Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet SALTIK

TTB Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi 56. sayı : KADIN EMEĞİ ve SAĞLIK

Dostlar,

TTB (Türk Tabipleri Birliği) tarafından uzun yıllardır yayımlanmakta olan

Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi’nin son (56.) sayısı:
KADIN EMEĞİ ve SAĞLIK

yayımlandı.. Ağırlıklı tema Kadın Emeği ve Sağlık..

Aşağıdaki erişkeden (linkten) bu sayıya erişilebilir.

http://www.ttb.org.tr/msg/images/files/dergi/56/56.pdf

Bizim de bilimsel danışmanlarından olduğumuz bu dergiye emek veren herkesi
saygı ve dostlukla selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
17 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ANKARA TIP 2016’ya MERHABA KOKTEYLİ


ANKARA TIP
2016’ya MERHABA KOKTEYLİ

1
İyi dileklerle başlayalım her şeye karşın…
Felsefeci Prof. İnam buyuruyor : UMUTSUZLUK AHLAKSIZLIKTIR!

Küreslleşen emperyalizm yenilip tarihin çöplüğüne atılmadıkça insanlığa rahat yok!

Sevgi ve saygı ile.
17 Aralık 2015, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Dr. Ebru Basa : GÖÇ YOLLARI

GÖÇ YOLLARI…

ebru basa

Dr. Ebru Basa
Ankara Tabip Odası Genel Sekreteri
HEKİM POSTASI, Aralık 2015
http://www.hekimpostasi.org.tr/2015/12/07/goc-yollari/ 

Suriye nüfusu emperyalist savaştan önce 22.4 milyonmuş. Savaşın başladığı 2011 yılından bugüne kadar Suriye halkının ağır kayıplar verdiğini, yaklaşık 200 bin kişinin savaş nedeniyle yaşamını kaybettiğini ve yüz binlercesinin de yaralandığını biliyoruz. Bu süre zarfında 6 ile 9 milyon arası Suriyeli yaşadığı şehri terk etmek ve yaklaşık 4 milyon Suriyeli de yaşamını sürdürebilmek için ülke dışına çıkmak bir başka deyişle “sığınmacı” olmak durumunda kaldı. Açıkçası yerinden edilen Suriyelilerin sayısının üç milyon gibi yaklaşık olarak ifade edilmesi bile aslında savaşın yarattığı kıyımın ve tahribatın büyüklüğü hakkında fikir verebiliyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) verilerine göre Suriye’den en fazla göç alan ülkeler -kabul ettikleri sığınmacı nüfusun yoğunluğuna göre-sırasıyla Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır. UNHCR verilerine göre bu beş ülke haricinde kalan Suriyeli sığınmacı sayısı 23 bin 468 ve bu da toplam sığınmacı sayısının yüzde 0.73’üne karşılık geliyor.

Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk toplu nüfus hareketi 29 Nisan 2011’de yani çatışmaların başlamasından 6 hafta sonra gerçekleşmiş. Antakya’nın Yayladağı ilçesindeki Cilvegözü sınır kapısından gerçekleşen bu ilk girişte 252 Suriyeli içeri alınmış ve Antakya’da geçici konaklamaları sağlanmış. Grup ilk çadır kent alanı olarak Yayladağ merkeze yerleştirilmiş ancak göçün devam etmesi üzerine 9 Haziran 2011’de Altınözü ve 12 Haziran 2011’de de Boynuyoğun çadır kentleri kurulmuş. Temmuz 2012’de henüz sığınmacı sayısı 45 bin iken dönemin Dışişleri Bakanı ve bugün yeni kabinenin de Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin kırmızı çizgisinin yüz bin kişi olabileceğini; sayının artması durumunda tampon bölge oluşturulabileceğini belirtmiş.

Bugün itibarıyla bu kırmızı çizgi çoktan aşılmış durumda. Bundan bir yıl kadar önce, 20 Aralık 2014’te Türkiye’deki sığınmacı sayısı 1 milyon 650 bine ulaşmıştı. AFAD’ın verdiği sayılara göre Türkiye’de yalnızca barınma merkezlerine (kamplara) yerleştirilen Suriyeli sayısı Eylül 2011’de 11 bin, Mart 2012’de 65 bin, Eylül 2012’de 133 bin, Mart 2013’te 173 bin, Kasım 2013’te 200 bin ve Haziran 2014’te 220 bine yükselmiş. 7 Kasım 2014 itibarı ile kamplarda yaşayan Suriyelilerin sayısı 218 bin 847’e ulaşmış. Barınma merkezlerinin sayısı 22 ve bu merkezler 13 ile dağılmış durumda. Kampların 6’sı konteyner-kent. Kapasiteleri 4850 ile 24 bin 53 kişiyi ağırlamaya elveriyor. Kampların barınma merkezi olarak adlandırılması Suriyelilerin Türkiye’deki statüsüyle yani “geçici koruma altında” kabul edilmeleriyle ilişkili.

Suriyelilerin kaldığı kamplardan Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı sorumlu. Çadır kentler Kızılay tarafından kurulmuş. Kampların koordinasyonu da Başbakanlık AFAD Başkanlığınca sağlanıyor. Göçmen sayısının önlenemeyen yükselişi bir kriz başlığına dönüştüğünden krizin yönetimi adına Başbakanlığa bağlı Suriyeli Sığınmacılar Genel Koordinatörlüğü oluşturulmuş . 20 Eylül 2012 tarihli Başbakanlık genelgesiyle de sığınmacılarla bağlantılı olarak kamu kurumlarını ilgilendiren her türlü konuda koordinasyon sorumluluğu Gaziantep’te görev yapan bir koordinatör Valiye verilmiş.

Suriyelilerin %87’sinin yaşamını kampların dışında sürdürdüğü biliniyor. Dönemin Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın açıkladığı kadarıyla kampların dışında yaşayan Suriyeliler Türkiye’deki 72 ile dağılmış durumda. En çok sayıda Suriyeli İstanbul’da yaşıyor; İstanbul’u Gaziantep, Antakya ve Şanlıurfa izliyor. Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Kastamonu, Sinop, Tunceli, Bayburt, Ardahan ve Iğdır’da Suriyeli sığınmacı bulunmadığı belirtilmiş.
Türkiye’deki Suriyeliler konusunda bir diğer önemli veri de sığınmacı nüfusun yarıdan fazlasının uluslararası mevzuata göre çocuk sayılanlardan oluşmasıdır. Kadın ve çocukların oranı toplam nüfusun dörtte üçüdür. Suriyeli sığınmacıların 1 milyon 450 bininin biyometrik kaydı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmiş.

Göçmen Hukukunda Mültecilik
Uluslararası hukuk bakımından sığınmacılar ve mülteciler konusundaki hukuksal zemin
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Konvansiyonu ve bunu tamamlayan 1967 protokolü. 2014 yılı itibarıyla 1951 sözleşmesine 144, 1967 Protokolüne
145 devlet taraf. Bu sözleşmeye göre:

Mülteci; ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen şahıstır.”

Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi sığınılan ülkedeki mevzuat ve statüden bağımsız olarak “bir zorunluluk nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan herkes” mülteci. Cenevre Konvansiyonunun ardından “yeni mülteci ortamlarının ortaya çıkması nedeniyle” 1967 Protokolü kabul edilmiş. Türkiye Cenevre Sözleşmesini iki önemli çekince belirterek imzalamış. Bu çekincelerden biri “ Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz” biçiminde.

Diğeri ise “coğrafi sınırlamaya” yönelik. Buna göre Türkiye Cenevre Sözleşmesindeki genel tanım yerine sadece Avrupa ülkelerinden, teknik ifadesiyle Avrupa Konseyine üye ülkelerden gelecek sığınmacıları mülteci (refugee) kabul etmekteyken Avrupa ülkeleri dışından gelenleri sığınmacı (asylum seeker) olarak tanımlamaktaydı. 2013 tarihli Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu çerçevesinde 22 Ekim 2014’te çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliği ile “sığınmacı” kavramı kaldırılmış, yerine “şartlı mülteci” , “ikincil koruma”, “geçici koruma” kavramlarıyla tanımlanan yeni statüler getirilmiştir.

Türkiye Bakanlar Kurulu’nun 1 Temmuz 1968 tarihli kararıyla 1967 Protokolüne katılmış ancak 1951 Sözleşmesine düşülen coğrafi çekinceyi aynen korumuştu. Bu nedenle Türkiye’nin asıl olarak muhatap olduğu Suriye, Irak, İran, Afganistan gibi Avrupa kıtası dışındaki ülkelerden gelenlerin Türkiye’de mültecilik statüsü alması bu coğrafi çekince kaldırılmadığı sürece söz konusu değildir.

