Etiket arşivi: Prof. Dr. Özer OZANKAYA

ERMENİ İFTİRALARINA BATI DESTEĞİNİN ANLAMI ve ÖNLEMENİN YOLU!


Dostlar,

Sözde Ermeni soykırımı palavrasının 100. yılına da geldik..

Dış politikanın entrika dolu labirentlerinde pişirilen emperyalist yalan,
doğrusu epey ürün de sağladı kurgulayıcılarına oltalanan Türkiye‘nin aleyhine.

ADD önceki genel başkanlarından Sn. Prof. Dr. Özer OZANKAYA,
bir Sosyolog olarak bu değerli yazısını 25 Nisan 2014’te kaleme almış ve bu makale ADD web sitesinde yayımlanmıştı.

ERMENİ İFTİRALARINA BATI DESTEĞİNİN ANLAMI ve ÖNLEMENİN YOLU! 

Şöyle başlıyor :

  • “Yaklaşık 40 yıldan beri, birçok Batılı devlet, Osmanlı Devletinin
    son döneminde Doğu ve Güney Anadolu’da özellikle Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika’nın kışkırttığı Ermeni – Türk kanlı kavgalarından Türk Ulusu’nu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sorumlu tutmak, üstelik bunu ‘Ermenilere karşı soykırım’ gibi sunmak haksızlığını işleyegelmektedirler. Bu ülkelerin nesnellik ölçütlerine uyma gereğini gözardı eden politikacıları, ‘Türkler Ermenilere soykırım uygulamışlardır’ diyen Parlamento kararları almakta, 
    bu savın doğru olmadığını söylemeyi suç sayan ve cezalandıran yasalar bile çıkarmaktadılar!”…. 

Ve şöyle bağlanıyor :

  • IV. SONUÇ
    Ermeni iftiralarına kesin bir son vermek ve bunların helikopter alımlarımız sırasında açıkça yapıldığı gibi Türkiye’yi haraca bağlamada bir tür şantaj aracı olarak kullanılmasını önlemek için,
    Türk hükümetleri ve dış temsilciliklerimizin yetkilileri, yukarıdaki gerçekleri gür sesle bir kez ve son kez olmak üzere dile getirmeli,
    onları
    görmezlikten gelerek parlamentolarına ve uluslararası ortamlara Ermeni iftiralarını taşıyan hükümetlere bu davranışın Türkiye tarafından düşmanca eylem’  sayılacağını ve ona göre karşılık göreceğini açık ve kesin bir biçimde bildirmelidirler. Ama bunu yapabilmeleri için önce Türk hükümetlerinin gerçekten demokratik,
    yani her eyleminin hesabını Türk Ulusu’na vermek yükümlülüğünün bilincinde, bilimin ve erdemin yolunda güçlü hükümetler olması,
    içeride ve dışarıdaki görevlilerin de partizan ölçülerle değil,
    gerçekten Türk Ulusu’nun meşru çıkarlarını koruyup kollayacak yeterlikte olma ölçüsüne göre seçilip çalıştırılan görevliler olması zorunludur. Bilim ve yayın dünyamızın da demokratik yurttaşlık sorumluluğuyla bu yolda etkin destek vermeyi başarmalıdır. 
    Yarım yüzyıldan beri bu ölçülerden uzaklaşıldıkça Türk Ulusu’na ve
    Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı iç ve dış saldırıların da arttığına

    tanık olmaktayız.” 

*****

Yazı değerini ve güncelliğini koruduğundan, sizlerle paylaşmak istiyoruz.. Uzunca (dolu dolu 4 A4 sayfası) pdf olarak veriyoruz.

Lütfen tıklar mısınız okumak için ??

ERMENI_IFTIRALARINA_BATI_DESTEGININ_ANLAMI_VE_ONLEMENIN_YOLU

Sevgi ve saygıyla
08.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

SÖYLEV’den seçkiler : Prof. Özer OZANKAYA ve Yrd. Doç. Orhan ÇEKİÇ


SÖYLEV’den seçkiler :

Prof. Özer OZANKAYA ve
Yrd. Doç. Orhan ÇEKİÇ

Dostlar,

Saygın öğretmenimiz Mehmet AYHAN, Devrim Tarihi uzmanı Sn. Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç’in Büyük ATATÜRK’ün SÖYLEV’inden yaptığı bir seçkiyi paylaşmış sağolsun..

Power point yansıları biçiminde, çok rahat okunan çok iyi bir seçki – özet..
Ancak bu değerli sunuyu biz 26.9.2013’te web sitemizde paylaşmışız..

Erişkesi şöyle : http://ahmetsaltik.net/2013/09/26/17948/

Bu bakımdan, teşekkür ederek, Sn. Ayhan’ın salt iletisini paylaşalım.. o da çok sıcak ve öğretici..

Bir de Sn. Prof. Dr. Özer Ozankaya‘nın 30 A4 sayfasına yakın word metni olarak
SÖYLEV Özeti olduğunu (Aralık 1997) anımsatmak isteriz. Biz bu metni de web sitemizde yayımlamış bulunuyoruz (Mayıs 2012). Erişkesi (linki):

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/05/SOYLEV_seckisi_O_Ozankaya_-Aralik1997.pdf

Sevgi ve saygı ile.
29 Aralık 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================================

portresi

 

Mehmet Ayhan

 

 

Batılı bir gazeteci Mustafa Kemal’e sorar:
“Silah arkadaşlarınızı dışladığınız, ekarte ettiğiniz söyleniyor, ne dersiniz?”
Mustafa Kemal;
” Ben kimseyi dışlamış, ekarte etmiş değilim. O değerli arkadaşlarımla bu Yurdu,
bu Ulusu kurtarmak için yola çıktık ve yürümeye başladık. Onlar kendi görüş ufuklarının sonuna geldiler ve orada durdular. Ben ise yürümeye devam ettim !…”

Bu rejimdeki insanlık onuruna uygun niteliği sezmek görmek ve yürürlüğe koyabilmek için, “Özgürlük ve bağımısızlık benim karakterimdir” diyebilen kafa ve yürek gerekir.
Atatürk sevgisi kuru bir ifade değildir. Atatürk sevgisi;

– Cumhuriyet,
– Yurt,
– Ulus,
– Bağımsızlık,
– Özgürlük,
– Bilim – teknik,
– Sanat – Kültür,
– Eğitim,
– Kalkınma,
– İnsan – insanlık,
– Yaşamseverlik…. sevgisidir.

