Etiket arşivi: Prof. Dr. Korkut Boratav

KİTAP : Tarımda suçlu kim; Doğa mı uygulanan politikalar mı ?

KİTAP     : Tarımda suçlu kim:
Doğa mı uygulanan politikalar mı ?

Tarım alanları hızla azalıyor. Türkiye tarımsal ürünlerde net ithalatçı durumunda. Dünyada
tarım ürünleri fiyatları düşerken Türkiye’de artıyor. Ülke politikacıları ise hep suçu, sel, kuraklık, don gibi doğal afetlerde buluyor. Oysa insanların gıda, giyim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik tarım gibi stratejik sektöre çok daha ciddi yaklaşmak gerekir.  
 
Hatta, sahip olduğu doğal kaynaklar (toprak, su), coğrafi konumu, iklim koşulları gibi özelliklerinden dolayı tarım potansiyeli oldukça yüksek bir ülkede gelinen bu nokta,
tarım politikalarının bütünlüklü bir şekilde eleştirilmesi şarttır. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi ve Notabene Yayınları’nın ortaklaşa yayımladığı

Türkiye’de Tarımın Ekonomi-Politiği (1923-2013)

başlıklı kitap böylesi bir ihtiyacı karşılamaya dönük ihtiyacın bir ürünü!
Kitap, Osmanlı’nın son döneminden başlayarak bugüne dek gelen tarımsal dönüşüme
ışık tutuyor.
 
SERMAYE BİRİKİMİ ve TARIM
 
Tarımın tarihsel gelişimi, ekonominin bütününün nasıl bir seyir izlediği ile doğrudan ilişkili. “Türkiye’nin 90 yıllık sermaye birikim tarihi hangi evrelerden oluşuyor, nasıl dönemlendirilebilir, bu dönemlendirmelere etki eden faktörler nelerdir?” gibi sorular önemlidir.
Tarımın her alt döneme göre şekillendiği bir gerçektir; iç talebe dönük birikim dönemlerinde farklı bir tarım, dış dünya ile bütünleşmeye geçilen dönemlerde farklı bir tarım. Kitapta bu analizlerin yapılmasını kolaylaştıracak makro çerçeve “90 Yıllık Sermaye Birikimi Sürecinin Kilometre Taşları, 1923-2013” başlıklı yazıda Mustafa Sönmez tarafından çiziliyor.
 
TARIMDA IMF GÖZETİMİ
 
Türkiye’de tarımın neoliberal politikalar doğrultusunda dönüştürülmesi IMF-Dünya Bankası programları doğrultusunda 2000’li yıllarda gerçekleştirildiği söylenebilir.
 
Prof. Dr. Oğuz Oyan’ın bu dönemde “farklı iktidarlara karşın tek politika seçeneği”nin
geçerli olduğunu vurguladığı
“Tarımda IMF-DB Gözetiminde 2000’li Yıllar”
başlıklı yazısında; bu politikalar sonucunda tarımda desteklemenin nitel ve nicel olarak gerilediği, gelir dağılımının bozulduğu, gıda güvenliğinin zayıfladığı, tarım dış ticaretinde
net ithalatçı konuma gelindiği, girdi fiyatları ile ürün satış fiyatları arasındaki makasın açılması nedeniyle çiftçinin üretimden soğuduğu ve milyonlarca hektar arazinin ekim alanı dışına çıktığı ortaya koyuyor.
 
GDO FAYDALI MI ZARARLI MI?
 
Endüstriyel tarımın günümüzde artık iyice belirginleşen olumsuzluklarına karşı, yine onun içinden bir mekanizma çözüm olarak ortaya atıldı: GDO’lar. İnsanlara; dünya çiftçilerinin özellikle de
küçük çiftçilerin hızla GDO’lu tohumlara yöneldiği, bu tohumların verimi yükselttiği, dolayısıyla açlığa çare olacağı, tarım ilacı kullanımını azalttığı, iklim değişikliğine çare olacağı, daha besleyici oldukları, sağlığa hiçbir olumsuz etkilerinin olmadığı anlatıldı.
Durum gerçekten bizlere anlatıldığı gibi mi? Ahmet Atalık’ın “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)” başlıklı yazısında GDO’ların aslında bize anlatıldığı gibi sevimli olmadığı, ülkemizdeki biyogüvenlik mevzuatı, bu çerçevede referans alınan küresel kurumların GDO şirketleri ile ilişkileri ve GDO projesinin gerçekte neyi hedeflediği irdeleniyor.
 
TOPRAK YOK OLUYOR!
 
Doç. Dr. Ertuğrul Aksoy ve Yrd. Doç. Dr. Gökhan Özsoy tarafından kaleme alınan
“Tarım Arazilerinde Amaç Dışı Kullanım ve Sürdürülebilir Arazi Yönetim Sorunları”
başlıklı yazıda; en önemli doğal varlıklarımızdan biri olan toprakların yanlış kullanımlar sonunda erozyon, sanayi ve yerleşim alanı olarak kullanılma, çoraklaşma ve kirlenme nedeniyle ya tümden yok olduğu veya eski üretkenliklerine kavuşmaları için uzun yıllar ve pahalı yatırımlar gerektirecek ölçüde verimsizleşmekte ve bozulmakta olduğu ayrıntılandırılmış. Ayrıca toprak ve arazi kavramı; yönetmelikli ve yasalı dönemler temelinde tarım arazileri ve yasal süreçler ilişkisi; erozyon, amaç dışı arazi kullanımı, çevre kirliliği ve çoraklaşma konularını tartışılmış, amaç dışı arazi kullanımının önlenmesi ve sürdürülebilir arazi yönetimi koşulları değerlendirilmiştir.
 
KORKUT BORATAV’DAN 3 MAKALE
 
Kitapta, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın,
“Birikim Biçimleri ve Tarım” ile
“Tarımsal Fiyatlar, İstihdam ve Köylülüğün Kaderi”
başlıklı yazılarını dışında
“Son 15 Yılın Bölüşüm Göstergeleri”
başlıklı 3.  bir analizi bulunuyor. Korkut Boratav son yazısında, 1998-2012 dönemine ait
reel ücretler, emek verimi, işsizlik ve iç ticaret hadleri gibi sınıflar-arası bölüşüm göstergelerini irdeliyor.


Kitapta ayrıca çok değerlli bilim insanı ve uzmanların,

  • “Tarım politikalarının tarihsel gelişimi”,
    “Bitkisel ve hayvansal üretimdeki gelişmeler”,
    “Tohumda Tekelleşme ve Etkileri”

    yazılarının yanı sıra tarımda neo-liberal reçetelerin sıkı bir eleştirisi yer alıyor.

http://www.guvenlicalisma.org/index.php? 24.07.2015

=====================================

Dostlar,

Ankara’ya döner dönmez edinip okuyacağımız kitapların başında olacak

Tarımda suçlu kim; Doğa mı uygulanan politikalar mı ?

adlı kitap…

Emek verenlere, yazanlara – yazdıranlara ve yayımlayanlara ve de duyuranlara şükranla..

