Etiket arşivi: Sağlıkta Dönüşüm

ODATV’de NURZEN AMURAN İLE KORONA SALGINI SÖYLEŞİMİZ

ODATV’de NURZEN AMURAN İLE
KORONA SALGINI SÖYLEŞİMİZ

Vahşi kapitalizmi mutlaka dizginlemeliyiz

Nurzen Amuran sordu,
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık yanıtladı…

ODATV SÖYLEŞİSİ İÇİN
Prof. Dr. AHMET SALTIK’A YÖNELTİLEN SORULAR ve YANITLARI

Giriş : Bu gün, yaşadığımız Covid-19 krizini konuşacağız. Ancak salgının yarattığı ortamı değerlendirmeden önce kuruluş yıllarımızdaki sağlık alanındaki atılımlara da değinmek gerekir. Neler yapılmış ve bugün hangi aşamadayız? 1920 yıllarında Cumhuriyetin ilk kabinesinde Dr. Adnan Adıvar ilk Sağlık Bakanı olmuş ve sağlık stratejisini Koruma ve kurtarma üzerine planlamıştı. İlk bakteriyoloji laboratuvarları o dönemde kurulmuştu. Burgaz adasında verem sanatoryumu ve 1924’de  Heybeliada Senatoryumu  açılmıştı. 1925 yılında Sağlık Bakanı olan Dr. Refik Saydam zamanında 100 dispanser hizmet vermeye başlamış, İstanbul ve Sivas’ta iki “sıhhiye memuru” okulu açılmıştı.. Sıtma trahom, frengi ve kuduz ile mücadele hükümetin öncelikleri arasında yer almıştı. Sağlık konusunda Hükümet programında, “Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Okulu açılması, Milli Tıp Kongreleri düzenlenmesi” öngörülmüştü. 1928’de Umumi Hıfzıssıhha Kurumu kurulmasına ilişkin yasa çıkarılmış, Sivas ve Ankara’daki kimyahaneler birleştirilerek Hıfzıssıhha Kurumu oluşturulmuştu. Cumhuriyetin ilk yıllarında sağlığın korunması ve savaş yıllarında halkın ızdırap çektiği salgınların önlenmesi hükümetin bir numaralı sorunuydu. Koruyucu hekimliğe verilen önemin başlangıç noktası Cumhuriyetin ilk yıllarına dayanıyor.

1-Sayın Dr. Ahmet Saltık; o dönemlerin koruyucu hekimlik adına devrim diye kabul edeceğimiz başka hangi atılımlar olmuş? Sözgelimi Sıtma ve çiçek hastalıklarıyla mücadele de neler yapılmış?

YANIT 1: Sn. Nurzen Amuran, ODATV’de uzun zamandır sürdürdüğünüz başarılı söyleşileriniz için sizi kutlamak ve teşekkür ederek başlamak isterim. Sanırım daha önce de 2 kez beni konuk etmiştiniz. ODATV’ye dönük demokrasi ve hukuk dışı baskıları açıkça ve yüksek sesle kınıyorum. İktidarı basın özgürlüğüne bütünüyle saygılı olmaya, dahası onu korumaya çağırıyorum bir kez daha. ODATV çalışanlarının direncini ve savaşımını bütünüyle destekliyorum ve yanında yer alıyorum.

29 Ekim 1923’te Cumhuriyetimizin ilanıyla birlikte sıra Kurtuluş’tan Kuruluş’a gelmişti. Her bakımdan bitik ve yıkık bir Anadolu ve halk vardı. Gençler ve erkekler Balkan savaşlarından beri kırılmış, geriye yaşlılar, kadınlar ve öksüz-yetim çocuklar kalmıştı. Bir de çok sayıda bulaşıcı hastalık Anadolu’da kol geziyordu. Çiçek hastalığı için Sivas Hıfzıssıhha Kurumunda aşı üretiliyordu:

Büyük Önder Mustafa Kemal Paşa.. hala bize kol kanat geriyor.. bir de o zaman aşı üreten ve başka ülkelere bağışlayan bir Türkiye vardı! Utansın dinci yobaz Atatürk düşmanları! 1 Mart 1921 TBMM açış konuşmasında dile getiriyor üretilen aşı tür ve miktarını, rakam veriyor, milyonlarca insanımızı aşıladık ve ihraç ettik diye..

“.. Sağlık çabalarımızın önemli bir bölümü bulaşıcı ve salgın hastalıkların sınırlanıp engellenmesine ayrıldı…  Bu tür hastalıklardan yalnız çiçek ile lekeli humma kimi bölgelerde sınırlı bir salgın eğilimi göstermişse de, zamanında sağaltım ve koruyucu önlemlerle önlerine geçilmiştir.. Bulaşıcı ve salgın hastalıklarla savaşım gerekleri düşünülürken elbette en önce akla sağlık önlemlerinin uygulanmasında biricik etkili hekimler ve sağlık memurları gelir. Geçen yıl (1922) ülke içinde memur olarak atanan hekim miktarı 337, sağlık memurlarının adedi 434 idi. Ülkenin gereksinimini sağlamaktan uzak olan bu miktarın bu sene…  Hekimlik aylıklarının artırımı ve aynı zamanda mektepten çıkacak hekimlerimize zorunlu hizmet yükleme ve fazla hekim yetiştirilmesi ilkesine yönelmek yoluyla bugün görülen boşlukların doldurulması düşünülmektedir… Bulaşıcı ve salgın hastalıklara karşı insanları koruma konusunda büyük hizmetleri görülen aşıları hazırlamak ile meşgul Hıfzıssıhha Kurumlarımız tam başarı ile çalışmasına devam ve savaşıma yararlı hizmet yerine getirmektedirler. 1337 senesi (1921) içinde üç milyon kişilik çiçek aşısı yapabilen Sivas (Hıfzıssıhha) Kurumu, geçen yıl içinde beş milyon kişilik çiçek aşısı, 537 kg kolera, 407 kg tifo aşıları üretmiş ve bunlar halka yaygın biçimde uygulanmıştır…” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Cilt I-III, sayfa 306-7, ahmetsaltik.net/ arsiv/2014/06/Erken_Cumhuriyet_ Donemi_Saglik_Hizmetleri1.pdf)

Sıtma Savaşı için ise Sağlık Bakanlığında ve ülke genelinde özel savaşım (mücadele) birimleri kuruldu. Bataklıklar kurutuldu (günümüzde bu yöntem doğru bulunmuyor), ilaçlamalar yapıldı. Sıtma Savaş Memurları yetiştirildi ve tüm yurdu karış karış gezerek ateşli insanların parmak uçlarından kan örneği alarak laboratuvarlara taşıdılar (Aktif sürveyans). Böylece, sağlık kuruluşuna başvur(a)mayan insanlar toplum içinde erkenden bulunarak sağaltıma (tedaviye) alındılar ve bulaş (infeksiyon) zinciri kırılmaya çalışıldı. Bu hastalığın hala bir aşısı yok ve Sıtmanın İmhası Hakkında Yasa desteği ile hastalık salgın olmaktan çıktı ve ülkemizde son derece sınırlandı. Çiçek için ise yaygın aşılama, Kemal Paşa’nın deyimi ile “halka yaygın biçimde uygulanmıştır.” 1978’e gelindiğinde, Dünya Sağlık Örgütü, yeryüzünden bu hastalığın kökünün kazındığını (eradikasyon) duyurdu. Onlar,

  • Mustafa Kemal Paşa ve yoldaşları, DEVLETİN 1 NUMARALI GÖREVİNİN HALKIN SAĞLIĞI VE SAĞLAMLIĞI OLDUĞU ülküsüne sahiptiler ve gereğini yaparak Anadolu’da bulaşıcı hastalıklarla savaşta da tüm insanlığa örnek olabilecek destanlar yazdılar.

2-Günümüze dönersek, Türkiye Cumhuriyeti, sosyal devlet kimliği taşımasına rağmen sağlık hizmeti, “satın alınan hizmetler” sınıfında kabul edildi. Bu nedenle hastaneler ticari işletme olarak değerlendirildi. Covid-19’la birlikte kamucu sağlık hizmetinin önemi anlaşıldı. Salgınla birlikte yaşadığımız bu acı deneyimden sonra sizce sağlık sisteminde yeni bir yapılanmaya gidilme olasılığı var mı? Nasıl bir sağlık sistemine gereksinim var?

YANIT 2 : Belirttiğiniz gibi Anayasa’nın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini sayar ve 4. madde ile de ilk 3 maddenin değiştirilemeyeceğini bağıtlar. Bunlar arasında demokratik ve sosyal hukuk devleti nitelikleri de yer alır. Pek çok anayasa hükmü, doğrudan – dolaylı yükümler tanımlar Devlete Ulusun sağlığı için. 56. madde özellikle sağlık konusunu düzenler ve daha ilk tümcesinde

Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama yaşama hakkına sahiptir.” der.

Ne var ki AKP iktidarı Haziran 2003’te, bütünüyle kökü dışarıda, asla yerli ve milli olmayan politikalarla, her alanda olduğu gibi sağlık alanında da piyasalaştırmaya – özelleştirmeye açtı ülkemizi. Dönemin Sağlık Bakanı (Recep Akdağ, MİLLİYET, 26.07.2003) apaçık “hastaların müşteri olarak görüleceğini” söyledi. Merkezi Planlama rafa kaldırıldı, DPT kapatıldı, özel hastaneler hızla çoğal(tıl)dı. Türkiye MR, BT gibi yüksek teknoloji ürünlerinde Dünyayı çok geride bıraktı, Yoğun Bakım birimlerinde de öyle; OECD’nin 4,5 katı, ABD’yi bile epey sollayarak. Genel sağlık Sigortası kuruldu 2008’de ve zorunlu tutuldu; vergi ile sağlık hizmeti almamız gerekirken ayrıca PRİM = EK VERGİ ödemeye zorlandık, yetmedi, giderek cepten harcamalarımız çoğaltıldı ve yersiz yüksek teknoloji, tetkik ile milyarlarca $ servetimiz yerli – yabancı sermayeye RANT olarak aktarıldı. Şehir hastaneleri tuzu biberi oldu bu talanın, işleyen güzelim hastaneler kapatılıp, ek yatak kapasitesi yaratılmaksızın kiralık hastane binalarına geçildi. SGK’nın muazzam açıkları, halka sağlık güvencesi sağlıyoruz kalkanı gerisinde rant olarak yerel – küresel yandaş sermayeye aktarıldı. COVID19 salgını bize ayna tuttu. SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM süslü sözleri gerisinde salgınla başedemediğimizi gösterdi. Sağlık çalışanı yetersiz, yataklar yetersiz, kapasitenin önemli bir bölümü özel sektörde ve onlar pandemi hastanesi olmak istemiyorlar. Ayrıca 1. Basamakta Sağlık Ocakları yerine Aile Hekimliği ve Toplum Sağlığı Merkezleri var ve salgınla asıl savaşı yürütüleceği 1. Basamak olağanüstü zayıf; sürveyans ve filyasyon, olması gerekenden çoooooook geride. Varsa yoksa tedavi ve hastaneciliğe – yüksek teknolojiye abartılı yatırım yapmışsız ama koruyucu sağlık hizmetlerini çooooook ihmal etmişsiz. Bu salgın bize Devletin kamusal sorunluluğunun vazgeçilmezliğini öğretti umarım. İşte ABD tipik örnek. Mutlaka kamusal, bütçeden karşılanan, sağlığı meta değil en temel insanlık hakkı olarak gören ve koruyucu sağlık hizmetlerine tartışmasız – kesin bir öncelik veren politika izlemeli; neo-liberal küreselleşmenin = yeni emperyalizmin insanlığa açlık, ölüm, savaş, salgın.. getirdiğini görmeli ve ana eksenimizi M. Kemal Paşa’nın rotası “6 OK” a döndürmeliyiz. Kamu öncülüğünde, planlı, ılımlı devletçilik ve merkezde insan!

3- Yaşadığımız Covid-19 krizine dönersek, toplumsal dayanışmaya çağrı yapılıyor ama krizi yönetenler dar bir kadro ile krizi yönetmeyi tercih ediyorlar. Sizce salgın sürecinde tıp uzmanları yanında mesleki uzmanlık alanlarına bağlı dernek, sendika ve meslek örgütleri temsilcilerinin, en önemlisi de yerel yönetimlerin temsilcilerinin kriz yönetiminde bulunması, karar vericilerin de salgınla mücadeleyi siyasetin üstünde bir sorun olarak değerlendirmesi gerekmez mi?

YANIT 3 : Sorunuz gerçekte yanıtını da içermekte Sn. Amuran. COVID-19 küresel salgını ile başedebilmek için hem toplumsal seferberlik ilan etmek hem de kimi yasal kurumları dışlamak kabul edilemez. Bilim Kurulu kurulması son derece yerinde olmuştur, zaten tersi düşünülemez. Ancak KURUMLARIMIZ olmadığından, KURUL’lara mahkum oluyoruz. Yaşamda en geçek yol gösterici BİLİM ve AKIL!dır! Bu Bilimsel Kurulun kararları kamuoyuna açıklanmalı ve siyasal iktidar gereğini tam olarak yerine getirmelidir. 26 üyeli Bilim Kurulunda başta salt 1 Halk Sağlığı Uzmanı vardı. Oysa tıp dünyasında çok iyi bilinir ki, Salgın Yönetimi Halk Sağlığı Uzmanlarının işidir. Bu eksik / hata, epey gecikmeyle, yaygın itiraz ile bir ölçüde düzeltildi, 7 Halk Sağlığı Uzmanı kurula katıldı. Ancak 6023 sayılı yasa ile kurulan ve Türk hekimlerinin yasal temsilcisi olan meslek örgütü TTB’den (Türk Tabipleri Birliği) temsilci alınmayışı iktidarın bitmeyen çelişkilerindendir. Ayrıca Anayasanın 135. maddesinde Kamu Kurumu Niteliğinde meslek kuruluşlarının ayrı ayrı yasalarla kurulması emredilmiş ve anayasal korumaya alınmıştır.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlığında bir Ulusal Salgın Yönetim Merkezi kurulmalı ve Tıp Bilim Kuruluna ek tarım, turizm, ulaştırma, eğitim, milli savunma, hukuk.. gibi kritik sektörlerde krizin yönetimi için geniş kapsamlı eşgüdüm ve işbirliği sağlanarak kısa, orta, uzun erimli makro ve mikro planlar hızla geliştirilmeli, uygulamaya konmalıdır. Bu süreçlerde katılımcı, liyakate, saydamlığa ve demokratik hukuk devleti ekseninde insan haklarına öncelik verilmelidir. Asla unutulmasın ki;

  • Devletin 1. görevi yurttaşlarının can güvenliğini / yaşam hakkını güvence altına almak ve onurla sürdürülmesini sağlamaktır.

4-Bilim Kurulu’nun toplantı sonrası kamuoyuna yapılan açıklamalarının Bilim kurulu üyeleri tarafından yapılmasını öneriyorsunuz. Neden Sağlık Bakanı değil de Bilim kurulu temsilcisi bu açıklamaları yapmalı? Sağlık Bakanı da sonuç olarak bir hekim.