Türkiye’nin bu çekincesine rağmen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘ne taraf olmuş bir ülke olarak gelen mültecileri kabul etme zorunluluğu bulunuyor. Kaldı ki halen sadece 4 ülkede ( Türkiye, Madagaskar, Kongo ve Monako) uygulanan “coğrafi çekince” ilkesinin teorik ve pratik bir anlamı da kalmamış durumda. İnsanlar zaten geliyor ve kalıyor.

Türkiye mülteciler hukuku bakımından 1951 ve 1967 düzenlemelerini “coğrafi kısıtlama” politikasından ayrılmadan esas almış ve bu düzenlemeler iç hukuktaki karşılığına ancak 2013 yılında kavuşturulmuş.
2013 yılında çıkartılan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) ile birlikte Türkiye’deki mevzuatta daha önce yer almayan bazı kavramlar kullanıma girmiştir. Yasa “mülteci”, “şartlı mülteci”, “ikincil koruma” ve “geçici koruma” terimlerini getirirken “sığınmacı” kavramından da vazgeçilmiş. Ancak yeni yasa coğrafi kısıtlılık bakımından bir öncekinden hiçbir fark taşımıyor. YUKK yasası kitlesel göç hareketleri konusunda “geçici koruma” ilkesinden hareket ediyor. Geçici Korumanın kapsamı ise bir yönetmelikle tarif edilmiş.

Geçici Koruma Yönetmeliği
6458 Sayılı YUKK’un 91.maddesinde tanımlanan Geçici Koruma’nın içeriği Bakanlar Kurulu tarafından bir yönetmelikle belirlenmiş. Yönetmelik 22 Ekim 2014’te Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş. Ancak yönetmelikte “geçici koruma” statüsünün süresi belirtilmemiş yanı sıra geçici koruma statüsünün başlangıç ve bitiş tarihlerini ve hangi bölgelerde kimler için geçerli olacağını belirleme yetkisinin Bakanlar Kuruluna bırakıldığı da vurgulanmış.

Bu yönetmelik kapsamında geçici koruma statüsünde işlem görecek ya da görmekte olan yabancılara yabancıya ait kimlik numarasını da içeren bir “Geçici Koruma Kimlik Belgesi” veriliyor. Yönetmelik coğrafi sınırlama ilkesini olduğu gibi muhafaza ederken göçmenler için hak tarif etmekten çok hizmet tanımlamış ve göçmenlerin bireysel başvuru haklarını da askıya almıştır. Dolayısıyla yönetmeliğe göre Suriye Arap Cumhuriyeti yurttaşları için:
“28 Nisan 2011 tarihinden itibaren Suriye Arap Cumhuriyetinde meydana gelen olaylar nedeniyle geçici koruma amacıyla Suriye Arap Cumhuriyetinden kitlesel veya bireysel olarak Türkiye sınırına gelen veya sınırları geçen Suriye vatandaşları ile vatansızlar ve mülteciler, uluslar arası koruma başvurusunda bulunmuş olsalar dahi geçici koruma altına alınacaklar.

Geçici korumanın uygulandığı süre içinde, bireysel uluslararası koruma başvuruları işleme konulmaz.” denilmektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin biyometrik fotoğraf ve kayıtlama işlemlerine ancak 2013’te başlanabilmiş. UNHCR’ın kayıtlama için özel olarak düzenlediği tırlarla Suriyeli nüfusun yüzde 87’si kayıt altına alınabilmiş. Kampların dışında yaşayan ve çeşitli nedenlerle kayıt olmaktan kaçınan ya da konudan habersiz olanlar için devletin kullandığı en önemli enstrüman sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanma olanağı. Kamplarda ikamet zaten bir kayıt zorunluluğu gerektiriyor. Kaydı yapılan göçmenlere bir kart veriliyor. Bu kartla -tıbbi bakım hizmeti dahil- kamp içinde ve dışındaki hizmetlere de çoğunlukla ücretsiz olarak erişilebiliyor.

Kayıt işlemleri halihazırda İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğünce yürütülüyor. Yabancıların fotoğrafları çekilip parmak izleri ve diğer bilgileri alınarak Emniyet Genel Müdürlüğünün veri tabanına işleniyor. Geçici Koruma Kimlik Belgesinde 9’la başlayan 11 haneli bir “yabancı kimlik numarası” yer alıyor. Geçici koruma statüsü için göçmenler yalnızca Türk makamları tarafından kayıt altına alınabiliyor, UNHCR Türkiye, Suriyelilerin kayıt ya da mülteci statüsü belirleme işlemlerini gerçekleştiremiyor. Bu şemsiyenin altına girildiği anda mülteciliğe bireysel olarak başvurma hakkı ortadan kalkıyor. Suriyelilerin kayıt altına alınma konusunda gösterdikleri direnç esasen üçüncü ülkelere gitmenin kayıt altına alınmayla birlikte yasal olarak da engellenmiş olmasından kaynaklanıyor.

Sığınmacıların Türkiye’de çalışabilmeleri 4817 Sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun hükümlerine bağlı. Çalışma Bakanlığı yetkilileri Türkiye’de bulunan 1.6 milyon Suriyelinin içinde 300 bin civarında çalışabilecek kişi bulunduğunu öngörmüş. TÜİK’in 2013’te açıkladığı verilere göre istihdam yaparak “iş piyasasını büyüten” üç il Suriyeli sığınmacıların en yüksek oranda bulunduğu Gaziantep, Adıyaman ve Kilis. Bölgede işsizliğin en düşük oranda saptandığı iller de bunlar.

Suriyeliler eğitim hizmetlerinden nasıl yararlanıyor?
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın 16 Ekim 2014’te yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 150 bin civarında Suriyeli öğrenci eğitim görüyor. Kampların dışında yaşayan ancak pasaportla giriş yapan ve bu çerçevede ikamet izinleri olan okul çağındaki Suriyeliler, eğer Türkçe biliyorlarsa devlet okullarına kayıt yaptırabiliyor. İkamet izni olmayanlara da Türkçe bilmeleri halinde resmi kayıtları olmadan okula misafir statüsünde devam edebilme imkanı tanınmış. Yerel makamlarca ya da STK’lar tarafından desteklenen gönüllü Suriyeli öğretmenlerin çalıştığı resmi olmayan okullar da açılmış. Türkiye’de 2014 yılına kadar Suriyeliler tarafından kurulan 60’dan fazla STK mevcut. Eğitimle ilgili olanların arasında en çok dikkat çeken “rejim muhalifi” bir STK; Suriye Eğitim Komisyonu. Suriye Eğitim Komisyonu Suriye müfredatından Suriye Arap Cumhuriyeti Devlet Başkanı Beşar Esad’ı öven ifadelerin ayıklanması ve bir nevi Suriye tarihinin yeniden yazımı işlevini üstlenmiş durumda.

Suriyeliler sağlık hizmetlerinden nasıl yararlanıyor?
Nisan 2011-Ocak 2013 tarihleri arasında sağlık hizmetlerine yalnızca kamplarda barınan Suriyeliler ücretsiz olarak erişebilmekteyken bu hak bugün kamp dışında kalan bölge illerindeki Suriyelilere de tanınmış durumda.
AFAD verilerine göre 17 Temmuz 2014 itibarıyla barınma merkezlerindeki sağlık merkezlerinde 62 bin 216 ameliyat gerçekleştirilmiş, 18 bin 764 doğum yaptırılmış, 3.7 milyon kez poliklinik hizmeti verilmiş. Türkiye’deki Suriyelilerin yalnızca yüzde 13’ünün yaşadığı kamplarda günde ortalama 16.6 bebeğin doğduğu anlaşılıyor. Kamp dışında kalanlar toplam nüfusa oranlandığında ise günde ortalama 80 bebeğin dünyaya geldiği anlaşılıyor. Bu hesaba göre altmış bini aşkın Suriyeli bebek Türkiye’de doğmuş.

AFAD’ın 18 Ocak 2013 tarihli genelgesiyle kampların dışında yaşayan Suriyelilerin sağlık merkezlerine gidebilmeleri sağlanmış ve önleyici ya da temel sağlık hizmetini kapsayan tedavi masraflarının AFAD tarafından karşılanması da esasa bağlanmış. İlaçların karşılanmasında ise genel tutum Suriyeli sığınmacıların ilaç masraflarının yüzde 20’sinin karşılanması doğrultusundadır.