Anmak, anlamaktır…
O’nu  salt ulusal günlerimizde değil, her zaman anmalıyız, duyumsamalıyız !..
Yaptıklarını unutmamak,  daha iyi anlamak için bilgilenelim bilgilerimizi tazeleyelim.
Ekteki dosyayı okuyalım (AS: yukarıda erişkesini – linkini verdiğimiz SÖYLEV Seçkisi), yüceliğini bir kez daha anlayalım ve anlatalım.

Atatürk, Yurt – Ulus sevgisiyle kalınız.

Saygıyla !…
29.12.14, Ankara

Genel Kurmay Başkanı’nın tutuklu yargılanması


Genel Kurmay Başkanı’nın tutuklu yargılanması

ADD Önceki Genel Başkanlarından Sn. Prof. Dr. Özer Ozankaya,  24 Temmuz 2012 günü ADD Sarıyer Şubesinde Lozan'ın 89. yılı için  bir konferans verdi. Bu konferanstan bize ulaşan özeti sizlerle paylaşıyoruz..

Prof. Dr.  ÖZER OZANKAYA

Demirbaş AKP bakanı, Genel Kurmay Başkanı’nın tutuklu yargılanmasının yanlışlığını, iki yıl sonra bugün söylüyor. Oysa tüm hukuksuzluklar gibi bu durumun da baş sorumlusu, yıllardan beri üyesi olduğu hükümeti ve kendisidir.

Demokratik sorumluluk, hukuk devleti ve bağımsız yargı, ulusal birlik ve yurt bütünlüğü, yurttaşlara gerçekleri söylemek ödevi.. kavramlarına pervasızca
sırt çeviren AKP yöneticilerine, bu konularda  çok sayıdaki aykırı davranışlarının her birinin, demokratik bir toplumda hükümetin istifasını ya da düşürülmesini gerektirecek ağırlıkta olduğunu anlatmak ve bunu tüm ulusun bilincine yerleştirmek gerekirdi.

Muhalefet partileri bunu başaracak, bu yolda öteki demokratik kurumların da görevlerini yerine getirmeğe yüreklendirecek düşünsel birikime, etkin kadrolara
ve strateji-taktik programlarına sahip olmalıydılar ve olmalıdırlar.

Bu yapıl(a)madığı içindir ki, AKP yönetimi, akıllara durgunluk verecek ölçekte rüşvet ve hırsızlık suçlamalarıyla karşılaştığında bile, istifa edecek ve bağımsız yargıyı işletip aklanmaya çalışacak yerde, bir bölüm seçmeninin
“Çalışsın da, varsın çalsın” söyleminden bile kendisine “demokratik meşruluk” (!?!) çıkarmaya yönelebilmektedir.

Bu söylemi ânında sona erdirecek karşı söylemin hemen oluşturulup
etkin biçimde ülke yüzeyinde dalgalandırılamaması anlaşılabilir değildir.

Örneğin:

a) “Evine giren hırsız, diyelim ki aynı zamanda iyi çalışan bir meslek ya da sanat sahibi ise, cezasız kalmasını isteyebilir misin? Siyasal iktidarın rüşvet alması, zimmetine kamu parasını geçirmesi, .. evine giren hırsızın malını çalmasından çok daha ağır bir yıkıcı suçtur!”

b) “Hırsızlık yapan bir siyasal iktidar, ülkenin bütünlüğünü, ulusun birlik ve güvenliğini sağlayabilir mi? Bölücü terör eşkıyalığının bunca azıtması,
siyasal iktidarın kirlenmişliğinden ileri gelmiştir.”

Bu apaçık uyarıları bile yurt yüzeyinde her ocağa kadar duyur(a)mayan bir muhalefet, etkin sayılabilir mi?

Güzelim Atatürk Cumhuriyeti‘ni savunacak donanımda da, azimde de olmadığı şu seçim kampanyalarının acıklı içeriksizliğinden de anlaşılan  muhalefet siyasal önderleri ve kadroları, bugünkü ağır ulusal bunalımların
önde gelen sorumluları arasında olduklarını unutmamalıdırlar.

Özetle, yalnız  korkunç ölçüde anti-demokratik nitelik ve işleyişteki AKP yönetim organları değil, ne yazık ki demokrasiyi savunmanın gerektirdiği yüksek ölçekte donanımdan yoksun muhalefet partileri yönetimlerinin dünyaya örnek
Atatürk Cumhuriyeti
‘ni koruyacak ve savunacak güçte olmaması da
ulusal yıkımlarımızın temel nedenlerinden birisidir. (13.3.14)

Demokraside “Tarikat”ın “Medrese”nin Meşru Yeri Var mıymış?

Demokraside “Tarikat”ın “Medrese”nin Meşru Yeri Var mıymış?

PROF.DR. ÖZER OZANKAYA
TOPLUMBİLİMCİ

– Ortaçağ Artığı Tarikatların Atatürk Cumhuriyeti’ne Pusu Kurabilmesi Dolayısıyla-

Ne diyordu Mustafa Kemal ?

• “Efendiler ve ey ulus, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mansıplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (= yol), uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu ve istediğini yapmak, insan olmak için yeterlidir. Tarikat başkanları hemen bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla kavrayacak ve kendiliklerinden, hemen, tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaşmış olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”

Ne acıdır ki, 1946’dan başlayarak Türkiye’de siyasal parti yöneticileri Atatürk’ün bu çağrısını içtenlik ve kararlılıkla izlemek yerine, tarikat başkanı diye ortalığa çıkabilen cahil madrabazların ellerini öperek
oy bezirgânlığı yaptılar.

Her biri türlü bilim ve sanat alanlarında birer deha olabilecek yüzbinlerce ulus çocuğunu «aydın din adamı yetiştirme» yalanı ile çağdaş, demokratik Cumhuriyet eğitimine karşıt bir dünya, toplum ve insan anlayışına yöneltecek İmam-Hatip okullarını yaygınlaştırdılar.

Böylece de «tarikat» denilen bu Ortaçağ artığı karanlıkçı örgütlenişlere yapay olarak yeni taban hazırladılar.