YANIT 4 : Sağlık Bakanı yürütme organının 16 Bakanından biridir. Her Bilim Kurulu toplantısına doğrudan katılması gerekmez. Bakan / Bakanlık Yürütme organı olduğundan, Bilim Kurulunun kararlarını uygulama konumundadır. Kurulun içinden seçilecek 1 sözcü, daha da bilimsel yetkinlikle kararları günlük olarak kamuoyuna aktarabilir. Hatta 2 üyeyi de yanına alarak teknik soruları yanıtlayabilir. Bu tablo Kurumlaşma eksiğinin yansımasıdır. ABD’de, “Surgeon General” denilen kişi Sağlık Bakanlığı adına tüm açıklamaları yapar ve tam olarak güvenilirdir.

  • Türkiye’de salgının çok ağrı bir tablosunu yaşıyoruz.
  • S. Bakanı büyük çaresizlik ve yetersizlik içinde.

Her akşam halka bu “ağu” nasıl içirilir / yutturulur, onun yansımasını da görüyoruz açıklamalarda. Halkla ilişkiler (PR) uzmanlarının ve Sosyal Psikologların, İletişimcilerin hazırlanmasına destek verdiği çok belli olan kalıp – mistik söylemler düzenlenmektedir.. Daha çok duygusal alana / algı yönetimine dönük bu yöntemin, yerini serinkanlı – sağduyulu, uzmanlara bırakılan bilimsel açıklamalar almalıdır.

5- Televizyonlarda eleştirilerinizi şimdiye kadar yürütülen çalışmalara katkı sağlamak amacıyla yaptınız. Bazı önerileriniz geç de olsa gerçekleştiriliyor. Hafta sonlarındaki sokağa çıkma yasakları etkin önleyici bir önlem midir, başka önerileriniz var mı?

YANIT 5 : Evet, Türkiye’de halen görevde olan en kıdemli Halk Sağlığı Uzmanı / Öğretim üyesi benim (Kasım 2020’de emekli oluyorum). Bilim Kurulunda öğrencilerim var. Birçok önerimiz, gecikmeyle de olsa yerine getiriliyor. Sahra hastaneleri, Bilim Kuruluna yeterince Halk sağlığı Uzmanı alınması, test sayısının artırılması (hala çok yetersiz), savaşımın hastanelerden 1. Basamağa kaydırılması filyasyon yapılması, sürveyansın aktifleştirilmesi (hala yapılmadı), karantina mekanları yapılması, salgın bilgilerinin paylaşılması (artırıldı ama hala çok yetersiz), antikor taramasının planlanması.. Başlangıçta yaygın aktif sürveyans yani kapı kapı dolaşarak milyonlarca kişiye test yapılsa idi şimdi inişe geçmiştik. Test sayısı hala çok yetersiz. DSÖ, salgının düz çizgi (plato) çizmeye geçmesi için her gün 40 milyon test öneriyor. Bu, Türkiye’de her gün 440 bin test yapılmasını gerektirir ancak 1/11’ini ancak yapıyoruz. Bu durumda salgın uzar demiştik, görüldüğü gibi uzuyor, Türkiye hala tırmanışta. Sonrasında hafta sonu, benim “piknik karantinaları” dediğim, dünyada örneği olmayan alaturka uygulamalar geldi. Beklenen yararı sağlamadığı ortada, Türkiye çok büyük bir hızla olgu sayısı bakımından tırmandı ve İran’ı, Çin’i geçti, 7. sıraya tırmandı dünyada. Önlem aldı isek önceden, geciktirdi isek hastalığın girişini ülkemize, 40 günde nasıl oldu da Çin’in 80 günde başettiği sorunu çözemedik, yaşadığı hasta sayısını aştık!?? Bunun 2 açıklaması var : Ya önceden önlemler yetersizdi, hastalık ülkemize 11 Mart’tan çok daha önce girdi ve yayıldı, adını koy(a)madık ya da sonrasında salgınla savaşımda çooook başarısızız; 3. seçenek yok!

  • Halka masal anlatmaya son verilmelidir.
  • Geldiğimiz yerde artık, en az 14 gün tam karantina
    ilan edilmelidir, başka çare kalmamıştır.

Bu ilan geciktirildikçe hastalık ve ölümler daha da artacak / artmıştır, ekonomi çok daha ağır yük altına girecektir. Ekonomi hocalarının ardışık hesaplamaları hep bu yöndedir. 14 günlük tam karantinanın bedeli, halen beklenen 2020 ulusal gelirinin %10’una yaklaşmıştır. Bu oran dün daha küçüktü, yarın daha da büyük olacaktır. Bu yapıl(a)mayacaksa, hafta sonları karantinaları dahil, hafta içinde de halen pek çok ülkenin uyguladığı biçimde test sayısı çok ama çok artırılmalıdır. ABD son günlerde HERKESE TEST stratejisini tartışmaktadır. (How ‘Broad, Ubiquitous Testing’ Can Help Restart the U.S. Economy)

6-En büyük riski taşıyan alkışlarla andığımız sağlık çalışanlarının şu süreçte basına yansımayan ama sizlere ulaşan çözüm bekleyen farklı sorunları var mı ?

YANIT 6 : Evet var.. pek çok.. Yeterli kişisel koruyucu donanım gereksinimi son günlere dek giderilemedi. Çin’de 82 günde 3000 sağlık çalışanı hastalığı aldı, bizde bunun yarısı kadar sürede o rakamı yakaladık. Bir Vali, son derece düzeysiz açıklama / suçlama yönlendirdi sağlık çalışanlarına, mutlaka görevden alınmalı ve disiplin cezası verilmeli. Hastanelerin yakınlarında yatacak yerler sağlanmalı, özlük hakları mutlaka iyileştirilmeli (performans ödemelerinden bağımsız, emeğin  tam karşılığı). Mesleksel bağımsızlıklarına asla müdahale edilmemeli. COVID-19 tanısı koyduklarında ASLA BASKI GÖRÜP DEĞİŞTİRMEYE ZORLANMAMALILAR.. Gömme (defin) belgelerinde de benzer baskı ve kamuoyunu yanıltmalara kesin olarak son verilmeli. Atama bekleyen sağlık çalışanları güvenceli istihdamla atanmalı. KHK ve güvenlik soruşturmaları artık ve hızla bitirilmeli. COVID-19 nedeniyle hastalananlar, engelli kalan ve ölenler MESLEK HASTALIĞI (5510 s. Yasa md. 14) sayılmalı ve geride kalanlarına özlük hakları tam verilmelidir. Yüz bini aşkın hekimin meslek örgütü olan TTB mutlaka salgın yönetim süreçlerine katılmalı ve Sağlık Bakanlığına yönelttiği sorular, asgari nezaket gereği olsun, saydamlıkla yanıtlanmalıdır.

7-Salgın sürecinin denetim altında tutulabilmesi için güvenilir ve nitelikli bir aktif sürveyans sistemi kurulmasını önermiştiniz. Bu sistemin uygulanmadığını söylüyorsunuz. Faydası nedir uygulanmamasının gerekçelerini öğrendiniz mi?

YANIT 7 : Bu çok kritik bir soru. Salgın yönetiminde izlenecek stratejide anahtar işlevde. AKTİF SÜRVEYANS yapmak demek, Çin gibi bir an önce salgınla yüzleşmek, bir anlamda REST çekmek ve ŞAH MAT hamlesi yapmaktır. Çin, Hubei / Wuhan’da tam karantina uyguladı ordu birliklerini ve askeri sahra sağlık lojistiğini de tam kullanarak. İnsanlar evlerine kapatıldı ve kapı kapı dolaşarak test yapıldı. Hastalık bir eyalette sınırlandı ve olgu sayısı hızla tırmandı, biner kişilik ek 2 sahra hastanesi 10 gün içinde yapıldı (bizde yangın bacayı sarınca önerimiz kabul edildi ama 45 günde bitecek!!??), erken tanı konanlar tedavi edildi, kuşkulu olanlar toplumdan ayrıldı, gerekenlere test yinelendi, hastaneden taburcu edilenler 14 gün daha topluma iade edilmedi, sınır kapıları zamanında kapatıldı… Biz hem sağlık kapasitemizle şişindik hem de aktif sürveyans yapmayarak Çin’in stratejisini izle(ye)medik, zamana yayıyoruz. Böylelikle 3 hançeri kendi kendimize saplıyoruz:

  1. Daha çok hasta
  2. Daha çok ölüm
  3. Salgının uzamasıyla ulusal ekonomide
    çok daha ağır çöküntü.

8-Üzerinde çokça tartışılan İnfaz Yasasıyla birlikte cezaevlerinden çıkanlara hangi koruyucu önlemler alındı, sözgelimi tanı sürecinde kullanılan testler uygulandı mı, nasıl bir takip süreci izlenecek?

YANIT 8 : Hoşgörünüzle, Mülkiye mezunu da olduğumdan ve Sağlık Hukuku uzmanlığım da olduğundan, şu irdelemeyi yapayım önce : İnfaz Yasası gerçekte adaletsiz / eşitsiz, dahası AYRIMCILIK yapan bir yasa oldu. İktidara karşıt gazeteciler, düşünce suçluları (nasıl oluyorsa!?) ayıklanarak yararlandırılmadı. Yapılan gerçekte bir özel af yasası idi ve Anayasa  md. 87 uyarınca 3/5 TBMM çoğunluğu ile 360 oyla geçebilirdi. AKP – MHP koalisyonu bu sayısal güce sahip olmadığından, muhalefetle pazarlık – uzlaşmaya da yanaşmadı ve bildiğini okudu. Acelesi de vardı bir bakıma, salgın bahane edildi, Cezaevlerinde yatak kapasitesinin onbinlerce fazlası tutuklu – hükümlü vardı AKP Türkiye’sinde.. Ülkemiz açık – kapalı cezaevine dönüştürülmüştü. Cezaevlerinde salgın riski gerçekten vardı. Ancak hızla prefabrik mekanlar yaratılabilirdi açık cezaevlerinin geniş alanlarında ya da başka bir yasal düzenleme ile infaz ertelenerek filli af yerine konabilirdi koşullu olarak. İdeal olarak bu insanlara düzenli aralıklarla, örneğin haftada 1 kez test yapılması gerekirdi. Düzenli taramalar yapılmalı, hijyen ve konaklama koşulları iyileştirilmeli idi. Yakınması olanlar erkenden sağlık hizmeti alabilmeli idi. Bunlar büyük ölçüde uygulan(a)madı. AKP iktidarı hem yangından mal kaçırdı hem de bir başka başağrısından bir an önce kurtulmak istedi. 90 bin dolayında insan, salgın yaşanan bir ülkede, toplumun içine adeta serseri mayın gibi dağıtıldı. Mutlaka, tahliye öncesi testlerin (-) olması gerekirdi, hatta ardışık 2 testin.. Yine de 14 gün karantina mekanlarında tutulup (boş kalan büyük tatil köyleri, oteller, satılamayan onbinlerce TOKİ evleri..) ardından evlerine parça parça yollanmalıydı. Son 2 haftadır günlük ölüm sayıları 100’ün üstüne çıktı. Bunda cezaevlerinden salıverilenlerin ve 10 Nisan gecesi faciasının payı olsa gerek.

9- Kaybettiğimiz her vatandaşımızın acısını rakamlarla duyurmak, diğer ülkelerle rakamlar üzerinde başarı diye açıklamak bana acı veriyor. Ancak daha fazla kayıp olmaması için gösterilen çabayı da unutmamak gerekir. Yoğun bakımdaki hasta sayısında ve hastanede yatan hasta sayısında azalma olduğu dile getiriliyor. Sağlık Bakanı Bilim Kurulunun kararları doğrultusunda hastaların tedavi süreçlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda önerileriniz var mı?

Yanıt 9 : Evet.. Her akşam felaket verilerini halka soğukkanlılıkla aktarmak kolay bir iş değil.. Dile kolay, son 2 haftadır her gün 100’ün (yüz!) üstünde yurttaşımızı COVID-19’a kurban veriyoruz. İnsan duyarlığımızı asla yitirmememiz gerek. Bu durum böyle sürdürülemez! Sosyal psikoloji alt üst olur ve bunalım yönetilemez boyutlara varabilir. Dünyadaki son durum aşağıdaki gibi 🙁https://www.worldometers.info/coronavirus/, April 24, 2020, 14:00 GMT)

Yukarıdaki 2 grafikte, hala, büyük bir hızla olgu ve ölüm sayılarının dünyada tırmanmakta olduğu görülmekte.

Türkiye verileri 101,790 olgu (vaka, hasta);  son günde yeni hasta 3,116; toplam ölüm sayısı 2,491; son gün ölen sayısı 115.. Bunlar ürkütücü veriler ve bir başarıya değil tersine işaret ediyor! (24.04.2020 https://covid19.tubitak.gov.tr/turkiyede-durum)

Türkiye verileri, aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi Dünya eğilimlerinden ayrılıyor ve kendi içinde de ciddi biçimde tutarsız. Örn. hasta sayılarında büyük bir hızla tırmanma göstererek İran’ı, Çin’i aşan ve 7. sıraya yerleşen Türkiye, ölüm oranlarının düşüklüğünde ise dünyada birinci! Keşke doğru olsa.. Ölüm rakamları da hasta sayıları da gerçekçi değil, değişik nedenlerle gerçek olmaktan uzak, yer yer makyajlı, yer yer kötü yönetim örneği kayıt hataları ve eksiklikleri. Örneğin Sağlık Bakanı ölümlerdeki düşüşün / muazzam başarının erken tanıya dayalı olduğunu söylüyor ama erken tanı hastanede konmaz; aktif sürveyans – filyasyon ile / toplum içinde test yaparak konur; bu çok yetersiz. İkinci olarak, gerçekten erken tanı koyuyor isek, yoğun bakıma gereksinim düşük olmalıdır. Yoğun bakımdaki hasta oranı dünya genelinde %2,16 iken, Türkiye’de %2,76. Üstelik Türkiye yaşlı bir nüfusa değil, genç bir nüfusa sahip. İtalya, ABD, İspanya, Fransa, İngiltere, Almanya, Japonya’da 65+ yaş nüfus %20’nin üstünde iken, Türkiye’de %9!

Not : Üstteki grafikte fahiş bir hata var!!
Mavi çizgili olgu sayıları sağdaki Y eksenine göre on bin gibi görünüyor ve iyileşen hastaların sayıca çok altında. Oysa soldaki Y ekseninde 102 bine yakın gerçek sayı görünüyor ama her 2 Y ekseni de nümerik eşelde. Böylece iyileşenler, varolan hastaların 5 katı gibi ya da tersine, varolan 102 bin hasta 10’da 1’i gibi algılanıyor.. Olacak şey değil! Tıp Fakültesi 1.-2. sınıf öğrencisi tablo – grafik yapma ve okuma – değerlendirme tekniklerini, hilelerini öğrenir. Ayrıca Dünyadaki ölüm ve olgu sayılarını gösteren 2 ayrı grafikte X ekseni uzunluğu ayrı ayrı, Türkiye için verilerin sunulduğu hemen üstteki gafikte olanın yarısı. X ekseni gereksiz (Bilerek!?) uzatılarak bir algı yanılsamasına, eğimin gerçekte olduğundan daha az algılanmasına yol açıyor. S. Bakanlığı bu tür fahiş hatalara (algı yönlendirmelerine?!) asla düşmemeli, tenezzül etmemeli..