Gördüğünüz gibi Türkiye’de iyi – güzel “şeyler” de olmakta.. Olmaya devam edecek..

Ülkemiz AKP – RTE …… de kurtulacak..

Durup dururken oraya -boş bıraktığımız yere- hakettikleri olumsuz bir sıfat / sıfatlar koyup
“iyi saatte olsunlar”ın gazaplarını üstümüze çekmeyelim. 90+ yaşındaki emekli albay babası dedeyi bile TSK’ya mektubundan dolayı savcılığa çağırmışlar.. Bilinçli psikolojik savaşla yıldırma politikası.. Ama nereye dek ?? Baskıcı rejimlerin son dönemleri hep böyle oluyor..

Okuyucu oraya içinden geçen sıfatı / sıfatları kendi koyarak gönlünce okusun..
Yaratıcılığı sınırlamayalım..

Sevgi ve saygı ile.
11.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Gelir dağılımı AKP döneminde bozuldu


Gelir dağılımı AKP döneminde bozuldu

Yazar: Mülkiye Haberon: Aralık 06, 2014

Portresi
Prof. Dr. Korkut Boratav,
Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeleri mulkiyehaber.net’e anlattı. Boratav,
“Bölüşüm açısından, emek gelirlerinin göreli durumunun AKP’li yıllarda bozulduğu söylenebilir” dedi.

AKP hükümetlerinin en çok övündüğü konuların başında “ekonomik istikrar” geliyor. Gerçekten de son 10-15 yıl, Türkiye ekonomisinin bir başarı öyküsü müdür?

İdeal istikrar, bitkisel hayat veya yarı-ölüm halidir. Milli gelir ve nüfus artış hızları ve enflasyon sıfırdır; milli gelirden sınıfların aydıkları paylar da değişmez. Böyle bir toplum hedefini, başarı göstergesi olarak göremeyiz.

Bir ekonominin başarısının ölçütleri nedir? Emperyalist bir dünyanın bağımlı kutbunda yer alan Türkiye’de sol perspektifle (her birinin ayrıca tanımlanması, açıklanması koşuluyla) üç ölçüt akla gelir: Büyüme, bölüşüm, bağımsızlık. Diğer göstergeler
(örneğin enflasyon) bunları etkileme doğrultusuna, derecesine göre değerlendirilmelidir.

Son 10-15 yılda, büyüme ölçütlerinin seyrini aşağıda tartışıyorum. Bölüşüm açısından, emek gelirlerinin göreli durumunun AKP’li yıllarda bozulduğu söylenebilir.
Ekonomik bağımsızlık açısından ise, hangi gösterge kullanılırsa kullanılsın, Türkiye’nin emperyalist sisteme bağımlılığı, dünya ekonomisinde meydana gelebilecek olumsuz çalkantılar karşısındaki kırılganlığı belirgin boyutlarda artmış olduğu belirlenecektir.

Yine son 10-15 yılda “sosyal devlet” iddiasından vazgeçilirken,
“sosyal yardımlar” artmış görünüyor. Bu amaçla bir bakanlık bile kuruldu.
Kömür, yiyecek paketleri gibi “destekler” ne anlama geliyor? Bir yandan da
bu “yardımların” artması yoksulluktaki artışla da bağlantılandırılamaz mı?

Son 10-15 yılda sosyal devlet kurumlarında ve bunların katkılarında önemli aşınmalar gerçekleşti. Farklı bir ifadeyle, merkezi devletin, insanlara salt yurttaş oldukları için, ve/veya sosyo-ekonomik konumlarına göre yasal yükümlülüklerden kaynaklanan katkıları aşındı. Oluşan boşluk, yerel yönetimler, dernekler, cemaat toplulukları tarafından “yoksul” olarak tanımladıkları kişilere aynî veya parasal yardımlar biçiminde telafiye çalışıldı. Nesnel/yasal ölçütler tanımlanmadığı için, keyfilik öne çıktı;
dağıtım, iktidar partisi tarafından yönlendirildi, kullanıldı. Bu, kapitalizmin erken dönemlerine özgü “yoksul yasaları” uygulamalarını andıran bir düzenlemedir.
Sosyal devletin muhatabı, “yoksul kişi” değildir; işsiz, işçi, emekli, hasta, çocuk, özürlü konumları ile yurttaştır. Bu dönüşüm, yalnızca toplumsal refah açısından değil,
siyasal, ideolojik yansımaları ile de geriye dönüştür.

Kısa süreli de olsa dünya ortalamasının üzerinde bir büyüme hızı yakalandığına yönelik iddialar var. Ancak son yıllarda bu süreç oldukça yavaşladı.
Önümüzdeki yıllarda nelerle karşılaşabiliriz?

            Neo-liberal yılların alt dönemlerine ait ortalama büyüme hızları aşağıdadır:

  Yıllar Büyüme (%)
Neoliberal Dönem 1980-2013 4,3
12 Eylül-Özal yılları 1980-1988 4,9
Neo-popülizm 1989-1997 4,3
Beş kayıp yıl 1998-2002 1,0
AKP: Lale devri 2003-2007 7,3
AKP: Normale dönüş 2008-2013 3,7

portresi1
AKP Türkiye’de kişi başına milli gelirin düştüğü
(%1 tempolu büyüme hızının nüfus artışlarının gerisinde seyrettiği) beş kayıp yıl sonrasında iktidara geldi.
Atıl kapasiteden ve dünya ekonomisinde sermaye hareketlerinin canlandığı bir konjonktürden yararlanarak 2003-7’de yüksek bir büyüme temposuna ulaşabildi.
Bu sonuç konjonktüreldir; siyasal iktidarın geçmiş neo-liberal politikaları olduğu gibi sürdürmesi dışında özel bir katkısı söz konusu değildir. Sonraki yedi yıl (%3,7’lik büyüme karnesi) AKP’nin gerçek bilançosunu yansıtır. Bu iniş-çıkış dönemini birlikte
ele alırsak, 2003-2013’ün ortalama büyüme hızı % 4,5’tir. Bu büyüme bilançosunu
Batı ülkeleriyle değil, bizim de dahil olduğumuz “yükselen ekonomiler” (yani büyük
çevre ülkeleri) ile karşılaştırmak uygundur. Örnek olarak, aynı dönem (2003-13) için Asya’nın en büyük 7 ekonomisi (Çin, Endonezya, Filipinler, Hindistan, Malezya, Tayland, Vietnam) ile karşılaştıralım. Bunların (ağırlıklandırılmamış) ortalama
büyüme hızları %6,3’tür. Yalnızca Tayland (%4,1 ile) Türkiye’nin gerisindedir.
Sonraki yedi yılın büyüme bilançosuna da bakalım: Türkiye %3,7, Asya’nın 7 büyük ekonomisi: 5,9…

Kısacası, Türkiye’nin büyüme temposunu, ağır bir krizden geçmekte olan
Batı ekonomileri ile değil benzer çevre ekonomileriyle karşılaştırırsanız,
ortada başarı söz konusu değildir. Gelecek için ne öngörebiliriz?
Geçmiş on beş yıl boyunca sermaye birikim oranı %20’ler dolayında seyretmiş;
AKP’li yıllarda da artmamıştır. Bu olgu, artan dış kırılganlıklarla birleştirilirse,
2007-13’teki ortalama büyüme temposunun yakın gelecekte de aşılmayacağını sanıyorum. Ancak, sert iniş (hatta küçülme) ve çıkış yılları içeren bir ortalama
söz konusu olacaktır.