Çocuklar ne durumda??
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin ilk maddesinde “çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır” deniyor. Çocukların yetişkinlerden farklı olarak hem Türkiye’nin taraf olduğu başta BM Çocuk Hakları Sözleşmesi olmak üzere uluslararası anlaşmalardan doğan ve hem de ulusal çocuk koruma mevzuatından gelen hakları var. Türkiye’ye sığınmacı olarak gelen Suriyeliler içinde BM sözleşmesine göre çocuk yaştakilerin oranı yüzde 53.3. UNİCEF ve UNHCR verilerine göre Suriye’de savaşın üçüncü yılında ülkeden kaçmak zorunda kalan çocuk sayısı ise 1 milyon.

Vatansızlık
BM Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme (28 Eylül 1954) ve Vatansızlığın Azaltılması Konusunda Sözleşme (30 Ağustos 1961)’lerin her ikisi de TC devleti tarafından onaylanmamış. Ancak Türkiye’de tabiiyetine bakılmaksızın tüm çocuklara koruma sağlanması 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunuyla mümkün olabiliyor 16 Aralık 2013’te imzalanan Geri Kabul Anlaşmasına göre Türkiye, bir AB ülkesine legal koşullarda giren, ikamet eden ve çalışan ancak bu koşulları artık sağlamadığı fark edilen yurttaşlarını geri kabul etme yükümlülüğü altına girmek durumunda kalmıştı. Aynı durum, Türkiye’den transit geçerken uygun kabul koşullarını taşıyan ama AB ülkelerindeki legal konumlarını artık sağlayamayan üçüncü ülke yurttaşları veya vatansız kişiler için de geçerlilik taşıyor.

Ben Senin Tampon Olabilme İhtimalini Sevdim ya da Alman Emperyalizmi
Bizi Neden Öptü?

30 Kasım 2015’te imzalanan Brüksel Anlaşmasıyla birlikte bu içeriğin güncel karşılığı halihazırda kimisi yerli ve milli kimisi Suriyeli patronların emri altında kayıt ve insanlık dışı koşullarda güvencesiz çalışan binlerce göçmene binlerce yenisinin daha eklenmesi olacak.
Bu Anlaşmayla birlikte Türkiye’nin de taraf olduğu BM Temel İnsan Hakları Sözleşmeleri ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme bakımından ağır hak ihlallerinin yaşanacağı açık. AKP iktidarının attığı imza ile Türkiye AB ülkeleri üzerinden gelecek göç dalgalarını soğurmak durumunda kalacak. Doğu ve Güneydoğu Anadolu için öngörülen tampon bölge olma ihtimali artık ülkenin bütünü için kuvvetle olası. Avrupalı emperyalistlerin her zaman önemser göründüğü anti-demokratik uygulamalar göçmen sorununun 3 milyar Avro muhayyer bedelle Türkiye’ye transfer edilmesi karşılığında unutulmuş görünüyor. Bu yıl Avrupa ülkelerine varabilmiş olan 900 bin göçmen bir yıl içinde Geri Kabul Anlaşmasının tümüyle
uygulanması ile Türkiye’ye dönecek. Brüksel’deki anlaşmanın fiili sonucu Türkiye’nin dış sınırlarının Avrupa Birliği sınırları haline gelmiş olması. Vize serbestisi sayesinde Kavala’da frappe içmenin karşılığı 2 milyon yeni mültecinin işgücü piyasasına eklemlenmesi olacak. Prusya saraylarından boy vermiş Alman emperyalizmi seçimden hemen önce tahttan bozma o sakalette boşuna kırıtmamış.

Gerisini de yaşayıp göreceğiz.

===========================================

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası’nın Genel Yazmanı değerli meslektaşımız
Dr. Ebru Basa‘nın nefis bir yazısını paylaşmak istiyoruz. Dr. Basa’nın bu yakıcı sorunu içselleştirdiği ve epey bilgi birikimi sağladığı rahatlıkla görülüyor.. Biraz uzunca ama yeterli ayrıntıya yer verince de böyle oluyor.. Sabırla okunmalı..

Biz uzatmayalım ama eklemek isteriz ki, “Güncel Hukuk” adlı aylık derginin Ekim 2015 sayısı büyük ölçüde mülteciler sorununa ayrılmış..

Bir önemli makale de RT Erdoğan’ın habire dava açtığı TCY’nın CB’na hakretle ilgili 299. maddesi işleniyor ki mutlaka okunmalı.. Gerçekte bu maddenin hukuksal olarak ilga edildiği, yürürlüğünün olmadığı 2 uzman hukuk akademisyenince çok doyurucu biçimde işleniyor..

Dr. Basa yazısını çok çarpıcı ve usta bir söylemle bağlıyor:

“Vize serbestisi sayesinde Kavala’da frappe içmenin karşılığı 2 milyon yeni mültecinin işgücü piyasasına eklemlenmesi olacak. Prusya saraylarından boy vermiş Alman emperyalizmi seçimden hemen önce tahttan bozma o sakalette boşuna kırıtmamış.
Gerisini de yaşayıp göreceğiz.”

Sevgi ve saygı ile.
14 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yazının 5 sayfalık pdf biçimi için tıklayınız..
GOC_YOLLARI_Ebru_Basa

Alzheimer hastalarının yakınlarına yaşamı kolaylaştıran 10 öneri

 

Alzheimer hastalarının yakınlarına
yaşamı kolaylaştıran 10 öneri

Acıbadem Bursa Hastanesi Nöroloji Kliniği’nden Doç. Dr. F.Çiğdem Doğulu,
Alzheimer hastalığının, 65 yaş ve üstü kişilerde en sık görülen bunama nedeni olduğunu söyledi. 65 yaş üstü her 5 yaş dilimi için Alzheimer hastası oranının 2 katına çıktığını kaydetti.
www.cumhuriyet.com.tr, 08 Aralık 2015

[Haber görseli]

Doç. Dr. F.Çiğdem Doğulu, hastalıkla ilgili şu bilgileri verdi:

Bellek ve düşünme yeteneğini yavaşça harap eden ilerleyici bir beyin hastalığıdır,
her ne kadar AH gelişme riski yaşla birlikte artmakta ise de AH normal yaşlanmanın bir parçası değildir. Beyinde bir akson ve birçok dendrite sahip milyarlarca nöron vardır.
Sağlıklı kalabilmek için, nöronlar birbirleri ile ilişki içindedirler, metabolizmayı sağlayıp kendilerini onarırlar. Alzheimer hastalığı (AH) bu görevlerin tümünü bozar.”

HASTALIĞIN BELİRTİLERİ NELERDİR?

Hastalığın ilk belirtisinin bellek bozukluğu olduğuna dikkat çeken Dr. Doğulu,
şunları dile getirdi:

Para kullanmada bozukluk,
yargılamada zayıflama,
ruh durumu değişiklikleri,
endişede artma.. başlangıç bulgularıdır.

Hastalık ilerledikçe bellek bozukluğu artar, kişileri tanımada sorunlar, lisan ve düşüncede güçlük, huzursuzluk, ajitasyon, amaçsızca gezinme, yinelenen cümleler tabloya eklenir. Hastalığın şiddetlendiği dönemde ise hastalar bakımları için tümüyle başkalarına bağımlı duruma gelirler. Kilo kaybı, nöbetler, deri enfeksiyonları, inleme, homurtu, artmış uyku,
mesane ve bağırsak denetiminin yitirilmesi izlenir.”

HASTA YAKINLARINA ÖNERİLER

Dr. Doğulu, hasta yakınları için şu 10 öneride bulundu:

1- Bellek bozukluğuna karşı notlarla yardımcı olun:

Hastalar uzak geçmişi ayrıntılı olarak hatırlarken, birkaç dakika önce gelişen olayları anımsamakta zorluk çekerler. Ancak ileri dönemlerde uzak geçmişle ilgili ayrıntılar da
yavaş yavaş silinmeye başlar. Hastalığın erken evrelerinde ortaya çıkan bellek bozuklukları ile baş edebilmek amacı ile liste, not, takvim gibi anımsatıcılar kullanılabilir ancak ileri dönemlerde hasta artık bu katkılardan yararlanamaz duruma gelir.