Şeyh, derviş, mürit ve mansıpların yuvası tekke ve zaviye izbelerini, ulusumuzu köreltmiş olan bu çağdışı örgütlenmeleri pohpohlama tuzaklarını kurdular.

Bunu CHP içinde yapanların, CHP’ye seçimi yitirtmekten başka sonuç alamayacakları,
hatta bunu kendilerinin de bildikleri kanısındayım.

Bu gericilik politikasıyla elde ettikleri sonuç ortadadır!

Cumhuriyetten yana olduklarını söyleyen sanat ve bilim insanları, düşünürler, yazarlar, .. ise,
ortada «dindarlık» değil, din sömürüsü olduğunu, din kılıfı altında insan hak ve özgürlüklerine dayalı
devlet düzenini yıkma hainliği güdüldüğünü bile anlatmak için kendilerini yormadılar. Bugün bile
bu din sömürgenlerinden «dinci, islamcı, islami, müslüman, dindar, müslüman sermaye .. » gibi
hiç hak etmedikleri sıfatlarla söz etmenin yanlışlığının bilincinde değiller.

«Faşist» düşünceye «milliyetçi», «marksist» düşünceye «ulusalcı» nitelemeleri yapıştırılarak toplumda kavram kargaşası ve kafa karışıklığı yaratılması karşısında edilgin kaldıkları gibi.

Basın ve yayın kuruluşlarının sanayi-ticaret ve bankacılık yapanların denetimine girmesinin, yüz-kızartıcı suçlardan hüküm giymiş insanların bu kuruluşlarda etkinlikte bulunabilmesinin, düzenli olarak gelir -ve mal-bildiriminde bulunma zorunluluğuna alınmamasının ne korkunç yıkımlara yola açabileceğini göz ardı ettiler!

Oysa Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, orta-çağcıllığın ve onu hortlatmaya çalışan dış-sömürgeciliğin saldırı hedefi olan laik, yani demokratik düzeni koruyup geliştirebilmek amacıyla, hem temel eğitim için, hem yargıç, savcı ve savunman (avukat) gibi hukuk adamları için, hem de kitle iletişim araçları için
çok önemli uyarılarda bulunmuştu:

1) «Sevgili kardeşlerim! .. Dünya uygarlık ailesinde saygın bir yere sahip olmaya lâyık Türk Ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi «okul» ve «medrese» adında (bugünkü «düz lise» – «imam-hatip lisesi»
saçma ayrımı gibi!), birbirinden büsbütün başka iki türlü kuruma bölmeğe artık katlanabilir miydi ?
Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe, aynı düşüncede ve kafada bireylerden oluşan bir ulus yapmaya
olanak aramak, saçmalıkla uğraşmak olmaz mıydı ?»

“..Ulus, genel yönetimini ve bütün yasalarını ancak dünyevi gereksinimlerden saymış; gereksinimlerle birlikte durmadan değişmesi ve gelişmesi asıl olan dünyevi bir anlayışı yaşamın kaynağı olarak görmüştür.”

2) «Şimdi ortaya çıkan bu büyük yapıtın (= Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Ö.O.) anlayışını, gereksinimlerini doyuracak yeni hukuk ilkelerini ve yeni hukuk adamlarını ortaya çıkarmak için girişimlerde bulunmak zamanı gelmiştir.

Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan eski yasa hükümleri, eski hukuk adamları, emek harcayanların etkinlik ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz, hemen canlanarak devrim ilkelerini
ve onun içtenlikli izleyicilerini, onların değerli ülkülerini mahkûm etmek için fırsat beklerler..
Bu fırsatın çıkması, eski yasaların varlığı, eski hukuk ilkelerinin yürürlükte kalması ve eski anlayışta direnen yargıç ve avukatların varlığıyla kesinleşir.”

3) «Aşağılık insanların parayla yaptıracağı yayınlardan korkulur. Yayın araçlarının bir yabancı devletin
örtülü ödeneğinin ya da uluslararası para dünyasının etkisi altına girmesinden korkulur.»

Atatürkçüler, özellikle de Atatürkçü olduğunu sanan/savlayan politikacılar, Türk demokrasi devrimlerinin kazanımlarını, içinde rahat uyunacak siperler olarak görmek gibi büyük bir yanlışlık sergilediler.
Atatürkçüler, özellikle de Atatürkçü olduğunu sanan/savlayan politikacılar, Türk demokrasi devrimlerinin kazanımlarını, içinde rahat uyunacak siperler olarak görmek gibi büyük bir yanlışlık sergilediler.

Oysa Atatürk,

• «Yalnız savunma amacıyla kullanılan siperler, yenilgi nedeni olurlar!»

uyarısında bulunmuştu. Özgürlük düzeninin de durmadan daha ileri götürülmek ve genişletilmek için uğrunda her an atılgan biçimde mücadele etmeğe hazır bulunulması gerekli değerler düzeni olarak anlaşılması gerekliydi.

Meşru varlıklarını demokrasiye borçlu olan siyasetçi kadrosu, en dürüst kesimiyle bile :

a) Ne kerameti kendinden menkul ve babadan oğula aktarılan, uğrunda cami içlerinde bile cinayetler işlenen, 3-5 yaşlarından başlayarak çocukları, ergin olmayan gençleri robotlaştıran, cahilliğe ve cahilliğin sürdürülüp sömürülmesine dayalı «tarikat» ve «şeyh» liğin,

b) Ne de demokrasinin ve bilimsel düşünüş yönteminin temel bilgi ve değerlerini kazandırmayan,
bunların tam tersini şırınga eden medrese benzeri okulların

demokratik bir devlet ve toplumda meşru yerleri olmadığını açıkça dile getirip mücadelesini vermediler.

Hâlâ da vermekten korkup kaçıyorlar.

Onlar bu edilginliği sergiledikçe, Türk demokrasi devriminin iç ve dış düşmanları, kiraladıkları kitle iletişimcileri, sözde sanat ve bilim insanları ile el ele, bu kez «mahalle-baskısı», «cemaat-baskısı» gibi etkenleri Atatürk Cumhuriyeti’nin demokratik ilke ve kurumlarını yıkmanın «meşru» araçları gibi
ileri sürmeğe başladılar.
Bu «mahalle», bu «cemaat» nerede başlar, nerede biter; kimler bunun içine girer; nasıl girer, nasıl çıkar; onlar adına kimler konuşma, görüş-belirleme yetkisine sahiptirler; bu yetkililer nasıl belirlenir, nasıl seçilir, nasıl denetlenir, nasıl değiştirilirler?