Sürekli borçlanma ve sıcak para akışından beslenmenin ülkenin bağımsızlığı bağlamında ne tür sonuçlar doğurması beklenir?

Bunlar, yukarıda “kırılganlık” diye adlandırdığım durumun göstergeleridir.
Bunlara, kısa vadeli borçların toplam dış borçlara ve rezervlere oranını da ekleyebilirsiniz. Türkiye’ye dönük dış kaynak hareketlerinde ani bir durma veya
tersine dönme geçekleşirse, ekonomi hızla durgunlaşır; daralma, hatta
finansal krizler gündeme gelebilir.

Thomas Piketty’nin “Yirmi birinci yüzyılda KAPİTAL” adlı kitabı son aylarda yoğun olarak tartışılıyor. Siz de bu konuda yazılar yazdınız, konferans ve panellere katıldınız. Özellikle gelir adaletsizliği üzerine söylediklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin Türkiye’de bu konuda artan dengesizliğe karşı bir tür servet vergisi önerdi. Bu tür öneriler Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu sorunlar için çözüm mü?

Türkiye’de vergi sisteminde, 1980’li yılların başlarındaki duruma dönüş önemli bir iyileşme sağlayacaktır. Örneğin o dönemde gayrimenkul satışlarındaki değer artışları vergileniyordu; servet, gelir vergisi matrahının kontrolünde kullanılıyordu ve çeşitli gelir türlerini birleştiren beyannameli mükellefiyet yaygındı. Piketty’nin önerdiği servet vergisinden önce, sadece bu mütevazi düzenlemeler bile, vergi adaleti doğrultusunda önemli bir gelişme olacaktır.

Türkiye’de, üniversitelerdeki iktisat eğitimini nasıl buluyorsunuz?

Yalnızca Türkiye’de değil, tüm Batı dünyasında son kriz, iktisat öğretiminde
neo-klasik iktisadın hegemonik konumunu ciddi boyutlarda sarstı;
iktisat öğrencilerinin önerdiği revizyonlar tartışılmaya başlandı.
SBF’de iktisat eğitiminin, Batı’dakilere (hatta Türkiye’deki benzerlerine) göre
biraz daha plüralist olduğunu düşünüyorum.

Büyük değişiklikler zaman alır;
Batı’da ciddi revizyonlar gerçekleşirse Türkiye’ye de er-geç yansıyacaktır.

Uygarlığın sonu mu geliyor?


Dostlar,

12 Eylül gerici – faşist darbesinin 34. yılında,
en az 3 onyıldır ekilen gericiliğin – irticanın – etnik ve inanç ayrımcılığının
“semeresini” (!) Türkiye deriyor..

Prof. Korkut Boratav‘dan, adına yaraşır bir derlemeyi,
12 Eylül gerici darbesinin sorumlularının yüzüne 34 yıl sonra
boş bir eldiven gibi çarpıyoruz.. 

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not     : 12 Eylül Dönemi MGK’sının Genel Sekreteri merhum Org. Haydar Saltık‘ı büyük ölçüde bu ağır sitemimizin dışında tutuyoruz. Nedeni, aynı soyadını taşıyacak ölçüde yakın akrabalık ilişkilerinin derin duygusallığı değil..
Paşa’nın bize kurduğu bir tümce (mealen – yaklaşık) :

  • “Ahmet’ciğim, elimden geldiği ölçüde frenliyorum..
    İyi ki (!) buradayım ve burada kalmalıyım…”

================================================

Uygarlığın sonu mu geliyor?

 Portresi

 

 

Prof. Dr. Korkut Boratav

 

http://www.sendika.org/2014/09/uygarligin-sonu-mu-geliyor-korkut-boratav/, 12.9.14


Çağımızın bilgelerinden Prof. Noam Chomsky
, dünyanın haline bakmış; sorgulamış ve 4 Temmuz 2014 tarihli In These Times’ta Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir yazı yayımlamış. Kısaltarak, toparlayarak aktarıyorum:

  • “Yaklaşık on bin yıl önce uygarlık, Dicle ve Fırat havzasında doğdu.
    Günümüze yaklaştıkça bu topraklarda ölçüsüz dehşetler yaşandı.
    2003’teki George W. Bush ve Tony Blair saldırısı, Iraklıların birçoğu tarafından
    13. yüzyıldaki Moğol istilasına benzetilir. Bu öldürücü darbeden hemen önce
    Bill Clinton’un başlattığı Birleşmiş Milletler yaptırımları gelmişti. Yaptırımları uygulayan iki diplomat (Halliday ile von Sponeck), bunları ‘soykırım benzeri’ olarak nitelendirmiş ve istifa etmişlerdi. Bu yıkımdan arta kalan varlıkların çoğunu da Bush-Blair saldırısı yok etti. 2003’te farklı kimliklerin aynı mahallelerde
    yan yana yaşadığı Bağdat, bugün sınırsız bir nefret girdabı içindedir;
    mezhepler ayrı, kuşatılmış bölgelere sığınmıştır. ABD-Britanya istilasının tetiklediği korkunç çatışmalar, tüm bölgeyi paramparça hale getirmektedir.”

Chomsky, karanlık gözlemlerini Suriye’ye, Lübnan’a, Mısır’a, Filistin’e taşıyor ve
Gazze kıyımını anımsatıyor.

İnsanlık tarihinin beşiğini oluşturan Mezopotamya coğrafyasının on bin yıl sonunda sergilediği enkaza bakan Chomsky hüzünleniyor:

  • “İnsan uygarlığının kısa, tuhaf çağı galiba son bulmaktadır.”

********

Chomsky’nin gezindiği enkaz coğrafyası çok sınırlıdır.
Batı’ya doğru küçük bir adım atalım ve Libya’ya bakalım.