2-İletişimde basit ve kısa cümleler kurun:

Alzheimer hastası ile konuşurken basit kelimeler ve kısa cümleler kullanılmalı, ses tonu hafif ve nazik olmalıdır. AH olan bir kişiyle çocuk gibi ya da o orada yokmuş gibi konuşulmamalıdır. Yanıt vermesi için yeterli süre tanınmalı, yanıtlarken onu kesmemeye çalışılmalıdır.
Eğer AH olan kişi bir kelimeyi ya da sonucu ifade etmekte zorlanıyorsa,
yavaşca aradığı kelimeyi ona hatırlatılmalıdır

3-Aktivite sırasında öfke krizlerine hazırlıklı olun:

Kişinin daha önceki yeteneklerini göze alarak planlanmış, basit aktiviteler en uygunu olacaktır. Çok fazla beklenti olmamalıdır.

4-Kendi kendine giyinmesine sabır gösterin:

AH olan bir kişi için giyinmek pek çok zorluğu bir araya getirmektedir. Ne giyileceğinin seçilmesi, giysilerin giyilmesi veya çıkarılması, düğmeler ve fermuarla başa çıkmak bunların içindedir. Kişinin günün aynı saatlerinde giyinmesini sağlayarak bunu günlük rutinin bir parçası haline getirmeye çalışılmalıdır. Kişi kendi kendine giyinmesi konusunda cesaretlendirilmeli, yeterli süre tanınmalıdır.

5-Yemeği sınırlı sayıda ve küçük porsiyonlarla verin:

Yemek yemek de bir sorun olabilir. Kimi hastalar sürekli yemek isterken kimilerinin de
iyi bir besin alımı için desteklenmesi gerekebilir. Yemek için sakin bir ortam oluşturulmalıdır. Yemek sınırlı sayıda çeşit ve küçük porsiyonlar halinde sunulmalıdır.
Pipetler ve kapaklı fincanlar içimi kolaylaştıracaktır.

6-Her gün banyo yaptırmayın, arada ıslak süngerle temizleyin:

Kimi hastalar banyo yapmaktan korkup, agresyon gösterebilmektedir. Banyo işi kişinin en sakin ve iletişim kurulabilir olduğu dönemde planlanmalıdır. Güvenlik konusunda dikkatli olunmalı ve hasta banyoda tek başına bırakılmamalıdır. Her gün banyo yaptırmak yerine aralarda süngerle silerek de temizlik sağlanabilir.

7-Hastanın tuvalet rutini oluşturulmalı:

Hastalık ilerledikçe AH mesane ve bağırsak denetimi ile ilgili sorunlar yaşayabilir.
Kimi kez inkontinans başka bir fiziksel rahatsızlığa bağlı olarak da ortaya çıkabileceği için mutlaka doktoru ile bu konuda görüşülmelidir. Hastayı tuvalete götürmek için bir rutin oluşturulmalı ve buna olanak olduğunca bağlı kalmaya çalışılmalıdır.
(Her 3 saatte bir yinelemek gibi..).

8-Uyuyabilmesi için sakın ve huzurlu bir ortam oluşturun:

AH olan birçok kişi ve yakınları için geceler zor geçebilmektedir. Hastayı yatağa götürmek ve uyumasını sağlamak için kimi planlamalar gerekebilmektedir. Uykuyu destekleyecek sakin ve huzurlu bir ortam oluşturmaya çalışılmalıdır. Akşamları hep aynı saatte yatması sağlanmalıdır. Gün içinde egzersiz desteklenmeli ve ufak şekerlemeler engellenmeye çalışılmalıdır.
Günün ileri saatlerinde kafein alımı engellenmelidir. Eğer hasta korkuyor ve dezoryante ise yatak odası, hol ya da banyonun ışığı açık bırakılmalıdır.

9-Hasta sanrı ve halüsinasyon görebilir, önlem alın:

Halüsinasyonlar kişinin olmayan bir şey görmesi, işitmesi, koklaması veya hissetmesidir. Delüzyon ise hastanın ikna edilemediği yanlış düşünceleridir. Kimi krz halüsinasyonlar ve delüzyonlar fiziksel bir hastalığın da belirtisi olabilmektedir. Bu yüzden bu durumu mutlaka doktoru ile paylaşınız. Hastayla gördüğü ya da işittiği şey konusunda tartışılmamalıdır.
Kişinin ilgisi başka bir konuya çekilmeye çalışılmalıdır. Televizyonda rahatsız edici ve
şiddet içerikli bir program varsa kapatılmalıdır.

10-Gezinmelere karşı kapıları kilitli tutun:

Kimi kez Alzheimer hastalarının evden uzaklaşma ve gezinme gibi eğilimleri olabilmektedir. Kişinin bir kimlik taşıması ve bunun medikal bilgi de içermesi hasta kaybolduğunda hastayı bulanlara yardımcı olabilmektedir. Kapıların kilitli tutulması ve hastanın alışkın olduğu
kilidi açabildiği durumda ek kilit uygulaması yardımcı olacaktır. İçeride ya da dışarıda
tehlike yaratabilecek eşyalar ortadan kaldırılmalıdır.

====================================

Dostlar,

Bu site bir “TIP ve AYDINLANMA” sitesi..
Ancak Türkiye’nin yoğun ve yakıcı gündemi nedeniyle politik nitelikli Aydınlanma yazıları ister istemez ağırlık taşıyor..

Alzheimer hastalığı (AH), yaşlanan nüfusla birlikte giderek artan bir önem kazanıyor..
65+ yaşta görülme sıklığı artarak hızlanıyor. Tüm AH olgularının yalnızca %5’i 65- yaşlarda.
2014 sonu verileriyle Türkiye’de 65+ nüfus %8’lere yaklaşmıştır.
77,7 milyon nüfusta 6,22 milyona varan yaşlımız (65+ yaş) söz konusudur.
Dünya Sağlık Örgütü‘nün (DSÖ) kestirimlerine göre ülkemizde yarım milyon dolayında
AH vardır. Bu ciddi bir hastalık yüküdür (Disease burden – DALY).

DSÖ, dünya genelinde 44 milyon AH olabileceğini kestirmektedir. Türkiye Dünya nüfusunun %1,1’ine sahip olup, toplam Küresel hasta sayısının da yaklaşık bu oranını yüklenniştir.

Küresel gelirin %1’ine denk düşen 600+ milyar Dolar kaynak AH için tüketilmektedir.
(http://www.alzheimers.net/resources/alzheimers-statistics/, 13.12.15)

ABD’de “Alzheimers.net” adlı web sitede AH ile savaşmak için 7 öneri getirilmektedir:

(http://www.alzheimers.net/2013-09-18/stop-alzheimers-infographic/)

Alüminyum önemli bir risk etmeni..
Başta içeme suları olmak üzere kullanımını iyice denetlemek gerek.
Önceki yıl önce Ankara şebeke suyunda Aluminyum düzeyi öngörülen üst sınırın 4 katını bulmuştu. Bu sorun ciddi boyutludur ve hangi nedenle olursa olsun izin verilemez,
mutlak biçimde önlenmesi gerekir. 

İçme-Kullanma sularının kalitesi, 17.02.2005 tarihli ve 25730 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik” kurallarına göre denetlenmektedir. Bu Yönetmelikte alüminyum için belirlenen sınır değer
200 µg/L‘dir.
 Sorunu 31.07.2013 günü sitemizde yayımladığımız yazıda irdelemiştik :

ANKARA ŞEBEKE SUYUNDA YÜKSEK ALÜMİNYUM!

(http://ahmetsaltik.net/2013/07/31/ankara-sebeke-suyunda-yuksek-aluminyum/)

Kanuni Sultan Süleyman‘ın 1564’te Zigetvar seferinde çadırında sancılandığı ve appendiksinin iltihaplanması (appendisit) sonucu bağırsak delinmesi – sepsis yüzünden öldüğü bilinir.
Kanuni, çok şiddetli ızdırap çekerken ağzından iyi bilinen şu dizeler dökülmüştür :

  • Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi,
    Olmaya Devlet Cihanda bir nefes Devlet gibi..

Ancak bu dizeler çoook geç söylenniştir ve koruyucu sağlık hizmetlerine bir gönderme yapmamaktadır. Kanuni, gelip çatan hastalığına çare – tedavi aramaktadır.

Aslolan sağlığın korunması, KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİDİR..
Türkiye bu yakıcı olgunun ne denli ayrımında acaba??

Alzheimer‘dan sınırlı korunma önlemleri yukarıdaki kutudadır..
Ya da erken tanı.. Tanı alan olgunun iyi yönetimi..  (Üzgünüz, İngilizce..)
Şimdilik elden gelen bu..
Genetik tanı ve onarım,
Prof. Sancar’ın Nobel aldığı konuda, DNA zedelenmesi ve onarımı yolları..
artık bilindiğine göre; çok uzak değildir diye ummaktayız..

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Çapa giderse, geri dönemez!

