Etiket arşivi: profsaltik@gmail.com

Orada Bir Hastane Var Uzakta…

Orada Bir Hastane Var Uzakta…

sehir_hastaneleri

Dr. Güzide ELİTEZ

Şehir Hastaneleri  [Özel Sayı]

Tarih: 26/07/2019 –  Sayı: 43

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • Bursa Şehir Hastanesinin Haziran ayı içinde açılacağı şeklinde söylentiler hekim camiasında dolaşmaya, medyada gündem olmaya başladı. Ama şu güne dek Sağlık Bakanlığının Bursa’daki yöneticilerinden bir açıklama yapılmadı. O zaman aklımıza kimi sorular takılıyor. Kente yeni bir hastane kazandırılırken ve Bursa kentinin hastanelerindeki birçok soruna çözüm olacak, daha konforlu, daha modern belki daha ileri teknolojilere sahip yeni bir hastanenin açılacağını günlerce önceden duyurmamak beklenen teamüllere uyan bir davranış biçimi değil, değil mi?
Ancak sağlık yöneticilerinin herhangi bir açıklamadan uzak durmasının önünde bir gerçek yatıyor. Bursa Şehir Hastanesi açıldığında kentin merkezinde, köklü, hatta tarihsel, halen hizmet veren en az 4 hastanenin kapatılacağı gerçeği kamuoyundan gizleniyor. Bu açıklamanın yapılmasının önündeki en büyük engel, bu kent insanın, uzakta, “kentin 19 km ötesinde bir hastaneden sağlık hizmeti alacağı” gerçeğidir. Yalnızca Bursa Milletvekili Dr. Mustafa Esgin bu konuda kimi açıklamalarda bulundu. Önce iki hastanenin, “Dr. Türkan Akyol Göğüs Hastalıkları Hastanesi ve Ayten Bozkaya Spastik Çocuklar Hastanesinin” kapatılacağı açıklamasını yaptı, sonraki açıklamaya Muradiye Devlet Hastanesi ve Çekirge Devlet hastanesi de eklendi. Çekirge ve Muradiye hastaneleri için kapatılmayacağı ancak “butik hastane” ye dönüştürüleceklerini söyledi.
Bursa’da yaşayan insanların sağlık hizmetini nereden nasıl alacağına ilişkin bir bilgiye gereksinimi vardır ve bu ilin sağlık yöneticileri bu açıklamayı, tüm gerçekleri ile bu kentte yaşayanlara yapmaya zorunludur. Nilüfer İlçesi Doğanköy bölgesindeki, 1355 yatak kapasiteli olduğu söylenen bu hastanenin açılması; Bursa’ya ne kazandıracak, ne kaybettirecek sorusunun yanıtını, Bursalılar sanırım yaşayarak öğrenecek. Bugün Bursa’nın en temel sağlık sorunlarının başında hasta yatağı, yoğun bakım yatağı, hekim sayısının yetersizliği, 112 hizmetlerindeki eksiklikler gelmektedir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, Bursa ili tüm bu verilerde, Türkiye ortalamasının yıllardır altındadır. Bursa’nın bugün Türkiye ortalamasını yakalayabilmesi için yaklaşık bin dolayında daha hasta yatağına, 300’e yakın da yoğun bakım yatağına gereksinimi bulunmaktadır. Kaldı ki Bursa, tüm Güney Marmara’nın sağlık merkezi konumunda olup, tüm bu sağlık istemlerini de yanıtlamak durumundadır. Bu da, yatak sayısının Türkiye ortalamasının da üstünde olması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak Bursa’nın yeterli yatak sayısına ulaşması için varolan hastaneleri kapatmadan Bursa Şehir Hastanesinin açılması gerekmektedir.
Şehir hastanesinin açılmasındaki tek sorun yatak sayılarıyla sınırlı değildir. Bu hastanenin şehir merkezine uzaklığı, Bursa merkezinde hastane kalmaması ile çok büyük sorun oluşturacak, Bursalılar için sağlığa ulaşım sıkıntıya girecektir. Hastane şehir merkezine 19 km uzaklıktadır ve ulaşımı, ulaşım bağlantıları sıkıntılıdır. Bursa’nın trafik sorunu şehrin en önemli sorunlarından biriyken bu bölgeye hastaların ve hastanede görev yapacak sağlık çalışanlarının nasıl ulaşacağı meçhuldür. 24 saat sağlık hizmeti veren bir hastanenin ulaşım sorununun olması kabul edilemez. Acil hastaların, gebelerin, engelli hastalarımızın ulaşım sırasında yaşayacakları sağlık sorunları biz hekimleri kaygılandırmaktadır.
Tüm şehir hastaneleri; başka illerde yaşanan sorunlara bakılarak değerlendirildiğinde, çok fazla sorunu barındırdığı görülmektedir. Şehir hastanelerinin tasarımı, yataklı tedavi hizmetleri sürecine uygun değildir. Kimi bölümlerin başlangıçta mimari planda unutulduğu, sonradan bu bölümlere ilişkin uygun olmayan çözümlerin üretildiği görülmüştür. Bu nedenle çok sayıda işleyiş sorunu yaşanmaktadır. Şehir hastaneleri tasarlanırken otelcilik hizmetlerinin öne çıkarıldığı; acil, ameliyathane, yoğun bakımlar ve kliniklerde sağlık hizmeti sunulmasına ilişkin temel ilkelerin göz ardı edildiği anlaşılmaktadır. Şehir hastanelerindeki tasarım yanlışları nedeniyle, asansörlerden veya yangın merdivenlerinden yoğun bakımların veya ameliyathanelerin içine bile yanlışlıkla ilgisi olmayan kişiler ya da ameliyathanede çalışmayan sağlık çalışanları girebilmekte, sterilizasyon ve hasta/çalışan güvenliği ile ilgili sorunlar ortaya çıkabilmektedir.
Kamu-özel ortaklığı yönteminin sağlık alanında uygulandığı ülkelerde bu uygulamaların piyasa için yeni fırsatlar sağlayan bir yaklaşım olduğu, amacının kamu yararı olmadığı bilinmektedir. Ülkemizde “Şehir Hastanesi” olarak adlandırılan kamu-özel ortaklığı yöntemiyle kurulan ve işletilen hastanelerin sağlık hizmetleri sistemini eriten, özel ve kâr amaçlı hizmetler sunduğu ve bu hastanelerde sunulan sağlık hizmetinin odak noktasını insanın sağlığı değil, elde edilecek kârın oluşturduğu da bilinmektedir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın yürürlüğe konulmasıyla giderek artan iş yükü ve sağlık alanında yaşanan şiddet yüzünden zor günler yaşayan hekimler ve sağlık çalışanları, hastanelerinin şehir hastanelerine taşınması ile birlikte daha da zor günler yaşayacaklarını düşünmeye başlamıştır. Bu zorluğa daha çok katlanmak istemeyen ve emekliliğe yeni hak kazanmış olan meslektaşlarımızın şehir hastanesine geçiş süreci ile birlikte emeklilik kararı almaya başladıkları, bazılarının başvuruda bulundukları hekim arkadaşlarımız tarafından paylaşılmaktadır. Bursa, çok deneyimli bir hekim kadrosunun kamudan uzaklaşmasının zararlarını maalesef yaşayacaktır.
Sonuç olarak; Bursa, ülkemizin 4. büyük kenti olasına karşın hem hekim, sağlık çalışanı sayıları hem de hasta yatağı sayısı ülke ortalamasının altındadır. Bursa Şehir Hastanesi, Bursa’nın uzun yıllardır değişmeyen yatak sayısı sorununu çözmek için kullanılmalı ve hiçbir devlet hastanemiz kapatılmadan hizmete girmelidir. Hastanenin finansman ve yönetim sorunları nedeniyle Sağlık Bakanlığına devredilmesi, Bakanlık tarafından yönetilmesinin de bir an önce sağlanması gerekmektedir.
=========================================
Dostlar,

Konuya ilişkin TTB (Türk Tabipleri Birliği) Merkez Konseyi Başkanı, sevgili meslektaşımız, dostumuz Prof. Dr. Sinan Adıyaman‘ın iktidara yönelik kısa uyarısını (2 dk.) izlemenizi öneririz:

https://hekimcebakis.org/video/saglik-bakanligini-sehir-hastaneleri-ile-ilgili-uyariyoruz/ 

Yine, TTB (Türk Tabipleri Birliği) Merkez Konseyi 2014-16 dönemi Başkanı sevgili meslektaşımız, dostumuz Uzm. Dr. Bayazıt İlhan‘ın çok kısa (2 dk.) uayarısı da izlenmeli..
https://hekimcebakis.org/video/uyariyoruz-zararin-neresinden-donulse-kardir/
26 Temmuz 2019 günü web sitemize ŞEHİR HASTANELERİ ile ilgili birkaç yazı ve kısa sözlü değerlendirmeler koyduk. Bu içerikleri bütünüyle paylaşıyoruz.
Daha fazlasını ya da ağırını yazdık, söyledik… ŞEHİR HASTANELERİ bir TALANDIR!
AKP bu uluslararası proje üzerinden Türkiye’nin güncel ve geleceğe dönük birkaç on yıl TALANINA neden ya d ALET olmaktadır.
En iyimser yaklaşımla bir kez deha KANDIRILMAKTADIR! (??!!)
Bizler, bu alanın uzmanları hekimler olarak bu politikanın olağanüstü yanlış olduğunu elimizden gelen her olanakla duyurmaya çabalıyoruz..  Yandaş basın görmezden geliyor..
AKP = RTE ve destekçileri – yandaşları çok ağır bir tarihsel sorumlulukla karşı karşıyadırlar.
* Bu ağır hatadan dönülmeli, ŞEHİR HASTANELERİ projesi hemen durdurulmalı, açılanlar kamulaştırılarak Sağlık Bakanlığınca yönetilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

BURSA ŞEHİR (DIŞINDA) HASTANESİ AÇILDI!

BURSA ŞEHİR (DIŞINDA) HASTANESİ AÇILDI!

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kamuya çok yüksek maliyeti ve şehir dışında yapılanması nedeniyle tedavi edici sağlık hizmetlerinde aksamaya yol açmasıyla dikkat çeken Bursa Şehir Hastanesi ile ilgili Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi tarafından 23 Temmuz 2019 tarihinde basın toplantısı düzenlendi.

TTB Merkez Konseyi Genel Sekreteri Dr. Bülent Nazım Yılmaz ve TTB Merkez Konseyi Üyesi Prof. Dr. Gülriz Erişgen’in katılımı ile gerçekleşen basın toplantısında açıklama metni TTB Merkez Konseyi Genel Sekreteri Dr. Bülent Nazım Yılmaz tarafından okundu.

BASIN AÇIKLAMASI, 23.07.2019

BURSA ŞEHİR (DIŞINDA) HASTANESİ AÇILDI!

Bir kamu-özel ortaklığı projesi olan ve “yap-kirala-devret” modeliyle 9 Mayıs 2015’te temeli atılan Bursa Şehir Hastanesi, şehrin dışında, İstanbul-İzmir otoyolu üzerinde Nilüfer İlçesine bağlı Doğanköy Mahallesi sınırları içerisinde 16 Temmuz 2019 günü açıldı. Hastane Bursa’nın merkezi Heykel semtine yaklaşık 20 km. kapatılan Bursa Devlet Hastanesi’ne ise 18 km uzaklıktadır. Bursa Şehir Hastanesi’nin çevresinde kente ilişkin herhangi bir yerleşim alanı ve mekan söz konusu değildir.

Bursa Şehir Hastanesi açılırken ne yazık ki şehir merkezindeki Bursa Devlet Hastanesi, Prof. Dr. Türkan Akyol Göğüs Hastalıkları Hastanesi ve Zübeyde Hanım Doğumevi kapatıldı. Ali Osman Sönmez Onkoloji Hastanesi de küçültülerek, birçok hizmeti sunamaz hale getirildi.

Toplam 399,5 milyon ABD Doları yatırım maliyeti olduğu açıklanan 1355 yataklı Bursa Şehir Hastanesi hakkındaki bilgilerimiz sınırlı. Şartnamesi ve ihale belgeleri “ticari sır” gerekçesiyle topluma açıklanmıyor. Tek başına bu durum bile şehir hastanelerinin sağlığın ticareti yapılan kurumlar olduğunu göstermeye yetiyor. Birçok kez kira ve hizmet bedeli olarak yılda ne kadar ödeme yapılacağını sormamıza karşın, yetkililerden hiçbir yanıt yok. 25 yıl boyunca Bursa Şehir Hastanesine ne kadar ödeme yapılacağını bilen var mı? Bu bilgiler neden gizli tutuluyor?