Libya’dan söz ettikçe, gözümün önüne iki görüntü gelir. Birincisi, Muammer Kaddafi’nin 20 Ekim 2011’de, tarifsiz işkenceler sonunda linç edilmesini gösteren video filmi;
ikincisi ise bu ölüm haberinden hemen sonra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un
TV kanallarına böbürlenerek verdiği “zafer demeci”:

Veni, vidi and he’s dead…”  

Bayan Clinton birilerine öykünmektedir: Belki, Bağdat’ın düşmesinden sonra,
1 Mayıs 2003’te bir uçak gemisinin güvertesine pilot giysileriyle çıkıp
görev tamamdır…” diyen George W. Bush’a…

Belki de Zile’de Pontus Kralı Farneke’yi yendikten sonra veni, vidi, vici…”
sözleriyle de tarihe geçen Roma İmparatoru Julius Sezar’a…

Ne var ki Sezar düşmanını öldürmemişti ve “geldim, gördüm, yendim” diyordu; Clinton ise, “geldim, gördüm, O öldü…” 

Kaddafi sağ yakalansaydı açıklayacağı çok şey olduğu için öldürülmeliydi…
Linç ise taşeronların katkısı idi. Ayrıca bunlarda düşmanı öldürme tutkusu da var. Kaddafi’den yaklaşık altı ay önce Obama ve Bayan Clinton Beyaz Saray’da bir başka düşmanlarının (Usame bin Ladin’in) Pakistan’da öldürülüşünü canlı yayından izlediler. Usame silahsızdı. Talimat gereği öldürüldü; cesedi de (Arjantin cuntasının solcu tutsaklara yaptığı gibi) denize atıldı. Amerika’da “niçin getirip yargılamadınız?” diye
bu eylemi yalnızca birkaç solcu (örneğin Michael Moore) protesto etti.

Bizler, yok olmakta olan bir başka geleneğin izlerini taşıdığımız için, Timur’un ve Mustafa Kemal’in savaş tutsaklarını (Bayezid’i ve General Trikopis’i) anımsarız.

Vietnam’la savaşırken, bombalarken tutsak düşen Amerikan askerleri aklımıza gelir. Bunlardan biri, altı yıl boyunca Kuzey Vietnam’da tutsak kalan (ve yıllar sonra
ABD Başkan adayı olan) John McCain idi. Cenevre Sözleşmesi söz konusu değildi; zira ABD Kuzey Vietnam’a savaş ilan etmemişti.

***

Peki, Kaddafi’yi öldürdüler de ne oldu?

“Sosyalist ve laik” Libya Arap Cemahiriyesi tarihe karıştı.
Devleti ve ülkesi ile Libya da yok oldu. Ülke aşiretler ve çeşitli İslamcı gruplar arasında paylaşıldı. Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen cihatçı çetelerin ana kaynaklarından
biri oldu. Kaddafi’nin ölümünden bir yıl geçmeden ABD Bingazi Konsolosluğu’nu basan çeteler, büyükelçi Stevens’i (ve üç Amerikalıyı) öldürdü. 26 Temmuz 2014’te
ABD Libya’daki büyükelçiliğini kapattı. Batılı diplomatlar canlarının derdine düştü;
topluca ülkeyi terk etti. İslamcı milisler, Trablus’taki ABD büyükelçiliğine yerleşti.

Peki, bu Orta Çağ yobazlığına batmış olan Libya’da “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nin
hâlâ ne işi var? Bu soruyu sormamın nedeni, 28 Ağustos tarihli
Defense and Foreign Affairs dergisinde çıkan bir yazıdır. Yazıya göre;

  • Türkiye ve Katar, Müslüman Kardeşler’le bağlantılı cihatçılarla işbirliği yapmakta; Batı Libya çöllerinde bir Özgür Mısır Ordusu oluşturmaya çalışmaktadır.

Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri bu nedenle Libya’daki cihatçı gruplara karşı
Ağustos’ta iki hava saldırısı düzenledi ve ABD tarafından uyarıldı.
25 Ağustos tarihli New York Times da bu bilgileri bir ölçüde doğrulamaktadır.

***

Galiba Chomsky’nin hakkı var. Uygarlığın harcında yer alan bütün pozitif normların, değerlerin utanmazca çiğnendiği; bu harca karışmış tüm pisliklerin ortaya çıktığı; kaderlerimize hükmettiği bir dönemdeyiz.

“İnsan insanın kurdu” olmakta; “kıyamet alametleri” artmaktadır.

Peki direnenler?

Bu yazının karanlık coğrafyasına, Ortadoğu’ya, Türkiye’ye bakalım.
Emperyalizme, sömürüye karşı, programı ve kadroları bakımından birçoğu laik;
bazen de sosyalist öğeler içeren direnme hareketleri yerine;
Katar, Suudi, bazen İran devletlerinin parasıyla, silahıyla “sözde düşmanlara, ötekilere” cihat açan mezheplerin, tarikatların, güruhların vurucu güçleri öne çıktı.

Laik, ilerici Filistin Kurtuluş Hareketi’ne katılan, can veren Türkiyeli devrimciler
ilk dönemin; kelle kesmek üzere Suriye’de IŞİD’le buluşanlar
ikinci dönemin Türkiye’deki simgeleri olarak düşünülebilir.

Yeni Bir Yıla Girerken Ekonomi

Dostlar,

Mülkiye‘nin efsane İktisat hocalarından, eski DPT Müsteşarı Sn. Prof. Dr.
Bilsay Kuruç
hocamız, aydın sorumluluğunu emekli olmasına karşın sürdürüyor..

Önceki yıl 2 tane Planlama Sempozyumu düzenlediler Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav ile birlikte..

Bunlardan birinde biz de SBF’de Sağlık Sektörü Planlaması‘nı sunmuştuk :

  • “Sağlık, Sosyal Güvenlik, İstihdam ve Eğitim Bağlamında Bunaltan
    Dış Güdümlü Planlama (!?)”
    başlıklı sözel sunu ile (30 dk.). 5.12.12.
    (21. Yüzyıl İçin Planlama Sempozyumu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi)

Bilsay hoca, yılların ustalığıyla ekonomik durumu irdelemekte..
Kulak vermekte ve öğütlerini dinlemekte saymakla bitmez yarar var..
Özellikle AKP kadrolarının..

Ülkeye verdikleri zarar hesaba kitaba gelmiyor..

Yolsuzluklarla götürülen on milyarlarca dolat ulusal servet bir yana;
bir de sakız gibi yapışıp bırakıp gitmedikleri için son 3 haftada yaşanan
%10’u aşan enflasyon..

Ulusal Gelirin 1/10’u eritildi! Kişi başına 10 bin doları zorlukla aşan yıllık gelirin
1000 (bin!) doları bu 3 haftada eritildi..

  • Hepimiz en az %10 yoksullaştırıldık..
  • Halkın cebindeki her 10 TL’den 1’i bu süreçte eritildi.

Merkez Bankası’nın elektrik mühendisi başkanının 2013 sonu Dolar kuru beklentisi
1,92 TL idi ama en az % 10 fazlası gerçekleşti..
Başkan, istifa denen bir erdemli kurumu neden anımsamaz??

  • Olup biten (süren!) kokuşmanın maddi ve manevi (ahlaki – etik – moral) faturası göründüğünden çooook ağır..

Yoksul halk yığınları iliklerine dek yaşayacaklar.. veeee bunun elbette bir karşılığı olacak..

  • 30 Mart 2014 yerel seçimleri ilk hesaplaşma fırsatıdır..
    Yeter ki seçimler Hİ-LE-SİZ yapılabilsin..
    Bu konu yaşamsaldır..