Türkiye’de izlenen sağaltım (tedavi) rejimleri Dünyadan çok farklı değil. Hemen hemen tüm devletler eldeki birkaç ilacı denemekte. Eğer gerçekten bilimsel olarak çok başarılı sonuçlar aldı isek buna elbette seviniriz ve bir an önce bilimsel makalelere dönüştürülerek dünyanın saygın tıp dergilerinde yayınlanmasını, bilimsel eleştiriye açılması ve dünyanın yararlanmasına sunulmasını diliyoruz Bilim Kurulunca.

10- Dünya Sağlık Örgütü bu süreçte kendine düşen sorumlulukları yerine getirdi mi? Çünkü çalışmalarını eleştirenler oldu. Trump, DSÖ’yü “Çin’in dezenformasyonunu yaymakla” suçladı.  Verdiği fonu durdurdu, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, “bilgi iletme veya uyarı yapma eksikliği bulunuyor.” dedi ve DSÖ’nün “devletlerden bağımsız hareket etme kabiliyeti zayıf” diye ekledi. Sizce salgın sırasında bağımsız mı hareket etti yoksa salgını duyurmakta geç mi kaldı, DSÖ için neler söylersiniz?

YANIT 10 : Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), kuruluş Anayasasına uygun olarak görevlerini yerine getirmekte. Genel Başkan Dr. Tedros Adhenom Gebreyesus ve çalışma arkadaşları, kurumsal olarak DSÖ’nü başından bu yana vargücüyle salgın yönetimi sürecine koştular. Çin’i ziyaret ederek yerinde incelemeler yaptılar. Sürekli ve kademeli olarak uyarı ve yol gösterme yükümünü yerine getirdiler. Süreci izlediler, tanı ve sağaltım için protokoller geliştirdiler. Uluslararası Kodlamada COVID-19 için ek 2 kodu zamanında sisteme eklediler (Türkiye kendini uyarlamada gecikti). Aşama aşama alarm düzeyini yükselttiler 11 Mart 2020 günü “Bu bir Küresel Pandemidir (kıtalararası salgın)” dediler. DSÖ bu bağlamda deneyimli ve birikimlidir. ABD Başkanı Trump’ın DSÖ’ne ilişkin saldırısı iç politikaya yöneliktir ve ABD sağlık sistemindeki utanç verici yapılanmanın yüz kızartan sonuçlarını örtbas amaçlı hedef şaşırtmadır. BM sistemi ve DSÖ Anayasasına göre üye ülkeler DSÖ’ne akçalı (mali) katkı yapak zorundadır. ABD, hukuk dışı olarak yıllık 500 milyon $ ödeneğini askıya almıştır. Şovdan öte boyutu yoktur ve DSÖ’nü akçalı sıkıntıya düşürürse, bundan tüm dünya zarar görür. Nitekim Çin, ek olarak 30 milyon $ destek verdi DSÖ’ne.

DSÖ Genel Başkanı Dr. Gebreyesus’un 10 Aralık 2017 Dünya İnsan Hakları gününde yaptığı küresel çağrı son derece önemlidir. Genel Başkan o çağrısında (Universal Health Coverage – UHC) herkesin – her yerde sağlık hizmetine erişebilmesini bir temel (essential) hak olarak nitelemiş ve uluslararası topluma etkili bir çağrı yapmıştı. Dünya nüfusunun yarısının sağlık hizmetlerine erişemediğini, her yıl yüz milyon insanın kaçınamadığı sağlık giderleri yüzünden aşırı yoksulluğa sürüklendiğini…. Özetle derin ve kabul edilemez sağlık eşitsizliklerini kanıta dayalı olarak gündeme taşımış ve net önerilerde bulunmuştu. Neo-liberal kapitalizmin bu TEMEL HAK çağrısından çok rahatsız olduğu ve “not ettiği” görülüyor. Aynı Trump, insanların bedenlerine dezenfektan şırınga edilmesi ile COVID-19’dan korunmayı (!) önerebilecek ölçüde şaşkınlaşmış görünüyor!!

11–Geçtiğimiz günlerde bir söyleşi okumuştum: “Salgınlar ve Toplum: Kara Vebadan Günümüze” adlı bir kitap da yazan Prof. Frank Snowden, “insanoğlunun tek bir silahı var: Zekaları. Bizim tek silahımız bilimsel tıp ve bilimsel kamu sağlığında vücut bulan zekamız.” demiş. Bu salgın bitince ülkemizde yöneticiler karar vericiler kendilerini bilime daha çok yatırım yapmak zorunda hissederler mi, sözgelimi devlet bütçesinde Diyanete ayrılan paydan daha çok para sağlığa ayrılır mı ne dersiniz?

YANIT 11 : Bu salgın kuşkusuz büyük bir musibet.. Bin nasihate bedel olur mu, göreceğiz. Ancak bununla bitmeyecek. Çünkü 7,8 milyar nüfus Küremize kaldıramayacağı ölçüde büyük, yetmiyor zavallı gezegenimiz. Nüfus artışını mutlaka frenlemek ve HER AİLEYE 1 ÇOCUK ile yetinmeliyiz. Mutlaka çok tasarruflu yaşamayı öğrenmeliyiz. Doğaya saygılı – barışık olmalıyız. Vahşi kapitalizmi mutlaka dizginlemeliyiz. “Sürdürülebilir kalkınma” söylemi (paradigması, metaforu) iflas etmiştir. Yerini “sürdürülebilir yaşam” a (sustainable life) bırakmalıdır.

  • Neo-liberal küreselleşme kamuyu – devleti “tu kaka” ilan etmiş ve dünyayı yağmalayarak sömürmüş ve yoksulluğun – işsizliğin – eğitimsizliğin – sanatsızlığın – kültürsüzlüğün.. yozlaştırıcı iklimini dayatmıştır.
  • Bu düzen böyle gitmez, insanlar yeniden Devleti ve kamusal temel hizmetleri SAĞLIK + EĞİTİM + ADALET + GÜVENLİK.. ısrarla isteyeceklerdir vergilerinin karşılığı olarak..
  • Türkiye’de de SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM adlı sefalet politikalarına son verilmeli; kamu öncülüğünde ılımlı devletçi – planlı ekonomiye geçilmeli; sağlık hizmetleri Devlete ödev, yurttaşa hak olarak netlikle kabul edilmelidir.

DİB’na genel bütçeden 2020 bütçesinde 11-12 milyar TL ödenek ayrılması (bütçenin %1’i) laik bir devlette Anayasaya aykırıdır. DİB, herkesin vergisi ile din adına hurafeyi – gericiliği – yobazlığı tüm inanç kesimlerine dayatamaz; bu apaçık bir insan hakları çiğnemidir (ihlalidir). 2020 bütçesinde Sağlık Bakanlığı bütçesi 59 milyar TL olup, DİB ödeneğinin yaklaşık 5 katıdır. Ayrıca SGK da bu yıl 120 milyar TL dolayında sağlık harcaması yapacaktır. Ancak DİB’nın Vakıfları, şirketleri….. üzerinden çok büyük fonları yönlendirdiği bir gerçektir.

12- Salgın sürecinde iletişim hakkının ne denli önemli olduğu kanıtlandı. Salgını bahane ederek haber verme ve haber alma hakkının kısıtlanması siyasal kaygıların öne çıkması ve cezalandırıcı yöntemlerin kullanılması salgın sürecinde güveni ve şeffaflığı engellemez mi? Medyaya yönelik RTÜK cezaları için neler söyleyeceksiniz?

YANIT 12 : TTB Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman’ın TELE1’de gerçekleri dile getirmesine katlanamayan, siyasal iktidarın maşasına dönüşen RTÜK, ne yazık ki, tüm ulusal ve evrensel hukuk ilkelerini ayaklar altına aldı. HALK TV…. ODATV’ye, 2 Barış’ımıza… kabul edilemez faşistçe baskılar uygulanmakta. Bu tablo kabul edilemez ve sürdürülemez. Basın ve iletişim özgürlüğü, düşünce açıklama özgürlüğü Anayasa’nın açık korumasındadır. Salgın gerekçesiyle baskıcı – hukuk tanımaz bir yönetim Türkiye’ye yakışmaz. TBMM tatilde olmamalı, salgını yönetmelidir, iktidarı denetlemelidir. Ne var ki TEK ADAM REJİMİ “Türkiye’yi uçuracağına” yerin dibine sokmuştur. Böyle olacağı gerçekte kurgulanmıştı. Yargı, son anayasa değişikliği ile (2017) “bağımsız” olma sıfatına ek olarak bir de “tarafsız” olma nitemi kazanmıştır (md. 9). Ama sonuç fiyaskodur. TEK ADAM REJİMİ, doğasına uygun olarak, otoriterlikten totaliterliğe savrulmaktadır büyük bir hızla. Bu sürükleniş AKP / Erdoğan’a sanıldığı gibi daha çok güç ve süre kazandırmaz; tersi olur.

  • Salgın yönetiminde hastalık – ölüm verilerini… halktan saklamak güven bunalımı doğurur.
  • Halkı yanına al(a)mayan bir yönetim salgınla savaşımı kazanmaz.

O nedenle demokratik, hukuka bağlı, saydam, katılımlı, liyakate dayalı ve mutlaka BİLİMSEL AKILCILIK temelli bir yönetim, salgın olsa da olmasa da Türkiye’de geçerli kılınmalıdır.

13- Bu süreçte öbür bilim insanlarımızın hatırlatmaları dışında okurlarımıza iletmek istediğiniz farklı uyarılarınız olacak mı?

YANIT 13 : Türkiye’de Hacettepe ve İstanbul Tıp Fakültelerinde eğitim aldım, İngiltere ve ABD’de de. 1977’den beri tıp doktoru ve 40 yıllık Halk Sağlığı Uzmanıyım. Epey salgın yönettim. Binlerce hekim yetiştirdim, Türkiye’nin her yerinden bilgiler, yakınmalar, belgeler geliyor bana. Hacettepe ve İstanbul Tıp 1977 mezunları sınıf arkadaşlarımdan da sürekli destek alıyorum. Ayrıca Mülkiye (Ankara SBF) mezunuyum ve Biyoistatistik, Sağlık Hukuku alanlarında uzmanlık eğitimi aldım. Tıbbi EPİDEMİYOLOJİ kitabı çevirisi yaptım. 23 Mart’tan bu yana 1 aydır 30 dolayında TV programına katıldım. Tüm deneyim ve birikimimi kanıta dayalı olarak sundum. Yukarıda da belirttim, 67 yaşındayım ve Kasım 2020’de emekli oluyorum. Hiçbir beklentim ve korkum yok.

10 temel öneri (must, essential) sunayım son olarak  :

  1. Hafta sonu piknik ya da bayram karantinaları ile salgın uzar. Aktif sürveyans yapılmalı, test sayısı artırılarak toplum içinde saklı – gizli.. taşıyıcı – hasta bulunup sağaltımı yapılmalı, ayrılmalıdır.
  2. Salgın verileri ayrıntılı olarak özel bir web sitesinde düzenli olarak her gün güncellenerek yayınlanmalıdır. Ölüm ve hasta sayıları halen gerçekçi olmayıp, düzeltilmeli ve kamuoyundan özür dilenmelidir.
  3. Bilim Kurulu kararlarını Kurul sözcüsü her akşam açıklamalıdır. İktidar, bu kararları harfiyen uygulamalı; uygulamadıklarının gerekçesini kamuoyuna açıklamalıdır. Erdoğan, keyfi biçimde Bilim Kurulu kararlarını uygulayıp / uygulamama noktasından mutlaka uzaklaşmalıdır; ayrımcı – ötekileştirici tutum ve davranışlarını, söylemlerini mutlaka terk etmeli yerel yönetimleri hiçbir biçimde engellememelidir.
  4. Salgın yönetimi için Ulusal Salgın Yönetim Merkezi kurulmalı, Cumhurbaşkanı yardımcısı yönetiminde Tıp Bilim Kuruluna ek olarak stratejik sektör kurulları (gıda, turizm, ulaşım, eğitim, ulusal savunma, uluslararası ilişkiler, hukuk..) oluşturulmalı ve kısa – orta – uzun erimli politikalar geliştirerek uygulamaya koymalıdır. Bu kurullar katılımcı olmalı, meslek örgütleri, sendikalar… temsil edilmelidir. Sağlık çalışanları gereğince korunmalı, desteklenmelidir. 1. Basamak hızla güçlendirilmelidir. Koruyucu sağlık hizmetleri mutlak bir öncelik almalı; sağlık hizmetleri tartışmasız olarak kamusal sorumluluk altında herkese hak olarak görülmelidir.İnsanlar sağlık sektörünün müşterisi olamazlar!
  5. TBMM tatilde değil görevde olmalı, iktidarı denetlemeli ve gereken yasal düzenlemeleri hızla yapmalıdır.
  6. Salgın bahane edilerek baskıcı yönetime asla yönelinmemeli, haberleşme özgürlüğü, demokratik haklar.. özenle korunmalıdır.
  7. Uluslararası kurumlarla, başta DSÖ olmak üzere açık – saydam işbirliği içinde olunmalı; küresel eşgüdüm sağlanmalıdır.
  8. Salgının yarattığı çok ağır finansman yükü için ülkenin Dolar milyarderleri gönüllü desteğe çağrılmalıdır.Bir beka sorunudur bu salgın!
  9. Toplumsal bağışıklığın ne düzeye eriştiğini kestirmek üzere uygun büyüklük ve bileşimde bir örneklem üzerinde yeni koronavirüs antikorlarına bakılmalıdır (sero-prevalans çalışması). COVID-19’un serodinamisi iyi bilinmediğinden, bağışık (anti-korona antikor seropozitif) olanlarda bağışıklığın hızla sönümlenebileceği (sero-negatif konversiyon) dikkate alınarak bu saha araştırması için gecikilmemelidir. Ayrıca kazanılan bağışıklığın koruyucu gücü de bilinmediğinden, salgın yönetiminde bu noktalar gözönünde tutulmalıdır Saptanacak bağışık kişilerin plazma bağışçısı (donörü) olarak arşivlenmesi, kritik işlerde iseler göreve başlatılması…  bakımlarından ek kazanım olacaktır.Türkiye’de dolaşan yeni koronavirüs serotiplerinin moleküler olarak izlenmesi de son derece önemlidir.
  10. Gelinen aşamada, en az 14 gün tam karantina uygulanmasından başka seçenek gözükmüyor. Bu köktenci (radikal) karar alınmadıkça, yukarıda da belirtildiği üzere HASTALIK – ÖLÜM sayısı artmakta, ağır hasta ekonomi ayağa kalkamayacak ölçüde felç olmaktadır. Bir an önce bu uygulamaya geçilmezse ödenecek maddi – manevi bedel çok daha ağırlaşacaktır, ağırlaşmaktadır.