«Cemaat ya da mahalle» denilen şeyin bu açılardan hiçbir irdelemesini yapmadılar,
demokraside meşru yerleri olamayacağını ulusa açıklamadılar.

Cumhuriyet düşmanı politikacılar ise, yabancı ve yerli işbirlikçileriyle el ele,
hiç uyumadan Cumhuriyet kurumlarının temellerini yıkmaya çalışageldiler.

Varılan sonuç ortadadır :

Siyaseti, demokrasiyi geliştirerek korumak için yapılacak bir kutsal görev olarak görmeyen, 20 yıldan
beri de yüksek maaş, kıyak emeklilik, adi suçlara zırh olan dokunulmazlık ile gözleri kamaşmış
eyyamcı politikacılar yüzünden, Atatürk döneminde sinmiş olan Ortaçağ kafası ve kurumları, ABD ve
AB sömürgecileriyle organik bağ kurarak başlarını karanlık deliklerden çıkarmak, en üst mevkilere gelmek ve Cumhuriyetin Başsavcılarını, bilim vs. sanat insanlarını, basın üyelerini tutuklatmaya kalkışmak,
hatta temel yasal görevlerinden birisi de «Cumhuriyeti koruyup kollamak» olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kurmay Başkanı’nı dinletip izletmek, orgenerallerini tutuklatmak ve tüm ulusa gözdağı vermek gözüpekliğine dek varmışlardır.

Böylece, 90 yıl önce Mustafa Kemal’in ulusumuza gösterdiği temel gerçekleri, elli yıldır ilkokul aydınlığından bile yoksun kılınan kadın ve erkek milyonlarca ve milyonlarca yurttaşımıza yeniden anlatmak zorunluğuna düş(ürül)müş bulunuyoruz :

• “Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve talihlerini, yaşamlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluk, uygar bir ulus olarak görülebilir mi?”

• “Uygarlığın coşkun seli karşısında direnmek boşunadır. .. Dağları delen, göklerde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara değin her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen uygarlığın gücü ve yüceliği karşısında ortaçağcıl düşünüşlerle, ilkel boş-inançlarla yürümeğe çalışan uluslar,
yok olmağa ya da hiç olmazsa tutsak olup alçalmağa yargılıdırlar.”

İşte tarikat, tekke ve zaviye pohpohçuluğunun gerçek anlamı, bilerek ya da bilmeden “Türk ulusunu
yok olmağa ya da tutsak olup alçalmağa” yazgılı kılmak niyetinden başka anlam taşımaz.

Bir cahillik ile bir hainlik aynı sonucu veriyorsa, aralarında bir fark gözetmenin yararı olmayacağını da
yine yüce önder Atatürk anımsatıyor! (13 ŞUBAT 2014)

Anayasaya Girişinin 77. Yıldönümünde Laiklik İlkesinin Gerçek Anlam ve Değeri


Anayasaya Girişinin 77. Yıldönümünde Laiklik İlkesinin Gerçek Anlam ve Değer
i

portresi_sapkali

 

Prof. Dr. ÖZER OZANKAYA

 

 

Türk demokrasisinin temeli, çağdaş ve bağımsız Türk toplumunun bağ dokusu olan
laiklik ilkesinin anayasamızda yer alışının 77. yıldönümüne ulaştık.

BOP ve onun güdümündeki iç ve dış sömürgecilerin saldırı hedefi olagelen laiklik ilkesinin, DÜNYAYA ÖRNEK gerçek tanımını 3 Mart 1924 günlü Şeri’iye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldıran yasanın 1. maddesi yapmıştır:

  • “Türkiye Cumhuriyetinde insan ilişkileriyle ilgili hüküm­lerin yasalaştırılması ve uygulanması Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümete aittir.”

Bu tanım, din adına yasa, yani değişmez yasa koymanın ulusal egemenliği ortadan
kal­dırma anlamına geleceği, bunun ise baskı, yani zulüm yönetimi demek olacağı ve insan haklarının en başta geleni olan “zulme karşı direnmek” hakkını doğuracağı gerekçesine dayanmaktadır.

İşte laiklik ilkesinin, değiştirilmesini önermenin bile yasak olduğu bir anayasa hükmüne dönüştürülmesinin gerekçesi doğrudan doğruya budur!

Yunus Emre daha yedi yüzyıl önce, din adına bile değişmez yasa yapmanın neden
yaşam gerçeğine aykırı, dolayısıyla baskıcılık olduğunu şöyle anlatmıştı:

“Şeriat bir gemidir, hakikat deryasıdır
Ne denli sağlam olsa geminin tahtaları
Ona dalga vurdukça aşınıp gidesidir”

Atatürk de aynı uyarıyı,

  • “İnsanlıkta dine ilişkin duygular bilim ve tekniğin ışıklarıyla dupduru olup yücelmedikçe, din oyunbazlarına her yerde rastlanacaktır.” diyerek yapmıştı.

Anayasaya girişinin 77. yılını kutladığımız laiklik ilkesinin, Ulusumuzun bağımsızlık ve özgürlüğünün, birlik ve dayanışmasının, yurdumuzun bütünlük ve bayındırlığının,
bunların başta gelen gereği olmak üzere de her yaptığının halka hesabını verecek bir devlet ve hükümet yönetiminin güvencesi olduğu, yediden yetmişe her yurttaşın
bilgi ve bilincine ulaştırılmalıdır.

http://www.add.org.tr/index.php/makaleler/1321-anayasaya-girisinin-77-y-ldoenuemuende-laiklik-ilkesinin-gercek-anlam-ve-degeri, 04 Şubat 2014,

Ulusa Öncülük Edeceklere Atatürk’ten Ders!

Ulusa Öncülük Edeceklere Atatürk’ten Ders!

portresi

PROF. DR. ÖZER OZANKAYA

KURTULUŞ ARAYIŞINDA OLAN HERKESE ATATÜRK’TEN YAŞAMSAL DERS:

* ULUS YAŞAMI SORUMSUZ İNSANLARIN YAZBOZ TAHTASI DA, DENEME-YANILMA YERİ DE DEĞİLDİR!