Sevgi ve saygı ile.
09 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Yeni Bir Yıla Girerken Ekonomi

portresi

Prof. Dr. Bilsay KURUÇ

 

 

2013’ den 2014’de geçerken Türkiye ekonomisi ve siyaseti tarihi bir dönemece gelmiştir. bu dünya kapitalizmini de beş yıl önce girdiği ağır krizden çıkamadığı ve
dünya ekonomisinde kördüğümlerin çoğaldığı zamana rastlamıştır.
Türkiye ekonomisinin bugün geldiği nokta, 1980’de girdiği ve ayrılmadığı yılın son aşaması oluyor. Bugünkü tarih yarı sanayileşmişliğe demir atmış bir ekonomi tablosudur. Dünya imalat sanayiinde ancak %1’lik bir payı vardı, orada durmaktadır ve geleceğin tasarımlarında ve ürünlerinde hiçbir ciddi iddiası yoktur.

  • Türkiye ekonomisinde yeni yatırım yapılmamaktadır..

El değiştiren mülkler ve kuruluşlar yatırım sayılmaktadır. Yatırım yapamayan ekonomide ulusal tasarruf oranı %12 düşmüştür ki, bu oran Çin’de %45’in üzerindedir.

  • Tasarruf edemeyen veya etmeyen bir ekonomi dış açığı büyüyen
    ve bunu küçültemeyen (küçültmeyen) bir ekonomi demektir.
  • Türkiye dış açık (cari açık) oranında dünya birincisidir!
    Yani dünyadan gelen (ve dünya dönen) kaynak akışı sayesinde varlığını sürdüren
    bir noktada bulunmaktadır.

Ekonominin son 33 yılda girdiği bu yolun siyasal denetimi, birkaç aşamadan geçmiştir.

1. Askeri yönetim aşaması,
2. Koalisyonlar aşaması ve
3. Son 12 yılın özel tek parti aşaması.

Ekonomik model, aldığı mesafeye ve mantığına en uygun siyasal modeli son aşamada bulmuştur. Bu aşamada, ekonominin lokomotifi gitgide daha çok yaratılması kaçınılmaz olan rantlarla ve bunların çekimine akan dış sermaye ile işlemektedir.

Bu lokomotifin motoru gayrimenkul, inşaat ve hizmet sektörleridir.

2013’ün sonlarındaki büyük skandallarla motor, yağı yakmıştır!

Bugün, dünya kapitalizmine bağlılığı 30+ (küsur) yıldır kabul etmiş olan Türkiye kapitalizmi, kendi siyasal iktidarının kendi içinden çöküşü sorunu ile karşı karşıyadır.
Bu tabloda yatan siyasal sorunun tartışmasına burada girmiyoruz.

  • Büyük skandalların ekonomide yaratacağı ilk ve daha sonraki zincirleme etkiler
    2014 Türkiye’sini şekillendirecektir. İlk doğrudan etki döviz kurları ile başlamıştır. Dünyaya bu derecede açık bir ekonomide döviz kurları üzerinde şok niteliğindeki etkiler tüm maliyetlere yansıyacaktır. Bu hem kısa sürede, hem de artçı depremlerle olur. Zaten sağlam bir dengeye sahip olmayan devlet bütçesi, yeni yükleri halka ve şirketlere yeni zamlarla yansıtacak uygulamalarla yürütülecektir.

Şirketler, değişen döviz kurlarından başlayarak zararı yazacaklar, bunları bilançolarına
ve yeni yükselen maliyetlerine yansıtacaklardır. Devletle iş yapanlar ki, bunların sayısı bütçenin toplamını etkileyecek kadar artmıştır, yeni yüksek maliyetlerini devlete yansıtırlar. Bunların toplamı, hiçbir yansıtma şansı bulunmayan halkın ücret ve maaşlarına yansıyacak.

  • Kısacası, geçim sıkıntısını ve işsizliği geçen yıllara göre biraz fazla artacaktır.

Skandallar zinciri motorun yağını yakarken, yani, inşaat ve hizmetlerden başlayarak durgunlaşmaya ve yeni işsizliğe yol açarken, birçokları bütün bunları Merkez Bankası’nın önleyebileceğini düşünebilirler. Ancak, Merkez Bankası’nın bunları önlemesi olanaksızdır. Çünkü kullanılabileceği araçlar böyle bir tablo karşısında sınırlıdır. Dövizin gitgide pahalılaşmasını önleyebilmek için elindeki dövizi piyasaya sürmesi, kendi rezervlerini gitgide eritir ve içte ve dışta bütün çevreler bunu bilir. Dışta, buradaki skandalların yaratacağı güvensizlik, Türkiye’ye gelecek sermayenin pahalılaşmasına, yani,
içte yaratacağı maliyet etkileşimi daha da yüksek olmasına yol açar.

Merkez Bankası’nın kendi silahı olan faizi yükseltmesi de aynı maliyet etkisini yaratacaktır. Kaldı ki, zincirleme maliyet-fiyat etkileriyle yükselecek enflasyon devlet ve şirketler kanalından geçerek, halkın geliri ve yaşamına bir değil birkaç kez yansıyacaktır. Birkaç tur atacaktır.

En ağır senaryo;

Skandalların yarattığı güvensizlik ve bunlarla iç içe gelişecek çeşitli beklentilerle,
Türkiye ekonomisine muhtaç bulunduğu sermaye girişlerinin azalması,
özel kesimin göbek bağı haline gelen dış kredilerin çevrilmemesi durumunda
ortaya çıkar. Böyle bir senaryo ağır durgunluk ve yüksek enflasyon demektir.

Özetle              : 2013’ten 2014’e geçerken karşılaşılan ekonomi tablosu herhangi bir
“yol kazası” değil, 30+ (küsur yerine) yıldır insan yitiğinin (zayiatının) gitgide ağırlaşması ile yürütülen, ama cilalanan ve yaratılan bir ekonominin vardığı son durak tablosudur.
Bu noktayı doğru kavramak ve değerlendirebilmek gerekir.

Dünya kapitalizminde, biricik sorunun “Acaba ABD Dolar basmayı aynı tempoda sürdürecek mi, etmeyecek mi?” sorusu durumuna gelmesiyle oluşan kördüğüm,
2014’te bizim için de önemli olacaktır. Niçin önemli olacağı, Türkiye ekonomisinin
bugün vardığı son duraktaki tablosu hepimizin doğru kavramasına bağlıdır.
“Hepimiz” için de en başta merakımızı çekenler böyle bir kavrayışa sahip oldukları yolunda bugüne dek kayda değer işaret vermemiş olan siyasal temsilcilerimizdir.

Ancak, ekonomide ve siyasette şu an için pek umut vermeyen fotoğraflara karşın,
2013’te, Mayıs ve Haziran’da başlayan halk katındaki kavrayış, uyanış ve hakarete
2014’te ülkeyi yeni ve umutlu düzeylere getireceğini beklemek gerçeğini,
öbür yüzünü de beklemek olacaktır.

