdürmektedir.

Umalım ve dileyelim ki, bu 2 tarihsel saptama, uyarı ve çokanlamlı yol gösteriden AKP iktidarı = RTE yararlansın ve çıkmaz sokaktan ülkemizi geri çevirecek adımlara yönelsinler.. Bu dileğimizde çok umutlu olmadığımızı da belirtmek zorundayız. Nitekim önceki gün ülkemizin çok değerli varlıkları 11 uzlaşı metni (mutabakat zaptı) ile  TEK ADAM Bay RTE tarafından sorgusuz sualsiz Katar’a satılmıştır. Satış için hiçbir yerden onay / izin almayan kadir-i mutlak AKP Genel başkanı, satış koşullarını ve bedeli de açıklamayarak, koca ülkeye adeta meydan okumaktadır. Satılanlar bu ülkenin kanı canıdır, alın teri, göz nurudur. 18 yıldır sürdürülen TALAN EKONOMİSİ Türkiye’yi müflis tüccara, “moratoryum eşiğine” sürüklemiştir!

Bu politikaların daha fazla sürdürülme ve halka dayatılma olanağı kalmamıştır.

AKP geri adım atmak zorundadır. Dönemlerinde ülkemizden net 2 trilyon dolar ulusal kaynak yurt dışına çık(arıl)mıştır..  Çok yönlü yitiklerin giderimi (telafisi) çoook uzun yıllar alacaktır.

  • Muhalefet, stratejilerini köktenci biçimde gözden geçirmek ve ülkemizi bu ceberrut yönetimden hızla kurtarmanın yollarını bulmak zorundadır.

    Ahmet SALTIK
    Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (Mülkiye)