Bursa Tabip Odası, İl Sağlık Müdürlüğü’nün Bursa Şehir Hastanesi ile ilgili sorulara yanıt vermemesi üzerine bu durumu 18.07.2019 tarihinde yaptığı bir açıklamayla kamuoyu ile paylaştı[1].

Bürokrasiye yakın yerel kaynaklar 2019 yılı rakamlarıyla yıllık 350 milyon TL’nin üzerinde kira ve hizmet bedeli ödemesi yapılacağını tahmin ediyorlar. 400 yataklı Yalova Devlet Hastanesi ihalesinin 2019 yılının Ocak ayında 233 milyon TL ile sonuçlandığı düşünüldüğünde; Bursa Şehir Hastanesi’nin yalnızca bir yıllık kirasıyla 600 yataklı bir hastanenin anahtar teslimi yaptırılabileceği anlaşılmaktadır.

Bursa Şehir Hastanesinin yüksek maliyeti Bursa’da dikkati çeken en önemli konular arasındadır. Şöyle ki;

  • Kapatılan Bursa Devlet Hastanesi’nin acil servisi, yoğun bakımları ve hasta odaları için geçmiş yıllarda halktan milyonlarca TL bağış toplanmıştır. Toplanan bağışlarla yenilenen hastane kapatılmış, kaderine terk edilmiştir.
  • Kapatılan Bursa Devlet Hastanesi’nin hemen yanına bağışla yaptırılan ve sonradan Sağlık Bakanlığı bütçesinden büyük harcamalarla desteklenerek onkoloji konusunda 3. Basamak tıbbi tanı/tedavi hizmeti sunan Ali Osman Sönmez Onkoloji Hastanesi neredeyse terk edilmiş durumdadır. Bu hastaneden 30’un üzerinde uzman hekim Bursa Şehir Hastanesi’nde görevlendirilmiş, Hastanedeki birçok bölüm kapatılmıştır.
  • 2017 yılında temeli atılan ve 2019 yılında açılacağı söylenen 750 yataklı Acemler’deki devlet hastanesi inşaatı “ödenek yokluğu” gerekçe gösterilerek durdurulmuştur. 2017 yılında kamuoyuna yapılan duyurularda Zübeyde Hanım Doğumevi ve Ali Osman Sönmez Onkoloji Hastanesi’nin bu hastaneye taşınacağı açıklanmasına karşın söz konusu hastaneler Bursa Şehir Hastanesi’ne taşınmıştır.
  • Bursa Şehir Hastanesi’ne kamu ulaşımını sağlamak üzere Bursaray’ın hastaneye kadar götürülmesi planlanmakta, bu amaçla Bursa Büyükşehir Bütçesi’nden 600 milyon TL kadar bir kaynak ayrılması gerektiği[2] açıklanmaktadır. Türkiye’de en pahalı suyu tüketmek zorunda kalan ve ulaşımın en pahalı olduğu bir ilde yaşayan yurttaşlar açısından, şirketlerin para kazanması uğruna kamu kaynaklarının harcanması kabul edilemez bir durumdur.

Şehir dışında yapılan “Bursa Şehir Hastanesi” bir yandan kamuya çok yüksek maliyeti, diğer yandan da doğru dürüst ulaşımı olmaması nedeniyle Sağlık Bakanlığı tarafından kentimizde sunulan tedavi edici sağlık hizmetlerinde aksamaya yol açmaktadır. Kent merkezindeki hastanelerin kapatılması nedeniyle hastalar ve hasta yakınları şehir dışındaki hastaneye ulaşmak için çile çekmek zorunda kalmaktadır. Bu durum hastaları zorunlu olarak şehir merkezindeki özel hastanelere yöneltmektedir. Bursa Şehir Hastanesi ile ilgili (üstelik daha sonradan doğru olmadığı anlaşılan[3]) açıklamaların, şehir merkezindeki bir özel hastaneler grubunun sahibi AKP milletvekili[4] tarafından yapılması da ilgi çekici bir ironidir.

Hekimler ve sağlık çalışanlarını daha önce açılan şehir hastanelerindeki deneyimin ışığında başta ulaşım ve organizasyon sorunları olmak üzere zor günler beklemektedir.

Bursa Şehir Hastanesi devasa büyüklüğü ve birçok branşın bir arada hizmet sunacağı bir yaklaşıma rağmen kendi kadrosunu oluşturamamış; zaten hekim ve sağlık çalışanı sayısı Türkiye ortalamasının altında olan Bursa’da sağlık çalışanları daha çok iş yükü ile karşı karşıya bırakılmıştır. Bursa Şehir Hastanesi açılırken taşınan hastanelerdeki hekimlerin yanı sıra, Bursa Yüksek İhtisas Hastanesi’nden, Çekirge Devlet Hastanesi’nden ve Dörtçelik Çocuk Hastanesi’nden ve ilçe devlet hastanelerinden (Gürsu, Yenişehir, İnegöl, Gemlik, Orhangazi, Karacabey, Mustafakemalpaşa) çok sayıda hekim geçici görevle Şehir Hastanesinde görevlendirilmiştir. Sağlık hizmeti gibi süreklilik gösteren hizmetlerde geçici görevlendirmenin meydana getirdiği sorunlar bir yana, geçici görevle gönderilen hekimlerin yarattığı boşluk söz konusu hastanelerde tedavi edici sağlık hizmetlerinde aksamaya yol açmaktadır.

Bursa Şehir Hastanesi’nde de sağlık çalışanı sayısı yetersizdir ve hangi kadroda kaç kişinin naklen ve geçici görevle görevlendirildiği İl Sağlık Müdürlüğü tarafından açıklanmamaktadır. Radyoloji teknisyenleri başta olmak üzere sağlık teknisyenlerinin Bursa Şehir Hastanesi’nde nerede istihdam edilecekleri, hangi işleri yapmak zorunda kalacakları şimdilik belirsizdir. Sağlık çalışanları kişisel ulaşım maliyetlerinin artmasından ve başhekimin yetkisinin kısıtlanmasından yakınmakta; şirket yetkilisi CEO’un direktifleriyle hastanenin yönetilmesinden duydukları rahatsızlığı dile getirmektedir.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ MERKEZ KONSEYİ

[1]Bursa İl Sağlık Müdürlüğü Bursa halkının sağlığını ilgilendiren konuları gizliyor! https://www.bto.org.tr/bursa-il-saglik-mudurlugu-bursa-halkinin-sagligini-ilgilendiren-konulari-gizliyor/
[2] https://rayhaber.com/2018/08/bursaray-sehir-hastanesi-hattinda-aktasin-hedefi-2019/
[3] Muradiye Devlet Hastanesi kapatılmayacak diye açıklamıştı, kapatıldı…
[4] Dr.Mustafa Esgin, http://www.bursa.com/wiki/Mustafa_Esgin,hastaneler http://www.doruktip.com/hastaneler, açıklamahttps://www.olay.com.tr/saglikta-onemli-karar-bursa-ve-cekirge-devlet-kapanmayacak-14550yy.htm

===============================================
Dostlar,

Bunca açık çelişkiye, akıl dışılığa, hesap – kitap tutmazlığa…. karşın AKP neden kör kör parmağım gözüne dercesine “ŞEHİR HASTANELERİ TALANI” nda ısrar ediyor?
Ya da geri dönemiyor mu?
Bu sitede çoooook yazdık…

ŞEHİR HASTANELERİ TALANI” Ülkemiz için bir “veri” ise ki kesin olarak böyle;

  • Türkiye’nin bu hastaneler üzerinden TALAN EDİLMESİ kim(ler)e yaramaktadır, yarayacaktır?

On milyarlarca Dolarlık muazzam rantlar salt şimdiki kuşakların değil, onların çocuklarını ve hatta torunlarını bile bağımlı ve yoksul kılacak iken; yandaş yerli – yabancıların karşılık olarak salt şimdiki kuşaklarını değil, çocuklarını ve hatta torunlarını bile servete boğacak olan bu Şehir Hastanleri vahşeti, AKP’ye ne(ler) kazandıracaktır? Hatta oy yitirme riski bile var iken??

Bu nasıl yaman bir akıl tutulmasıdır ki, göz göre göre fahiş yanlış hesaptan geri dönül(e)memektedir?

AKP içinden aklı başında – vicdan sahibi insanlar neden bu mankurtlaş(tır)ma sürecine ses çıkar(a)mamaktadırlar? Hepsi mi nemalanmaktadır bu soygundan?

AKP’nin tümünde bir akıl tutulması düşünülemez ise, acaba saklı – gizli birtakım anlaşmalar mı yapılmıştır, sözler – vaadler mi verilmiştir yerli – yabancı sermayeye? Yeri gelir bunlardan da dönülebilir.. Fakat ortada sanki bir “ÇARESİZLİK – TUTSAKLIK – ELİ KOLU BAĞLANMIŞILIK” görülüyor AKP = RTE açısından??

Bu son varsayım en güçlüsü görünüyor. Kimlere ne sözler, vaadler, rant – rüşvetler için söz verilmiştir? Ya da içeride – dışarıda bulaşılan muazzam yolsuzluklar, uluslararası suçlar vb. karşılığı şantaj – tehdit.. diyeti mi ödenmekte, Türkiye’ye iktidar üzerinden ödetilmektedir?

Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir huyları olduğu biraz da umutla söylenir..
Tarihsel pratik bu olguyu doğruluyor. Er ya da geç öğrenilecektir. Faturası daha şimdiden ülkemize olağanüstü ağırdır. Kuşku yok, sorumluları için de hukuksal – siyasal sorumluluk benzer oranda olacaktır. Mazlumların ahının hesabı sorulacaktır adalet önünde..

Değerli çalışma arkadaşımız, Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın 16 Temmuz 2019 günü Bursa Şehir Hastanesinin açılışı nedeniyle yaptığı özlü değerlendirmeyi (4 dk.) izlemek için lütfen tıklayınız :

https://hekimcebakis.org/guncel/bursa-sehir-hastanesi-tedavi-hizmetine-erisimi-zorlastiracak/

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Bir İhtimal Daha Var Kanunu

Bir ihtimal Daha Var Kanunu

Image result for Av. ÖZGÜR ERBAŞAv. ÖZGÜR ERBAŞ

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Şehir hastanelerine ilişkin yapılan düzenlemelerin önemli
bölümü TBMM’nin son birleşim günlerinde yapılmıştır. Bu ilginç gelenek bozulmadı. TBMM’nin son günü yine bir torba yasa içinde düzenleme yapıldı.
Şehir hastanelerine ilişkin ilk yasa 2005’te yapıldı. Bu yasada sözleşmelerin dövize indeksli olduğu yazmıyordu. Yasanın uygulamasını gösteren yönetmelik 2006’da yayımlandı. Burada “İhale dokümanında ve sözleşmede kiralama süresi ve kira artış oranları belirtilir. Kira artış oranlarında Türkiye İstatistik Kurumunca belirlenen yıllık ÜFE esas alınır” kuralı vardı.

Sonra 2011’de ihaleler yapılmaya başlandı. Danıştay 2012’de , Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) açtığı davalarda Etlik, Bilkent ve Elazığ şehir hastaneleri ihalesinin yürütülmesinin durdurulmasına ve dayanak yasa için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına karar verdi.  Mahkeme’nin bu kararı aşılamadı ve 100 yıl önceki “yok kanun yap kanun” yöntemi ile yeniden düzenleme yapıldı, 2013’te ilk yasayı yürürlükten kaldıran ve şehir hastaneleri için şirketlere bolca “güzellik” yapan 6428 sayılı Yasa kabul edildi. İşte ilk kez bu yasada “döviz” ile ödemeden söz edildi. İlgili madde şöyle:

“Dönem sonunda Türkiye İstatistik Kurumunca belirlenen dönemsel Üretici Fiyat Endeksi ile Tüketici Fiyat Endeksi toplamının yarısı oranında kullanım bedeli artışı yapılır. Yüklenici tarafından yabancı para birimi ile kredi temin edilmesi ve kullanım bedelinin yeniden belirleneceği tarihteki ilgili döviz kurundaki değişimin Üretici Fiyat Endeksi ile Tüketici Fiyat Endeksi toplamının yarısı oranından yüksek veya düşük olması hâlinde, idare tarafından yönetmelikle belirlenen esaslar çerçevesinde hesaplanacak düzeltme katsayısı marifetiyle kur farkı hesaplanır ve yabancı para birimi ile borçlanma oranında kullanım bedeline eklenir veya kullanım bedelinden çıkarılır.”