Mustafa Kemal, Osmanlı yönetiminin 30 Ekim 1918 günü imzaladığı Mondros Silah Bırakışması koşullarını, Halep’te iken öğrenir; soluk almadan Adana’ya gelerek 3 Kasım – 8 Kasım 1918 günleri boyunca İstanbul hükümetini, bu Bırakışma koşullarının yanlışları üzerine dirençle uyarmaya çalışır, ama sonuç alamaz.

Osmanlı devletine de, Anadolu Türklüğüne de son verme kastı güttüğünü anladığı Mondros koşullarına karşı tek çıkış yolunun bir ulusal direniş savaşı vermek olduğu kararına varmıştır.

Kendisi Çanakkale’nin ve İstanbul’un kurtarıcısı, dört yıllık Dünya Savaşı’nda hiç yenilgi almamış tek Osmanlı Paşasıdır.
Bu özellikleriyle hem Ordunun hem de Türk halkının gözbebeği olmuştur.

Öyleyse ulusal direnişi hemen başlatabilirdi.

Mondros koşulları uygulanıp ordular dağıtıldıktan, yurt baştan başa işgale uğradıktan sonra Kurtuluş’un daha güç olacağı, daha ağır bedeller ödemeyi gerektireceği açıktı.

Ama Mustafa Kemal hemen harekete geçmiyor!

Mondros’u imzalayıp yazgısını galip devletlere teslim eden Osmanlı yöneticilerin işbaşında olduğu işgal altındaki İstanbul’a gelip burada 4-5 ay süreyle kalıyor!

Buradan çıkamayabilirdi. Tutuklanabilir, sürgüne gönderilebilir, öldürülebilirdi.

Mustafa Kemal, ulus yaşamıyla ilgili her eyleminin olduğu gibi bu davranışının da hesabını ulusuna vermiştir.

BELİRTTİĞİ GEREKÇE, TÜRK ULUSU VE YURDUNU BUGÜN DE SÜRÜKLENDİĞİ YIKIM KARANLIĞINDAN KURTARMAK AMACIYLA UĞRAŞANLARIN EN BÜYÜK DİKKATLE GÖZÖNÜNDE BULUNDURMALARI GEREKEN NİTELİKTEDİR.

Mustafa Kemal’i dinleyelim:

“BİR KARARIM VARKEN ONU NEDEN HEMEN UYGULAMIYORUM? HEMEN SÖYLEYEYİM Kİ, CİDDİ VE AĞIR BİR KARAR BİR KEZ UYGULAMAYA KONULDUKTAN SONRA, ‘AH! KEŞKE ŞU YANINI DA DÜŞÜNMÜŞ OLSAYDIM. BELKİ BAŞKA BİR ÇÖZÜM BULUNUR, YENİDEN BUNCA KAN DÖKMEYE GEREK KALMAZDI!’ GİBİ DURRAKSAMALARA YER KALMAMALIDIR. BÖYLE BİR DURAKSAMA, KARAR SAHİBİNİN YÜREĞİNDE SÜREKLİ KANAYAN BİR YARA OLUR VE O’NU YAPTIĞININ DOĞRULUĞUNDAN DA KUŞKUYA DÜŞÜRÜR. AYRICA BİRLİKTE ÇALIŞACAĞIMIZ İNSANLARIN DA BİZİM ÖNERDİĞİMİZDEN BAŞKA BİR ÇIKIŞ YOLU OLMADIĞINA İNANMALARI GEREKİRDİ. DÜŞÜNCE HAZIRLIKLARINDA

    KENDİNİ SİLMEK, ALÇAK GÖNÜLLÜ DAVRANMAK, KARŞINDAKİNDE İÇTENLİKLİ BİR İNANMA DUYGUSU UYANDIRMAK

ŞARTTIR. İŞTE BENİM, İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA DÖRT-BEŞ AY SÜREYLE KALIŞIMIN TEK NEDENİ BUDUR.”

Mustafa kemal, bu süre boyunca yerliyle konuşur, yabancıyla konuşur. Gençle konuşur, yaşlıyla konuşur. Siville konuşur askerle konuşur…
Kafasındaki tasarımı bu görüşmelerin ışığında denetimden geçirir ve olgunlaştırır.

Onuncu Yıl Söylevi’nde de ulusuna, bu dönemi de kapsayan on beş yılın hesabını verirken söyledikleri, yukardaki ilke değerindeki düşüncelerle birlikte, bugün ulus olarak karanlıktan kurtulmamıza öncülük edeceklerin zihinlerinin en özenli yerinde bulundurmaları gereken değerdedir:

* “BÜYÜK TÜRK ULUSU! ON BEŞ YILDAN BERİ BAŞARIYI SÖZ VEREN ÇOK SÖZLERİMİ İŞİTTİN. MUTLUYUM Kİ, BU SÖZLERİMİN HİÇBİRİNDE, ULUSUMUN HAKKIMDAKİ GÜVENİNİ SARSACAK BİR YANILGIYA UĞRAMADIM.”

Bugün de ulusumuzun önüne YÖNETİCİ-ÖNDER OLARAK atılacak kişilerin, geçmişlerinde herhangi bir önemli tutarsızlık da, başarısızlık da bulunmayan, öncülükleri boyunca da Mustafa Kemal’in gösterdiği yüksek sorumluluk ve hesap-verme bilinci ile davranacak, genç, pırıl pırıl insanlar olması zorunludur, kanısındayım.

Bin Yıllık Ulusal Birliğimizi Yıkabilecekler mi?

Dostlar,

AD Önceki Genel Başkanlarından, seçkin Toplumbilimci (Sosyolog) Sayın Prof. Dr. Özer Ozankaya‘dan (kendisi de bu yazısında söz ettiği pek çok aydın gibi Diyarbakırlı’dır) çok öğretici bir makale daha paylaşalım.

    Özellikle CHP’den rica :

Şu BOP rezaletini artık halka bir güzel anlatın..
Ama önce CHP kendini tam anlamıyla bu tuzaktan kurtarsın..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================

Bin Yıllık Yurdumuzu,
Bin Yıllık Ulusal Birliğimizi Yıkabilecekler mi?