Sağlık giderleri için Nobel ödülünü satan fizikçi öldü

Sağlık giderleri için
Nobel ödülünü satan fizikçi öldü

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Sağlık giderlerini karşılamak için Nobel ödülünü satan ABD’li fizikçi Leon Lederman,
96 yaşında yaşamını yitirdi. (AA, 6.10.18)

Sağlık giderlerini karşılamak için Nobel  ödülünü satan ABD’li fizikçi Leon Lederman96 yaşında yaşamını yitirdi. ABD’li fizikçi Leon Lederman ‘ın 37 yıllık eşi Ellen Carr Lederman, yaptığı açıklamada, bilim adamının Idaho eyaletine bağlı Rexburg’daki bir bakımevinde iki gün önce yaşamını yitirdiğini duyurdu. Leon Lederman, 1988’de “müon nötrino” adı verilen atom altı parçacığın keşfinde oynadığı rolden dolayı Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı.Ödülünü diğer iki bilim adamıyla paylaşan Lederman, ödülden payına düşen parayla küçük bir kulübe satın aldı. Lederman, Nobel ödülünü 2015 yılında sağlık masraflarını karşılamak için açık artırmaya çıkardı. Ödül, 765 bin dolara alıcı buldu.
======================
Dostlar,

Sözün bittiği yer değil mi??
Kimilerinin yere göğe sığdıramadığı ABD’nin sağlık sistemi işte böyle..
320+ milyon nüfuslu bu dev ülkede hala 50 milyon dolayında insan sağlık güvencesinden hemen hemen yoksun. Nisan 2010’a tarihlenen “Obamacare” adlı sınırlı ve sıkıntılı reform ile, Alman gazeteci Günter Wallraff‘ın çok tutulan bir nitelemesi ile “En alttakiler”* den 30 milyon nüfus için oldukça sınırlı bir sağlık güvencesi başlatılmıştı uzuuun uğraşlardan sonra.. 10 yıl için 900 milyar $, yılda 90 milyar $ gerekli idi bu “reform” için ve finansman yükü orantılı olarak en varlıklılardan aşağıya doğru vergi dilimlerinde yüzdelik artırmalarla sağlanacaktı. Dolar milyarderleri isyan ettiler kendileri için cep harçlığı kadar vergi artışına.. ve Obama hükümetinin bütçe yasasını Kongre’de engellediler.. Kamu harcamaları yapılamaz oldu.. 

Yabanıl (vahşi) kapitalizmin utandıran çığlığını (mottosunu) haykırdılar koro halinde..

  • Herkes hak ettiği kadar kazanır.. yoksul iseler yoksulluğu hak ettikleri için öyledir. Ölebilirler, ölmeliler!..

Trump bu reformu kaldırmak istedi, Senatoda 1-2 oyla başaramadı..

Bu ülkede kaldığımız dönemlerde, sağlık hizmetlerine erişemeyen insanların trajedilerine tanık olduk.. İngilizce kendi deyimleri ile “.. sokak köpekleri kadar çaresiz” idiler..

11 Eylül faciasına (İkiz kulelerin uçak çarparak yıkımı) müdahale eden kurtarma ekipleri, itfaiyeciler.. izleyen yıllarda ağır sağlık sorunları yaşadılar ama kendi ülkelerinde değil ancak mazlum ve yoksul Küba’da sağaltım (tedavi) alabildiler.. ABD’li yönetmen bu dramı filme aldı. Michael Moore’un SICCO (Hasta) filmi acı gerçekleri sergiledi ve izleme rekorları kırdı (2007). (İzlemek için tıklayın : https://www.youtube.com/watch?v=_XWgw3Ea4WU)
**
Türkiye ise tüm bu kepazeliğe karşın “küçük Amerika” olma sapkınlığı (dalaleti) içinde. Dayatılan politikanın adı SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM.. Yerli ve milli olduğu yutturmacasına çalışan AKP, iktidar olduğu Kasım 2002’nin hemen ardından, verdiği sözler bağlamında Haziran 2003’te bu ABD – IMF – DB- AB dayatması politikayı uygulamaya koydu.

AKP 500 milyar Doları betona gömdüğü gibi, bundan az olmayan devasa kaynakları sağlık sektöründe çarçur etti. Yandaş yerli – yabancı sermayenin kasasına aktarıldı bu muazzam rant! 2019’da kamu, 60-70 milyar TL tasarruf edecekmiş.. Bunun 10-11 milyar TL’si SGK giderlerinden olacak. Sağlık Bakanlığı hastaneleri, Üniversite hastaneleri iflas eşiğinde ve bu bilançoyu sürdüremeyeceklerini yeni Sayıştay raporundan öğreniyoruz.

Kurdaki %50′ bulan artış, sağlık sektöründe ilaç ve tıbbi malzeme girdilerine yansıyacak kaçınılmaz olarak. SGK ödeneklerinin de nominal olarak bu oranda büyümesi gerekirken, tersine kısıntı yapılacak olması, sağlık hizmetlerinin niteliğini olabildiğine düşüreceği gibi, erişilebilirliğini de son derece zorlaştıracak..

Koruyucu sağlık hizmetlerine mutlak bir önem ve öncelik vererek hem halkın sağlığını olabildiğince korumaya çabalamak hem de böylelikle, pahalı olan tedavi edici sağlık hizmeti gereksinimini azaltmaya çalışmaktan başka çıkar yol yok…

Başta AŞILAMA… 2016’da %98 olan aşılama %96’ya indi Sağlık Bakanlığı verileriyle.. Aşıyı reddeden 2 aileyi Anayasa Mahkemesi ne yazık ki hukuk ve bilime aykırı olarak haklı (!) buldu ve bu red modası – furyası hızla yayılıyor.. %2 azalma yaklaşık 150 bin çocuk demektir.

  • Türkiye bir de AŞI İLE KORUNULABİLİR HASTALIK SALGINLARI ile yüz yüze!

Bir ülke bu denli kötü yönetilebilir mi?? Türkiye tarihinde böylesine acılı bir dönem yok gibi..
AKP iktidarı bırakıp gitmelidir artık..
Ülkede çok ivedi bir ULUSAL UZLAŞMA / Restorasyon HÜKÜMETİNE gerek var!

Sevgi ve saygı ile. 07 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

* Alman gazeteci – yazar Wallraff, bu adla bir kitap yazmış (1986) ve Almanya’da çalışan Türk işçilerinin yürekler acısı durumunu – vahşi sömürülmelerini yazmıştı..

Halk Ozanı Karamanlı Nevzat: Doktora saldırı üzerine…

Halk Ozanı Karamanlı Nevzat’tan.. (Doktor babası)

İstanbul'da öldürülen psikiyatristin adı ile ilgili görsel sonucu

Dr. Fikret Hacıosman’ı kaybettik, Türkiye sağlık camiasına ve tüm hekimlere başsağlığı diliyoruz

Doktora saldırı üzerine…

Tanrı şifa verir doktor eliyle,
Yazık ki saldırır kulu doktora.
Cahil hesap sorar ilkel haliyle,
Bıçak gibi batar dili doktora.

Doktoru şikâyet moda olmuştur,
İhbar hattı vardır; o da olmuştur.
Suçlayan gizlidir, bu da olmuştur,
Perişan görünür, hâli doktora.

Değilse ihmalkâr ya da dolapçı,
Her an nöbettedir ya da icapçı;
Toplumun ittiği esrarkeş, hapçı,
Emanet edilir deli, doktora.

Olsa da doktorun elleri kanda,
Umudu yeşertir her bir insanda.
Anlamazsa bunu kıro, maganda,
Öfkeyle saldırır eli doktora.

Doktora saldırı önlensin artık,
Kanlı cinayetler sonlansın artık.
Sağlık sistemimiz canlansın artık,
Ağıt yakmayalım ölü doktora?

Yıllarca öğrenir verir hakkını,
İnsan hizmetine sunar aklını.
Nankörlük etmesin hasta yakını,
Kalbi sevgi ile dolu doktora.

Kötüler doktora zehir kusmasın,
İyi destek olsun, devlet susmasın.
Acılı olanlar sakın küsmesin,
Dokunur sitemin yeli doktora.

Doktoru sevenler sessiz kalmasın,
Çaresiz olanlar kusur bulmasın.
Nefret söylemleri engel olmasın,
Ulaşsın sevginin seli doktora.

Acil hizmet verir bakar anında,
Lokman Hekim vardır onun şanında.
Doktor yalnız değil, halkı yanında,
Sevenin siperdir kolu doktora.

Nevzat nerde görse doktora pusu,
Doktor babasıdır, artar kaygusu.
İçini doldurur minnet duygusu,
Ne zaman düşerse yolu doktora.

Halk Ozanı Karamanlı Nevzat

 


Dostlar,

Çok acı bir cinayetle daha yüz yüzeyiz.. Psikiyatri uzmanı meslektaşımız Dr. Fikret Hacıosman, 18 yaşında bir katil tarafından İstanbul’da öldürüldü.. Bu kaçıncı sağlık çalışanı cinayeti?? Artık sabrımız ve dayancımız (tahammülümüz) kalmadı. SAĞLIKTA ŞİDDET hakkında yeterince çalışma, rapor, belge, araştırma özellikle TTB (Türk Tabipleri Birliği) tarafından yapıldı ve yayınlandı ama AKP iktidarı yıllardır göz yummayı sürdürdü.

Çünkü kök nedenler Sağlıkta Dönüşüm denilen kökü dışarıda sağlıkta vahşi özelleştirme – piyasalaştırma politikalarında saklı. Yerli – Milli olduğu safsatasını halka yutturmaya çalışan AKP’nin sermaye yanlısı politikaları ülkemizi çok yönlü çıkmaza sürükledi. Sağlıkta Şiddet bu genel yozlaşmanın (dejenerasyonun) bir türevi.

Bütünüyle AKP’nin sorumlu olduğu, içine sokulduğumuz derin bunalım giderek daha çok can yakmaya başladı. 1 kg domates 12 TL’yi geçti ama AKP Genel Başkanı Erdoğan, vatandaşı muhbirliğe yönlendirerek çare arama (!) çaresizliğinde ne yazık ki..

ABD Başkanı Trump, BM genel kurulunda geçtiğimiz hafta son derece ilginç sözler söyledi..

  • Küreselleşmeyi reddediyoruz... dedi!
  • Amerika’yı Amerikalılar yönetir… dedi!

Biz hala deriiiiin gaflet uykusunda KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizmin uyduluğunu südrürüyoruz.

Erdoğan’a soruyoruz : Yerli Domatesin kg’ını 12 TL’nin de üstüne dış güçler mi çıkardı!?

Korkumuz, Erdoğan’ın politik kaygılarla kitlelerde algı yönetimi amaçlı söylediği krizi görmezden gelmeye – üstünü örtmeye dönük sözlerine kısa sürede kendisinin de inanması!

İşte o zaman Nasreddin Hoca’nın ünlü fıkrasındaki “büyük kıyamet” kopacak!
*****
Efendiler; 
Sağlık – Eğitim – Sosyal Güvenlik başta olmak üzere halktan yana kamusal politikalara geri dönünüz..
Sonra da Kamu öncülüğünde, üretime dayalı planlı karma ekonomiye dönünüz..
Başka hiç-bir çıkar yolumuz yok-tur..
Bu azgın sel katar önüne götürür sizi, tarihin çöplüğüne süpürür sizi..

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

 

Sağlık Ekonomisi / Health Economics

Sevgili AÜTF Asistanlarımız ve
Dönem V Öğrencilerimiz,

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 5 öğrencilerimize sunduğumuz 1 saat süreli SAĞLIK EKONOMİSİ derslerinin güncellenmiş yansılarını görebilmek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız ? 194 yansıdan oluşan çok varsıl içerikli sununun (7 MB) yararlı olması dileğiyle.

Saglik_Ekonomisi_2018-19

Sınavda ilk 89 yansıdan sorumlusunuz.. Sonrakiler ek bilgi içindir.

Dönem 1 için 1 saatlik ayrı bir sunu sitemizde vardır.

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül 2018, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
AÜTF Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

24 Ocak… Çoook Olumsuz Bir Gün…

24 Ocak…  Çoook Olumsuz Bir Gün…

Dostlar,

Tarihimizde 24 Ocak birçok olumsuzluğun yaşandığı bir gün.
Geçtiğimiz yıl bu gün sitemizde yayımladığımız kapsamlı dosyayı, güncelliğini koruduğu için bir kez daha paylaşmak istiyoruz hoşgörünüzle.. Aynen aşağıda..
Özellikle, 12 Eylül 1980 darbesinin öncülü, gerekçelerinden olan, ülkemizin belini kıran
24 Ocak 1980 Kararlarına dikkat çekmek istiyoruz..
Osmanlı döneminin 1838 Baltalimanı Andlaşması gibi, kritik bir kırılma noktası ikisi de.

Dr. Ahmet SALTIK
24 Ocak 2018, Ankara
=====================================

24 Ocak 1980 Kararları bu gün 37. yılını tamamladı.
Dönemin Başbakanı S. Demirel‘in “Devlet 70 Cent’e muhtaç” sözleri kulaklarda hala yankılanıyor. 4 yıl önce bu gün, bu Kararlar ile ilgili bizim çıkardığımız bir kitap özetine sitemizde yer vermiştik. 4 A4 sayfası oylumlu bu metnin bir kez daha okunmasında çok yarar görmekteyiz.

http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Bu Kararların olağan bir rejimde yürütülmelerinin olanaksızlığı çok geçmeden anlaşılmış ve 12 Eylül 1980’de ansızın Sıkıyönetim gelivermişti! Sıkıyönetim “kardeş kanı dökülmesine” 1 gecede son verdiği gibi (!), CHP dahil tüm siyasal partileri, sendikaları, kimi dernekleri. kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarını (Türk Tabipleri Birliği vd.).. kapatmıştı.

Kararların tüm ekonomik faturası gene emekçi halka çıkarılmaktaydı :

– Kamu harcamaları kısılıyor,
– Sosyal devlet geriye çekiliyor,
– Vergi tabanı genişletilerek oranlar yükseltiliyor,
– Yeni vergi türleri ekleniyor (KDV 1985’te kondu!),
– KİT ürünlerine okkalı zamlar yapılıyor ve şirket gibi yönetilmelerine geçiliyor,
– Özelleştirme (=talan!) hız kazanıyor ve
– Dış ticaret kısıtları tümüyle kaldırılarak tam liberasyon ile
ithal ikamesi rejimi terk ediliyordu..