Yasanın uygulama yönetmeliği bir yıl sonra 2014’te yayımlandı. Şehir hastanesine ödenecek kiralarda döviz artışının nasıl hesaplanacağı da yönetmelikte gösterildi.

Şehir hastanelerine dövize endeksli ödeme yapılması nedeniyle değil, döviz kurundaki hareketlilik nedeniyle bir “fazla kâr” oluşmuş, bunu önümüzdeki dönemler için önlemek istiyorlarmış, bunun için Hazine ve Maliye Bakanlığı bir simülasyon hazırlamış, bu simülasyon 10 yıllıkmış, sözleşmelerin 25 yıllık olmasına karşın yine de 10 yıllık öngörüde bulunabilmişler. Sözleşme bedeli diye yeni bir tanım yapılmış ama içinde tanım yok, Sağlık Bakanı onayı ile sözleşme bedeli artırılmamak kaydıyla şirketlere yapılan ödemeler artabilirmiş de ama azabilirmiş de…

Peki, elimizde dokuz (hatta Bursa ile 10) adet şehir hastanesi ile bir adet Sağlık Bakanlığı hizmet binası olduğuna, bunlara kur krizinde kira ödendiğine, bu kiralar dövizle zamlandığına göre; ne tür bir “fazla kârdan” söz edildiği somut olarak anlatılabilir değil mi?

Plan ve Bütçe Komisyonu tutanağında daha da “eğlenceli” bölümler var, dileyenler oradan da okuyabilir. Buraya yalnızca şu kısa bölümü alıyorum:

Hazine ve Maliye Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı Dr. Serhat Köksal – Bu tamamen bir örnek Sayın Vekilim, herhangi bir hastanenin rakamlarını ifade etmiyor. Bu model çalışırsa bizim nasıl bir sonuçla karşılaşabileceğimizi simüle eden bir örnek bu.

Abdüllatif Şener (Konya) – Dolar cinsinden söyleyebilir misiniz başlangıçta kaç dolardı, bitişinde kaç dolar olacak?

Hazine ve Maliye Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı Dr. Serhat Köksal – Buna şöyle diyebiliriz: Başlangıçta 10 dolarsa bitişinde 80 dolara çıkma ihtimali, olasılığı var. Biz bürokrat arkadaşlarımızla bu olasılığı tespit ettik.

Abdüllatif Şener (Konya) – Yahu, onu teorik olarak getirene kadar, yaptığınız, işletmeye açılmış hastane var, onun rakamlarını getirip koysanız ya.

Hazine Ve Maliye Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı Dr. Serhat Köksal – Sayın Vekilim, ticari sır sözleşmeler…

Abdüllatif Şener (Konya) – Ne biçim ticari sırmış bu?

Garo Paylan (Diyarbakır) – Hazineden ödüyoruz parayı ya Hazineden!

Fikret Şahin (Balıkesir) – Meclise ticari sır olabilir mi? Yani siz millet için yapıyorsunuz, biz milletvekiliyiz yani ticari sır olabilir mi milletvekillerine? Yok böyle bir şey!

Garo Paylan (Diyarbakır) – Hazineden ödediğimiz şey nasıl sır oluyor? “Bir projeksiyon görelim” diyoruz yahu!

Fikret Şahin (Balıkesir) – Hayır, Meclis öğrenemeyecek de kim öğrenecek bunu?

Abdüllatif Şener (Konya) – Burada, kullanım bedeli var, hizmet bedeli niye yok?

Hazine ve Maliye Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı Dr. Serhat Köksal – Efendim, kullanım bedelinin içinde zorunlu hizmet bedeli de var.

Garo Paylan (Diyarbakır) – Kapalı oturum yapalım.

Sağlık Bakan Yardımcısı Halil Eldemir – Hizmet bedellerinde bizim sözleşme sürekliliğimiz yok Sayın Bakanım, 25 yıl şeyimiz yok yani.

Abdüllatif Şener (Konya) – Ama kamuya maliyeti içinde bir hizmet bedeli ödediklerimiz var.

Sağlık Bakan Yardımcısı Halil Eldemir – Kamu maliyeti içinde, biz aldığımız hizmetlere bir bedel ödüyoruz, birazdan ben onu açıklayacağım. Yani bizim, dövizle endeksli olan şeyimiz sadece kullanım bedeli, o da kira kısmı.

Abdüllatif Şener (Konya) – Yani bize masal anlatmak için geliyorsunuz.

TBMM’nin en ciddi işlerinin görüşüldüğü Plan ve Bütçe Komisyonunun üyeleri, bir kelimeden altı sıfırın sağa mı sola mı geçtiğini şıp diye anlar kişilerden oluşur. Şimdi görüşülenin saçmalığını şu diyalog gösteriyor:

Hazine Ve Maliye Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdür Yardımcısı Dr. Serhat Köksal – Olasılık Sayın Vekilim -burayı benim vurgulamam lazım- biz bir olasılık üzerinden bir risk yönetimi yapıyoruz.

Bülent Kuşoğlu (Ankara) – Ya, ne yapıyorsunuz o zaman Serhat Bey? Olasılık üzerinden bizi gecenin bu saatinde nasıl çalıştırıyorsunuz ya? Ne demek “olasılık” üzerinden? Ya, bu olur mu dalga geçer gibi, biz enayi miyiz? Bu söylenecek şey mi gecenin bu saatinde ya?

Peki ama 2013’te yasada, 2014’te yönetmelikte niye dövize endeksli ödeme yapmayı kabul ettiniz? Bunu kabul ederken “simülasyonlarınız” neredeydi? Bu simülasyonsuzluk nedeniyle oluşan kamu zararı kimlerden tahsil edilecek? (İstanbul – BİA Haber Merkezi 18 Temmuz 2019)
==============================
Dostlar,

Sağlık Bakanlığı – Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın şehir hastanelerini yapan ve işleten yerli – yabancı şirketlerle imzaladığı Sözleşme “gizlilik” kaydı taşıyor! Bu kaydı kim(ler), hangi yasal gerekçe ile koyabiliyor? Bu kayıt öyle güçlü bir kalkan ki (!), görüldüğü üzere TBMM’de ilgili uzmanlık Komisyonunda milletin vekillerine bile açıklan(a)mıyor!
Halktan ne kaçırıyorsunuz? Bu bedeller halkın vergisiyle ödeniyor ve halkın “bilme hakkı”, yandaş şirketlerin ticari sırlarına kurban ediliyor..
  • Bu yaman oyunu kimler kurguladı ve kimler AKP iktidarını bu yakıcı – yıkıcı TALAN rolünü oynamaya mahkum ve mecbur etti?
  • AKP gene kandırıldı, mazlum ve mağdur mu, yoksa “gönüllü köle” mi?!

Bu kör – sağır inadına dayatmaların bedelleri çok yönlü olarak ülkemize çoooook ağır oluyor.
Ancak tarih, hesabın mutlaka sorulduğunun örnekleriyle dolu ve tekerrür edecek aynı ağırlıkta.

Sevgi ve saygı ile. 22 Temmuz 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Dünyayı değiştiren 8 gün

Dünyayı değiştiren 8 gün

Apollo 11’ ve ‘8 Days: To the Moon and Back’ adlı iki belgeselle Ay’a yolculuk

[Haber görseli]

BBC’nin belgeselinde üç astronotu Patrick Kennedy, Jack Tarlton ve Rufus Wright canlandırıyor.

İnsanoğlu Ay’a ayak basalı tam 50 yıl oldu!

Ay’a yapılan olağanüstü seyahati anlatan iki belgesel film, insanoğlunun bu en büyük serüvenini tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor.

İnanır mısınız bilmem, bundan tam 50 yıl önce bugün insanoğlu Ay’a ayak bastı. Neil ArmstrongBu benim için için küçük, insanlık için dev bir adım” sözünü 50 yıl önce bugün sarf etmişti, 20 Temmuz 1969’da. O günleri bizzat yaşayıp da hatırlayan kaç kişi kaldı bilinmez (ben hayattaydım ama daha konuşmaya bile başlamamış bir bebeydim örneğin, bir şey hatırlamam söz konusu değil) ama bu konuyu son derece ayrıntılı ve ustalıklı bir biçimde işleyen iki yeni belgesel, insanoğlunun bu en müthiş macerasını yeni kuşaklarla buluşturuyor ve biz de Ay’a ayak basışımızın 50. yılı şerefine bu iki belgeseli odağımıza alıyoruz.

Yılın sinema olayı
Birçoklarına göre yılın en önemli sinema olaylarından biri olarak kabul gören “Apollo 11” adlı belgesel yapımcı ve yönetmen Todd Douglas Miller’ın imzasını taşıyor. ABD’li üç astronotu Ay’a götürecek olan 45 tonluk roketin dev paletler üzerinde fırlatma noktasına taşınması görüntüleriyle açılan ve 90 dakika boyunca sadece arşiv görüntülerinin kullandığı “Apollo 11” daha önce hiç gün yüzü görmemiş görüntüleri içeriyor ve tam anlamıyla bir kurgu şaheseri olarak, herhangi bir dış sesin anlatıcılığına da başvurmadan, izleyeni bu olağanüstü yolculuğa tanık, hatta neredeyse dahil ediyor. Filmde kullanılan görüntüler arasında bizzat Neil Armstrong, Edwin Aldrin ve Michale Collins tarafından çekilmiş görüntülerin yanı sıra yeni keşfedilmiş ve Apollo 11’in fırlatma ve iniş anlarının da kaydedildiği 70 mm’lik film parçaları da bulunuyor. 8 günlük yolculuğun tüm önemli ayrıntlarını kronolojik sırada izleyen film için yönetmen Miller kimi sahnelerde ekranı ikiye ya da üçe bölerek farklı kameralardan elde edilen farklı açıları paralel olarak kurgulamış ve izleyiciye “o an, orada” olma hissini güçlü bir biçimde yaşatmış. Tümü orijinal ses kayıtlarından oluşan ses bandına sonradan eklenen tek tük sesler ise filmin müziklerinden oluşuyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; bu film mutlaka ama mutlaka bir sinema salonunda, dev bir perdede izlenmeli diye düşünüyorum. Hadi bu konuda bir de çağrı yapayım, bir şekilde İstanbul Film Festivali’nde Ay’a Seyahat’in 50. yılı atlandı (bence özel bir bölüm olmalıydı) ama hiç değilse FilmEkimi’nde atlanmasın ve bu müthiş film izleyiciyle buluşturulsun. Lütfen!

Bir film de BBC’den
Bugüne özgü olarak bahsetmek istediğim bir başka belgesel de BBC yapımı “8 Days: To the Moon and Back” Yönetmenliğini Anthony Philipson’ın yaptığı film Apollo 11 görevi sırasında yapılan tüm konuşmaların kaydedildiği ve bu kayıtların hâlâ muhafaza edildiği hatırlatmasıyla başlıyor ve tüm kurgusunu da aslında bu kayıtlar üzerine inşa ediyor. “Apollo 11”de de duyduğumuz konuşma kayıtları BBC’nin filminde de aynen karşımıza çıkıyor ama bu kez  konuşmalara oyuncular eşlik ediyor. Oyuncular açısından zahmetli bir yöntem elbette (her oyuncu önceden kaydedilmiş seslere ağzını uydurarak oynamak zorunda) ama bu şekilde oluşturulan dramatizasyon izleyiciyi üç astronotla birlikte roketin ve sonrasında Ay Modülü’nün içine soktuğu için bir hayli de etkileyici bir sonuç çıkıyor ortaya. Hatta bu iki filmin birbirini tuhaf bir biçimde tamamladığını ve üst üste izlenmesi durumunda çok boyutlu bir izleme deneyimine dönüştüğünü söylebilirim. Armstrong, Aldrin ve Collins’in dünyaya dönüşleriyle sonlanan her iki belgesel de üç astronotun ABD ve dünyanın öbür ülkelerine yaptıkları ziyaretlerin görüntüleriyle kapanıyor. 24 ülkeyi ziyaret eden ve araç konvoyuyla yaptıkları geçitlerde 100 milyon insanı selamlayan Üçlü, o dönemde Türkiye’ye de gelmiş, hatta Anıtkabir’i ziyaret etmişlerdi. Filmlerde bu görüntüler yok elbette ama bilmekte yarar var. Uzun sözün kısası, 16 Temmuz 1969’da başlayıp, 8 gün, 3 saat, 18 dakika ve 35 saniye sonra astronotları taşıyan küçük kapsülün Kuzey Pasifik Okyanusu’ndan USS Hornet uçak gemisine alınmalarıyla sonlanan Apollo 11’in görevini tüm görkemi ve büyüsüyle aktaran bu iki belgeseli ilk fırsatta bulup izlemenizi önermek de, bu 50. yıldönümüde, bizim görevimiz olsun.

