Etiket arşivi: Prof. Dr. Emre ERDOĞAN

Kutuplaşmanın Boyutları

Kutuplaşmanın Boyutları

PROF. DR. EMRE ERDOĞAN
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ
Cumhuriyet, 31 Aralık 2020

Birincisini 2015’te tekrarlanan genel seçimle; ikincisini 2017’de Cumhurbaşkanlığı referandumu sonrasında yürüttüğümüz Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması’nın koronavirüs Salgını dönemine denk gelen üçüncüsü, her şeyin değiştiği ülkemizde değişmeyen bir şeyin de olduğunu gösterdi: Siyasal duygusal kutuplaşma.

Her üç araştırmada da vatandaşlarımızın kayda değer kısmının kendisine uzak gördüğü siyasal parti taraftarlarını “ötekileştirmekten” geri kalmadığı görülüyor. Çocuklarının “diğer” parti taraftarlarının çocuklarıyla oynamalarını, evlenmelerini istemeyenlerin oranı %70’ler dolayında dolaşırken; iş kurmak istemeyenlerin oranı da dörtte üçe dek erişebiliyor.

Siyasi parti taraftarları “vatansever”, “onurlu”, “zeki” ve “cömert” gibi sıfatları kendi partilerinin taraftarlarına layık görürken; “kibirli”, “zalim”, “bencil” ve “ikiyüzlü” sıfatlarını da diğer partinin taraftarları hak ediyorlar.

Bu kadarla da sınırlı kalmıyor; görüşülen kişilerin %33’ü ile %40’ı arasında değişen bir kısmı da diğer parti taraftarlarının doğal hakları olan yürüyüş, basın toplantısı düzenleyebilme ve siyasal pozisyonlara aday olabilme haklarının geri alınabileceği; yarısına yakını da telefonlarının dinlenebileceği görüşüne katılıyor.

Bütün bunları üst üste koyduğumuzda “diğer” parti taraftarlarını önce ötekileştirme, sonra da insandışılaştırma sürecinin başladığını görebiliyoruz ve birlikte yaşamamız gittikçe zorlaşıyor.

BİR ÇEŞİT SALGIN

Türkiye hep böyle bir ülke miydi, bilmiyoruz. 1950’lerde Halkçı ve Demokratların kahvelerini ayırdıklarını; 1970’lerde sağ ve sol arasında silahlı çatışmaların yaşandığını ve 1980’lerde birçok kişinin siyasi görüşleri nedeniyle işlerini kaybettiklerini ya da eğitimlerini yarıda bıraktıklarını biliyoruz. Ancak sözü geçen çatışmalar toplumun ne kadarını etkiliyordu; buna dair hatıralarımızdan başka bir kanıtımız yok; ülkenin “karanlık” yılları olarak bilinen 1990’larda dahi insanların kolaylıkla parti değiştirebildiklerini biliyoruz.

Oysa şu anda siyasal parti tercihleri kimliklere dönüşmüş durumda ve kimsenin partisinden kolay kolay vazgeçeceği yok gibi gözüküyor. Siyasal duygusal kutuplaşma, siyasal sekteryanizm ya da siyasal kabilecilik; hangi adı verirseniz verin, insanları birbirinden soğutan ve aralarına duvarlar ören bir salgın ülkeyi sarmış durumda.

SORUMLULARI BELLİ

Konuya ilişkin çalışmalarımız, vatandaşlarımızın içinde yaşadıkları bilgi ortamının da bu hastalıktan mustarip olduğunu gösteriyor. Her parti taraftarının kendisine ait bilgi aldığı haber bülteni ya da gazetesi var; doğal olarak kendi bilgi kaynaklarını tarafsız, diğer partililerin bilgi kaynaklarını taraflı buluyorlar.

Farklı bilgi kaynaklarından akan bilgiler, yakın çevremizin de bizimle aynı fikirde olmasından yararlanarak “bilgi şelalelerinde” çoğalıyor ve herkesin kendisine ait bir gerçeklik algısına sahip olmasına yol açıyor. Diğerinin fikrine aşina olmayınca da onunla ilk karşılaşmamızda da o fikri anlamaktan çok, reddetmeye, “hastalıklı” ya da  “tiksinti verici” bulmaya eğilim gösteriyoruz.