Ne hazindir ki, 45. ABD Başkanı D. Trump, dış ticarette özellikle olmak üzere ekonomide bütünüyle korumacı politikalara geçiyor ve Küresel emperyalizmin de-regülasyon – mutlak serbest ticaret vb. putlarını kırmaya başlıyor 20 Ocak 2017’de Oval Office’i henüz devralmadan (20.01.2017) önce..

Küresel emperyalizmin maşası IMF, ancak bu koşullarda (24 Ocak kararları dayatması!) “can yeleği” atıyordu Türkiye’ye. Ardından da bir dizi “yapısal reformlar” (!) yapılacak ve alınan önlemler kalıcılaştırılacak, ekonominin – devletin DNA’sı değiştirilecekti (SAP-structural adjustment programs) .. Bunlar çok büyük ölçüde Askeri yönetimin gözetimi altında “çifte müsteşar” (DPT ve Başbakanlık) elektrik mühendisi Turgut Özal tarafından kotarıldı ve piyasa ekonomisine – dış ticarette gümrük korumasının hemen hemen hiç kalmadığı
bir düzene geçildi.. Çiçeği burnunda 45. ABD başkanı D. Trump, Meksika’daki Ford fabrikasını tehdit ederek ”ya sök fabrikanı ABD’ye getir ya da %45 dışalım (ithalat) vergisi koyacağım!”  buyurdu.. Fabrika tıpış tıpış emre uyuyor..

Borç ve de emir alındı aynı anda..

1982 Anayasası da bu bağlamda içeriklendirildi. Örn. sağlık hizmetleriyle ilgili
56. maddede Devletin sağlık hizmetlerini “denetleme ve düzenleme” üzerinden yürüteceği belirtildi.. Sosyalleştirilmiş sağlık sistemine son verme olanağı sağlandı ve bu AKP eliyle yapıldı! Özelleştirme ve taşeron devlete kapı aralandı ve son 35 yılda sonuna dek açıldı. Özellikle AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm programıyla.. On milyarlarca Dolar servetimiz yerli – yabancı – yandaş sağlık sektörü patronlarına aktarıldı; ”Tayyip beyin rüyası” Şehir Hastaneleri ile bu rant aktarımı daha da büyütülüp hızlandırılarak sürdürülecek.. Üstlenilen işlev bu!

35 yıl sonra geldiğimiz yer, küresel ekonomiye neredeyse tümüyle eklemlenmiş
yarı-sömürge sınırlarını aşmış bir Türkiye’dir. Sorunlar süregenleşmiş (kronikleşmiş), kalıcılaşmış, ekonomi bir şeytan üçgeninin içinde tutsak edilmiştir :

Ekonominin_Seytan_Ucgeni

 

– Bütçe açığı
– Dış ticaret açığı
– Cari açık…

 

 

AKP, 2002 sonunda devraldığı toplam 221 milyar $ borcu 3+ katına (600+ milyar $!) çıkarmıştır. 1,60 TL’de devraldığı Doları 3,80 TL’ye getirmiştir!
Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksullaşTIRma tüm vahşetiyle sürdürülüyor. Üstüne bir de dinci baskı rejimi ve bölünme tehlikesi.. AKP hükümeti sözcüsü Numan Kurtulmuş açık açık halkı tehdit ederek, Başkanlık halk oylamasında onanırsa terörün azalacağını söyleyebiliyor. Haziran 2015 genel seçimi sonrası aynı söylem RTE’den gelmişti ve ”verin 400 vekili terör bitsin” buyurmuştu, Kasım 2015’te genel seçim yinelenene dek 4 ay ülkeye ”kan ve can” diyeti ödetilmişti. Filmin benzeri yinelenecek önümüzdeki 2 ay boyunca ve uzun boylu yakışıklı profesör, hükümet sözcüsü Kurtulmuş üvertür ile görevli anlaşılan?? İlgilisinden daha yüksek perdeden uyarılar yolda ?!

“Yeni anayasa” dayatması ise, Türkiye’nin küresel sermaye birikimi sürecinde uysal bir ülke olarak rolünü sürdürebilmesi için Anayasa’da yer alan son birkaç “engelciğin” kaldırılması hedeflidir özünde.. Sosyal devlet, hukuk devleti, yurttaşların ekonomik ve sosyal hak ve özgürlükleri – devletin görevleri… falan.. Ne demekmiş bunlar?

Ayrıca Başkanlık! Federatif hatta olursa daha iyisi bölünmüş bir Türkiye..
Bağımsız Cumhuriyet direnci kırılmış, Misak-ı Milli onuru zedelenmiş, ekonomik – siyasal bakımdan tama yakın sömürge kılınmış, “Sevr benzeri” (Quacy Sevres!) koşullar dayatılarak uygulanmış ve teslim alınmış bir Türkiye..

37 yıl sonra, “24 Ocak 1980 Kararları sistematiği” nin orta erimde ülkemizi taşıdığı yer böyledir. Tarihsel miyopların, burnunun ucun göremeyen ve 3 sayfa yakın tarih okumamış ülke yöneticileriyle politikacıların dikkatine sunsak ne olur, sunmasak ne olur?
*****
Bu yazdıklarımız daha çok gençleredir..
Büyük ATATÜRK‘ün Cumhuriyetini emanet ettiği Gençlerimiz…
Bütün umudumuz onlardadır. Mustafa Kemal Paşa da öyle demekteydi :

– Bütün ümidim gençliktedir..

Sürdürülemez ve insanlık onuruna aykırı bu gidişi gençler durduracaktır.
Daha yaşanası, insanlık onuruna dayalı bir düzeni onlar mutlaka kuracaklardır.
Biz kıdemli kuşaklar, onların yaratıcılığına ve devingenliğine (dinamizmine) ket vurmadan birikimlerimizi – deneyimlerimizi onlara hep sunacağız, omuz omuza olacağız evlatlarımızla.. Ama 18 yaşını yeni bitirmiş çocuğu göstermelik TBMM üyesi yapma popülizmine, yozluğuna kapılmadan.. Önce onlara sıkı bir eğitimle iş ve gelecek sağlayarak.. 25 yaş sonrası da dilerlerse siyaset yolu zaten açık.

İnsanlık onuru mutlaka kazanacak.. Kapitalizm – emperyalizm de yeryüzünden
yok edilecek.. Bu hedef, Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın da öngörüsü idi..
*****
Bu gün, 24 Ocak 2017 günü..
Uğur Mumcu‘yu 24 Ocak 1993’ten bu yana bir kez daha acıyla andık..

– Bu gün, Diyarbakır Emniyet müdürü A. Gaffar Okkan ve 5 polisin şehit edilişini 16. kez daha andık (24 Ocak 2001).. Devletin emniyet müdürünü arabasıyla ve 5 korumasıyla havaya uçuracak gücü “birilerinin” Diyarbakır’da nasıl elde edebileceğini sorgulamayı sürdürdük.. Ama Devlet sor(a)madı!

Her 2 cinayetin (ve daha yüzlercesinin!) gerçek işletenlerinin “hala” yakalanamayışına sardonik (acılı) gülüşlerle tepki (!) verdik.. Devletimizden umudumuzu kesmek istemiyoruz inat ve dirençle.. Bir gün mutlaka..
Ama ne zaman??

– Bu gün laik sermayenin, Atatürk Türkiye’sinin yarattığı ulusal burjuvazinin
Atatürk’e saygılı eliti Mustafa Vehbi Koç‘u toprağa verdik..

(Mustafa Koç, Küba’nın başkenti Havana’da Atatürk yontusu yanında)

– Bu gün Kamer Genç nam bir yiğit – Atatürkçü – ulusalcı Tunceli milletvekili hemşehrimizi uğurladık.. Vasiyeti gereği Türk bayrağına sardık ve Tunceli toprağına uğurladık..

– Bu gün, Cumhuriyet kuşağı ve onun ürünü – onuru devrimci dilbilimci, yazar, düşünür.. Atatürk aşığı Prof. Tahsin Yücel‘i sonsuzluğa uğurladık..

Lütfen bakınız : TAHSİN YÜCEL’İ YİTİRDİK.. Mustafa Koç ve Kamer Genç’i de!(http://ahmetsaltik.net/2016/01/23/tahsin-yuceli-yitirdik-mustafa-koc-ve-kamer-genci-de/)
*****
“24 Ocaklar olmasın!” diye haykırmak geliyor içimizden…
Merhum bilge Oktay Akbal’ın “Hiroşimalar Olmasın” özlemi ve isyanı gibi..

Dayan yüreğim dayan..
İlk taktik hedef, TBMM’yi işlevsiz kılıp halk egemenliğini tek adama =
post-modern sultana devreden anayasa değişikliğini halkoylamasında reddetmek.. Nisan 2017 içinde.. Bir kez daha başaracağız.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ocak 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

ODA TV Söyleşisi sorularına yanıtlarımız

Sayın Nurzen Amuran’ın
ODA TV Söyleşisi sorularına yanıtlarımız

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi  www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
http://odatv.com/asil-olan-aclik-grevi-yapan-insanlarla-empati-kurmaktir-0907171200.html,
09 Temmuz 2017

"Yaşamda tutunabilmenin anahtarı bilimsel akılcılıktır..."

Soru 1- Bu gün sizinle Şehir hastanelerini konuşacağız. Şehir hastanelerinin çıkış felsefesi insanın sağlıklı yaşam hakkını ne ölçüde koruyabilir, devletin temel görevlerinden biri olan sağlıklı birey yetiştirme sorumluluğuyla sağlık hizmetinin ekonomik değer olarak görülmesi arasında bir bağ nasıl kurulabilir. Bu soruların yanıtlarını arayacağız. Ama önce bazı sorularım olacak Toplum Hekimliği üzerine. Sağlık konusunda öncelik koruyucu hekimlik olmalı. Ülkemizde koruyucu hekimliğe yeterince önem veriliyor mu?

Yanıt 1 : Teşekkür ederim size Sn. Amuran ve ODA TV’ye bu fırsat için. Önce Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği tıp dalına değinmek gerekirse: Tıp Fakültesinden hekim olarak mezun olduktan sonra sınavla uzmanlık eğitimine girmek ve en az 4 yıl boyunca bu Tıp Dalında ihtisas yaparak uzmanlaşmak gerekiyor. Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği tıp dalı, sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi, planlanması, yönetimi, politikaları, ekonomisi temelinde kişilerin ve toplumun sağlığını korumayı önceleyen bir tıp uzmanlık dalıdır. Pek çok yan ve ileri uzmanlık dalı vardır. Dolayısıyla Şehir Hastanelerinin ekonomi-politiği birçok boyutuyla Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği tıp uzmanlık dalının bilimsel inceleme alanındadır.

Sağlık hizmetleri sosyal devletin 4 temel sorumluluğundan biridir. J.J. Rousseau’dan bu yana Yurttaş ile Devlet arasındaki Sözleşmede Sağlık, Eğitim, Adalet ve Güvenlik hizmetleri, benzetmek uygun ise masanın 4 ayağı gibi vazgeçilmezdir. “Her şeyin başı sağlık” söylemi bir yalın gerçeği vurgular.. Bu 4 hizmet için de öncelikle sağlıklı bir topluma, insangücüne gereksinimi vardır. Ne yazık ki ülkemizde Koruyucu Sağlık Hizmetleri hakettiği kritik öneme uygun verilmiyor. Sağlık hizmetleri kamusal sorumluluktan çıkarılıp değişik biçimlerde özelleştirilerek piyasalaştırılınca, bu alanda da bir tüketim putçuluğu (fetişizmi) başlatılıyor ve “daha çok – daha çok” sağlık hizmeti satılmak – pazarlanmak isteniyor. Adeta insanlar daha çok hastalansa da daha çok sağlık hizmeti-malı alsalar.. gibisinden aykırı, patolojik ve sürdürülemeyecek bir kısır döngüye giriliyor.

Soru 2- Ekonomik  yönden değil de sosyal yönüyle 1. Basamak olarak kabul edilen aile hekimliği yüz yüze, yıllara dayanan devamlılık sağlayan hasta – doktor ilişkisi, geleneksel yapımıza uygun değil midir? 2. Basamağa ulaşmadan sağlık sorunlarının çözümünde sonuca daha kolay erişilemiyor mu?

Yanıt 2 : Sağlık hizmetlerinde 1. Basamak, hastaneye yatırılmadan, ayakta verilen hizmetler ve birimlerdir. Yataklı Sağlık Kurumları dışında tüm sağlık birimleri 1. Basamak’tır. Aile Hekimliği, 2003’te AKP’nin başlattığı Dünya Bankası – IMF – AB dayatması kökü dışarıda Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın temel ayaklarındandır. Gerçekte 1. Basamağın bile özelleştirilmesidir. Nitekim Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları kamu personeli sayılmayıp, kendilerinden sözleşme ile hizmet satın almaktadır Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu. Bizim geleneklerimizde SAĞLIK OCAĞI – SAĞLIK EVİ sistemi 1961’de çıkarılan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası ile yerleşmişti. Tanımlı bir bölge ve nüfusa yeter sayıda hekim, hemşire, ebe, tıbbi sekreter başta olmak üzere kapsamlı 1. Basamak hizmeti, “kişiye ve çevresine” dönük olarak takım (ekip) hizmeti olarak sunulurdu ve tümüyle kamusaldı. Bu sistem yozlaştırılarak başarısız gösterildi, kılındı ve Aile Hekimliğine ortam hazırlandı. Aile hekimliği sisteminin temel 3 sakıncası var :

İlki, özelleştirilmiş olması, 2. si takım (ekip) hizmeti olmayıp tek hekime dayanması, 3. sü ise et – tırnak gibi olan “kişiye ve çevresine” dönük koruyucu sağlık hizmetlerini ayırması, sonkini Toplum Sağlığı Merkezlerine bırakmasıdır. Türkiye, Temmuz 2010’dan bu yana tümüyle Aile Hekimliğine geçmiştir ve sistem verimli, beklenen başarımla (performansla) yürümemektedir. Sağlık Bakanlığı, ciddi aksamaların ayrımındadır ve örneğin Halk Sağlığı Merkezleri gibi ek bir yapılanma ile sistemi bütünleştirecek iken daha da parçalı, verimsiz ve başarısız kılacak tasarımlar içindedir. 1. Basamak, uluslararası standartlara uygun yürütülebilse, başvuran her yüz kişiden 80-90’ının sağlık sorunu çözülebilir ve yataklı kurumlar olan 2. ve 3. Basamak hastanelere gereksinim çok azalır. Dolayısıyla çok pahalı olan hastanecilik yatırımları sınırlandırılarak ulusal tasarruf yapılabilir. Ayrıca 1. Basamak sağlık birimleri insanların yaşam alanlarına en yakın yerlerde dağıtılmıştır, erişim çok kolay, hızlıdır. Oysa hastaneler belli yerlerdedir ve insanların hizmet almak için oralara erişmesi gerekir. Hele Şehir Hastaneleri ile bu sorun daha da belirginleşecek.. Örn. Ankara’da Bilkent ve Etlik olmak üzere iki dev şehir hastanesi bitirildiğinde, kente dağılmış olan öbür kamu hastaneleri kapatılacak. Beş milyonu aşkın nüfus bu 2 hastaneye yığılacak.. Oysa ulaşım altyapısı buna hiç elverir değil..