Prof. Dr. ÖZER OZANKAYA
(Toplumbilimci)

SÖMÜRGECİ BOP, MAŞASI PKK VE
ORTAÇAĞCIL, ÇIKARCI, AÇIK-ÖRTÜLÜ İŞBİRLİKÇİLERİ,
BİN YILLIK YURDUMUZU, BİN YILLIK ULUSAL BİRLİĞİMİZİ YIKABİLECEKLER Mİ?

“Bir ülke ki, camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın;
Bir ülke ki, minberinde Türkçe Kur’an okunur
Büyük, küçük herkes anlar buyruğunu Huda’nın,
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

diyerek, İslamda ortaçağ karanlığından çıkmanın yolunu gösterirken, aynı zamanda her kesimiyle tüm Türk ulusunun Anadolu’daki binlerce yıllık kucaklaşmışlığını bilimsel temellere dayandırmayı amaçlayan ünlü Türk toplumbilimcisi Ziya Gökalp, nerede doğup yetişti?

Bir Türk kenti olan Diyarbakır’da!

“Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder,
Dante gibi ortasındayız ömrün;
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”

felsefi derinlikli şiiriyle yine tüm ulusumuzu birleştiren ve öğünç kaynağımız olan Cahit Sıtkı Tarancı, şu güzel Türk yurdunun hangi seçkin yöresinde doğup yetişti?

Bir Türk kenti olan Diyarbakır’da!

Ünlü Marifetname‘sinde “insanın da evrim sonucu ortaya çıkan bir canlı türü olduğunu” Darwin doğmadan 50 yıl önce (1756’da!) yazan ve her kesimiyle Türk ulusunun “Hazret” nitelemesiyle andığı İbrahim Hakkı Efendi nerede yetişti, yapıtını yazdı ve gözlemevini kurdu?

Türk kültür bölgesinin seçkin bir merkezi olan Siirt Ve Erzurum çevrimindeki Tillo’da!

Bülbül gibi sesiyle okuduğu türkülerle bütün Türkiye halkını kucaklaştıran Celal Güzelses hangi ilimizin seçkin sanatçısıdır ve tüm ulustaşları bugün de en güzel duygularla, en içten sevgilerle kolkola, yürek yüreğe birleştirecek biçimde okuduğu Türküler, hangi ilimizin yüzlerce yıldan süzülerek gelen türküleridir?

Diyarbakır’ın!

Selçuklu Türklerinin ünlü kolu Artukoğulları, bugün de ayakta duran seçkin uygarlık yapıtları ile hangi illerimizi bin yıldanberi bir Türk diyarı kılmıştı?

En büyük ölçüde Mardin ve Diyarbakır’ı!

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in soyadı, tıpkı Akkoyunlu’lar, Karakoyunlu’lar, Karakeçililer.. gibi Diyarbakır ve yöresinde yer almış ünlü Baydemir boyunun da adı değil midir?

Adıyaman’da yerleşen Dülkadir Beyliği’nin, Yozgat Bozok Beyliği’ninkiyle tıpkı olan Ceza Kanunnamesi, Osmanlı’nın Tanzimat Düzeltimlerine değin uyguladığı Ceza Kanunnamasi’nin nerdeyse tümüne kaynak olmuş değil midir?

Bunlara Van’dan, Ahlat’tan, Bitlis’ten, Urfa’dan, Muş’tan … daha nice seçkin örnekler eklenebilir!

Bağnazlık ve çıkarcılıkla gözü ve vicdanı kararmış gerici ve çıkarcı siyasetçiler (iktidar ve muhalefettekileriyle birlikte!), ortaçağ artığı demokrasi-karşıtı örgütlenmeler, PKK eşkıya (=terör) örgütünü sopa gibi kullanan, bunu kolaylaştırmak üzere alevi-sünni kanlı kavgalarını kışkırtmayı bile içeren BOP sömürgeciliğinin güdümü altına girmiş, “ABD/AB ne isterse yapabilir” diyen bir teslimiyetçilik içinde, 76 milyonun kardeşliğinin şu temellerini yüksek sesle haykıramamakta, ulusu yıkıcı sömürgeci saldırılar karşısında habersiz, hazırlıksız, direnmesiz bırakmaktadırlar.

Oysa onlara daha önce de sorduğum bir soru var?

Onu burada yineleyeceğim:

“Sömürgeciler ve maşaları, yüce Türk ulusluğu bütünlüğünden ayırmak istedikleri hangi parçaya, hangi ideali verebilirler ki, onları yeni bir toplum olarak yaratabilsinler?”

Türk yurdunun parçalanıp ulusal birliğinin yıkılması ise, Türkü, Kürdü, Arabı, Zazası, Süryanisi, … ile hiçbir kesime, Arap ülkelerindeki gibi kin ve nefretle birbirinin kanını akıtmaktan ve böylece bir daha en az yüz yıl boyunca ne demokrasiye, ne barış ve maddi gönence ulaşamayacak bir derbederliğe sürüklenmekten, sömürgecinin boyunduruğu altında namus ve can güvenliğini bile yitirmekten başka sonuç veremez.

Özellikle Cumhuriyet’i kuran partinin yöneticileri,

    partiyi BOP etkisinden tam anlamıyla kurtararak

, BOP’un ulusal ve uluslararası düzeydeki insanlık ve uygarlık dışı karakterini, Arap ülkelerindeki yürek kanatıcı örnekleri de hep kamuoyunun bilgisinde tutarak tüm ulusa anlatmayı artık bir an bile ertelememelidirler.

Ama aynı zamanda yurdumuzun her yanını çağdaş uygarlığın bilim, sanat, hukuk, yönetim, teknoloji, … alanlarında en ileri düzeye ulaştırmayı amaçlayan, demokratik planlamaya ve kamusal-özel sektör işbirliğine dayalı bir kalkınma seferberliğini, Cumhuriyet’in 1950’den sonra yarım bıraktırılan “EKONOMİK ULUSAL ANDI” olarak tüm ulusumuza söz vermelidirler.

Türkiye Cumhuriyeti ulusal birlik ve dayanışmanın, yurt bütünlüğü ve güvenliğinin başta gelen gereğinin bu olduğu bilinci üzerine kurulmuştu.