Alpaslan IŞIKLI’yı anma töreni..


Dostlar
,

Ülkemizin yetiştirdiği yüz akı yurtsever aydınlardan seçkin insan Sn. Alpaslan Işıklı‘yı
13 Temmuz 2013 günü Seferihisar’da hiç beklenmedik biçimde yitirdik..

Saygın ve sevgin anısına bu sitede epey yazı yayımladık..

23 Kasım 2013 günü ise Ankara Petrol İş salonunda TÜMÖD öncülüğünde
bir araya geldi sevenleri, çalışma arkadaşları..

SBF’den meslektaşları Sn. Prof. Dr. Bilsay Kuruç, Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav birer konuşma yaptılar. TÜMÖD genel başkanlığına yeni getirilen Prof. Ayhan Özkul
ve TÜMÖD genel yazmanı Suay Karaman da..

Sonra dostları söz alarak anılarını, kendisiyle paylaşımlarını sundular..

Biz de özellikle ADD çalışmalarımızı, birlikte GYK üyeliği dönemlerimizi…. paylaştık.

Sevgili Suay, becerikli elleri ile çoook hoş bir power point sunumu hazırlamıştı.
Orada hoş bir arka fon müziği ile izledik.

Hocayı eşine yazdığı 2 şiiri ile kendi sesinden dinledik, etkilendik ve duygulandık.

Saygıdeğer eşleri Zerrin hanım da salondaydılar.

Bu sunum 50+ MB ve bizim site en çok 7 MB kabul ediyor.. ;
Oldukça sadeleştirerek paylaşalım..

Suay kardeşimize teşekkür ederek ve Sn. Işıklı’nın saygın anısı önünde bir kez daha eğilerek..

İzlemek için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

ISIKLI

Bir de arşivimizden fotoğraf..

S.Karaman,HAGüler, A.Işıklı, ÖF Eminağaoğlu, 50. yıl 27.5.10

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 50. yılında panel; 27.5.2010 günü Suay Karaman,
rahmetli Hüseyin Avni Güler, ALPASLAN IŞIKLI hoca ve Ömer Faruk Eminağaoğlu..
23 Kasım 2013 günü yine PETROL-İŞ’te anmada Işıklı hocanın yerinde
yeni TÜMÖD Başkanı Prof. Ayhan Özkul (Ankara Üniv. Veteriner Fak.) oturuyordu..

Sevgi ve saygı ile.
3.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

İzmir İktisat Kongresi’nin 90. Yılında Ütopyalarımızı Korumak

Dostlar,

Türkiye İktisat Kongresi‘nin İzmir’de toplanmasının (dikkat buyurulsun, İzmir İktisat Kongresi değil..) 90. yılını gündeme getiren Yaşar Üniversitesi‘ne ve konuyu işleyen yazarlara teşekkür ederiz.

Bilkent Üniversitesi’nden Sayın Prof. Yeldan bu toplantıdan değerlendirmeler sunuyor.

Biz bu Kongre’nin toplanma nedenini, Kemal Paşa’nın Kongre açılışındaki
uzun konuşmasını ve ardından Lozan görüşmelerinin tamamlanmasını dikkate alarak
şöyle açıklıyoruz :

– Batı, Lozan’da “Kapitülasyon” dayatması yapmış ve Atatürk’ün kesin talimatı bağlamında Başdelege Dışişleri Bakanı İsmet İnönü görüşmeleri keserek Ankara’ya dönmüştü. Bilindiği gibi Lord Cürzon mali şantaj yapmıştı İnönü’ye.. Ülkemizin harap ve yıkık olduğunu, paramızın olmadığını ve çok geçmeden gelip diz çökerek borç para isteyeceğimizi, bu paranın kendilerinde ve ABD’de olduğunu ve Lozan’da Türklerin reddettiği Batı istemlerini teker teker önümüze koyacağını belirtmişti. İnönü de,
Gelir borç istersek siz de çıkarın cebinize koyduğunuz redlerimizi..” der.

İşte bu kritik kırılmada, büyük önder Mustafa Kemal Paşa Batı’ya bir ileti vermek ister. Ülkemizin ne pahasına olursa olsun ekonomik kalkınmasını da başaracağını ve
bu yüzden Batı’ya diz çökmeyeceğimizi, savaş meydanlarında çok kan dökerek
utku (zafer) kazandığımızı, Osmanlıyı bitiren kapitülasyonları asla kabul etmeyeceğimizi, ekonomik şantaja boyun eğmeyeceğimizi duyurmak ister.

1135 delege 15 gün boyunca bu kritik kongreye büyük özveri ile katılır.
İzmir harap ve bitiktir. Yunanlarca yakılmıştır. Delegeler hanlarda kalmaktadır.

Günümüzde bile olağan bir kongre için 1135 delege rakamı çok büyüktür,
süre de son derece uzundur. Kemal Paşa, Kongre açılışında 1,5 saat süren önemli bir konuşma yapar. NUTUK (Ekim 1927), Dumlupınar (30 Ağustos 1924) konuşmaları ve bu konuşma, Kemal Paşa’nın en önemli 3 konuşmasıdır.

Batı, iletiyi alır ve “Kemal” in pes etmeyeceğini anlar. Yeniden çağrı yapılır
Lozan görüşmeleri için ve 4 Şubat 1923’te kesilen oturumlar yeniden başlar,
24 Temmuz 1923’te başarıyla sonlandırılır.

Büyük ATATÜRK‘ün strateji dehası bir kez daha ülkemizin önünü açar..

Sevgi ve saygı ile.
27.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================

Prof. Dr. Erinç YELDAN

portresi

İzmir İktisat Kongresi’nin 90. Yılında Ütopyalarımızı Korumak

İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat – 4 Mart 1923’te toplandı. Kongrenin biricik amacının Kurtuluş Savaşımızın eseri olan siyasi bağımsızlığımızı, iktisadi bağımsızlık ile perçinlemek olduğu bilinmektedir. 1135 delegenin katılımıyla düzenlenmiş olan Kongre, öncelikle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız, katılımcı ve ulusal bir ekonomi stratejisinin temellerini atmayı amaçlamış ve bu yönde ülkenin tüm sosyal sınıf ve katmanlarının temsilcilerini bağımsızlık ve kalkınma idealleri etrafında
bir araya getirmiş idi.

Geçen hafta içinde İzmir İktisat Kongresi’nin 90. Yılı “21. Yüzyılın Kalkınma Stratejilerini Tasarlamak” temasıyla Yaşar Üniversitesi’nde toplandı. Kongrenin düzenlendiği tarihsel dönemi yakından irdeleyen tebliğlerinde Serdar Şahinkaya ve
İlter Ertuğrul, İzmir Kongresi’nin çoğunlukla basitleştirilerek, iddia edildiği üzere “tıkanmış olan Lozan görüşmelerinde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’ya
güvence vermek
” üzere alelacele toplanmış bir birliktelik değil, Sivas ve Erzurum kongrelerinin devamı olarak Cumhuriyetimizin ilanından önce bilinçli ve programlı bir şekilde tasarlanmış, iktisadi bağımsızlığa yönelik, Anadolu’nun aydınlanma savaşımını yönlendirecek özgün bir girişim olduğunu vurguladılar.