Çapa giderse; geri dönemez!

Çapa’daki İstanbul Tıp Fakültesi üyeleri hastane binasının yerinde yenilenmesini istedi.

Türkiye’nin iki dev hastanesi, Çapa’daki İstanbul Üniversitesi (İÜ) Tıp Fakültesi (İTF) ile Cerrahpaşa Tıp Fakültesi (CTF) hastanelerinin fiziksel altyapı olarak yetersiz kaldığı,
depreme dayanıksız olduğu, hasta ve çalışan güvenliği açısından ciddi riskler taşıdığı gerekçeleriyle yıkılıp yeniden yapılacağı konuşuluyor.
İddialara göre, CTF binası yerinde yıkılıp yapılacak.

Çapa ise Sultangazi’de Sağlık Bakanlığı tarafından yapılmakta olan devlet hastanesi binasına taşınacak. 10 gün kadar önce Diş Hekimliği Fakültesi Dekanlığı’nın Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Anabilim Dalı’na gönderdiği taşınılacak adresi doğrular nitelikteki yazı tartışmayı yeniden gündeme getirdi.

Prof. Tükel: Bağımsızlık gider

Çapa ve Cerrahpaşa hastaneleri ile ilgili bir grup akademisyen bir araya gelerek gazetemize değerlendirmelerde bulundu. İ.Ü. Demokratik Üniversite Girişim adına açıklama yapan
Prof. Dr. Raşit Tükel, söz konusu yazıda Sultangazi Belediyesi ile yapılan görüşmelerden
söz edildiğini belirterek,

  • İTF hastanesinin oraya taşınması demek, Sağlık Bakanlığı ile İ.Ü. arasında bir protokol yapılması anlamına gelir. Protokol yapıldığında İTF Hastanesi, Sağlık Bakanlığı’nın bağlı olduğu mevzuata uygun olarak işletilmeye başlıyor ve Kamu Hastaneleri Birliği’ne
    dahil oluyor. diyor.

Bu durumda üniversitenin özerk yapısını yitireceğini vurgulayan Tükel, İTF Hastanesinin Bakanlıkça atanan başhekim tarafından yönetileceğini, yönetici görevlendirmelerin de
Kamu Hastaneleri Birliği mevzuatı çerçevesinde (AS: 663 sayılı Yasa Gücünde Kararname ile) yapılacağını belirtiyor. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin de binası yıkıldığında
geri döneceği belirtilerek taşındığını ancak yıllardır bunun gerçekleşmediğini anımsatan Tükel,

“Eğer İTF taşınırsa, Çapa’ya geri döneceğimizi düşünmüyoruz.” diyor.

İTF’nin de CTF’nin de yıkılıp yerinde yapılması gerektiği görüşünde olduklarını kaydeden Tükel, şöyle devam ediyor:

“Yerinde yapılanma sürecinde CTF ve İTF’nin işbirliği içinde, gerekirse mekânlarını
ortak kullanarak, gerekirse prefabrik binalarla hizmet vererek faaliyetlerini sürdürmesinden yanayız. İTF Çapa’dan gittiğinde, buraların kimler tarafından, ne için kullanılacağı da belirsiz.
CTF 170 dönüm, İTF ise 110 dönüm alan üzerine kurulu.
Taşınma durumunda çok değerli olan bu alanların rant amacıyla kullanılması riski gündeme geliyor. Geçen aylarda, 120 İTF öğretim üyesi, hastanelerimizin taşınmasıyla ilgili konuları konuşmak üzere Akademik Kurul toplanması talebimizi birer dilekçeyle Dekanlığa ilettik, ancak bir yanıt alamadık. Üniversitenin geleceğine ilişkin önemli kararlar, üniversite öğretim görevlileri, öğrencileri ve çalışanları ile görüşülmeden alınıyor.”

Prof. Eker: İyi niyetli değil

İTF Çocuk Hastalıkları Bölümü’nden Prof. Dr. Rukiye Eker ise akademisyenlerin ve öğrencilerin geleceklerinden endişeli olduğunu belirterek “İTF’nin Sultangazi Hastanesi ile birleştirilmesi niyetinin olduğunu düşünüyorum. Böyle olursa üniversite özerk ve bağımsız yapısını kaybeder.” diyor. (AS: Prof. Eker sınıf arkadaşımızdır; 1977 mezunlarıyız..)

Fakülte yok olur!

İÜ Tıp Fakültesi Kardiyoloji Prof. Dr. Taner Gören:

  • İTF, bütün Türkiye tıbbının kaynağı olan bir fakülte. Bütün dünya ülkelerine baktığımızda ülkeler kendi öz değerlerini korumak, onların yok olmasını engellemek için inanılmaz çaba
    sarf ederken biz böyle bir kurumu yok etme noktasına geldik. Tıp fakültesinin bu şekilde taşınması, İTF’nin yok olması anlamına gelir. Bu durumdan hem nitelikli hekimlik uygulamaları, hem de hekimler ve uzmanların yetiştirildiği tıp eğitimi ciddi olarak etkilenecek.

Tüm zorluklara hazırız

CTF İç Hastalıkları Anabilim Dalından Prof. Dr. Huri Özdoğan:

“Üniversite hastanelerimizin akıbeti konusunda ciddi endişelerimiz ve kaygılarımız var.
Böylesi önemli bir kararlarda akademisyenlerin bilgilendirilmesi, görüşlerinin alınması gerekir. Çözüm önerileri birlikte oluşturulabilir. İÜ Öğretim üyeleri bir zorluk varsa
bunu göğüslemeye hazır.”

Tıp eğitimi etkilenir

İstanbul Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu’nda Beyza Sayın:

“Tıp fakülteleri sadece hasta bakılan yerler değildir. Bu fakültelerde eğitim ve öğretim de veriliyor. Hastanelerin taşınması tıp fakültelerinin eğitim ve öğretim ayağının yok olacağı
ortamı da hazırlar. Entegre eğitim sekteye uğrar.”

(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/saglik/446931/Capa_giderse__geri_donemez.html, 12.12.2015)

============================================

Dostlar,

Bu sorunu sitemizde daha önce de işledik (23 Haziran 2015)..

  • “..Gerek İstanbul Tıp Fakültesi, gerekse Cerrahpaşa Tıp Fakültesi iktidar tarafından hedefe oturtulmuştur. Bilerek ve isteyerek çökertme operasyonu uygulanmaktadır. Bu 2 özerk
    ve güçlü devasa sağlık ve bilim kurumu, hastanelerinden yoksun bırakılarak şehir hastaneleri ile affiliye edilerek bitirilmek istenmektedir. Çok değerli arsaları da talan edilecektir.
    Üniversite özerkliği iyice bitirilecektir. 2. sıradan atanan hekim olmayan rektörün asıl görevi budur. Trilyonluk rantlar yandaşlara peş keş çekilecektir. İstanbul Tıp Fakültesi’nin depremde hasar gören Çocuk Kliniği yıllardır -kasten- yaptırılmamaktadır! 1. sırada rektörlük seçimini kazanan, 2. adaya en az 300 oy fark atarak 1200’leri aşan oy alan İstanbul Tıp Fakültesi’nden Psikiyatri Profesörü Raşit Tükel, gerçekte bu yüzden Bay RTE tarafından atanmamıştır.”
    (http://ahmetsaltik.net/2015/06/23/cerrahpasa-tip-fakultesine-odene-yok-kaynaklar-nerede/)

Beş ay kadar önce yazdıklarımızın bir bölümü yukarıda..

Şimdiki hekim olmayan Rektörden önceki Prof. Yunus Söylet, AKP’ye çoooook yakın olmakla birlikte, mezun olduğu İstanbul Tıp Fakültesi’ne (ve de yavrusu Cerrahpaşa’ya) ister istemez sahip çıkmıştı. AKP’nin ve rant avcılarının daha çok sabrının kalmadığı anlaşılıyor!..

İstanbul’un ortasında 110 + 170 dönüm 2 muazzam parsel artık peş keş çekilecek ve “ilgililerine” milyarlar kazandıracaktır.. Çook gecikilmiştir!

Bu doymaz rant iştahı nasıl frenlenebilir? Bu ne biçim bir terbiye ve kültürdür?
Bu adamlar  – kadınlar nerdede yetiş(tiril)miştir?

Vahşi kapitalizm insanları dinden – imandan dahi çıkararak ahlaksal bakımdan ve
değerleri üzerinden tanınmaz cüruflara döndürebilmektedir!