Bu fikrin sahibi de bizim için “münkir”, “sapkın” ya da “satılmış oluyor. Sosyal medya adını verdiğimiz Facebook ya da Twitter gibi platformlar da bu sorunu çözmekten çok katkıda bulunuyorlar; kendimize benzeyenlerle arkadaşlık edip, onları takip ediyoruz. O platformlarda geçirdiğimiz her dakikadan kar elde eden platform sahipleri de bu ortamı teşvik edip, hoşumuza giden haberleri önümüze çıkardıkları algoritmalarla kolaylaştırıyorlar.

İçinde yaşadığımız bu duygusal kutuplaşma ortamının kimin yüzünden olduğunu biliyoruz. Vatandaşların birbirlerine arkalarını döndükleri, diğerinin düşüncesini duyamadıkları ve aslında ortak bir kaderi paylaştıklarını kolayca unutabildikleri ortamı yaratan herkes bu durumdan sorumlu.

Her düzeyde iktidarlarını bu kutuplaşmış ortamda, ötekileştirici bir dil kullanarak taraftarları tek sıra arkalarına dizen siyasetçiler başta geliyor. Siyasal sistemi birlikte çalışabileceğimiz ve her sesin duyulabileceği bir imeceden; mutlaka birinin kazancının diğerinin kaybettiği bir dalaşa dönüştürenleri de bu listeye ekleyebiliriz.

Ana akım adını verdiğimiz, her siyasal görüşün kendisine yer bulabilmekle kalmadığı; diğer görüşe de aşina olabildiği medyanın yok olmasını alkışla karşılayanlar ve bundan istifade edenler de sorumlular listesinde yer almalı.

“Sözde” tartışma programlarında yer alıp, karşılıklı dizilip diğerinin sözünü dinleyip ona hak vermeden, sağır bir şekilde uzlaşmadan tartışan günümüz kanaat önderleri olmadan, bu liste tamamlanmış olmaz. En önemli sorumlu da, salgın hastalıkla damgalanmış günümüzün akışkan belirsizliğinde, incelikleri anlamak yerine liderinin ve takipçilerinin köşeli görüşlerine sarılan; gökkuşağının renk zenginliğine arkasını dönüp medyanın yansıttığı siyah/beyaz resme razı olan biz vatandaşlarız. 

Kendimize benzeyenlerle çevirdiğimiz yaşamımız, sosyal medyada beğenmeme, takibi bırakma ya da sessize alma gibi güçlerimiz sayesinde dışarıdaki kakofoniden çok uzak ve konforlu gözüküyor, bir o kadar da sahte.

ADIM ATMAK ZORUNDAYIZ

Bu siyasal duygusal kutuplaşmadan zararlı çıkan da biziz. Vatandaşları birbirlerine düşman eden bu sistemden beslenenler, sistemi değiştiremezler. O zaman iş başa düşüyor ve kendimizi mahkûm edildiğimiz bu pasif rolden kurtarıp kendi kaderimizin iplerini elimize almamız gerekiyor.

Küçük bir adım atarak başlayabilir, en azından bizi saran siyah/beyaz ikiliğinden kurtulmaya çalışabiliriz. Kendi bilgi ortamımızı sahte ve kutuplaştırıcı haberlerin akışından arındırabilir ve bilgi kaynaklarımızı çeşitlendirebiliriz.

Başka bir partiye oy verenin de bizimle benzer kaygılara sahip olduğunu ve yaşamdaki ortaklıklarımızın yanında farklılıklarımızın neredeyse gözle görülmeyecek kadar küçük ve önemsiz olduğunu kavrayabilir ve onun perspektifinden bakmayı hedefleyebiliriz. Bunu yapmalıyız.

Tıpkı salgının aramıza soktuğu fiziksel mesafe gibi, siyasetçilerin aramıza soktuğu sosyal mesafenin de sahte ve uçucu olduğunu fark edebiliriz, çocuklarımızın oynamaması ya da komşuluk yapmamamız için hiçbir gerçek neden yok.

Çünkü her geçen gün etrafımıza dikilen kuşku ve korku duvarları yükseliyor. Daha da önemlisi, bu adımları biz atmazsak; bizim için kimse atmayacak, çocuklarımız da bizim yaşadığımız bu ortamda yaşamaya mahkûm olacaklar.