Prof. Dr. Bilsay Kuruç sunumunda 1920’li ve 30’lu yılların küresel konjonktürü ile günümüz arasında geçişler sağlayarak, çökmekte olan İngiliz hegemonyasındaki
altın standardına dayalı serbest ticaret rejimi ile günümüzün serbestleştirilmiş finans sermayesinin dayanmakta olduğu ABD hegemonyasındaki kapitalist birikim rejiminin çöküşü arasında paralellikler kurdu. Bilsay Hoca, finans kapitale dayalı birikimin artık tıkandığını ve küresel kapitalizmin yeni arayışlarının dünya barışını tehdit etmekte olduğunu vurguladı.

Hasan Ersel Hoca ise, iktisat kuramının artık gelenekselleşmiş önemli kavramlarının ardındaki gerçek anlamları sosyal değerler sistemi içinde değerlendirdi.
Bunlar arasında sıkça dile getirilen rekabetçi piyasa kavramının gerçekten de kaynakların etkin dağılımında ve toplumsal gönenci artırmada kuramsal olarak
en etkili araç olduğunu; ancak kavramın tek bir sorunu olduğunu vurguladı:

Dünyada hiçbir ekonomide söz konusu olmaması…

***
İlkinden 90 yıl sonra toplanmış olan İzmir İktisat Kongresi’nin tüm katılımcıları, küresel ekonominin mevcut geleneksel iktisadi paradigmaların açıklamakta zorlandığı bir kriz içine sürüklenmiş olduğuna vurgu yaptılar. Küresel ekonomide büyümenin kaynaklarında gözlenen niteliksel dönüşümlerin kalkınma yazınının artık gelenekselleşmiş modellerince açıklanabilir olmadığı; yepyeni iktisat paradigmalarının arayışı içinde olduğumuz sıklıkla dile getirildi.

Prof. Dr. Korkut Boratav, küresel ekonomide üretim merkezlerinin batıdan doğuya ve kuzeyden güneye bir eksen kayması içinde olduğu günümüz konjonktüründe,
21. yüzyılın kalkınma stratejilerini tasarlamaya yönelik arayışlarının
muhakkak siyasal iktidar mücadelesiyle iç içe geçmesi gerektiğini vurguladı.

Korkut Hoca ısrarla insanlığın yüzyıllar boyu süregelen adalet, özgürlük ve eşitlik arayışları doğrultusunda ütopyalarımızı korumamızın önemine değindi.
Korkut Hoca’nın sözlerini yeniden anımsayarak

“Adım adım
 ‘aykırı’ düşünmeye yönelmemiz gerekiyor. Önce, bugünün egemen düşünce biçiminin sınırlarını, giderek kurulu düzenin parametrelerini de zorlayarak…”

‘Mevcut politikalarla 21. yüzyıl hayal olur’

Dostlar,

Eski DPT müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç hocamız ve SBF’den (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgier Fakültesi – Mülkiye) bir bölümü emekli çalışma arkadaşları, başta Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav ve İstanbul Üniv. İktisat Fak.’den Prof. F. Esin Engin olmak üzere bu ayın  başında, 5-7 Aralık 2012 günlerinde önemli toplantılar düzenlediler. Temel amaç, 21. yy’da Türkiye’nin kalkınmasını planlı olarak nasıl sürdüreceği ya da sürdürmesi gereği idi.

5 Aralık 2012 günü SBF’de simpozyumun ilk gününde biz de çağrılı idik ve Sağlık, Eğitim, Sosyal Güvenlik ve İstihdam bağlamında yaklaşık yarım saatlik bir sunuşumuz oldu. Konuşmalar kaydedildi ve kitaplaştırılacak.

Bilsay hoca, Cumhuriyet‘e bu etkinliklerine ilşkin bir demeç verdi. Cumhuriyet’in yetiştirdiği yüzakı aydın ve parlak akademisyen, yüksek bürokratların içinde öncü bir yeri olan Kuruç hocanın demeci özenle irdelenmeli. Hele hele küresel piyasaların kamusal planlamayı iyice tu kaka ilan ettikleri ve AKP hükümetinin de 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı en önemli kurumlardan olan DPT’yi (Devlet Planlama Teşkilatı) iyice etkisizleştirdiği talihsiz -ve de ne yazık ki uzayıp giden- bir dönemde..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 22.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Eski DPT müsteşarı Prof. Dr. Bilsay Kuruç,
kalkınmada planlı ekonominin önemine dikkat çekti

‘Mevcut politikalarla 21. yüzyıl hayal olur’

5-7 Aralık’ta Ankara önemli bir kurultaya ev sahipliği yaptı:

“21. Yüzyıl İçin Planlama.”

Toplantılarda Türkiye’nin sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, istihdam, sanayi ve enerji politikaları tartışılırken planlı ekonominin bir ülkenin kalkınmasındaki rolüne dikkat çekildi. Toplantının ardından Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile küçük bir söyleşi gerçekleştirdik.

– Geçen yıl “21. Yüzyılda Planlamayı Düşünmek” başlıklı bir kurultay düzenlemiştiniz. Bu yıl düzenlediğiniz kurultayın başlığı “21. Yüzyıl İçin Planlama” oldu. Kurultaylarla neyi amaçlıyorsunuz?

KURUÇ – Ana sorun 21. yüzyılı doğru kavrayabilmek ve oraya adım atabilmektir. 21. yüzyıla nasıl ve nereden girebileceğimizdir. Çünkü, orası ortalamaların değil, en iyilerin dünyası olacaktır. Üniversite, o dünyanın, en iyiye erişebilmenin ilk durağı. Üniversite aklın ve Aydınlanmanın gerçek vârisi olduğu için bilimin ve geleceğin beşiğidir. Böyle bakmalıyız ve bunun gereğini yapmalıyız. Onun için planlama kurultaylarının yeri, adresi üniversite oluyor.

20. yüzyılın aklı planlama aklı olmuştur. Bilimde ilerleyen toplumlar da tesadüflerle değil, planlı adımlarla yürüdüler. Daha önce hayal edilmeyen noktalara böyle erişildi. “21. Yüzyıl İçin Planlama” başlığı bir teklifi dile getiriyor: “21. yüzyıl için teklifiniz nedir?” “Teklifimiz, planlamadır” diyoruz.

‘Büyük resim hoş görünmüyor’

– Siyasi iktidarlar neden planlama sevmiyor?