Ne var ki, metamorfoza uğrayarak insanlıktan çıkan bu zevat;
ülkeye, kurumlarına, değerlerine… dönüşümsüz büyük zarar veriyor.

Bu gidişin durudurulması gerek..
Yararı var mı AKP’yi bu gecikmiş ve agressifleşmiş iştahından vazgeçmeye çağırmanın?

Kapsamlı bir örgütlenme ve planlamaya gerek var bu ağır ve ciddi salvoyu savuşturmak için.
İÜTF ve İÜCTF mezunları (Mezunlar Dernekleri) de katılarak, TBMM’de
Muhalefet Partileri ziyaret edilerek kamuoyu oluşturulmaya çabalanmalıdır.

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Türkiye tıbının anasıdır.
(Biz de Hacettepe’de ilk 2 yıldan sonra bu Fakülte’ye geçerek 1977’de mezun olmuştuk..)
Bütün Tıp Fakülteleri İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi‘nden doğmuştur.
Çoook köklü ve nitelikli, tarih kokan bir eğitim – araştırma – sağlık kurumudur.

1999 depreminde hasar gören binalarının hala onarılıp – yenilenmemesi ayıptır!
Çocuk kliniği binasının yıllardır kullanım dışı kalması yüz kızartıcıdır..

Bu 2 muazzam Tıp Fakültesi’nin birkaç yıl içinde hızla kendi arazilerinde yenilenmemesi
halka karşı suçtur ve sorumlusu AKP iktidarıdır! Tek başına iktidarında 14. yılına giren
bu siyasal anlayış, 14 yılda 2 Trilyon Doları aşkın muazzam bir kaynak kullanmıştır.
Kaçak Saray için birkaç milyar dolar harcandığını dünya alem biliyor..
Son derece lüks -şataftlı bu Kaçak Saray yarı fiyatına mal edilseydi, kalan 2,5 – 3 milyar Dolar ile her 2 fakülte çağdaş binalara ve yenilenmiş donanıma rahatlıkla kavuşturulabilirdi.

Bu 2 tıp fakültesinin AKP iktidarınca kasten yaratılan ve sürdürülen yoksunlukları nedeniyle gerekli – nitelikli sağlık hizmetine erişemeyerek sağlığını ve yaşamını yitirenlerin
vebal ve günahı, hiç kuşku yok, AKP yetkililerinin boynundadır.
Necip halkımız keşke bu acı gerçekleri zamanında fark edebilse?!..

*****
NOBEL Ödüllü Prof. Aziz Sancar bu seçkin Fakülte’nin mezunudur..

Kıymayın efediler, yapmayın efendiler; sizi tarih bağışlamaz, çocuklarınız bile!
Kul hakkı yiyorsunuz; Tanrı bile bağışla(ya)maz!

Sevgi ve saygı ile.
12 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

WORLD AIDS DAY 2015

Dostlar,

Bu gün biraz Türkiye’nin boğucu gündeminden kaçalım ve Dünya HIV / AIDS Günü olması nedeniyle konuyu işleyelim.

Bu amaçla Sağlık Bakanlığı’nın basın açıklamasını gün içinde sitemizde size sunmuştuk.
Yorum ve katkılarımızı da ekleyerek; hep yapmaya çabaladığımız gibi..

Bu kez BM’in AIDS sorunu ile ilgili özel birimi olan UNAIDS’in web sitesinden 2 ileti aktarmak istiyoruz. İlki BM Genel Sekreter Ban Ki-moon‘dan.

Hemen ardındaki de BM’nin AIDS Programı Yürütücüsü Michel Sidibé‘nin demeci..

Hoşgörülürse çeviri de yapmayacağız..
Bu sitenin ziyaret edilmesini ve görseller dahil iletilerin incelenmesini öneririz

Daha alacak çok yol var.

Bir nokta önemli :
Klasik HIV/AIDS korunma yöntemlerine itirazımız yok yerindedir.
Bir önemli nokta, yeryüzünün beslenme sorununun çözümüdür..

600 milyonu aşan AÇ insanın AÇLIĞINA SON VERMEKTİR..

Çünkü HIV / AIDS fırsatçı (oportünistk) bir enfeksiyondur.
Bağışık sistem yeterli – dengeli beslenme üzerinden yeterinde güçlü olursa, HIV (virüs) alınsa da uzun yıllar latent (saklı, uykuda..) kalarak hastalık tablosuna (AIDS) dönüşmeyebilir.

Ya da klinik AIDS tablosu gelişse bile yavaş ve ılımlı ilerler vs.

Bu bakımdan, Küresel emperyalizmin ve yabanıl vahşi) sömürünün ürünü olan kabul edilemez boyutlardaki YOKSULLUĞU çözecek Küresel Programlara gereksinim vardır..

Sevgi ve saygı ile.
01 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com 

WORLD AIDS DAY 2015

UNITED NATIONS –  NATIONS UNIES
THE SECRETARY-GENERAL

MESSAGE ON WORLD AIDS DAY 1 December 2015

This year, we mark World AIDS Day with new hope. I applaud the staunch advocacy of activists. I commend the persistent efforts of health workers. And I pay tribute to the principled stance of human rights defenders and the courage of all those who have joined forces to fight for global progress against the disease. World leaders have unanimously committed to ending the AIDS epidemic by 2030 as part of the Sustainable Development Goals adopted in September. This commitment reflects the power of solidarity to forge, from a destructive disease, one of the most inclusive movements in modern history. We have a lot to learn from the AIDS response. One by one people stood up for science, human rights and the empowerment of all those living with HIV. And this is how we will end the epidemic: by moving forward together. The window of opportunity to act is closing. That is why
I am calling for a Fast Track approach to front-load investments and close the gap between needs and services. To break the epidemic and prevent it from rebounding, we must act on all fronts. We need to more than double the number of people on life-changing treatment to reach all 37 million of those living with HIV. We need to provide adolescent girls and young women with access to education and real options to protect themselves from HIV. And we need to provide key populations with full access to services delivered with dignity and respect. Every child can be born free from HIV to mothers who not only survive but thrive. Ending AIDS is essential to the success of Every Woman Every Child and the Global Strategy I launched to ensure the health and well-being of women, children and adolescents within a generation. Reaching the Fast-Track Targets will prevent new HIV infections and AIDS related deaths while eliminating HIV-related stigma and discrimination. I look forward to the 2016 High-level Meeting of the General Assembly on AIDS as a critical chance for the world to commit to Fast-Track the end of AIDS. On this World AIDS Day, let us pay tribute to all those who have lost their lives to this disease by renewing our resolve to stand for justice, access and greater hope around the world.

=========================================

UNAIDS Executive Director delivers his World AIDS Day 2015 message

The world has committed to end the AIDS epidemic by 2030 as part of the Sustainable Development Goals. This ambitious yet wholly attainable objective represents an unparalleled opportunity to change the course of history for ever—something our generation must do for the generations to come.

Today, we live in fragile communities where inequities can persist when essential services don’t reach the people in need. To change this dynamic we must quicken the pace of action. We know that strengthening local services to reach key populations will lead to healthier and more resilient societies.

The good news is that we now have what it takes to break this epidemic and keep it from rebounding—to prevent substantially more new HIV infections and AIDS-related deaths and to eliminate HIV-related stigma and discrimination.

Already we have reached 15.8 million people with life-saving treatment. And increasingly we are able to refine our efforts and be more precise in our ability to reach people who might otherwise be left behind. With this attention to location and population countries are able to redistribute opportunities to improve access.

On this World AIDS Day countries are implementing the UNAIDS Fast-Track Strategy, and together with front-loaded investments we can expect to close the gaps to essential services faster. This means resources can go further to reach more people with life-changing results.

With the Sustainable Development Goals, the world has entered a new era of innovation and integration. There is a greater understanding of how the global goals are interconnected and a better appreciation for moving forward together.

Ending the AIDS epidemic means that adolescent girls and young women have access to education and appropriate HIV and sexual and reproductive health services. It means key populations, such as people who inject drugs and transgender people, have full access to health services delivered with dignity and respect. And it means that every child is born free from HIV, and that they and their mothers not only survive but thrive.

This is an exciting time in the AIDS response. We are building momentum towards a sustainable, equitable and healthy future for all.

Michel Sidibé
Executive Director of UNAIDS
Under-Secretary-General of the United Nations

******

UNAIDS

The Joint United Nations Programme on HIV/AIDS (UNAIDS) leads and inspires the world to achieve its shared vision of zero new HIV infections, zero discrimination and zero AIDS-related deaths. UNAIDS unites the efforts of 11 UN organizations—UNHCR, UNICEF, WFP, UNDP, UNFPA, UNODC, UN Women, ILO, UNESCO, WHO and the World Bank and works closely with global and national partners towards ending the AIDS epidemic by 2030 as part of the Sustainable Development Goals. Learn more at unaids.org and connect with us on Facebook, Twitter and Instagram.