Soru 3- Aile hekimliği, ekonomik yönden de daha rantabl daha az maliyetli bir hizmet getirmiyor mu? Neden gerek altyapı gerekse fiziki yapı açısından aile hekimliğine yatırım yapılması tercih edilmiyor?

Yanıt 3 : Aile hekimliğinin başarılı olabilmesi için öncelikle o toplumun kültürü, gelenekleriyle uyumlu olması, toplumca benimsenmesi gerekir. Bizim için kökü olan bir kurum değildir. Kökleşmiş olanı, yukarıda da değindiğimiz gibi Sağlık Ocağı sistemi idi. Ebe – hemşire sorumlu olduğu nüfusu evlerinde düzenli olarak siyaret eder, gebeleri saptar ve izler, aşıları yapar, çevreye dönük sağlık hizmeti de sunulurdu. Sağlık Ocağı hekim(ler)i tüm hizmetin sorumlusu ve eşgüdümcüsü idi. Halka sağlık eğitimi verilir, su ve gıda hijyeni başta olmak üzere okul sağlığı, aile planlaması gibi hizmetler kapsamlı, bütüncül, takım (ekip) olarak ve en önemlisi ücretsiz olarak, kamusal gözle verilirdi. Aile hekimleri şimdi yalnızdır, tek çalışanı Aile Sağlığı Elemanıdır, Aile Sağlığı Birimi – Merkezi’nin binası dahil tüm donanımını kendisi sağlamak zorundadır ve sorumlu olduğu nüfus ülke genelinde ortalama 3629 kişi dolayındadır (toplam 6902 Aile Sağlığı birimi – hekimi). Bu rakam İstanbul’da 3953 kişi/aile hekimi olup, ilgili yasanın öngördüğü üst sınır olan 4 bine dayanmıştır. Ayrıca İstanbul’da yaklaşık 250 aile hekimi aynı yasaya aykırı olarak “yalnız” çalışmaktadır, tek bir Aile Sağlığı Elemanı bile yoktur! Haftada yarım gün gezici sağlık hizmeti için ayrılmıştır. Bu amaçla araç sağlamak da Aile Hekiminin yükümüdür. Pek çok aşılama – izleme hizmeti verilememekte, ciddi düzeyde aksamaktadır. Ek olarak Aile hekimlerine Sağlık Bakanlığı nöbet hizmeti yüklemektedir.

En önemli sorunlardan biri ise SEVK ZİNCİRİ sisteminin kurul(a)mamış olmasıdır. Deyim yerinde ise sistemin Aşil topuğu burasıdır; acil durumlar dışında herkesin öncelikle kayıtlı olduğu aile hekimine başvurması ve ancak onun sevki ile hastaneye gidebilmesi.. Politik kaygılar ve Aile Hekimliği sisteminin çok yönlü yetersizliği siyasetçilerce iyi bilindiğinden, bu işleyiş uygulan(a)mamaktadır. Oysa bu sistemin uygulandığı ülkelerde sıkı bir sevk zincir uygulaması vardır ve hastanelerde gereksiz yığılma önlenmektedir. Sağlıkta Dönüşümde iktidar, “hekim seçme özgürlüğü” bonusu ile halkın sempatisini, moda deyimle “hasta hoşnutluğunu” elde etmeyi önemsemektedir. Bu durumda da Aile Hekimliği Birimlerinin 1. Basamak olarak adeta içi boşaltılmış olmaktadır.

Soru 4- Şehir hastanelerinin temel felsefesi nedir?
Sosyal devlet anlayışıyla ne ölçüde bağdaşıyor?

Yanıt 4 : Şehir hastaneleri, Sağlıkta Dönüşüm denen neo-liberal piyasalaştırıcı – özelleştirmeci – kâra dayalı sistemin 2. aşamasıdır. Bu politika Haziran 2003’te AKP eliyle başlatılmıştır ve 15. yılına girmiştir. Sağlık Bakanlığı’nın hastanelerinin özelleştirilmesi demektir. Kamu Özel Ortaklığı / İşbirliği (KÖO) cafcaflı adıyla sunulmakta, gerçekte kamuyu sağlık sektöründen de giderek çekmektedir. Kamu, şehir hastanelerini yapmayacak Kamu Özel Ortaklığı/İşbirliği (İng. PPP) Yasası yasa uyarınca;
– Özel sektöre bedelsiz Hazine arsası tahsis edecek
– Finansman için kredi = borç bulması için Hazine güvencesi (garantisi) vererek kefil olacak
– Gerçek bedelinin çooook üstünde maliyetlerle yapılan veya öyle gösterilen lüks inşaatların şişirilmiş maliyetleri nedeniyle amortisman, yatırım indirimi – teşviki.. gibi araçlarla vergi kaçırılmasına göz yumacak
– Hiç gerekmediği halde 5 yıldızlı otel – lokanta standartlarında yapılan hastane binalarının 25-30 yıl kiracısı olmayı yükümlenecek (taahhüt edecek)
– Kirayı her yıl enflasyon oranının altında kalmamak üzere artıracak
– Yatak kapasitesi %70’i doldurulamazsa farkı Hazineden hastaneyi yapıp-işleten şirkete ödeyecek
– Bu binaları yapıp Sağlık Bakanlığına kiralayan şirketler hastanede çok kârlı olan görüntüleme ve laboratuvar hizmetlerini de kendileri sunacak
– Gerekli teknik – tıbbi araç gereci bulunduracak
– Otelciliğe ek lokantacılık hizmet verecek
– Hastane döner sermaye gelirlerinden öncelikli olarak şirketin alacakları ödenecektir.
– Şehir Hastanesi yerleşkelerinde pek çok yan hizmet (otopark, alışveriş mağazaları, eczane…) de bu şirketlere bırakılacak..
…….
Ve yandaş şirketler 25-30 yıl sonra, sözleşmeye göre, ekonomik ömrünü doldurmuş bina – tıbbi ve teknik araç-gereci Sağlık Bakanlığı’na devredecektir. Öngörülen 17 Şehir Hastanesi için ilgili yandaş şirketler çok şişirilmiş rakamlarla yaklaşık 10 milyar $ harcayacak, 25 yıl içinde en az 27 milyar $ olarak geri alacaklardır. Temel felsefe, yineleyelim; Sağlık Bakanlığı hastanelerinin özelleştirilmesi, yandaş sermayeye kamudan kaynak aktarılmasıdır. Gelecek kuşaklar bile yerel – küresel sermayeye borçlandırılmakta; sermayenin ise gelecek kuşaklarının dahi kamu kaynağı ile gönenci (refahı) ve geleceği güvence altına alınmaktadır. Daha şimdiden, Mersin – İsparta Şehir Hastanelerinde gerçekte olmayan döner sermaye gelirlerinin (SGK geriödemeleri ve hastalardan katkı payı, Sağlık Bakanlığı ödemeleri) yetersiz kaldığı ve açıldığından bu yana birkaç aydır sağlık çalışanlarının performans ücretlerinin ödenmediğini öğreniyoruz. Çünkü öncelik Şirketin!

Öte yandan, Sağlık Bakanlığı’nın görece mütevazi binalarında bile hastalardan 12 kalemde “katkı payı” alınmakta iken, Şehir Hastanelerinde bu “katkıların” (!) hızla artırılacağı ya da hizmet nitelik ve kapsamının daraltılacağı matematiksel bir kesinliktir. Anımsayalım, Genel Sağlık Sigortası 1 Ekim 2008’de 5510 sayılı yasa ile zorunlu olarak başlatıldığında özel sağlık kuruluşlarından sağlık hizmeti alımında ödenecek katkı payı %20 olarak saptanmıştı. Bu rakam, birkaç yıl içinde 10 kez büyütüldü ve ayrık (istisnai) hizmetlerde kamuda – özelde daha fazla olabilmekle birlikte %200’e çıkarıldı!

Bu soruda sonuç olarak; şehir hastaneleri sağlık turizmini de hedeflemekte olup, uzun olmayan bir süre sonra özel hastaneler gibi yüksek ek ödemelerle hizmet verebilecektir. Vergi veren halk,
kendi vergisiyle yapılan ve sürekli Hazine’den finanse edilen bu lüks – özelleşmiş hastanelerden hizmet alamayacak; üst katmanları ve yabancıları finanse etmiş olacaktır.. Bu durum yoksuldan varsıla kaynak aktarımıdır ve AKP siyasetinin bilinçli bir tercihidir; gelir dağılımını daha da bozacak, yoksulluğu yatay ve dikey olarak daha da derinleştirecek ve toplum sağlığını kötüleştirecektir! İngiltere örneği başta olmak üzere, KÖO yoluyla denenen şehir hastaneleri pek çok ülkede iflas etmiş ve ağır kamusal zararlara yol açmıştır; ancak bu arada öngörülen sermaye aktarımı ise geri dönüşümsüz, fiilen yapılmış olmaktadır. Ahlaki ve etik bakımdan mahkum edilmek gerekir.

Soru 5- Sağlık düzeninde yeni yapılanma olarak sunulan şehir hastanelerinin kuruluşu ve işleyişi bizim sağlık taleplerimize yanıt verecek midir? Bu projenin gerçekleşmesi en çok kimlere yarayacaktır, Kamunun yükünü artırmayacak mıdır?

Yanıt 5 : Bu sorunuzun yanıtını 4. soru kapsamında ayrıntılı olarak vermiş oluyorum.

Soru 6- Kâr hedefiyle oluşturulan Şehir hastanelerinin başarı ölçütleri arasında bu kurumlara başvuran hasta sayısının çok olması, Hasta ve tıbbi işlem sayısının yüksek olması gösteriliyor.
Bu durum Aile Hekimliğinin kuruluş amacıyla bir çelişki yaratmıyor mu?

Yanıt 6 : Çılgın bir kısır döngüye tutsak edilmiştir sistem. Kişi başına yıllık hekime başvuru sayısı 2002’lerde 2,5 dolayında iken Sağlıkta Dönüşüm ile 8’i aşmıştır. Bu rakam siyaset kurumunca hekime erişimin kolaylaştırılması olarak sunulmaktadır. Gerçekte ise bir alarm verisidir. İnsanlar nitelikli sağlık hizmeti alıp sağlık sorununu çözemediği için dolaşıp durmaktadır. Sağlık Bakanlığı, hasta başına muayene süresini 10 dk. olarak sınırlamıştır. Hatta geçtiğimiz aylarda 5 dakikaya indirilmesi düşünülmüştü. Oysa Dünya Sağlık Örgütü standardı ortalama 20 dakikadır. Psikiyatrik hastalar ve özellikli olgular bunun dışındadır. Ancak hastaneler hasta yüküyle boğulur ve bol tetkik isteyip bol ilaç yazarak tıbbi hatadan sakınmak ve hastayı rahatlatmak isterken, 1. Basamak olan Aile Hekimliği birimleri, hastane reçetelerini yazmakla işlevsiz duruma düşürülmektedir. Çok ağır ve hazin bir çelişki, çarpıklık, verimsizlik, kaynak israfı ve halkı kandırma politikasıdır, bitmelidir.

Soru 7- Neden kâr odaklı değil de insan odaklı sağlık politikaları uygulanmıyor,
öngörülen  yatırımlarda sağlık personeline yapılacak yatırımın öncelik taşıması gerekmez mi?

Yanıt 7 : Bu yakıcı sorunuzun nedenini sözde neo-liberal küreselleşTİRmeci, yeni emperyalizmde aramaktan başka yol yok! Kapitalizmin tunç yasası “en çok kâr” (maximum profit).. GATS Anlaşmaları ve Dünya Bankası normlarına göre sağlık hizmetleri ile mallarının öbür sektör mal ve hizmetlerinden farkı yok!? Sağlık hizmetleri de bir meta! Alınıp satılır, piyasaya bırakılmalıdır ve devlet – kamu kenara çekilerek sermayeye – piyasaya – şirketlere açmalıdır bu kârlı alanı. Devlet salt gece bekçisidir, gölge etmemelidir! Dolayısıyla insanlık dışı ve düşmanı bu yabanıl (vahşi) politika dayatmalarıyla yüzleşmeli, halkı da yaşadıklarıyla aydınlatarak bilinçlendirmelidir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesinde Sağlık, doğuşta kazanılan bir temel insan hakkıdır!

Soru 8- Gündemden düşmeyen bazı konularda da sorularım olacak.. Bir hekim olarak Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın durumlarını değerlendirmenizi istiyorum: Haksızlığa karşı mücadelede açlık grevi son çare olup, önemli olan yaşam hakkının korunmasıdır. Birey kendi iradesiyle bu riskli kararı alır. Onu ve haklarını korumak da devletin sorumluluğudur. Bir Hekim, hangi aşamada yaşam hakkının korunmasında sorumluluğu almalıdır? Açlık grevlerinde demokratik haklar nerede başlar nereye kadar devam eder?

Yanıt 8 : www.ahmetsaltik.net adresli web sitemizde bu konuda epey yazı yazdık. Birisi “AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE” başlıklı, tıklanarak okunabilir. Özetle, açlık grevi kişinin özgür istencine bağlıdır. Bilincini yitirmedikçe zorla besleme yapılamaz. Bu durumda bile ileriye dönük bilinci açıkken irade belirtmişse yine bağlayıcıdır. Hiçbir hekim bu yönde zorla müdahale yapamaz. Ancak Cezaevlerinde Cezaların ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı ile ilgili yasada boşluklar vardır. Asıl olan  bu insanlarla özdeşim/duygudaşlık (empati) kurmaktır. Bu gün ölüm orucunun 120. günüdür. Dile kolay, tam 4 aydır bu 2 insan 20 ve 30 kg’dan daha çok tartı yitirerek bir deri  – kemik kalmıştır. Ayağa kalkamamaktadırlar ve acılar içindedirler. Salt tuzlu – şekerli su içmekte ve B1 vitamini almaktadırlar. Literatürde 100 gün kritik eşiktir. Nuriye ve Semih’i her an yitirebiliriz veya Wernicke-Korsakoff denilen ağır ve dönüşümsüz bir beyin zedelenmesi gelişebilir.

Bu 2 masum genç insan ile siyaset kurumu inatlaşmamalıdır. İşlerine iade edilerek bir yandan yargılanmaları sürdürülmelidir. Zaten işe başlama kararı verilse bile aylarca sağaltım (tedavi) alacak, çalışamayacaklardır. Bu arada da yargılama sonlanır ve gereği yapılır. Durum acildir ve
geri dönüşümsüz aşamadadır.

  • AKP iktidarını ACİLEN empati kurmaya çağırıyoruz..

Soru 9- Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için “.. Wernicke-Korsakoff sendromu sınırındadırlar” deniliyor. Nedir bu rahatsızlık? Avrupa Konseyi’nden Jagland, OHAL Komisyonu’nun bir an önce çalışmasını, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın durumunun netleşmesini talep ediyor.
Siyasi iktidar için bu riskli bir bedel değil midir?