[Haber görseli]Ay’ı fetheden üçlü: Aldrin, Collins ve Armstrong

===============================================

Dostlar,

20 Temmuz 1969’da biz Van’da idik. Babamız Polis memuru olduğundan, Gaziantep’ten “Şark hizmeti” içib 2 yıllığına tayin edilmiştik. Biz de Gaziantep Lisesi 1. sınıfından 2. sınıfına geçmiştik ve liseyi Van Atatürk Lisesinde tamamlayacaktık 1971’de (öyle de oldu). O zaman Türkiye’de TV yoktu. Radyoyu ve TRT’yi, devlet yayınların izlerdik. TRT de 1964’te kurulmuştu. Gazeteler ertesi gün akşama doğru gelirdi. Apollo 11 konusunu duymuştuk ve olabildiğince, merakla izliyorduk.

Belleğimiz bizi yanıltmıyorsa o gece yarısından sonra, 21 Temmuz günü Ay’a ayak basıldı ve biz de heyecanla gelişmeleri radyodan izledik.

Aklımızdan çıkmayan nokta ise, NASA’nın Dünya kamuoyundan özür dilemesi idi!

“Niye?” diye sorulacak olursa: Öngörülen süreden 20 saniye gecikmeye Ay’a inilmişti!

Eğer bir propaganda kurgusu değilse, bilimsel çalışmalarda ve yaşamda dakik (on time, punctual) olmanın, zamanlamanın (timing) kritik önemine ilişkin son derece çarpıcı bir örnektir ve biz belki de bu yüzden “bu dersi” 50 yıldır unutmuyor, uyguluyor, derslerimizde öğrencilerimize anımsatıyoruz.

Bir kez daha Yüce ATATÜRK’ün asla unutulmaması gereken sözlerini paylaşalım :

  • Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve tekniktir. Bunların dışında yol (tarik, tarikat) aramak aymazlıktır (gaflettir), sapkınlıktır (dalalet)..

Sevgi ve saygı ile. 20 Temmuz 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Şehir hastanesi sözleşmeleri sil baştan

Şehir hastanesi sözleşmeleri sil baştan

ÇİĞDEM TOKER
SÖZCÜ,
10 Temmuz 2019

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül“TBMM tatile girmeden” diye TV ekranında söz vermişti. Yargı reformunu kastediyordu. İlk “paket”te ifade özgürlüğü davalarına temyiz yolunun açılabileceğini de söylemişti. Tatil yaklaşırken, TBMM’de yargı reformunun ekim ayına kaldığı konuşuluyor. Bakan Gül’ün sözünü tutamaması bir yana; bu gecikme, bomboş suçlamalarla haksız cezalara mahkum olan gazeteci arkadaşlarımızın bedel ödemeyi sürdüreceği anlamına geliyor.
★★★
Bu tercihin iktidarın genel yaklaşımıyla çeliştiği söylenemez. Bir kere yargı reformu paketlerinde iktidara mali kaynak sağlayacak düzenleme yoktu ki! 150 milyon Dolar geliri Sayıştay denetimi olmadan toplayacak, Kamu İhale Kanunu’na bağlı olmadan ihale yapabilecek KTurizm Ajansı kanunu dururken yargı reformuna neden öncelik tanınsın?
Merkez Bankası’nın birikmiş 46 milyar TL ihtiyat akçesini Hazine’ye aktarmak, yurt dışı çıkış harcını 15 liradan 50 liraya çıkaracak maddelerin atıldığı torba kanun dururken, ifade özgürlüğünü ilgilendiren bir düzenleme dört aycık daha bekleyemez mi?
Nasılsa Beştepe’de şaşalı bir sunumu yapıldı. Alkışlar alındı. Daha ne…

KRİZE KRİZ DİYEMEMEK

TBMM’ye getirilen son “torba”, aslında kapsamlı bir incelemeyi hak ediyor. Kanun teklifinin gerekçesine baktığınızda, krize kriz dememek, AKP’nin krizdeki sorumluluğunu hissettirmemek için bürokratların nasıl ter döktüğünü görür gibi oluyorsunuz. Neymiş son “torba”nın amacı, şu dolambaçlı ifadeden anlayabilirseniz buyrun:

“Ulusal ve uluslararası konjonktür kaynaklı makro-ekonomik gelişmeler dolayısıyla reel sektörde ortaya çıkabilecek finansal sorunların çözümlenmesi.”

SAĞLIK BAKANLIĞI’NA DAVET

Torba yasada şehir hastaneleriyle ilgili önemli bir madde var. Bu köşeden sayısız kez duyurduğumuz, birkaç neslin ekonomik refahını rehin alacak Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerindeki ölçüsüzlüklere fren getiriliyor. Sağlık Bakanlığı’nın bir KÖİ metodu olan Yap-Kirala-Devret yöntemiyle yaptırdığı şehir hastaneleriyle ilgili kanun değişikliği yapılıyor “torba” yasa ile. Yeni düzenleme, şehir hastanesi sözleşmelerinin sil baştan ele alınacağını gösteriyor:

Şu yeni düzenlemeye bakıldığında belli ki şehir hastanesi müteahhitleriyle Sağlık Bakanlığı arasında ciddi görüşmeler yapılmış:

“Sözleşme bedelinin artırılmaması kaydıyla kullanım bedeli veya hizmet bedeli artırılmak veya azaltılmak suretiyle değiştirilebilir. Sözleşme bedeli, net bugünkü değer dikkate alınarak belirlenir ve net bugünkü değer hesaplanmasına ilişkin esaslara yönetmelikte yer verilir. İdare tarafından gerekli görülmesi halinde yükleniciye ödenecek kullanım bedeli ödemelerine ilişkin TL veya döviz cinsinden alt ve üst limitler, sözleşme değişikliği düzenlemelerine uygun olarak belirlenebilir.”

En önemlisi de, bu maddenin en baştan başlayarak imzalanan şehir hastaneleri sözleşmelerine de uygulanacağı belirtiliyor. Yani Bilkent, Adana, Mersin, Yozgat hastanelerine.
Belli ki imzalanmış sözleşmelerin büyük yükü alarm zillerini çaldırdı ve şehir hastanesi müteahhitleriyle Sağlık Bakanlığı arasında ciddi görüşmeler yapıldı.
Sağlık Bakanlığı’nın “ticari sır” diye TBMM’den sakladığı şehir hastanesi sözleşmelerinde ne gibi değişiklikler yapılacağını açıklamasının tam zamanıdır.
=======================================

Dostlar,

Daha önceleri de bu hastaneler üzerinden yürütülen muazzam TALAN hakkında bu sitede yazdığımız çok sayıda makalede (lütfen okur musunuz, Erdoğan’ın “Hülya” sının ülkemiz için TALAN olduğunu haykırıyoruz…) sorduğumuz üzere, kısa 2 sorumuz var :

    1. Bu Sözleşmelerin içeriğini kamuoyundan saklanacak nitelikte mi, utanıyor (?) ya da korkuyor musunuz?
    2. Devlet, birtakım yerli – yabancı şirketlerle bu halkın vergisi ile kimi sözleşmeler yapacak ve bunların içeriği halktan saklanacak.. Gerekçesi de “ticari sır” olacak!? Peki halkın “Bilme hakkı” ne olacak? Bu sözleşmelere imza koyanlar kimden yana; kendi ülkelerinin – halkın hükümetleri midirler yoksa sermayeye teslim, hatta ortak olmuş, güdümüne girmiş tuhaf, pos-modern yapılanmalar mıdır..

Dikkat; özellikle 2. soru çoook ciddi ve kritik bir sorudur..

Sevgi ve saygı ile. 11 Temmuz 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

İNADINA CUMHURİYET

Suay Karaman ile Söyleşi :

Suay Karaman

İNADINA CUMHURİYET!

Gamze AKDEMİR

– Geniş kapsamı düşünülürse “İnadına Cumhuriyet”in yakın ve çok yakın tarihe ilişkin temel önermelerini, amacını dile getirmenizi rica ederek başlayalım söyleşimize.

– “İnadına Cumhuriyetkitabım, ülkemizin ve dünyanın sorunları ile çözüm önerilerine genel bir bakış açısı yaratmayı amaçlıyor. Okuyucuya unuttuklarını anımsatmak, belirli konularda düşünmelerini sağlamak, ufuk açmak ve sorgulamak gibi önermeler de kitabın amaçları arasında sayılabilir. Yıllardır çeşitli sorunlar hakkında yazdığım yazıları bir kitapta toplamak niyetindeydim ki bu konuda biraz geciktim de sayılır. “İnadına Cumhuriyet” böyle doğdu. Kitabın başlığı, ülkemizde cumhuriyete düşman olanlara karşı bir başkaldırı olarak düşünülebilir.

Kemalist Devrimin sömürge ve yarı sömürge olarak emperyal devletlerce ezilmiş uluslara verdiği örneği, 1789 Fransız Devrimi ile 1917 Bolşevik Devrimi’nden farkı ve esinlenişiyle açımlıyorsunuz. Anlatır mısınız?

Kemalist Devrim, muhteşem Altı Ok’un yanında tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ilkeleri ile günümüzde de geçerlidir. Kemalist Devrim, sömürge ya da yarı sömürge olarak büyük devletlerin egemenliği altında bulunan ezilmiş uluslara, 300 yıldır dünyayı sömüren emperyalizmin yenilebileceğini göstermiştir. Böylelikle kurtuluş savaşı veren uluslara örnek olmuştur. Aydınlanma Devrimi’nin itici ve sürekli gücü Kemalizm ilkelerinin üçünü (cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik) Fransız Devrimi’nden, üçünü ise (devletçilik, halkçılık, devrimcilik) Bolşevik Devrimi’nden esinlenerek bir bütün oluşturmuştur. Türkiye’deki devrimin 1789 Fransız Devrimi’nden farkı, emperyalizme karşı savaşla kurulmuş olması, 1917 Bolşevik Devrimi’nden farkı ise, Marksizm ideolojisi üzerine kurulmamış olmasıdır. Kemalizm ileriye açık, aydınlanmacı bir ideolojidir. Mazlum ulusların, ulusal demokratik devriminin ideolojisidir. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir.

– Kumpaslardan Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalara, devlet himayesinde kök salan tarikat yapılanmaların eylemlerine, darbe kalkışmalarına dek hiçbir şeyin güzel olmadığı bir aralığa imza atan, ülkeyi ve toplumu adeta “re-set” leyerek geriye doğru biçimlemeye çalışanlar… Baskıcı söylem, eylem ve yol arkadaşlarıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği zihniyet… Yaz, sor bitmez! Özetleyecek olursak; kitabınızda açımladığınız laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne siyasi-dini karşıt ideolojilerin kökenleri ve yöntemlerinin geleceğine ilişkin temel yorumunuz nedir?

– Siyasi iktidarın aracılığı ve önderliğinde bugün ülkemizde her türlü baskı söz konusudur. Siyasi iktidar demokratik ve laik cumhuriyetle kavgalıdır, Atatürk ile kavgalıdır ve her fırsatta intikam almaya çalışmaktadır. Ortaçağ karanlığından beslenen bir zihniyet söz konusudur. İçinde laiklik olan her şeyi yıkmak azminde olan bir siyasi iktidar tarafından yönetilmekteyiz. Üstelik bu siyasi iktidar, Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşmiştir. Böyle baktığımız zaman durum iç açıcı değildir. Yaşadığımız günler 1919 yılına benzemektedir. Bugün de ülkemizde yabancıların büyük ağırlığı söz konusudur. Ulusal değerlerimiz, özelleştirme adı altında emperyalist güçlere peş keş çekilmektedir. Laik eğitim yerini imam eğitimine bırakmıştır. Ekonomik kriz toplumu derinden sarsmaktadır. Kısaca bugünlere bakınca toplumun geleceği karanlıktır diyebiliriz. Ancak ne olursa olsun bu topraklarda Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük ateşi vardır, bağımsızlık türküleri söylenir. Bütün bu olumsuzluklar, mutlaka yeni bir aydınlıkla son bulacaktır. Artık yeni bir Mustafa Kemal beklemeye gerek yoktur; Mustafa Kemal’in gençleri, Kemalizm’i özümseyenler bilmelidirler ki hepimiz bir Mustafa Kemal’iz. Güzel günler için örgütlü olarak yapılacak eylemler, mutlaka aydınlıkla sonlanacaktır. Türk gencinin, demokratik ve laik cumhuriyetine sahip çıkacak azim ve kararlılıkta olduğu görülecektir.