Cumhuriyetimizin kurucusu, tüm uygar insanlığa önderlik edecek düşünsel güçte olduğu her gün yeniden ve daha açıkça görülen Atatürk’ün şu uyarısı, Tüm ulusumuzun beyninde ve yüreğinde durmadan dalgalandırılmalıdır:

“İNSANLARI MUTLU EDECEĞİM DİYE ONLARI BİRBİRİNİN GIRTLAĞINA
SALDIRTMAK, SON DERECE İNSNALIK-DIŞI VE ÜZÜNTÜ VERİCİ BİR YOLDUR.
İNSANLARI MUTLU EDECEK TEK YOL, ONLARI BİRBİRİNE YAKLAŞTIRACAK,
ONLARI BİRİBİRİNE SEVDİRECEK DAVRANIŞ VE YOLDUR.
BÜTÜN İNSANLIĞIN MUTLULUĞU, BU YOLDA ÇALIŞACAK OLANLARIN SAYISININ
ARTMASIYLA OLACAKTIR.”

SEVR’CİLER VE “OSMANLICILAR” LOZAN BOZGUNU’NA YAZGILIDIRLAR!


SEVR’CİLER VE “OSMANLICILAR” LOZAN BOZGUNU’NA YAZGILIDIRLAR!

portresi


Prof. Dr. Özer OZANKAYA

Toplumbilimci

Çağdışı kalıp yarı-sömürgeye dönüşmesi yüzünden I. Dünya Savaşı’na sürüklenen Osmanlı Halife-Sultan yönetimi, 10 Ağustos 1920’de, sömürgeci uşağı bir sözde halife-sultan hükümeti olarak kalmak karşılığında, Türk Ulusu’nun bağımsızlığına son verip onu binlerce yıllık yurdu olan Anadolu’dan silip atmayı amaçlayan

Sevr Andlaşması’nı Saltanat Şurasında onaylayıp imzalamıştı.

Bu, Osmanlı Devleti için doğal bir sondu.

Çünkü Osmanlı Devleti Orta Çağ ölçülerine göre en güçlü durumda iken,
16. yüzyıldan başlayarak

– Batı Avrupa’da düşünce ve inanç özgürlüğü yolunu açan
Rönesans ve Reformasyon devinimlerinin,
coğrafi keşifler ve bilimsel buluşların,
Sanayi Devrimi‘nin tümden dışında kalma aymazlığını sergilemiş
,

böylece Batı’daki ulusal toplum ve ulusal devlet olma gereğini de ıskalamıştı.

Bu yüzden de Osmanlı yönetici sınıfı, asıl dayanağı olan Türk Ulusu’nun bağımsızlık ve gönencinden sorumlu, ona karşı hesap vermekle yükümlü bir devlet olma bilincine
hiç ulaşamamıştı.

Bugün de “Ecdadım Osmanlı!” diyen ve Lozan’ın 90. yıldönümünü bile anmaktan uzak duranların, aynı nedenlerle, yani Rönesans ve Reformasyon devinimlerinin anlamını hâlâ kavramamış ve bilimsel yönteme dayalı düşünüş yapısına
hâlâ ulaşmamış
, ona hâlâ karşıt kalmış olmaları nedeniyle, “ulusluk” ve “yurtseverlik” bilincinden de yoksun kaldıkları, “milletim!” derken Orta Çağın “ümmet”ini kastettikleri, “yurt (vatan)” kavramından yoksun oldukları için “yurd”u sömürgecilere ve
onların maşası bölücü eşkıyaya pe şkeş çekmekte duraksamadıkları,
İngiltere Kraliçesini Ankara’da kabul etmek yerine, İstanbul’u işgal etmenin ve
Sevr’i dayatmanın simgesi olan İngiliz savaş gemisinde ziyaret ettikleri … görülmektedir.

Oysa “Sevr”, Mustafa Kemal’in deyişiyle:

  • “… Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış bü­yük bir yok etme eylemini tamamladığı sanılan” bir antlaşmaydı ve 90 yıl önce, yüreğinde
    ulusal bilinci ateşlenmiş Türk ulusunca, Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal utkunun eseri olan Uluslararası Lozan Andlaşması’yla çökertilmişti.”

Sevr’i hortlatmak isteyen ve bunun için Türk Ulusal Bağımsızlık ve Aydınlanma Devrimi’ne düşmanlık güden sömürgecilerle, Vahdettin’leri “ecdatları” sayan işbirlikçileri, kötücül ereklerine ulaşamayacaklar; Türk ulusu, 76 milyonu bir ve
birlik olarak, Lozan’da elde ettiği yaşama hakkına saldırmak isteyenleri
her zaman bozguna uğratacaktır.

Erzurum Direniş Kongresi, Lozan Barış Zaferi, Ulusal Bellekten Silinemez!


Erzurum Direniş Kongresi, Lozan Barış Zaferi, Ulusal Bellekten Silinemez!

portresi

 

PROF. DR. ÖZER OZANKAYA
Eski ADD Genel Başkanı
Toplumbilimci

 
23 Temmuz 1919, bütün insanlığın özlemini çektiği bir Uygarlık Tasarımı niteliğindeki Türk Bağımsızlık Savaşı ve Türk Demokrasi Devriminin temellerinin atıldığı Erzurum Kongresi’nin 94. Yıldönümüdür.

24 Temmuz 1923 ise, Erzurum’da başlayan bu kutsal savaşın, Türk bağımsızlığını ve Türk yurdunun bütünlük ve dokunulmazlığını dünyaya kabul ettirişinin simgesi olan Uluslararası Lozan Andlaşması’nın imzalanışının 90. yıldönümüdür!
Erzurum Kongresi, bilinen (ama ne yazık ki, 50 yıldır gözardı edilen) nitelikleriyle gerçekleşmeseydi, Ulusal Egemenlik bayrağı altındaki Kurtuluş Savaşı yapılamaz, Lozan utkusuna da ulaşılamazdı!

Tarihten ders almak, Erzurum Kongresi’nin yıldönümlerini, sivil ve askeri bütün kamusal yönetim kurumlarından siyasal partilere, üniversiteler ve öteki eğitim kurumlarından,
sivil toplum örgütlerine ve kitle iletişim araçlarına dek tüm ulusça, yalnız Erzurum’da da değil, tüm yurtta, kimisi uluslararası düzeyde birçok siyasal, kültürel, sanatsal, teknolojik, ticari, sportif.. şölenlerle kutlamayı gerektirirdi.