Yanıt 9 : Bu sorunuzu da 8. soru bağlamında yanıtladım. Nuriye – Semih’in ölümü ya da sürekli engelli kalmasından siyasal iktidar doğrudan ve 1. dereceden sorumludur. Bu çok nettir!

Soru 10- 18.06.2017 tarihinde TBMM Genel Kurulunda kabul edilen Torba yasa ile Üniversite öğretim üyelerine ilişkin yeni düzenlemeler var: “Doktoralı araştırma görevlilerinin yalnızca %20’si yardımcı doçentliğe yükselebilmekte, doktora sonrası araştırmacı adı altında yeni bir düzenleme getirilmekte, “performans denetimi akademik yükselmenin temel ölçütü olacaktır.” denilmekte.
Bu düzenlemelerin sonuçları neler olabilir? Bu torba yasada bilimsel özerkliği koruyan düzenlemeler var mı?

Yanıt 10 : Hayır… Bilimsel özgürlük ve akademik özerklik zaten 2547 sayılı Yükseköğretim yasasının özünde yok. Hatta muradı tam tersi. Anaysanın 129-130. maddeleri de askıda. Ciddi kayırmacılığa yol açabilecek, akademik yüksel(til)melerde keyfilik sorunu öne çıkabilecek, yandaş kayırmalar önlenemez düzeylere erişebilecektir. Bu, FETÖ dışı başkaca tarikat – cemaatlere yükseköğretim sisteminde kadrolaşma olanağı demektir.

Soru 11- Geçen hafta Gazeteci Özcan Kadıoğlu’nun yaptığı bir araştırmaya göre “Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2017-2019 bütçesinde fen liseleri için 109.6 milyon lira, imam hatip okullarına ise 1.7 milyar lira bütçe ayrılmış. 24 Haziran 2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı Kurum Açma, Kapatma ve Ad Değiştirme Yönetmeliği uyarınca, açılacak bütün okullara abdesthane ve mescit zorunluluğu getirilmiş. Bir başka karar da ‘Evrim Teorisinin’ lise eğitim müfredatından kaldırılması. Amaç artık eğitim kalitesini yükseltmek mi yoksa salt dindar bir nesil mi yetiştirmek?

Yanıt 11 : AKP dindar değil “dinci” kuşaklar yeiştirme peşinde. Erdoğan bizzat söyledi bunu ve “Dininizi – kininizi eksik etmeyin” dedi. Bu girişim başta Anayasa’nın 24. maddesi olmak üzere 2, maddeye, 42. maddeye, İnsan Hakları Evrensei Bildirgesi’ne ve Türkiye’nin taraf olduğu birçok uluslararsı andlaşma – sözleşmeye aykırıdır. Bu yönetmelik Danıştay’dan dönmelidir, AKP böyle yaparak toplumu daha da kutuplaştırıyor ve çağdaş bilimden koparıyor..

  • Evrim bilimsel bir gerçektir. Onu perdelemek yobazlık ve bilim düşmanlığıdır, gericiliktir.

Soru 12– Üniversitelerimizde  ne yazık ki siyasi iktidara muhalefet eden her bilim insanı
terör örgütleriyle ilişkilendiriliyor. Kuşkusuz aralarında bağlantısı olanlar da vardır ancak olmayanların çoğunlukta olduğu da görülüyor. Bir bilim insanının yetişmesi kolay mı,
bilime yapacağımız yatırımın temelinde bilim insanı olmalı değil mi?

Yanıt 12 : Bu sorunun yanıtı Büyük Atatürk’ün 1936’da açtığı
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin alnında yazıyor…

  • Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir..
  • 21. yüzyılda dünyada – yaşamda tutunabilmenin anahtarı – motoru
    BİLİMSEL AKILCILIKTIR.

    Bu gerçek er ya da geç ülkemizde de algılanacaktır. Ancak AKP tüm okulları İmam-hatip okulu yapmak gibi çok tehlikeli ve zararlı bir takıntı içinde. Bunun mutlaka aşılması gerek.

  • Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkarak varolabilir ve ilerleyebiliriz ancak..
    Başka hiçbir çare yok!

Teşekkür ederim.

ŞEHİR HASTANELERİ SEMPOZYUMU

ŞEHİR HASTANELERİ SEMPOZYUMU

ŞEHİR HASTANELERİ SEMPOZYUMU

Bilkent ve Etlik Şehir Hastaneleri Vesilesiyle, 11 Mart 2017 – Ankara

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Tabip Odası,13 Ocak 2016’da “Mimarlar ve Doktorlar Entegre Sağlık Kampüslerini Masaya Yatırıyorlar-
Sağlıkta Dönüşüm / Entegre Sağlık Kampüsleri Tartışmaları
 -1”
başlığında bir araya gelerek şehir hastaneleri hakkında bilgi paylaşmışlardı.
Toplantıda kamu özel ortaklığıyla yapılacak bu hastanelerin kente, sağlığa, halka,
sağlık emekçilerine ve ülke ekonomisine etkilerini değerlendirmişlerdi.

Sağlıkta dönüşümün, hukukla, iktisatla, finansmanla, kentle, yaşamla, sağlık çalışanlarına ve sağlık hizmeti alacaklara etkilerini bütünlüklü olarak ele almak gerektiği açık. Bilgi alışverişi ve tartışmaya devam etme kararı verildi. Ankara’da yapılacak ve “dünyanın
en büyük sağlık tesisleri” olacağı söylenen Etlik ve Bilkent şehir hastaneleri üzerinden
ülke ölçeğine bakmanın konuyu anlamayı kolaylaştıracağı düşünüldü.

Hastanelere kilit, yollarımıza kilit, şehrimize kilit

Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin yaptığı incelemeye göre ruhsat sorunu olduğu, kaçak inşaat olabileceği değerlendirilen Bilkent Şehir Hastanesi 1 milyon metrekare alanda giderek yükseliyor, büyüyor. Mega projeler, kimilerine göre kalkınmanın ifadesi. Ama bütüncül planlama ilklerinden yoksun, kent hayatını al üst edecek ve kentsel ulaşımı tıkayacak bir mekansallığın karşılığı olarak ortada duruyor. Şehir hastanelerine ulaşılacak yol yok.Böylesine büyük metrekareleri kaldıracak alt yapı yok. Şehir hastaneleri, kentimizi kilitlemeye, yollarımızı işgal etmeye, ormanlarımızı yok etmeye aday mekanlar olarak şehirlerimizi hapishaneye, sağlığımızı bozmaya aday. Etlik Şehir Hastanesi de yine 1 milyon metrekare alan büyüklüğüne sahip, yine binlerce odalı…Ama oraya da gidecek yol, oluşacak yükü alacak kapasite yok.

Hasta garantili hastane!

Kentin üzerine gelen bu plansız yük işin bir yanı. Şehir hastaneleri, var olanları yutan bir canavar aslında. Etlik ve Bilkent açılınca, Ankara kent merkezindeki Cumhuriyetin tarihsel ve planlı döneminin izlerini taşıyan bir çoğu tescilli kültür varlığı olan 13 erişimi kolay devlet hastanesi kapatılacak. Sağlık Bakanlığı, şehir hastaneleri için şirketlere yüzde 70 doluluk oranı garantisi verdi. Hastalıkları önlemek değil Sağlık Bakanlığı’nın işi, hasta vaat ediyor artık şirketlere.

Maliyeti Ticari Sır!

Kalkınma Bakanlığı, Dünyada ve Türkiye’de Kamu-Özel İşbirliği Uygulamalarına İlişkin Gelişmeler başlıklı Ocak 2016 tarihli raporunda, ilk defa şehir hastanelerinin maliyeti resmi olarak açıkladı. Tabii bir de kamu özel ortaklığının imtiyaz/özelleştirme uygulaması olduğunu Kalkınma Bakanlığı da itiraf etti bu raporda. O tarihe kadar maliyete dair sorularımız “ticari sır” denilerek yanıtsız bırakıldı. Sağlık Bakanlığı’nın açıklamaktan imtina ettiği rakamlar bu rapor ile gün ışığına çıktı. Gerçi bugün hala bakanlıkların açıkladıkları rakamlar birbirini tutmuyor.

Özelleştirme 40 yıla yaklaşan “savaşında” sağlığın, kentlerin, hastaların,
sağlık çalışanlarının ve kenti paylaşan herkesin atardamarına dişini dayadı.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Tabip Odası dünden başlayarak bugüne, bugünden başlayarak yarına bakmak için sorular sormaya ve yanıtları birlikte bulmaya davet ediyor.

Şehir Hastanelerinin bir bütün olarak masaya yatırılacağı Sempozyum’da;

  • Bir hastanenin adı “şehir hastanesi” olunca ne değişir? 
  • Bir hastane kamu özel ortaklığıyla yapılırsa aslında ne olur?
  • Bir hastane hem sağlığa, hem kente, hem çevreye hem hastalara hem sağlık çalışanlarına hem Hazine’ye hem bütçeye zararlı olabilir mi?
  • Bir hastane yaptırabilmek için gelecek üç kuşak borçlandırılabilir mi?
  • Bir hastane yaptırmak için sırf şirketler istiyor diye defalarca kanun değiştirilir mi?
  • Arazisi devletten, kirası çalışanların hakkı olan döner sermayeden, kur farkı garantili, aldığı kredisi Hazine garantili, tüm hizmetlerin de şirketten satın alındığı, devletin kiracı şirketin mülk sahibi olduğu, şirketlere otoyollar gibi doluluk garantisi verilen hastane yaptırılabilir mi?

Yukarıda sayılanlar sadece örnekler… Evet, tüm bunlar ve çok daha fazlası
“şehir hastaneleri” diye diye geliyor… Devlet sağlığa yatırım yapmıyor!
Devlet, sağlığı özelleştirip şirketlerin hayal bile edemeyeceği olanaklar sunuyor!
Bunların hiçbiri haber olmuyor, konuşulmuyor. Peki, bu işin aslı esası ne?
Şehir hastanelerinin gerçeği ne?
Gerçekleri konuşmak için mimarlar, doktorlar, hukukçular, iktisatçılar ve bu konuda sözü olanlar bir araya geliyor. Şehir efsanelerine karşı gerçekler ortaya çıkıyor.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi              Ankara Tabip Odası
===========================================
Dostlar,

11 Mart 2017 günü 10:00 – 19:00 saatleri arasında gün boyu bu kurultayda idik.
Sitemiz okurları anımsayacaklar, bu sitede 10’a yakın yazı yayımlandı “şehir hastaneleri” hakkında. Örn. bir yazımız aşağıdaki erişke (link) ile çağrılabilir :

  • ŞEHİR HASTANELERİ BİR SOYGUN – TALANDIR..

    Biz de oturumlar boyunca 3 kez söz alarak kapsamlı katkılar verdik.
    Tüm etkinlik kamera kaydına alındı. Yakında kitaplaştırılacağını umuyoruz.
    Metin elimize geçtiğinde, bu sitede sizlerin bilgisine (pdf olarak) sunacağız.
    ****
    Vatan Partisi’nin 10. Genel Kurultayı

    Bu dizeleri yazarken bir yandan da TV’de Vatan Partisi’nin 10. Genel Kurultayını izlemeye çalışıyoruz. Her şeyden önce tam bir sanat şöleni izliyoruz. Sahne performansı, dekor, kostümler, arka fonlar, ışıklandırma, koreografi, effekt müzik, seslendirme ve sözler (içerik), verilen iletiler son derece başarılı, coşku verici, sürükleyici, güç verici ve düşündürücü.. Bu boyutuyla yapımcı ve sergileyici sanatçıları içtenlikle kutlarız. Elbette Kurultaya böylesi bir yaratıcı boyut katan
    Vatan Partisi yöneticilerini de..
    Arena salonunu dolduran, yurdun her yerinden özveri ile koşan 10 bini aşkın yurtseveri de.. Biz profesyonel sorumluluğumuz ağır basınca Şehir Hastaneleri Kurultayına katıldık. Önceki yıl aynı salonda yapılan Vatan Partisi kongresinde bulunmuştuk. Anadolu Otelinde sürecek olan Kurultaya içtenlikle başarı diliyoruz. Genel Başkan Sayın Dr. Doğu Perinçek önderliğinde Vatan Partisi’nin ülkemizi – halkımızı bütünleştirici sorumlu ve ağırbaşlı politikalarını saygı ile selamlıyoruz.

*****
46 Yıl Sonra Gene 12 Mart..

Tarih 12 Mart 2017… 46 yıl önce 12 Mart 1971‘de Hacettepe Tıp Fakültesi 1. sınıf öğrencisi idik. Ülkede askeri darbe yapılmış, tüm yurtta sıkıyönetim ilan edilmişti..
9,5 yıl sonra 1 kez daha, 12 Eylül 1980’de yine askeri darbe yapılmış ve tüm ülkede gene sıkıyönetim ilan edilmişti..
Aradakileri geçersek… 15 Temmuz 2016’da bir “tuhaf” darbe girişimi (!?) ve
20 Temmuz 2016’dan bu yana neredeyse 8 aydır Türkiye OHAL rejimi altında
AKP iktidarınca inletiliyor
..
Ve akıl dışı biçimde, adına “anayasa değişikliği halkoylaması” (!?) denerek
zihni tuzaklanmak istenen Türk Ulusu, en az 100 yıl geriye savrularak,
büyük ATATÜRK sayesinde kan ve canla kazandığı egemenliğini Beştepe sarayına devretmesi isteniyor.. Bir karabasan (kâbus) gibi.. “Hayır” dır inşallah..