KURUÇ – Türkiye 20. yüzyıla Cumhuriyet’le girdi. “Muasır (çağdaşı yani,
o yüzyılın) medeniyet seviyesinin en üstü”nün hedef olduğunu ilan etti. Kılavuzun akıl ve bilim, yöntemin plan olduğunu göstermeye çalıştı. Biliyoruz ki, iş sonra aksadı, çeşitli nedenlerle. Ancak, yine biliyoruz ki, siyasal iktidarlar da toplumun (şöyle de diyebiliriz, onun sınıflarının) hamurunda karılıyor. Bilimde ilerlemenin önemini göz ardı eden toplumlarda, siyasetçi dünyayı ve uzun vadenin önemini öğrenemiyor. Planlamaya “bir memur işi” olarak bakıyor. Buna rağmen, Türkiye özellikle 1960 – 1980 arasında ciddi sayılacak bir planlama birikimi kazanmıştır. 1980’den sonra, ülke (yeni, eski) siyasetçileriyle değişik bir rotaya girdikten sonra o birikim buharlaştı. Bilgi tazelenemedi ve genç kuşaklara aktarılamadı. Ufka bakabilme, 20. yüzyıl sonlarında neler olduğunun algılama ve 21. yüzyılı görebilme kapasitesi zayıfladı.

– Planlamanın ilk adımı öncelikle “büyük resmi görme” değil mi?
Kendisine 2023 hedefi olarak dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girme planını koyan Türkiye’nin bugünkü büyük resmi nasıl sizce?

KURUÇ – Türkiye’yi bugünkü koordinatlarına getiren ve oraya sabitleyen politikalar size gelecek için “hoş bir büyük resim” vermiyor. Çünkü, son otuz yılın rotası ve hele son on yılın çizgisi ülkeyi yarı sanayileşmişliğe ve yarı kırsallığa demir atma noktasına getirdi. Aynı politikalarla, değil 21. yüzyıla girebilmek, bunun farklılığını kavrayabilmek bir hayal olur. O 2023 yılı, bizler için dünyanın 21. yüzyılına ait bir yıl olmaz.

‘Potansiyelimiz genç kuşaklar’

AKP iktidarının bugünkü ekonomi politikalarıyla, bu hedefe varması mümkün mü? Değilse, Türkiye ekonomisinin sizce en büyük açmazları nelerdir?

KURUÇ – Bugünkü politkalar konusunda konuşmak, insanı bir şikâyetler manzumesi düzmek zorunda bırakabilir. Biliyoruz ki, bu politikalar son otuz yılda gitgide oluşmuş, pekişmiştir. Ekonomi, dünya kapitalizminin önceliklerine ve seyrine tabi olarak işleyen bir rotadadır ve o kulvara 2000’den sonra iyice sabitlenmiştir. Bu, Türkiye için, her şeyden önce büyük insan zayiatı ile işleyen bir modeldir. Bu kulvarda kaldıkça bu zayiat büyüyecektir. Oysa, bizim en değerli kaynağımız insandır. Potansiyelimiz genç kuşaklardadır. Bir yanda, takılıp kaldığı tabiyet ve bunu pekiştirdiği geri kalmışlık manzaraları ve yarattığı zayiat, bir yandan da yine toplumumuzun sahip olduğu büyük potansiyel var. Vidaları yerinden oynatabilmenin, kendimizi aşabilmenin püf noktası bunu fark edebilmekten geçiyor. Sürekli ve bütüncül bir çaba olmalı. Toplum, dünyayı doğru algılayarak ama kendi özgün çabasıyla kendine yeni ve geniş bir bilgi ve teknik taban kurabilmeli. Bu kurguyu arayan bir büyük hareket yaratılabilmeli. Bunun problemlerini ortaya koyabilmeli ve çözebilmeli. Yani iş, insan kaynağımıza büyük özen göstermeyi öğrenmekle başlayacak. Böyle bir şey olmazsa, gelecek için yazılacak ve hedef diye sunulacak sayılar, desteksiz atıştan öteye gidemez. 6-7 Aralık’taki planlama kurultayında 5 Aralık’ta Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yapılan “Toplumsal Alan ve Planma” toplantısında bu tabloyu gördük. İnsan tablomuzdaki geri kalmışlığa gözümüzü açmaksızın, bunda duyarlı olmaksızın ileri atılabilmek mümkün değildir. Bu büyük ve bütüncül bir iş. Orada mesele, toplumun temel haklarına eksiksiz erişebilme süreci diyebileceğimiz bilinçlenme davası ile iç içe.

Piyasa mı plan mı  ??

– Kalkınma doğrudan siyasal irade ile ilişkili bir kavram. Gelişmiş ülkeler düzeyine çıkan Güney Kore, Singapur, İsrail gibi ülkelere baktığımızda, Çin’in yükselişini incelediğimizde ise hep planlı bir ekonomi modelinin izlerini görüyoruz. Oysa küresel ekonominin söylemi daima liberal ekonomiyi, serbest piyasayı ön plana çıkaran bir söylem oldu. Türkiye de bu söylemin ardından yürüdü daima.

Piyasa ve planlama tartışması hakkında neler söylersiniz?

KURUÇ – 19. ve 20. yüzyıllarda olan bitenin en önemli boyutlarından birini kendi özdeyişiyle ortaya koyan ustamız (Selâhattin Şanbaşoğlu) şöyle demişti:

– “Sanayileşme, bir büyük malzeme hareketidir!”

Bunu, 21. yüzyıl için yeniden konuşmak gerekirse, herhalde “bir büyük malzeme ve bilgi hareketi” diye sunabiliriz. “Bilgi”den “malzeme”ye, “malzeme”den “bilgi”ye uzanan zincirler içinde, çok yönlülüğü gitgide artan bir hareket. Bu basite indirgenmesi kabul edilemeyecek ve mutlaka bilimsel yaklaşım isteyen bir şeydir. İşte, planlama bunu kavramanın, ifade etmenin ve geliştirmenin dilidir. Sorunuzda, Çin’den başlamak üzere öne atılmak isteyen ülkeler bunun peşindeler ve 21. yüzyıla buradan yöneliyorlar.

  • “Piyasa mı, plan mı?” ikilemi, Türkiye gibi bir toplumun geleceğini düşünmek için işe yaramaz bir ikilemdir.

Şunu unutmayalım    : 20. yüzyılda planlamayı ve onunla gelişen bilimsel temeli, esas olarak, sanayinin kazandığı “momentum” yaratmıştır. Toplumun geleceği için sağlıklı doğum budur ve belki de biz böyle bir noktaya 1960’tan daha çok yakınız. Şüphe yok ki, son otuz yılda Türkiye’de piyasaların hareketliliği içinde birçok insan yetişti. Neler yapılabildiğini öğrendiler. Yaratıcılığı, iş yönetimini, girişimciliği öğrendiler. Galiba, aralarından bazıları piyasalarla nelerin yapılamadığını, nerede gelip ciddi bir sınıra dayandıklarını da öğrendiler. İşte, aradığımız önemli bilgi önce orada. Çünkü, şimdi

planlamanın yeni ufuk açabilme niteliğine,
planlamanın yapılamayacak gibi olanı yapabilme kapasitesine,
planlamanın aklın desteğinde yeni düşünceyi ve yapıcı hayal gücünü seferber etme özelliğine..

muhtaç olduğumuz bir yere yaklaştık.