(http://www.unaids.org/en/resources/presscentre/pressreleaseandstatementarchive/2015/november/20151119_WAD2015)

 

 

BU GÜN DÜNYA HIV – AIDS GÜNÜ!

HIV-AIDS_logo
BU GÜN DÜNYA HIV – AIDS GÜNÜ!

 

Sağlık Bakanlığı ‘1 Aralık Dünya AIDS Günü’ nedeniyle yazılı açıklama yaptı.
İlk kez 1980’li yıllarda tanımlanan HIV enfeksiyonunun yayılmaya devam ettiği kaydedilen açıklamada,
“Hastalık;

– korunmasız cinsel ilişki,
– ortak kullanılan şırıngalar,
– damar içi madde kullanımı,
– gebelik ve doğum sırasında anneden bebeğe ve
– kan (ve ürünleri) aktarımı gibi nedenlerle bulaşabilmektedir.

Bu geçiş yolları nedeni ile HIV enfeksiyonu, erişkinlerin yanı sıra, tüm yaş dilimlerinde
görülebilmektedir.

Hastalığın tam anlamıyla tedavisi bulunmamakla birlikte uygulanan ilaç tedavileri ile HIV/AIDS hastalığından ölüm azalmakta ve kişiler yaşantılarını sürdürebilmektedir.

Bununla birlikte uygulanan ilaç tedavisi ile bulaşıcılık azalmakta, gebelik sırasında verilen
tedaviyle HIV virüsü taşıyan anneden bebeğe hastalık bulaşması engellenebilmektedir.

Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Ortak Programı UNAIDS 2014 yılı raporuna göre;
dünyada 2014 yılı içinde yaklaşık 2 milyon kişinin HIV enfeksiyonuna yakalandığı,
36,9 milyon HIV taşıyıcısının bulunduğu ve 1,2 milyon kişinin AIDS nedeni ile öldüğü belirtilmektedir.

Ülkemizde, 1985 yılından günümüze dek bildirimi yapılan HIV/AIDS olgu sayısı toplam 11.109’dur. Olguların % 75’i erkek, % 25’i kadın olup  % 16,2’si yabancı uyruklu kişilerden oluşmaktadır. Olguların en çok görüldüğü yaş dilimi 25-29 ve 30-34 yaş arasıdur.

Bulaşma yoluna göre dağılımına bakıldığında olguların %52’si cinsel yolla bulaşmaktadır. Yüzde 1,9’unda bulaşma yolu damar içi madde bağımlılığı olarak bildirilirken %44’ünün bulaşma yolu bilinmemektedir. 2015 yılı 30 Kasıma dek 1445 HIV, 80 AIDS olgusu
bildirilmiştir. Bunların %14,7’si yabancı uyruklu olup, %83’3 erkektir. 2015 yılında bildirimi yapılan olgularda; 25-29 ve 30-34 yaş diliminde olanlar öbür yaş dilimlerine göre daha çok
sayıdadır.”

denildi.

HIV enfeksiyonunun önlenebilir bir hastalık olduğu ve korunma önlemlerinin tedaviden çok daha etkili ve ucuz olduğu belirtilen açıklamada şunlar kaydedildi: “En sık görülen bulaşma yolunun cinsel ilişki ve bunların çoğunun da heteroseksüel ilişki olması nedeni ile korunma önem taşımaktadır.
Tek eşliliğin yanı sıra,
Riskli cinsel ilişkide doğru kondom kullanımı, hastalığın cinsel yolla bulaşmasına karşı
en güvenli ve basit korunma yollarıdır.
Başka bir bulaşma yolu olan kan ve kan ürünleri ile olan bulaşmaya karşı korunma amacı ile 1987 yılından beri ülkemizde kan ve kan ürünleri HIV yönünden test edilmektedir.
Organ ve doku aktarımları öncesinde gerekli testlerin yapılması HIV geçiş riskini en aza indirmektedir. Ayrıca, dövme ve piercing (AS: kulak vb. delme ile metal süslerin takılması) gibi uygulamaların temiz ve steril koşullarda yaptırılması, vücuda takılan delici, kesici özellikli takıların ortak kullanılmaması, tek kullanımlık steril enjektör (şırınga) kullanılması
HIV bulaşma riskini azaltmaktadır.
Hastalık, virüsü taşıyan kişilerle birlikte oturmak, yemek yemek, aynı işyerinde çalışmak, aynı okulda okumak, el sıkışmak, tokalaşmak, telefon, kitap, defter gibi araçları, ortak duş-banyo alanlarını ve tuvaletleri kullanmakla BULAŞMAZ!.
Ülkemizde; HIV/AIDS hastalığının yayılımının önlenmesi hedefiyle toplumda ve
yüksek riskli davranışta bulunan kesimlerde korunma ve önleme çalışmalarına öncelik verilmesi, HIV ile yaşayan kişilere yönelik ayrımcılık ve damgalanmanın önlenmesi,
kuşkulu teması olan kişilerin HIV/AIDS hastalığı, bulaşma, korunma yolları konusunda bilgilendirilmesi ve doğru yönlendirilmeleri, HIV ile yaşayan kişilerin tedaviye kolay ve kesintisiz biçimde ulaşmasının sağlanması, sosyal destek, bakım olanaklarının iyileştirilmesi ve yaşam kalitelerinin artırılması için çalışma yürütülmektedir.
Bakanlığımız, etik kurallar ve insan haklarını gözeten yaklaşım doğrultusunda ve
DSÖ öneri ve uygulamaları izlenerek, konunun tüm yanlarını kapsayacak bir bakış açısı ile çalışmalarını işbirliği ve dayanışma içinde sürdürmektedir.
Virüsle savaşmanın en etkili yolu, ondan korunmaktır.”

==========================================

Dostlar,

Son derece doyurucu ve bilimsel, sorumlu bir açıklama.
İşte Sağlık Bakanlığından beklenen de budur.
Önceki yıllarda, olgu sayıları verildikten sonra yaş dağılımı da tablolanır ve o yıl kayda girenlere bakılarak “Türkiye’de HIV/AIDS en çok 25-34 yaş diliminde görülüyor..” gibisinden çok hatalı bir yoruma gidilirdi. Hep uyarır, derslerimizde de değinirdik bu yanlışa.
“Türkiye’de” denemez, çünkü tüm olgular kayıt altında değil; ancak “kayda girenlerde” diye sınırlamak gerekir..

Slayt1

Slayt4 Slayt3 Slayt2
*****

Evet… İslamiyet, eski geleneklerin de etkisiyle çok eşliliğe (poligami) kapıyı açık bırakıyor ama Bilim ve günümüz koşulları tek eşlilik (monogami) diyor..

Üstelik kadın – erkek sayısı hemen hemen eşit gibi..
1 erkeğe 1’den çok kadın ya da tersi biyolojik – aritmetik olarak olanaksız..

—-
Merhum Frank Sinatra‘nın topluma karı sorumlu sanatçılık anlayışının ürünü olan
ünlü şarkısıyla “Stranger in the night – AIDS in the morning..” uyarısı milyonlarca gence ulaştırılabilmişti.

Ülkemizde ve başka ülkelerde toplumsal sorunların çözümüne katkı verecek
bilim – sanat – kültür ürünlerini beklemek yurttaşlar olarak hakkımız;
bu seçkin insanların da topluma karşı ödevleridir..

HIV – AIDS’siz bir yaşam dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
01 Aralık 2015, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Önceki yıllarda bu bağlamda yazdıklarımıza da sitemizden erişilebilir..
Örn.
http://ahmetsaltik.net/2014/12/01/28823/

HASUDER’den : Anayasa Mahkemesi’nin Aşılama Kararı Hakkında Basın Açıklaması

 

HASUDER’den Anayasa Mahkemesi’nin Aşılama Kararı Hakkında Basın Açıklaması
HASUDER logosu

Aşılama Konusunda Kamuoyunu Bilgilendirme

Medyada yayımlanan Anayasa Mahkemesi’nin ‘zorla aşı yaptırılamayacağı’ haberleri üzerine toplum sağlığı açısından kamuoyunu bilgilendirme gereksinimi doğmuştur.