Sevgi ve saygı ile. 12 Mart 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

TBMM’de Sağlık Bakanlığı’nın 2016 bütçesi görüşüldü

TTB_logosu

TBMM’de Sağlık Bakanlığı’nın
2016 bütçesi görüşüldü

TBMM Bütçe Plan Komisyonu’nda görüşülmekte olan Bütçe Kanunu tasarısında Sağlık Bakanlığı bütçesi görüşüldü (10.02.2016). Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu’nun sunumu ile başlayan oturumda komisyon üyeleri sağlık alanına ilişkin görüşlerini ifade ettiler.
Görüşmeleri TTB adına TTB Merkez Konseyi Başkanı Bayazıt İlhan ve Genel Sekreter Dr. Özden Şener izledi. Dr. Şener, verilen olanakla kısa bir konuşma yaptı ve Türkiye sağlık ortamını değerlendirdi. Şener konuşmasında Türkiye sağlık ortamının bugününü ve kurum olarak beklentilerini dile getirdi. TTB Genel Sekreteri, önceki yıllarda sağlıkta dönüşümün önemli bir başarısı olarak gösterilen kızamığın Bakan’ın bu yılki sunuşunda yer almadığına, 2014 yılında Türkiye’de 7400 yeni kızamık vakası görüldüğüne dikkat çekerek bu 2002’deki sayıya eşit olduğunu, koruyucu sağlık hizmetlerinde önemli sorunlar bulunduğunu ifade etti.
Bakanlık açıklamasına göre bebek ölüm hızının binde 30’dan binde 7’ye düştüğünün belirtildiğini, bu rakamın gerçeği yansıtmayabileceğini söyleyen Şener, Prof. Dr. Kayıhan Pala ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada Bursa’da 2008 yılındaki bebek ölüm hızının İl Sağlık Müdürlüğü verilerine göre binde 7 olduğunu ancak mezarlıklarda yapılan incelemede defnedilen bebek sayısının binde 21 olduğunu, Türkiye’deki sağlık istatistiklerinde ciddi sorunlar bulunduğunu ifade etti.
Prof. Dr. Özden Şener;
– 2002’de hekime başvuru sayısının (AS: yılda) 3 iken, bugün 8’i aştığını,
– ilaç tüketiminin 750 milyon kutudan 1 milyar 950 milyon kutuya yükseldiğini,
– Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 2008’de tüm Türkiye’de çekilen bilgisayarlı tomografi sayısının 5 milyon iken, sayının 2010’da 7.5 milyon, 2012’de 10 milyon, 2014 yılında ise
12.5 milyona ulaştığını,
– bir hekimin günde 100-150 hasta baktığını..ve bu verilerin iyiye giden bir sağlık ortamının göstergeleri olamayacağını söyledi.
Hekimlerin ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin arttığını vurgulayan Şener yalnızca son bir yılda iki meslektaşımızın görevleri başında öldürüldüğünü hatırlattı. Yöneticilerin gelen her hastaya bakılması baskısı nedeniyle çok ağır koşullarda çalışıldığını, Dr. Atakan Karanfil’in, Hemşire Sevilay Ayva’nın, Dr. Cenk Yavaş’ın görevleri başında genç yaşta yaşamlarını yitirdiklerine dikkat çekti.
Kamuda ve özelde performans baskısının hasta sağlığını tehlikeye attığını, hekimlerin bunun farkında olduğunu da belirten Şener tıp fakültesi (AS: öğrenci sayısının) 5000’den 12000’e çıkarıldığını belirterek bu keskin artışların nitelikli hekim ve sağlık personeli yetiştirilmesindeki olumsuz etkilerine değindi.

TTB Genel Sekreteri konuşmasının sonunda şiddete ilişkin ciddi düzenlemelere ihtiyaç olduğunu, sağlık personelinin uzun süredir konuşulan yıpranma zammının verilmesi gerektiğini, kamuda ve özelde güvenceli ücrete geçilmesi gerektiğini ve emekli aylıklarının insanca yaşanacak bir tutara yükseltilmesi gerektiğini ifade ederek sözlerini tamamladı.
(http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/butce-5934.html, 14.02.2016)

=========================================

Dostlar,

TBMM’de ilgili Komisyonda (Bütçe Plan) Sağlık Bakanlığı bütçe taslağının görüşülmesi sırasında TTB (Türk Tabipleri Birliği) yetkililerinin de bulunması ve söz hakkı sahibi olmaları son derece olumludur. Bu tür demokratik – katılımcı geleneklerin geliştirilmesi ve yerleştirilmesi hepimizin yararınadır. TTB Genel Sekreteri, AÜTF’nden (Ankara Üniv. Tıp Fak.) çalışma arkadaşımız değerli Prof. Özden Şener’in, verilen kısa sürede TBMM Komisyonuna sunduğu veriler ve değerlendirme çok katkı sağlayıcıdır. Sağlık Bakanlığı yetkililerinin dikkate alması ve “kurumsal körlük” sakıncasını aşmak üzere, daha gerçekçi politikalar üretip uygulamak üzere, dışarıdan yapılan nesnel irdelemelerden yararlanmaları doğallıkla beklenir.

Bizim de Ankara’nın kimi ilçelerinde gözlediğimiz verilerde; gebe, doğum, bebek ve ölüm kayıtlarında ciddi sıkıntılar ve eksikler söz konusudur. Gerek TÜİK, gerek Sağlık Bakanlığı, gerekse Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı – SGK verilerinde (iş kazaları, meslek hastalıkları..) önemli geçerlik – güvenilirlik sorunları olduğu gibi, iyi – kötü elde edilen ham sağlık verilerinin (raw data) işlenerek bilgiye dönüştürülmesinde (information) ciddi sıkıntılar gözlenmektedir. Söz konusu kurumların, iyi Epidemiyoloji bilen Halk Sağlığı Uzmanı hekimleri istihdam etmeleri kaçınılmaz bir zorunluktur. Sağlık hizmetlerinin planlanmasının mutlak biçimde sayısal karar verme (quantitative decision making procedures) tekniklerine dayandırılması, matematiksel akılla-düşünce ile yönlendirilmesi vazgeçilmez bir gerekliliktir.

21. yy. başında Türkiye’de hiçbir kurum – kişinin devekuşu politikaları izleyerek kendisini ve ülkemizi aldatma olanağı ve hakkı kesinlikle yoktur! Siyaset kurumu, seçim kazanan politik kadroların “dilediklerini” yapma hakkı demek asla değildir! Tam da tersine, siyasetçiler, kafasına yatanı (politics) değil, ülke halkı için en iyisini yapma sorumluluğu ile yükümlüdürler. Bu ise ancak bilimsel politikalarla (policy) olanaklıdır. Alaturka Türk siyasetçisi, artık arabayı atın  önüne  koymaktan  vazgeçmelidir. Sorun alanlarının çözümü için 1’den çok bilimsel seçenek varsa,  -ki her zaman olmayabilir- siyasetçi politik tercih kullanabilir. Ancak tek bir bilimsel seçenek varsa, onu izlemek siyaset kurumunu da bağlar. Dahası, karşılaşılan sorunlar için elde bilimsel verilere dayalı çözüm olanakları yok ise, elden gelen hızla o sorun(lar) bilimsel yöntemlerle incelenmeli ve bilimsel akla dayalı çözüm seçenekleri üretilmelidir. Siyaset kurumu da bu bilimsel reçeteleri uygulamalıdır.
Mutlak sıfırı (- 273 C derece) bulan ünlü Fizikbilimci Kelvin (1824-1907),
 
“Gözlemlerinizi sayılarla dile getiremiyorsanız bilginiz geçersizdir.”
demişti. Kuşkusuz salt sayısal veriler değil, “doğru” sayısl verilerdir söz konusu eidlen.
Türkiye’mizi hızla böylesi bir kurumlaşmaya ve siyaset kültürüne taşımak zorundayız.

Sevgi ve saygı ile. 14 Şubat 2016, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Tüm Sağlık Çalışanlarına Güvenceli İş Güvenceli Ücret Güvenceli Gelecek

TTB_logosu

BASIN AÇIKLAMASI

Tüm Sağlık Çalışanlarına Güvenceli İş Güvenceli Ücret Güvenceli Gelecek
Sağlıkta taşeron çalıştırmaya son verilsin!

Sağlık emekçilerine karşı yeni bir saldırı hazırlığı ile karşı karşıyayız. Sağlık hizmetlerinin
bir işletme mantığı ile, daha çok kar etmek amacıyla sunulmasını öngören Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ardından şimdi sağlık çalışanları daha da güvencesiz çalışmaya mahkum edilmek isteniyor.

Bilindiği gibi AKP hükümetinin çıkardığı ilk yasalardan olan ve 10.6.2003’te RG’de
yayımlanan 4857 sayılı İş Kanunu ile taşeron çalıştırma biçimi yerleşik duruma getirilmiş idi. Esnek ve güvencesiz çalışma temel çalışma rejimi haline getirilmek için 4857 sayılı
İş Yasası içinde pek çok yasal düzenleme yer almıştı.

Sağlık emekçilerinin mücadeleleriyle taşeron düzeninin hukuksuzluğu hem mahkemelerce
hem de toplumun geniş kesimlerince kabul edilmişti. Hiçbir AKP hükümetinin uymadığı mahkeme kararlarına karşı 64. Hükümet de hastanelerde taşeronu yasallaştırma çabası içinde. Seçimlerden önce “taşeron işçilere kadro müjdesi” diye manşetler attıranlar, seçimlerden sonra “Asıl iş-yardımcı iş” ayrımı ile taşeron köleliğini kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar.
Sağlık hizmeti üretiminde çalışan hemşire, ebe, sağlık memuru, teknisyen, sosyal hizmet uzmanı, hasta bakıcı, bilgi işlem çalışanları, sağlık temizlik işçisi ve hastane yemekhane ve güvenlik işçileri asıl işi yapmaktadır. Sağlık hizmetleri bir bütündür. Yasal ve insancıl olan,
tüm sağlık emekçilerinin ayrımsız, kayıtsız, koşulsuz kadrolu çalışması, güvenceli bir işe kavuşmasıdır.

Seçimlerden önce taşeron işçilerine verdikleri sözleri seçimlerden sonra unutanlar,
bununla da yetinmiyor. 657 sayılı yasayla bir ölçüde iş güvenceleri olan emekçileri de güvencesizleştirme planları yapılıyor. 657 sayılı yasa ile kazanılmış hakları gasp ederek,
tüm emekçileri güvencesizlikte eşitlemek istiyorlar.

Güvencesizlik, salt sağlık çalışanlarını değil sağlık hizmeti alan herkesi tehdit etmektedir.
Daha çok kar elde etmek için sağlık emekçilerini bir “maliyet” ögesi olarak gören ve
emeklerini değersizleştiren anlayış, sağlık hizmetlerinde paran kadar sağlık anlayışını da egemen kılmaktadır. İşte bu anlayışın bir sonucu olarak sağlık hizmetleri işçi sınıfının geniş kesimleri için ancak asgari düzeyde ulaşılabilen bir hizmet durumuna gelmiştir.
Sağlığın bir kamu hizmeti olduğu unutturulmuştur.

Toplumun hasta olmasını engellemeye yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin altı giderek boşaltılmıştır. Bunun sonucu olarak tedaviye yönelik hizmetlerde bir patlama yaşanmış, sağlıksız bir toplum sermaye için “fırsat” olarak görülmüştür.

Sağlık emekçilerinin güvenceli bir iş mücadelesi, kamusal ve nitelikli bir sağlık hizmeti mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlık hizmetlerinin bir kamu hizmeti olduğunu unutturmak isteyenlere karşı, hastayı müşteri – sağlık çalışanlarını köle olarak görenlere karşı mücadeleye devam diyoruz.

  • Taşeron sağlık işçilerinin tümüne kadro istiyoruz!
  • 657’den gelen sınırlı iş güvencemize dokunulmasına izin vermiyoruz!
  • Sürekli düşen döner sermayeden değil genel bütçeden karşılanan insanca ücret istiyoruz!
  • Ve aldığımız eğitime, verdiğimiz emeğe yakışır emekli maaşı istiyoruz!

Bu istemler için işyerlerimizden başlayarak, tüm sağlık kurumlarında bilgilendirme standları açıp, imzalar toplayacağız.

Bu istemler çevresinde bir araya gelen, Türk Tabipleri Birliği, Türk Dişhekimleri Birliği,
Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Devrimci Sağlık İş Sendikası,
Türk Hemşireler Derneği, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, Tüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği ve Türk Medikal Radyoteknoloji Derneği ile kol kola omuz omuza olmaya devam edeceğiz!

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
TÜRK DİŞHEKİMLERİ BİRLİĞİ
SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI
DEVRİMCİ SAĞLIK İŞ SENDİKASI
TÜRK HEMŞİRELER DERNEĞİ
SOSYAL HİZMET UZMANLARI DERNEĞİ
TÜM RADYOLOJİ TEKNİSYENLERİ VE TEKNİKERLERİ DERNEĞİ
TÜRK MEDİKAL RADYOTEKNOLOJİ DERNEĞİ

====================================

Dostlar,

Elbette biz de tüm bu istemleri haklı, yerinde bukuuyor ve aynen katılıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
21 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

HIZLI NÜFUS ARTIŞI SORUNU / The CHAOS of HUGE POPULATION GROWTH


Sevgili AÜTF Dönem 2 öğrencilerimiz
,
Site okuru dostlarımız. 

  • DÜNYADA ve TÜRKİYE’de NÜFUS SORUNLARI ve POLİTİKALARI

konulu AÜTF Dönem 2 dersi sunumu yansılarını paylaşmak isteriz.

Güncellenmiş dosyayı ilgi ve bilginize sunuyoruz.
Çok emekli ve kapsamlı bir dosyadır (119 yansı).

  • Gereksiz, dengesiz ve hızlı, akıl dışı ve sürdürülemez
    hızlı nüfus artışı ülkemiz ve dünya için en önemli sorunların başında gelmektedir.

Türkiye, 35-40 yıl sürecek bir DEMOGRAFİK FIRSAT PENCERESİ DÖNEMİNDEDİR.
Bu dönemde yapılması gereken, genç nüfusun niteliğinin iyileştirilmesidir.
Bu da sağlık ve eğitim yatırımları ile olur.

Nüfusun “hızlı” yaşlanması sorunu yoktur, akut gündem bu değildir.

İvedi olan 2 adım vardır :

1. Hızlı nüfus artışını teşvikten, “en az 3-5 çocuk doğurun” demekten
hemen vazgeçmek. Her ailenin 1 çocukla yetinmesini önermek..

2. Eldeki çooooook genç nüfusun niceliğini (sayısını) değil niteliğini (kalitesini) geliştirmek.. Yaşamsal sorun budur.. Genç nüfusu 21. yy’da acımasız küresel rekabete hazırlamak..
Yabancı diller ve İLETİŞİM öğretmek, geçerli meslekler edindirmek, özgüven kazandırmak,
istihdamı geliştirmek, yurttaşların sosyalleşmesini sağlamak (karma eğitim başta!)..

Ülkemizin öncelikleri bunlar, Demografi politikaları bakımından..
Bir ULUSAL DEMOGRAFİ KURULTAYI toplamak ve nüfus politikalarını güncellemek..

Ayrıca, kürtaj istemiyorsanız etkin ve yaygın aile planlaması hizmetlerini topluma
mutlaka vereceksiniz.. Özellikle de Doğu ve Güneydoğu’da!

Vurgulayalım ki; Anayasa’nın 41. maddesi açık ve net olarak devlete bu görevi yüklüyor.
Siyasal tercihiniz ne olursa olsun :

Anayasa_madde_41

 

 

 

 

 

 

 

 

Oldukça kapsamlı ve doyurucu bir dosya sunuyoruz.
Okunup okutulması, paylaşılması, politikacılara da ulaştırılması dileğiyle..
Umarız, hala Türkiye’de nüfus artışını bilim ve akıl dışı biçimde savunan tepe yöneticiler de, danışmanları da okusun ve yararlansınlar. Ülkemizi yıkımlara sürüklemesinler..

Lütfen tıklar mısınız erişkeyi (linki) ?

Nufus_sorunlari_ ve_ politikalari

Sevgi ve saygı ile.
06.12.2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD

www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yansılarda sayın Prof. Ercan’dan çok yararlandık, teşekkür borçluyuz.