– Tehlikenin boyutu ve toplumun farkındalık düzeylerine, aydınların yılgınlığı ve bireylerin epey uzun sürmüş suskunluğuna yorumunuzu da sormak isterim. Yol haritası ve bireyde içselleşen değerleriyle Kemalist Devrimlerin sürekliliğine inancı nasıl dile getiriyorsunuz? Aynı bağlamda çeşitlenen millet, milliyetçilik, Atatürkçülük ve istikrar anlayışlarına ilişkin ne düşünüyorsunuz?

– Günümüzde ülke olarak yaşadığımız tehlikenin farkındayız ama biraz geç kaldık bu farkındalıkta. Bugün ülkemizde demokratik rejim, yerini tek adam diktatörlüğüne bırakmıştır. Siyasi iktidarın insanları susturmak ve rejimi değiştirmek için yaptığı kumpasları hep birlikte yaşadık. Ergenekon, Balyoz gibi davalarla hem orduya olan güven zedelendi, hem ülkede rejimin değiştirilmesi için düğmeye basıldı ve hem de insanlar susturuldu, etkisizleştirildi. Açılımın gölgesinde terör bir yandan, işsizlik, açlık, yoksulluk diğer yandan toplumu vururken, ekonomik ve siyasal kriz her geçen gün daha çok can yakarken toplumun bunlardan etkilenmemesi düşünülemez. Ancak Türkiye, potansiyeli çok büyük olan bir ülkedir. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri çok fazladır. Planlı bir kalkınma hamlesiyle, bütün bu olumsuzluklar aşılabilir. Ama önce siyasi bir yeniden yapılanma olması gerekir. Benim sürekli söylediğim bir söz vardır:

  • Krizden çıkmanın yolu, Kemalizm’in Altı Oku’dur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde milliyetçilik akımı, Misak-ı Milli ilkesinden başlayarak, özgürlük, tam bağımsızlık, milli egemenlik uğrunda dış ve iç düşmanlarla çetin savaşlar vermiş, içe dönük ve halkın mutluluğunu amaçlayan bir niteliğe dönüşmüştür. Atatürk milliyetçiliği “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesiyle, şovenizmden sıyrılmış, evrensel bir kavram kazanmıştır. Atatürk’ün elinde milliyetçilik, ulusal kurtuluştan, ulusal devrimlere geçişin gerekçesi olmuştur. İşte burada Atatürk’ün yaptığı millet tanımı da çok önem kazanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Atatürk ilke ve devrimlerine, tam bağımsızlığa ve emperyalizm karşıtlığına sıkı sıkıya sarılarak ve özümseyerek bütün olumsuzlukları yeneceğimize inanıyorum.

– Sendikal haklardan yargı bağımsızlığına açtığı yolda, 27 Mayıs devriminin dinamizmini ve özellikle 1961 Anayasası ile topluma siyasal, kültürel, ekonomik, sosyal açılardan başlıca kazandırdıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı çağdaş demokratik ilke ve kurumları kısaca nasıl sıralamak mümkün?

27 Mayıs 1960 Devrimi olarak adlandırılan tarihsel olay, ayrıntılı incelemeleri gerektiren toplumsal bir davranışın ürünüdür. 27 Mayıs 1960 İhtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir. Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.

27 Mayıs 1960 için “demokrasiye darbe” söyleminde bulunan yüzeyseller çoğalmaktadır. Çünkü doğru kaynakları okumadan, araştırmadan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar kolaycılığı seçmektedirler. 27 Mayıs 1960 öncesinde Türkiye’de yalnızca adı Demokrat olan bir parti vardı ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla demokrasiyi yok ediyordu. Yalnızca “Tahkikat Komisyonu” bile demokrasinin olmadığının kanıtıdır.

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır.

Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır.

1961 Anayasası’nın temelini oluşturan 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı. 16 Eylül 1960 tarihli ve 10605 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Milli Birlik Komitesi Direktifi” ve “Milli Birlik Komitesi’nin Memleket Meseleleri Hakkında Temel Görüşleri”, Milli Birlik Komitesi’nin programı gibidir ve hükümetin neler yapması gerektiğini anlatır. Bu belgelerde, Milli Birlik Komitesi her konuda bir politika saptanmasını öngörmüş ve bunları genel çizgileriyle açıklamıştır. Bu “Direktif” ve “Temel Görüşler” incelendiğinde, Milli Birlik Komitesi’nin toplumcu, sosyal adaletçi, eşitlikçi, devrimci, devletçi yanı ağır basan, özel girişimi teşvik eden ve destekleyen bir karma ekonomi modelini benimsediği görülür. Bunların hayata geçirilmesi, çıkarılan yeni yasalarla ivedilikle gerçekleştirilmiş, bir kısmı da yeni anayasaya konularak, uygulaması gelecek iktidarlara bırakılmıştır. On yedi ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen aydınlanma yolundaki yeni atılımların ve yeni anayasanın hazırlanarak, seçimlere gidilmesi ile Milli Birlik Komitesi ülkeyi sivil yönetime bırakmıştır. Ancak gelen iktidarlar 1961 Anayasası’na karşı çıkmış ve “bize plan değil, pilav lazım” söylemiyle, 27 Mayıs Devrimi’nin getirdiği aydınlanmanın gerisine düşmüşlerdir.

– Babanız Suphi Karaman’ın 27 Mayıs 1960 Devrimi’nde aldığı aktif rolü, devrim savunusunu, yorumunu, ülküsünü burada da anlatır mısınız? Ayrıca, 27 Mayıs Devrimi’nin önderlerinden Haydar Tunçkanat’ı da nasıl anıyorsunuz?

– 27 Mayıs 1960 Devrimini yapanları saygı ile anıyorum. 27 Mayıs’ın devrimci çizgisinden sapmadan yaşamını sürdürenleri de sevgiyle selamlıyorum. 27 Mayıs 1960 İhtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. Büyük tarihi deneyimi ile ülkemizin yakın geçmişinin önemli tanıklarından olan babam Suphi Karaman, Milli Birlik Komitesi’nin çekirdek kadrosundaydı. 27 Mayıs öncesinde Kurmay Yarbay rütbesiyle KKK Kurmay Şubesi Müdürü idi. Babamın bu kilit göreve atanmasıyla birlikte, ihtilalin önemli noktalarına komiteden arkadaşlarının getirilmesi sağlanmıştır. Babam gözüpek bir devrimciydi; “Harp okulunda okurken, Mustafa Kemal’i ve yaptığı devrimleri kıskanırdım, kırk yıl önce dünyaya gelseydim, Samsun’a ben çıkardım” diyecek kadar cesaretli ve kendine güveni olan biriydi.

Ülkesini, içine düştüğü kardeş kavgasından kurtarmak için, geleceğini ve yaşamını ortaya atmaktan, devrim yoluna baş koymaktan çekinmeyen babam, 27 Mayıs’ın amacını “Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek ve demokrasiyi tekrar sağlamak” olarak özetlemiştir. 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı çağdaş demokratik ilke ve kurumlar için babamın Türkiye tarihine özel bir sorusu vardı: “Neden bu demokratik ve sosyal kurumları siviller getirmedi?”

12 Eylül karşı devriminin paşaları ile günümüzdeki yöneticiler lüks içinde ve devlet koruması altında yaşarlarken,  27 Mayıs Devrimcileri gibi babam da korumasız sade hayatını, onurlu ve dürüst bir şekilde sürdürmüştür. “Benim halktan korkacak bir şeyim yok ki, korumam olsun. Bizden sonra yönetime el koyanlar hep korumalarla dolaştı, aramızdaki farkı anlamak isteyen bunu düşünsün” diyerek tarihe not düşmüştü. Kemalizm’in, ulusal egemenliğin ve 27 Mayıs Devrimi’nin savunucusu olan babamın en büyük arzusu, Tam Bağımsız Bir Türkiye idi. Bir gün bu arzunun gerçekleşeceğine tüm kalbimle inanıyorum.

14 Temmuz 2002’de yitirdiğimiz Milli Birlik Komitesi’nin seçkin subaylarından Haydar Tunçkanat, “Türkiye’nin Milli Savunma Stratejisi”, “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CIA”, “27 Mayıs 1960 Devrimi” kitaplarını yazmıştır. Özellikle “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı eserinde;

  • Ulusal Kurtuluş Savaşında yenerek, ülkemizden kovduğumuz emperyalizmin ve kapitülasyonların, yıllar sonra yalnız ABD ile yapılan ikili anlaşmalar yoluyla ülkemize nasıl geri geldiği belgelere ve olaylara dayanılarak açık açık anlatılmıştır.

27 Mayıs Devrimcileri, seçkin subaylardı, ülke ve dünya sorunları hakkında engin bilgiye sahiplerdi. Yaşamları boyunca sürekli yeni bilgiler öğrenmek için okuyan, düşünen ve sorgulayan aydın insanlardı. Atatürk ilkelerine bağlı, kendilerini sürekli geliştiren yurtsever ve cesur subaylardı. Anayasa gereği Tabii Senatör olarak Cumhuriyet Senatosunda görev yaptıkları zaman, ülkemizin hemen hemen her sorunuyla yakından ilgilenmişler, görüş ve çözüm önerilerini dile getirmişlerdir.

– Son olarak bugünkü durumuna ilişkin değerlendirmenizi de ekleyerek yanıtlamanızı rica edersem; sol üzerine değerlendirmelerinizde nelere odaklanıyorsunuz, solun sancılarına ilişkin hangi görüşleri dile getiriyorsunuz? Bu bağlamda size göre CHP sol bir partiden beklenenleri ne ölçüde karşılayabilmişti ve bugün ne ölçüde karşılayabilmektedir?

– Önce soldan başlayalım, sonra bugünkü duruma gelelim. Sol kavramı ile toplumun büyük kesiminin yararına olan politikalardan söz edilmelidir. Sol bir parti ulusalcıdır, yabancıların belirleyeceği politikaları değil, kendi ulusunun çıkarlarına göre olan politikaları benimser. Sol görüşlü parti, siyasetin halkı kandırmak için değil, ülkenin ulusal çıkarlarının korunması için yapıldığının bilincindedir. Sol bir parti, sosyal devlet ilkesini benimser; sağlık ve eğitim hizmetlerinin ücretsiz olarak tüm halk kitlelerine sağlanmasına çalışır. Sol görüşlü parti, demokratik ve laik eğitimi savunur. Sol bir parti, planlı ekonomiden yanadır ve özelleştirme politikalarına ilke olarak karşı çıkar.

Türkiye’de sol bir parti, Atatürk düşmanlarını, ikinci cumhuriyetçileri, tarikatçıları, din tüccarlarını, bölücüleri, ırkçıları, mezhepçileri, küreselleşme yanlılarını, ilkesiz ve tutarsız olanları içinde barındıramaz, barındırmamalıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızdan, onun Kuvayı Milliye’sinden, onun Müdafaa-i Hukuk’undan,  Halk Fırkası’ndan ve bütün hepsinin temel felsefesini oluşturan “6 Ok”undan gelen Cumhuriyet Halk Partisi, bugün sol bir partiden beklenenleri karşılayamamaktadır. İşin özü CHP, büyük önderimiz Atatürk’ün ölümünün ardından savrula savrula, bugünkü savruk, hatta proje parti durumuna getirilmiştir. CHP yukarıda saydığımız her konuda tutarlı olsaydı, AKP gibi ortaçağ özlemcisi gerici bir iktidar 17 yıldır siyaset sahnesinde bu büyük çoğunluğa ulaşamazdı.

Eskiden hepimizin kullandığı sağ-sol gibi kavramlar vardı ama bugün yaşadığımız günlerde bu sağ-sol yerine vatansever, vatan haini kavramlarının kullanılması daha doğru olur kanısındayım.

Şimdi bugünkü duruma bakalım. Bugün

17 yıllık AKP iktidarı ile sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil darbe uygulanmaktadır.
Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşman ise, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, ülkenin parlamentosu yerine kanun hükmünde kararnamelerle yasama görevini yerine getiriyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, bağımsız yargının verdiği kararlara tepkili ise, hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşıyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur.

  • Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.