Oysa Erzurum Kongresi’ne (ve ne yazık ki Sivas Kongresi’ne) karşı kurumların sürdürdüğü ve ulusça tarihten ders almamızı engelleyen yıkıcı duyarsızlıklar, Erzurum’dan yola çıkıp ulaştığımız bağımsızlığımızın belgesi ve yurdumuzun tapusu olan Lozan’a karşı da ulusumuzun yabancılaştırılması gibi bir kötücüllük ölçüsüne yaklaşmıştır.Bu bilinç törpülemesi yüzünden bugün, Erzurum Kongresi’nin toplanmasına yol açan, aşağıda Mustafa Kemal’in kaleminden okuyacağımız ulusal yıkımların benzerleriyle karşılaşıyor, yani onları yeniden yaşamak zorunda kalıyoruz:

  • “… Gün geçtikçe artan bir şiddetle devletimizin hakları, hükümetimizin saygınlığı, ulusu­muzun onuru saldırılara ve haksızlıklara uğradı. Osmanlı uyruklarından olan Rum ve Ermeni ögeleri (bugün PKK eşkiyları!, Ö.O.) gördükleri yü­reklendirme ve yardımın sonucu olarak ulusal namusu­muzu yaralayacak taşkınlıklardan başlayarak üzücü ve kanlı aşamalara varan utanmazca saldırılara koyuldular.
  • Ancak derin bir üzüntüyle kabul etmek zorundayız ki bu gözüpeklikler,
    … ULUSAL DENETİMİN DIŞINDA BULUNAN merkezi hü­kümet..in gösterdiği zayıflık ve güçsüzlük belirtilerinden ve baş­kentteki bir bölüm basında görülen
    pek karanlık tutku­lardan ve ulusal vicdanın inkâr edilip ULUSAL GÜÇLERİN
    SAV­SAKLANMASINDAN dolayı genişlemiştir.
  • Bu nedenler .. yüzünden, artık bu yurtta kutsal değerlerimizle geleceğimize sahip çıkan bir ulusal erk ve istencin bulunmadığı yanlış kanısı egemen olmuş ve CANSIZ BİR YURTLA KANSIZ BİR ULUS NELERİ HAK EDERSE,
    İTİLAF DEVLETERİ ONLARI UYGULAMAYA BAŞLAMIŞTIR.
  • Yurdumuzun bölünmesi kararlaştırılarak … 650 yıldan beri bağımsız yaşamış bir ulusun kölelik düzeyine indirilmesi ve artık bu devlete ilişkin tarih sayfasının kapatılıp onun mezara gömülmesi gibi, insanlık ve uygar­lıkla ve özellikle de ulusluk ilkeleriyle bağdaşmayan bek­lentiler kabule değer bulunup onaylanmış ve görülüyor ki uygulama dönemi de başlamıştır.
  • Efendiler, bilinen bir gerçektir ki, TARİH BİR ULUSUN KA­NINI, HAKKINI, VARLIĞINI HİÇBİR ZAMAN İNKÂR EDEMEZ. Bu nedenle, böyle bir geçersiz örtü arkasından yurdumuz ve ulusumuza karşı verilen hükümler, kanılar,
    kesinlikle if­las etmeğe mahkûmdur; işte bu tiksinti verici ezinçler­den ve bu
    zavallı düşkünlerden, tarihimize karşı yapılan haksızlıklardan üzüntüye kapılan ulusal vicdan uyanış çığlığını yükseltmiş ve Ulusal Hakları Savunma, Ulusal Hakları Koruma, Yurdu Savunma ve Yabancı Bir Devlete Katılmaya Karşı Koyma gibi değişik adlarla, ama aynı kutsal değerleri korumak için beliren ulusal akım, bütün yurdumuzda artık bir elektrik ağı durumuna girmiş bu­lunuyor.”

Bütün kurumların sorumluları bilmelidir ki, Türk ulusu bugün, 1919’da olduğundan
daha duyarsız, daha bilinçsiz değildir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus- ve devlet-kurucu emeklerinin boşa gitmemiş olduğunu, sorumlulara ve tüm dünyaya bir kaz daha gösterecektir.

Laik Olmayan Siyaset “Demokratik” Olamaz!

Laik Olmayan Siyaset, “Demokratik” Olamaz!

portresi

 
Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci

 

 

Laiklik düşmanı bir yönetimde ne ulus ve yurt varlığının, ne de hukuk, güvenlik ve ‘doğruluğun’ korunup yaşatılamayacağı, bu nedenle laiklik düşmanı örgütlenmelerin demokratik siyasal aktörler olamayacağı, Silivri’de, Taksim’de, Eskişehir ve Hatay’da, PKK eşkıyalarının cirit attığı Cizre, Lice, Diyardakır’da, komşu devletlerle ve
genel olarak uluslararası ilişkilerde .. yaşanan acı somut gerçeklerle durmadan kanıtlanmaktadır.

“Ilımlı İslam” aldatmacasına kanan / kanmış görünen çıkarcı sözde aydınların, yuvalandıkları iletişim, bilim ve siyaset kurumlarında, BOP destekli, laiklik düşmanı bir siyasal kadroya verdikleri destekle, bir ulusun ve bir ülkenin başına ne dertler açabileceği, böyle yıkımlar yaşandıktan sonra mı anlaşılmalıydı?

  • “Göz odur, dağın ardını göre; akıl odur, başa geleceği bile!”

Bu karanlık yıkım dönemini sona erdirmenin yolu, Mustafa Kemal’in önderliğinde,
“ufkun arkası görülerek” ilan edilen ve 90 yıl önce LOZAN’da zafere ulaşan
AMASYA GENELGESİ’nde belirtilmiştir:

  • “ULUSUN GELECEĞİNİ,
    YİNE ULUSUN AZİM VE KARARI KURTARACAKTIR!”

Atatürkçü birikim; Ulusun gerçek azim ve kararının, hukuksuzluğu da, baskıcılığı da, ulus-bölücülüğünü ve yurt-parçalayıcılığını da, bunlara kılıf yapılmak istenen
dinsel aldatmacılığı da, bunlara karşı çıkar gibi yapan yalandan muhalefetçiliği de reddettiğini kanıtlayacaktır!