Ne yazık ki yıllardır ülkemizde uygulanan yöntem budur. Özellikle 17 Nisan 2017 halk oylamasında yapılan büyük hukuksuzluklarla ülkemizde rejim değiştirilmiş ve bugünlere getirilmiştir. Daha önceki 12 Eylül halk oylaması ile sonucun bir saat içinde açıklandığı seçimleri de unutmamak gerekir. İşte 31 Mart yerel seçimlerinde, İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı seçiminin iptal gerekçeleri ortadadır. Bugün ülkemizde tek adam diktatörlüğü yaşanmaktadır ve buna “ileri demokrasi” adını vererek, toplumu kandırmaktadırlar. Ama bu kandırmaca da sona ermeye başlamıştır çünkü toplumun, 31 Mart 2019 yerel seçimleriyle yavaş yavaş uyanmaya başladığı görülmektedir.

Geldiğimiz noktada artık AKP iktidarının iniş sürecine başladığı görülmektedir. Topluma güven verecek muhalefet partileri ve yöneticileri ile bu değiştirilen rejimin, eskiye döndürülmesi gerekmektedir. Ama sanıyorum bunun için biraz daha beklemek durumundayız.

Ve son olarak şunu söylemek istiyorum:

  • Ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır.
  • Ülkeyi yöneten iktidarların demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk devleti ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, kargaşa ya da karışıklık ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir.
  • Eşsiz güzel ülkemiz Türkiye’mize, Atatürk’ün aydınlık ve çağdaşlaşma yolundan gitmek yaraşır.

=========================================

Sevgili dostumuz Suay Karaman’ı bu nefis kitabından dolayı kutluyoruz..
Lütfen okuyalım, okutalım, dostlarımıza, kitaplıklara armağan edelim..

Related image


Sevgi ve saygı ile. 29 Haziran 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

İSTANBUL’U, İSTANBUL’A İHANET EDENLERE TESLİM ETMEYELİM!

İSTANBUL’U, İSTANBUL’A İHANET EDENLERE TESLİM ETMEYELİM!

R.T. Erdoğan : İSTANBUL’A İHANET ETTİK… BEN DE SORUMLUYUM

Image result for CELAL TOPKAN

Celal TOPKAN

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

Recep Tayyip Erdoğan, Mart 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nden İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı seçildi. 1994-1999 arasında İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı yaptı.

Fazilet Partisinden istifa eden Milli Görüşçü arkadaşlarıyla birlikte 14 Ağustos 2001’de AKP’yi kurdu. Erdoğan AKP Genel Başkanı oldu. 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerinde AKP tek başına iktidara geldi.  Erdoğan Başbakan oldu. Arkasında Cumhurbaşkanı seçildi. 17 yıldır ülkeyi tek başına aldığı kararlarla yönetiyor.

17 yıldır ülkeyi tek başına aldığı kararlarla yöneten AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21 Ekim 2017’de Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesine yaptığı konuşmada;

“İstanbul gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.” dedi.

Kendisi başta olmak üzere AKP’nin dünyanın en müstesna ve en güzel şehri olan İstanbul’a ihanet ve kötülük ettiklerini, İstanbul’u yaşanmaz bir kent haline getirdiklerini, bunun sorumlusunun kendisi olduğunu söyledi!

BEN DEĞİL GENEL BAŞKAN YARIŞTI

1994-99 arasında Erdoğan’ın İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’nda üst düzey yöneticilik yapan, İstanbul’u Erdoğan’la birlikte yöneten Binali Yıldırım, 3 Kasım 2002 seçimlerinde merkez atamasıyla AKP’den milletvekili seçildi. 2002-19 arasında Erdoğan’ın atamasıyla, Ulaştırma Bakanlığı, Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı yaptı.

Meclis Başkanı iken 31 Mart 2019 seçimlerinde AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafında İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı adayı yapıldı. Seçimleri CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu kazandı.

28 Nisan 2019’da mezun olduğu Kasımpaşa Lisesi’nin pilav gününde katılan, Binali Yıldırım, seçim sonuçlarına yönelik yaptığı açıklamada; “Ben kaybedilmiş bir seçimi, kazanmak için uğraşacak bir insan değilim. Seçimlerde adaylar yarışmadı bunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla adaylardan biri kaybetti biri kazandı diye değerlendirmek çok sağlıklı olmaz.” dedi.

Herkesin anlayacağı bir şekilde, ben aday gösterildim ancak asıl aday AKP Genel Başkan Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Ben değil AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan yarıştı. Ben değil Cumhurbaşkanı Erdoğan kaybetti dedi.

Binali Yıldırım’ın söylediklerinden çok net olarak anlaşılacağı gibi, eğer seçimleri Binali Yıldırım kazanmış olsaydı, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı koltuğunda Binali Yıldırım oturacaktı. Fakat İstanbul’u, İstanbul’a ihanet eden ve hala ihanet etmeye devam eden AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetecekti. İstanbul’a ihanet etmeye devem edecekti. Ancak İstanbul halkı buna izin vermedi.

BEN TEK BAŞIMA KARAR VEREMEM

23 Nisan 2019’da Habertürk’te canlı yayına katılan Binali Yıldırım, Didem Arslan Yılmaz, “Sizden önce programımıza katılan Ekrem İmamoğlu’na, ‘Binali Yıldırım’la birlikte açık oturuma katılmak ister misiniz?’ diye sorduk. ‘Ben çok isterim. Binali Bey kabul ederse, ben o yayında beraber olmak isterim.’ dedi. Siz bu çağrıya nasıl yanıt veriyorsunuz?” diye sordu.

Binali Yıldırım soruya, “Olabilir, bakarız. Onun için garanti veremem de. Benim tek başıma vereceğim bir karar değil ama… Prensip olarak olabilir, niye olmasın. O benim tek başıma vereceğim bir karar değil. Ben memnuniyetle sizinle program yapmayı arzu ederim. Hele biraz eteklerimizdeki taşları dökelim..” yanıtını verdi.

Aday yapıldığını ancak yapılan işlere kendisinin tek başına karar vermediğini, bir kez daha altını çizerek ve herkesin anlayacağı bir şekilde seçildiği zaman İstanbul’u kendisinin değil, kendisini aday yapan AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yöneteceğini söyledi.

“BİZ YAPTIK YİNE BİZ YAPARIZ”

31 Mart 2019 seçimleri öncesi İstanbul’un caddeleri ve binaları, Binali Yıldırım’ın fotoğrafları, fotoğrafların yanında “biz yaptık yine biz yaparız” pankartları ile donatıldı.

Yenilenecek olan 23 Haziran 2019 seçimi öncesi İstanbul caddeleri ve binaları, yine Yıldırım’ın fotoğrafları, fotoğrafların yanında “biz yaptık yine biz yaparız” pankartları ile donatıldı.

1994-2019 arasında İstanbul’u yöneten AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21 Ekim 2017’de Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesine yaptığı konuşmada

  • İstanbul gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.” demişti.

Binali Yıldırım, “Biz yaptık yine biz yaparız” sloganı ile

  • 1994’ten beri İstanbul’a ihanet ettik, kötülük yaptık. İstanbul’a ihanet etmeye devam edeceğiz diyor.

Eğer Binali Yıldırım İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı seçilirse, kendi sözleri ile önce 1994-99 arasında belediye başkanı olarak, 2002-19 arasında başbakan ve cumhurbaşkanı olarak dünyanın müstesna kenti İstanbul’a ihanet eden Recep Tayyip Erdoğan (=AKP), dünyanın müstesna kenti İstanbul’a ihanet etmeye devam edecektir.

Dünyanın müstesna kenti İstanbul’da yaşayan değerli halkımız!

  • 23 Haziran 2019 seçimlerinde İstanbul’a ihanet edenlerin suçlarına ortak olmayalım.
  • İstanbul’u, yeniden İstanbul’a ihanet edenlere teslim etmeyelim.

==============================================

Dostlar,

Sayın Celal Topkan dostumuz (20. dönem CHP Adıyaman MV, Sağlık Fizikçisi) oldukça yerinde ve değerli bir irdeleme yapmış yukarıdaki yazısında.. Bizim de ekleyeceklerimiz var :

AKP’nin Yoksullara – engellilere yardım sömürüsü..

İşte AKP = RTE Türkiye’sinin fotoğrafı budur! Bu hazin olay tek başına bir iktidarın istifa nedenidir uygar ülkelerde. 17 yıldır tek başına yönettiğiniz caaanım Türkiye’mizi ne hallere düşürdüğünüzün tokat gibi yanıtı. Size aynadır bakabilirseniz.. O utanç aynasına bakın ve kaldı ise zerrece, vicdanınızın isyanını dinleyin; kahrolası kibirinizde boğulun, bırakıp gidin, yakamızdan düşün artık! Tarih ve Tanrı sizi lanetleyecek.. (Haziran 2019)

Bu yürek yakan görseli ve yanındaki isyanımızı günlerce sitemizin manşetinde tuttuk.. Tek bir AKP yetkilisinden ya da iktidardan tık çıkmadı.. “Ne söyleyebilirlerdi ki??” denebilir ama o denli kolay geçiştirilemez.. Kamuoyuna hiç olmazsa bir açıklama yapılabilirdi, aileye ziyaret ve destek verilebilirdi.. Biz duymadık..

Gaziantep’ / Şahinbey’de belediye önünde, iş vaadi yerine getirilmediği için kendini yakan işsiz insanımız için de “insancıl” birtakım girişimler görmedik, duymadık..

Bunca katmerlendik ya da kaşağılandık mı? Bunca duyarsızlık olabilir mi??
Hani komşusu aç iken tok yatan “bizden” değildi Müslüman geçinen din sömürgeni AKP ??!!
***

İstanbul’un seçilmiş ve hakkı AKP / YSK tarafından seçmen iradesi hiçe sayılarak açıkça hakkı gaspedilmiş BŞB Başkanı Ekrem İmamoğlu, artık bir parça duygusal tonlamalar yapmalı ve bu kabul edilemez vicdansızlık örneklerini yüksek perdeden sorgulamalı kamuoyu önünde..

34 yaşında, Kartal İHL mezunu bu adamın hangi eğitimi var ki, “40 şirkette birden” kayyım olmaya? 40 harami dedikleri günümüzde bu mu ola??
Hangi fiziksel güçle, enerjiyle 40 şirkette birden kayyımlık yapabiliyor?
Buna 7 gün 24 saat yeter mi?
Ne diploması var bu süpermen (!) AKP’linin?
Başkaca işleri de var mı? Verdiği vergi ne kadardır?
Bunların sorgulanması gerek.. TBMM’ye soru önergesi verilmeli, bu kişi malvarlığını açıklamaya çağrılmalıdır.. Başka örnekleri var mı, araştırılmalıdır.
Bu kişiyi 40 şirkete ayrı ayrı kayyım atayan yetkililer kimlerdir?
SPK mıdır, TMSF midir, kimdir kim??
***
21 yaşında kadın Matematik öğretmeninin işsizlik / atanamama intiharı, Gaziantep’te kendini yakan işsiz, Trabzon’da HES rezaletinizle doğayı katletmekle kalmayıp insanları ölüme sürükleyen akıl ve bilim dışı saçmalıklarınız.. hangi birini, hangi birini…nereye koyacağız 17 yıllık AKP = RTE iktidarının günah çetelesi olarak??
****
Seçime birkaç gün kala AKP’nin yoksullara – engellilere yardım sömürüsü acizliktir..

5393 Belediye yasası md. 14’te ve md. 60/i bendinde sayılan görevlerden biri budur. 5216 sayılı BŞB yasası da bu bağlamdadır : Yerel yönetimler yoksul ve düşkünlere destek verecektir yasa gereği..
Ayrıca Anayasa md. 2, SOSYAL DEVLET, 5. madde Devletin görevleri..
Bu yardımlar AKP’nin lütfü değil..
Şantaj ve tehdit sahibini küçültür, alçaltır, ahlaksızlıktır ve yasal olarak olanaksızdır.
Belediye bütçesinde bu amaçla (Yoksullara – engellilere yardım) kaynak ayrılıyor.

  • Hangi belediye olursa olsun bu yoksullara yardımlar yasa gereği zorunlu yapılacaktır. 

Bu yoksul – çaresiz insanların evlerine yasa dışı biçimde belediye görevlilerini göndererek YARDIMLARINIZ KESİLEBİLİR tehdidini – şantajını yöneltmek suçtur ve bu insanları aşağılamaktır, hakarettir.

Yoksul ve işsiz bırakılan – engelli insanlarımız AKP’nin kulu – kölesi ve OY TUTSAĞI / OY ESİRİ olmayıp, T.C. Devletinin yurttaşlarıdır. 23 Haziran seçimi, AKP’nin sarmaladığı bu alçaltıcı zinciri kırmak için son derece değerli bir fırsattır..

  • 17 yıllık AKP iktidarında işsizlik, yoksulluk azalmamış, gelir dağılımı iyileştirilmemiş, ülkenin borçları düşürülemeyip ödenemeyecek boyutlara, iflas eşiğine varmıştır.

Seçimde böylesi yollarla propaganda yapmak utanç vericidir, ahlak dışıdır, inanç sömürüsüdür.
Ülkemizin ve İstanbul’un kaynakları 25 yıldır yağma ve talan edilmiş, yandaşlara peş keş çekilmiştir. Yoksul ve işsizlerin bu durumdan sürekli – kalıcı kurtulmaları ÖZELLİKLE istenmeyerek bu milyonların umutları sömürülerek “OY” adına her seçimde duygu sömürüsüne, şantaj eve tehditlere açık bırakılmıştır.

  • AKP 17 yıldır (İstanbul’da çeyrek yüzyıldır!) bu insanlık dışı yöntemlerle, siyaset etiğine uymayan davranışları ve seçim hileleriyle ulusal iradeyi gasp ederek tek başına iktidardadır.

Bu yurttaşlarımız rahat olsunlar; DEVLETTE DEVAMLILIK ASILDIR..

AKP gider, CHP’li İmamoğlu gelir ve daha iyisini yapar..
CHP’nin Cumhuriyeti kurup var ettiği gibi..
En azından AKP = RTE‘nin doğrudan itiraf ettiği İHANETE son verir..

23 Haziran 2019 gecesi saat 22 – 23 dolayında bu karabasan bitecek..
Telaş bundandır. Yenileceklerini görmektedirler net olarak ve de heeerr yolu mübah görmektedirler.

Ama çare yok; 23 Haziran yenilgisi kaçınılmaz ve örneğin % 55 / 45 gibi bir AKP aleyhine denge, ülkemizi hızla erken seçim atmosferine sokacaktır. Ekonomi yangın ötesidir. Zaten AKP şu anda TBMM’de salt çoğunluğu olmayan bir topal ördek konumundadır. Azınlıktadır ve MHP stepnesiyle ayaktadır..

AKP = RTE böylesi bir ortamda hiiiiiiiç ön almaya kalkmasın; halkın sandıktaki iradesinin BU KEZ / 2. KEZ önüne geçebilecek hiçbir güç yok bu ülkede..

Böyle biline ve herkes haddini bile..

  • 23 Haziran seçimi bir yerel seçim olmanın çoooook ötesine geçti..
  • AKP’nin iktidar sınavıdır ve artık siyaset bilimi AKP parantezinin kapanacağını öngörüyor tüm verileriyle..

Hepimize kolay gele…

  • HERRRR ŞEYYY ÇOOOOOOOOOOOOKKKKK GÜZEL OLACAKKK!

Sevgi ve saygı ile. 20 Haziran 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimci
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yargıtay : Meslek hastalığı “kaçınılmaz” değil, yeni teknoloji kullanmayan işveren tam sorumlu

Yargıtay : Meslek hastalığı “kaçınılmaz” değil, yeni teknoloji kullanmayan işveren tam sorumlu

Burdur’da kot taşlama işinde çalışan bir işçi, tozun akciğerlerde birikmesi nedeniyle akciğer dokusunda hasar meydana getiren “pnömokonyoz” hastalığına yakalandı.

Burdur 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvuran işçi, “meslek hastalığı” olarak değerlendirilen teşhisin tedavi giderlerini işverenden talep etti. Mahkeme davayı kısmen kabul etti. Davacı işçinin meslek hastalığına yakalanmasında işveren kusurunu %85, işçinin kusurunu %10 olarak belirledi.

Yerel mahkeme bilimsel ve teknik tüm önlemlere karşın zararın meydana geldiği ve önlenemediği durumları ifade eden “kaçınılmazlık” oranını ise yüzde 5 olarak kabul etti.

Kaçınılmazlığın % 3’ünü işverene, %2’sini davacı işçiye yükleyen mahkeme işverenin %88 oran üzerinden sorumlu olduğuna hükmetti.

“Kot taşlama estetik kaygılarla uygulanan bir yöntem”

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi yerel mahkemenin kararını bozdu. Davacı işçinin mesleksel “pnömokonyoz” hastalığına yakalanmasına neden olan kot taşlama işinin ayrıntılarına yer verilerek şöyle dendi:

Davalıya ait tekstil işyerinde kumlama yöntemiyle kot taşlama işçisi olarak çalışan sigortalının mesleki pnömokonyoz hastalığına yakalanarak %24 oranında sürekli işgöremez duruma girmesi şeklinde gelişen zararlandırıcı eylemde, sigortalının mesleksel pnömokonyoz hastalığına yakalanmasına neden olan kot taşlama işi, kotların beyazlatılması ve eskitilmiş görünümü verilmesi için, kumun kuru hava kompresörleriyle kotların yüzeyine tutularak aşındırılması işlemi olup, üretimin zorunlu bir parçası olmayıp tamamen estetik kaygılarla uygulanan bir yöntemdir.

İşverenin iş güvenliği açısından yaşamsal öneme sahip araç ve gereçlerin kullanımı sağlandığında kaza ve hastalık olasılığının tümüyle ortadan kalkacağı vurgulanan kararda, “Aksi yaklaşım, her tür meslek hastalığının oluşumunda belirli oranda kaçınılmazlığın etkili olacağı kabulüne yol açacaktır.” denildi.

“Aynı iş robotlarla yapılabilirdi”

İşverenin, mevzuatın kendisine yüklediği tedbirleri almak zorunda olduğu kaydedilen kararda “Kaçınılmazlıktan, işveren tarafından tüm önlemler alındığı ve kazalı da bu önlemlere uyduğu halde kaza/hastalık meydana gelmişse söz edilebilecektir” denildi, şu tespitler yapıldı: Aynı iş makine kullanılarak, lazer veya robotlar aracılığıyla da yapılmaktadır. İşyerinde alınması gereken önlemlerin hiçbirinin işveren tarafından alınmadığının bilirkişiler tarafından tespit edilmiş olması, aynı işin makine kullanılarak lazer veya robotlar aracılığıyla da yapılması mümkün iken kumlama yöntemiyle üretim yapılmasında ısrar edilmiş olması, Anayasa ile teminat altına alınmış olan yaşama hakkının ihlali niteliğinde olup, bu durumun ‘kaçınılmaz bir sonuç olarak değerlendirilmesi’ isabetli bulunmamaktadır.

“İşveren, işçinin vücut ve ruh sağlığını korumakla yükümlü”

“Çalışma yaşamında süregelen kötü alışkanlık ve geleneklerin varlığı, işverenin önlem alma ödevini etkilemez” vurgusu yapılan kararda dava şu gerekçelerle kabul edildi:

  • İşverenler, çalıştırdığı sigortalıların beden ve ruh bütünlüğünü korumak için yararlı her önlemi, amaca uygun biçimde almak, uygulamak ve uygulatmakla yükümlüdürler.

Yüksek mahkeme meslek hastalığının oluşumunda kaçınılmazlık etmeninin (faktörünün) uygulama yeri ve etkisinin bulunmadığı gözetilerek, iş güvenliği konularında uzman tekstil mühendisi, kimya mühendisi ve göğüs hastalıkları uzmanı bilirkişilerden oluşacak heyetten yeniden rapor alınması gerekirken, yetersiz bilirkişi raporuna dayalı olarak karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. (Independent Türkçe / AA, 17.06.2019)
==============================

Dostlar,

Yargıtay’ın iş davalarına bakan uzmanlaşmış Hukuk Dairesinin özetlenen kararı yerinde ve bilimsel temellidir.

Meslek hastalıklarının en temel özelliği, ilgili bilimsel yazında (literatürde) şöyle vurgulanır :

  • Meslek hastalıkları %100 korunulabilir hastalıklardır; çünkü hem nedenleri bilinmektedir hem de o nedenlerin işyerinde olduğu bilinmektedir.

Bir başka anımsatma daha; Yargıtay’ın önerdiği uzman bilirkişi kurulunda yer alacak uzman hekim Göğüs Hastalıkları uzmanı olabileceği gibi, “İş ve Meslek Hastalıkları Uzmanı” da olabilir. Bu uzmanlık alanı bir üst – ileri uzmanlık (ihtisas) alanıdır ve Göğüs Hastalıkları, İç Hastalıkları ve Halk Sağlığı olmak üzere 3 tıp uzmanlık alanının üzerine “yan dal” olarak kazanılmaktadır.

Tıpta Uzmanlık Yönetmeliği uyarınca bu alanda, her 3 temel alandan gelen İş ve Meslek Hastalıkları Uzmanları eşdeğer düzeyde bilimsel ve tıbbi olarak yetkilidir.

Sevgi ve saygı ile. 17 Haziran 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

Seçim kurulları, YSK ve suç duyuruları

Seçim kurulları, YSK ve suç duyuruları


Ömer Faruk EMİNAĞAOĞULLARI
Cumhuriyet, 08.06.19

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

YSK, İstanbul Büyükşehir Belediye başkan seçimini sandık kurullarının oluşumu nedeni ile iptal ederken ayrıca, ilgili ilçe seçim kurulu başkan ve üyeleri, seçim müdürleri ve öbür sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunulmasına da karar verdi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusu üzerine, Başsavcılık da adeta bunu bekliyormuş gibi, alır almaz soruşturmaya koyuldu. Kimi seçim müdürlerinin, savcılığın terör suçları bölümünde ifadeleri bile alındı. Öte yandan YSK kararı öncesinde Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığınca bir seçim müdürünün bile içine sokulduğu ayrı bir soruşturma başlatıldığını da hatırlatmakta yarar var.

Yenilenen seçime ilk günden müdahale

Öyle bir iptal kararı veriliyorsa, böyle bir suç duyurusunda ne var denilebilir. Böyle bir suç duyurusu ve yapılan işlem, yenilenen seçime daha ilk günden müdahale, seçim yöneten organlara baskı yaratmak demek. Haklarında soruşturma açılmayan öbür ilçelerdeki kişilere de, aba altından sopa göstermek demek. Seçimi yönetenlerin soruşturma altında tutulduğu bir seçim, gerek Türkiye’de gerekse demokratik bir ülkede ilk kez yaşanan bir durum.

Soruşturma mercileri ve soruşturma yöntemi

Seçim Yasasının uygulanmasından kaynaklanan soruşturmalarda, kimler hakkında hangi mercilerin yetkili olduğunu açıklamak gerekiyor. Seçim Yasası’nın 174 üncü maddesi uyarınca, yargıçlar dışındaki her türlü kamu görevlileriyle veya öbür kişilerle ilgili soruşturmalar, savcılıklarca ve genel hükümlere göre yapılıyor. Bu kişilerin eylemlerine katıldığı ileri sürülen kişilerin sıfatları da ne olursa olsun, yine o kişiler hakkındaki soruşturmalar da, bu soruşturmalarla birlikte yürütülüyor. Yargıçlar hakkındaki görevleri ile ilgili soruşturmalar, seçimlere ilişkin yasalardan kaynaklansın veya kaynaklanmasın, her durumda Hakimler ve Savcılar Kurulu Yasası uyarınca, Hakimler ve Savcılar Kurulu – HSK tarafından verilecek soruşturma izni üzerine, yalnızca HSK ve bu Kurul müfettişlerince yapılabiliyor. Sıfatları ne olursa olsun yargıçların bu suçlarına katıldığı söylenen öbür kişiler hakkındaki soruşturmalar da, yine Hakimler ve Savcılar Yasasının 86 ncı maddesi uyarınca yargıçlarla ilgili soruşturmalarla birlikte yürütülüyor. Bu bağlamda seçim müdürleri ve seçim bürosundaki öbür çalışanlar da, eğer seçim kurulu başkanı yargıcın eylemi üzerine hareket etmiş iseler, ki “kural olarak” yargıcın istek veya işlemlerini yerine getirdikleri gözetilirse, onlar da aynı yönteme tabi tutularak yargıçlarla birlikte yalnızca HSK tarafından soruşturulabiliyor.

YSK’nın suç duyurusu ve savcılıklar

İçlerinde yargıçların bulunduğu ve yargıçların da görevleriyle ilgili olduğu ifade edilen bir konuda, suç duyurusu yapan YSK bile olsa, böyle bir evrakı alan savcılık, HSK’nın soruşturma açılma izni olmadan soruşturma açılamayacağı ve bu soruşturmayı da yalnızca ve yalnızca HSK yürütebileceğinden, hiçbir işlem yapmadan bu evrakı HSK’ya iletmek durumundadır. YSK’nın ve savcılığın yargıçlar ve seçim suçları hakkındaki soruşturma yöntemini bilmeyecekleri söylenemez. Olayda ise YSK, aldığı suç duyurusu kararı kapsamında yargıçların da olmasına karşın, yargıçların ve yargıçların suçlarına iştirak edenlerin ve de seçim suçlarının soruşturma yöntemini her nedense görmezden gelip, savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur. Savcılık da böyle bir konuda yetkisiz olduğunu her nedense görmezden gelmiştir. Asıl üzerinde durulması gereken boyut burasıdır.

Seçim takvimi ve suç duyurusu

YSK, görevi nedeniyle bir suçun işlendiğini öğrendiğinde, TCY’nin 279 uncu maddesinde yer alan sorumluluğu uyarınca bunu “yetkili makama” iletmek durumundadır. Ancak yerleşik uygulama gereği, “seçim takvimi işlerken,” seçimlere müdahale ve baskı olmaması için YSK’nın, savcılığın veya HSK’nın bir adım atmaması gerekmektedir.

Suç duyurusunu geri alma

YSK, kapsamında yargıçlar olduğu için suç duyurusunu olayımızda yetkili olmayan savcılıklara iletmiş ise de, savcılıklar nezdinde yapabilecek hiçbir şey bulunmamakta iken, suç duyurusunu geri alma gibi bir yola gitmiştir. Savcılıklar da bu isteğe göre hareket etmiştir. YSK’nın bu aşamada tek yapabileceği, olsa olsa HSK’ya da ayrı bir yazı yazmak, böyle bir yazı üzerine veya resen olaya el koyacak HSK da, yargıçlar için soruşturma açma kararı verirse, o zaman HSK’nın da Hakimler ve Savcılar Yasası’nın 86 ncı maddesi uyarınca öbür kişilerle ilgili soruşturmayı birlikte yürütmek üzere İstanbul ve de Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığından istemek olmalı idi. HSK, soruşturma açma kararı versin veya vermesin, HSK’nın bu konudaki kararından önce İstanbul’da başvurulan dinleme, teknik izleme gibi kayıtlar da mutlaka imha edilmelidir.

  • Suç duyurusunun geri alınması diye bir kurum hukuk literatüründe bulunmamaktadır.

Savcılıklar, kamu adına soruşturulması gereken, kendi görevi kapsamındaki kişilerin suçlarını, suç duyurusu dahil herhangi bir yolla öğrendiklerinde, isteklerle bağlı olmadan kamu adına soruşturan organlardır. YSK, kapsamında yargıçlar da olduğu için suç duyurusunu HSK yerine, yetkisiz merci savcılığa yapmış olsa da, savcılığın yeni bir YSK işlemine gerek kalmadan, soruşturmaya başlamadan evrakı yetkili merci HSK’ya iletmesi gerekirken, olmadık işlemler yapmış, HSK ise bu savcılar ve bu soruşturmalar hakkında sessiz kalmıştır.

  • Bir suç yok iken, suç duyurusu yapmanın ve sonra da onu geri almanın hukuksal anlamının, TCY’nın 267 ve 271 inci maddelerindeki düzenlenen iftira ve iftira suçunda etkin pişmanlık olduğu unutulmamalıdır.

Savcılıklar hemen devreye sokularak birtakım işlemler yapılmış olup, YSK şimdi böyle bir kılıfla, kendisinin ve savcılığın hukuk dışı işlemlerini perdelemektedir. Şöyle ki; olayda HSK’nın yetkili olduğu görmezden gelinip, soruşturmaların şimdiye dek savcılıkların terör birimlerince ve FETÖ bile dillendirilerek yapıldığı gözetildiğinde, dinleme ve teknik izlem gibi yöntemlere başvurulma olasılığı da ayrıca düşünülürse, yapılan tüm bu işlemler dikkate alınamayacak hukuka aykırı kanıt olsa da, İstanbul seçimlerini asla kaybetmek istemeyen AKP, bir B planı olarak bunları bir kenarda mı tutmaktadır sorusu ister istemez akla gelmektedir. Hele de geçmişte AKP kapatma davası sırasında, o davadan kurtulmak için her yola başvurulduğu, yaratılan sahte soruşturmalar ve o soruşturmalardaki FETÖ’cüler yoluyla, Anayasa Mahkemesi kurulunun dinlendiği ve AKP’nin “1” oy farkla kapatılmaktan kurtulduğu belleklerde olunca. Orada FETÖ’cülerin yaptığını, burada sahte bir soruşturmaya da gerek kalmadan can simidi gibi imdada koşan YSK ve savcılıkların yapması ise ayrıca düşündürücüdür.

İptal nedeni ve seçim kurullarında değişiklik

İl ve ilçe seçim kurulları, Seçim Yasası gereği 2 yılda bir Ocak ayının son haftasında oluşturulmaktadır. İl seçim kurulları 3 yargıçtan, ilçe seçim kurulları ise 1 yargıç başkanlığındaki 7 kişiden oluşmaktadır. Bu kurullar yargıçların kendi yasalarındaki kıdeme ilişkin hükümler gözetilerek oluşturulmakta, kınama ve daha ağır disiplin cezası alanlar, bir diğerinden kıdemsiz sayılmaktadır. Seçim takvimi işlerken, seçim kurullarına soruşturma açılarak, hatta bir ceza bile olmadan, bu kurulların ve bu yargıçların değiştirilmesi demek, güdümlü, “uygun görülen” yeni kurulları devreye sokmak demektir. AKP bunu dile getirse de, bu seçim hukukuna aykırı bir istektir. Hele de bu soruşturmaların, yargı bağımsızlığının dibe vurduğu ve İstanbul seçimleri için her şeyi yapabilen bir iktidar bulunan ülkemizde nerelere uzatılacağı, ne içerikte yürütüleceği varolan soruşturmalardaki durumlara bakınca bile oldukça düşündürücüdür. Seçim kurullarında görevli yargıçların, yerleşik uygulama gereği seçim takvimi içinde HSK tarafından görev yerleri değiştirilmemekte ise de, bu uygulamadan bile son yıllarda giderek sapılması seçim güvenliğini zedelemektedir.

Sandık kurullarının oluşumu ve sorumluluk

Anayasa’nın 67/son maddesi uyarınca, bu seçimlerde sandık kurullarında kamu görevlisi koşulu aranmazken her nedense böyle bir koşul aranmıştır. Öte yandan sandık kurullarının oluşturulmasında da esas sorumluların, kamu görevlisi tanımı yapmak yönünden YSK, bu tanıma uygun liste hazırlamak yönünden mülki amir ve bu listeden görevlendirme yapmak yönünden seçim yargıçları olduğu, seçim müdürlerinin ve bağlı personelin ise sandık kurullarında görevlendirilen kişilere, yalnızca bu durumu bildirmek dışında bir görevlerinin olmadığını da hatırlatmakta yarar bulunmaktadır.

Seçim müdürlükleri ve soruşturmalar

Seçim müdürlükleri, YSK’nın taşra teşkilatını oluşturmakta, seçim yargıcının denetim ve gözetiminde, seçim iş ve işlemlerinin mutfağında görev yapmaktadır. Seçim müdürleri ve bu seçim bürolarında görevli öbür çalışanlar, “seçim kurulları” içinde yer almamaktadır. Bu görevlilere, öteki bütün kamu görevlilerinde olduğu gibi soruşturma açılması, görevden uzaklaştırılmalarını gerektirmemektedir. AKP, bu müdürlerin de değiştirilmesini istemiştir. YSK, AKP’nin bu isteğine de boyun eğmiş ve üstelik seçim takviminin yarısı da işlemiş iken bu çalışanları görevden uzaklaştırarak, güdümlü seçim büroları yaratılacağını da göstermiştir. Bu gelişme karşısında, HSK’nın devreye girecek oluşu da gözetilirse, güdümlü seçim kurulları oluşturma yönünden sırada seçim yargıçları olsa gerek. Ancak, yanlışı başlatan YSK hakkında ve seçim kurullarına yanlış liste ileten mülki amirler konusunda ise nedense susulmaktadır.

  • Tüm bunlara bakınca söylenecek tek söz;
  • Seçim güvenliği için var olan YSK’nın varlık nedeninden tümüyle uzaklaştığı olsa gerek.
    ========================================
    Dostlar,

Müthiş bir hukuksal irdeleme (mütala)..
Seçkin ve kıdemli hukukçu (eski Yargıtay Cumhuriyet Savcısı) Sn. Av. Eminağaoğlu dostumuzu hem bilgi birikimi hem de demokratik yürekliliği için kezlerce kutlamak gerek.

Acımızı büyüten 2 nokta var :

1. Yüksek yüksek kurullarda görev yapan kıdemli – yüksek yargıçlar Sn. Eminağaoğlu’ndan çok daha az hukuksal birikime, deneyime mi sahiptir; öyle ise oralara kim, neden onları getirmiştir??

2. İlk maddede sorguladığımız varsayım yanlış ise neden yargıçlık değerlerine, etik ilkelerine, ulusal ve uluslararası hukukun, Anayasa ve yasaların kendilerine tanıdığı hak ve yetkileri bütünüyle / bir ölçüde kullanarak siyasal iktidarın oyuncağı olmaktan kaçın(a)mıyorlar?

Hayal bile edemediğimiz olağanüstü tehdit, şantaj, baskı.. altında mıdırlar?

Eğer böyle ise, durumu belgeleyip istifa etmek ve halkın – hakkın bağrına sığınmak var!
Yok vaadler, ödüller, çıkarlar, daha büyük makamlar…. söz konusu ise vicdanlarına nasıl sığdıracak, eşlerine – çocuklarına, tarihe, halka ve Hak’ka nasıl anlatacaklar??

Ve son soru          :

  • Ülkemizi bunca açmaza – batağa sürükleyen, gerçekte AKP iktidarı değil midir?
Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimci – SBF
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com 

Temiz hava soluyamıyoruz

Temiz hava soluyamıyoruz!

Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü 1972 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de 133 ülkenin katılımı ile düzenlediği zirvede, 5 Haziran tarihinin “Dünya Çevre Günü” olmasını oybirliği ile kabul etti. O tarihten bu yana çevre sorunlarına kamuoyunun dikkatini çekmek için çalışmalar yapılıyor.
BM bu yıl Çevre gününde hava kirliliğine dikkat çekmek için #
BeatAirPollution (hava kirliliğini yen)
kampanyası başlattı. Sivil toplum kuruluşları hem dünyada hem de Türkiye’de artan hava kirliliğine dikkat çekerek
* dünya genelinde 10 kişiden 9’unun temiz hava soluyamadığını belirtiyor.
[Haber görseli]

Dünya genelinde hava kirliliğinin nedenlerinin başında kömür kullanımı geliyor. Bu yıl Dünya Çevre Günü’ne ev sahipliği yapan Çin’de hava kirliliği yüzünden insan yaşamı ortalama üç yıl kısalmış durumda.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (PM2.5 verilerini temel aldığı) raporuna göre,

  • Avrupa’nın havası en kirli 10 şehrinin 8’i Türkiye’de.

Greenpeace Akdeniz Projeler Sorumlusu Deniz Bayram,

“Dünyanın en ciddi çevre sorunlarından biri olan hava kirliliği salt bir çevre sorunu değil, aynı zamanda insanların yaşam süresini kısaltan, yaşam niteliğini düşüren bir tehdit.
Greenpeace Akdeniz’in de üyesi olduğu Temiz Hava Hakkı Platformu’nun hazırladığı Kara Rapor’a göre;

  • Kirli hava Türkiye’de 2016-2018 arasında 52 bin kişinin erken ölümüne neden oldu. Bu, Türkiye’de trafik kazalarında yaşamını yitirenlerin 7 katı. Aynı yıllar arasında Türkiye’de 81 ilin yarısı kirli hava soludu.” diye konuştu.

‘Önlem alın’

TEMA Vakfı da Dünya Çevre Günü kapsamında, yaşamsal tehlikeleri giderek artan hava kirliliğine ve toplumda bu alanda yükselen duyarlığa dikkat çekerek, önlem alma konusunda çağrıda bulundu. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç,

Sevgi ve saygı ile. 05 Haziran 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com