Henüz Anayasa Mahkemesi’nin kararının gerekçesi yayımlanmamış olsa da,
konunun ivediliği açısından kimi değerlendirmelerde bulunmak mümkündür:

  • Haberlerde yer aldığına göre Anayasa Mahkemesi kararını, bireyin bedeni üzerinde devlet gücü kullanarak zorla bir uygulama yapılabilmesi için, bu konuda özel bir yasal düzenleme yapılması gerekliliği ile gerekçelendirilmiştir.
  • Nitekim yine haberlerde yer aldığına göre Anayasa Mahkemesi yetkilileri;
    “İhlal kararının Yargıtay 2’nci Hukuk Dairesi’nin, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve
    Medeni Kanunu’na dayanarak, “Çocuğun üstün yararı” gerekçesiyle
    “Devlet, geçerli bir kanıt gösterilmedikçe, anne-baba rızası aramaksızın çocuğa zorunlu aşı yaptırabilir.” biçimindeki zorunlu aşıya vize veren içtihatı ile çelişmediğini” belirtmişlerdir.
    (14 Kasım 2015)

======================================

Dostlar,

Dünya kadar sorunumz varken bir de bununla uğraşmak zorunda kalmak hiç hoş olmadı. Gerekçeyi okumadan yorum yapmak kolay da değil doğru da.
Ancak, temel insan hak ve özgürlüklerini sınırlamaya giderken hukuk öğretisinde kullanılan
en temel ölçütlerden biri “Faydacılık” (Yararcılık) kuramı ve yaklaşımıdır.

Bir yandan kişinin özüne dokunulamaz hak ve özgürlükler alanı;
karşısında da başkalarıın hakları, toplum sağlığı ve başkalarının zarar görmeme hakkı..

adalet_terazisiHukuk denge rejimidir ve hukuk felsefesinde kuşku yok bir dizi etik ölçüt ve değer, pozitif hukuk normları üretilirken kullanılmaktadır.
Aşılama hizmetleri, en temel KORUYUCU SAĞLIK HİZMETİDİR.
Etkin ve ekonomiktir. Yaygın olarak sürdürülmesi zorunludur. Günümzde, Sağlık Bakanlığı Aşı Bilim Kurulu’nun kararı ile
13 aşı tüm çocuklarımıza ücretsiz ve zorunlu olarak yapılmaktadır.

Geçtiğimiz aylarda bir savcı itirazda bulunmuş ancak yargı bu itirazı yerinde görmemişti.

Anayasa Mahkemesi, anababa (ebeveyn) rızası olmadan çocuğa zorunlu aşı yaptırılmasını, “temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceği” maddesine göndermede bulunarak, Anayasa’ya aykırı buldu. AYM yetkilileri, zorunlu aşı konusunda yasal düzenleme yapılmadıkça rıza dışı aşı yapılamayacağını belirtti.

Anayasa’nın “kişi dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”nı düzenleyen 17’nci ve
“temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceğine” ilişkin 13’üncü maddesine
aykırı bularak ihlal kararı verdiği basında geçti.

Yasal düzenleme yok ??

AYM’nin ilke kararı ışığında, yasal bir düzenleme ile kısıtlama getirilmediği sürece anababa rızası olmadan mahkeme kararıyla bile olsa çocuğa zorunlu aşı yaptırılamayacak.
AYM, çocuğa aile rızası olmadan aşı konusunda bir yasal düzenleme bulunmadığı, temel hak ve özgürlüklerin ancak yasayla sınırlanabileceği gerekçesiyle “ihlal kararı” verdi. AYM yetkilileri ihlal kararının Yargıtay 2’nci Hukuk Dairesi’nin, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve
Medeni Yasa’ya dayanarak, “Çocuğun üstün yararı” gerekçesiyle

  • “Devlet, geçerli bir kanıt gösterilmedikçe, anababa rızası aramaksızın çocuğa zorunlu aşı yaptırabilir.” biçimindeki yeni ve zorunlu aşıya vize veren içtihatı ile çelişmediğini de bildirdiler.

Yetkililer, kararın AYM Genel Kurulu’nca verildiği için ilke kararı niteliği taşıdığını ve
benzer bireysel başvurularda da ihlal kararı verileceğini bildirdiler. Hükümetin zorunlu aşı konusunda yasal düzenleme yapması gerektiği kaydedildi.

Yargıtay aşıya vize vermişti

Yargıtay 2’nci Hukuk Dairesi, son dönemde “Domuz kanı var”, “Aşı­lar gü­vensiz” gibi gerekçelerle çocuklarına zorunlu aşı yaptırmak istemeyen anababaların sayısının artması üzerine geçen yaz “Çocuğun üstün yararına açıkça aykırı ise rıza aranmaz” diyerek
“Aşı yapılmalı” kararı vermişti.

*****
– 1593 sayılı, 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Yasası’nın aşı ile ilgili maddeleri :
– 3/6,
– 49/6,
– 54/2
İKİNCİ FASIL
Memleket dahilinde sari ve salgın hastalıklarla mücadele :
– Md. 57 ve sonrası..
– Madde 72 – 57 nci maddede zikredilen hastalıklardan biri zuhur ettiği veya zuhurundan
şüphelenildiği takdirde aşağıda gösterilen tedbirler tatbik olunur:
– 72/2
– 88, 90, 91, 92, 93 (Çiçek aşısı)
– Madde 89 – Türkiye hudutları dahilinde doğan her çocuk doğumu takip eden ilk dört ay zarfında aşılanır. Çocuğun peder ve validesi aşı mecburiyetinin ifa edilmesinden aynı suretle mesuldürler. Ebeveyni olmayan çocuklar veya ebeveyni nezdinde bulunmayan çocuklar için çocuğu bakmak üzere kabul eden şahıslar veya müesseseler müdürleri mesuldürler.
– 94, 95, 96

*****
Aşılama hizmetleri olmaksızın sağlık hizmetinden söz edilemeyeceğine göre,
Anayasa Mahkemesi’nin istediği biçimde “açık açık” bir yasa maddesinde yazılmamış olsa idi bile, işin doğası gereği Sağlık Bakanlığı’nın bu görevle yüklü olmamasının düşünülemeyeceği, akıl ve bilim gereği “olmayana ergi” yöntemiyle yorum olarak kolaylıkla çıkarılabilirdi.

Şimdi yapılacak iş basittir :

1. Aşılama hizmetlerini hiçbir biçimde aksatmadan yürütmek
2. SAĞLIK BAKANLIĞI ve BAĞLI KURULUŞLARININ TEŞKİLAT ve GÖREVLERİ
HAKKINDA KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME 
(2.11.2011, RG 28103, mükerrer;
60 asıl, 12 geçici madde)

Metninde uygun bir yere net bir içerikle AŞI düzenlemesi yapmaktır.
Bunu bir Kanun Hükmünde Kararname ile değil, doğrudan Yasa ile yapmak gerekecektir.

Çünkü Anayasa md. 17, “… Tıbbi zorunluluklar ve yasada yazılı durumlar dışında
kişinin beden bütünlüğüne dokunulamaz.” demektedir.

Ayrıca Anayasa md. 13, “… Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabilir..”

demektedir. Bu 2 anayasa maddesi; zorunlu aşı uygulaması beden bütünlüğüne dokunma bağlamında temel hak ve özgürlük sınırlaması sayıldığından, “yasa ile” düzenlemeyi
zorunlu kılıyor.

26. dönem TBMM oluşmuş ve Başkanını da seçmiştir (22.11.2015). Hükümet kurulmadan da, Meclis içinden 1 vekilin, örneğin yeni hükümet kurulana dek görevde olan TBMM üyesi
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun yasa önerisi (teklifi) ile, Anayasa md. 88 uyarınca gerekli yasal düzenleme hızla – ivedilikle yapılabilir, yapılmalıdır. Anayasa Mahkemesi
bu konuda kendi anlayışına göre “net” bir yasal düzenleme istemektedir, sorun anlaşılmıştır.

Sevgi ve saygı ile.
23 Kasım 2015, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
HASUDER Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

5 YAŞINDA BEBELERE CAMİDE NAMAZ …

5 YAŞINDA BEBELERE
CAMİDE NAMAZ …

Date: Mon, 9 Nov 2015 12:31:20 +0200
Subject: Saftiriklere ithaf…
From: dalom

Cihân-ârâ cihân îçindedir, ârâyı bilmezler,
O mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler.
Hayâli Mehmet (1494-1557)*

Orta çağın derin karanlıklarına hızla koşturan bir Türkiye’de, Atatürk’ün Partisi CHP’nin
İktidar olabileceğini sanan saftiriklere aşağıdaki video ithaf olunur. æ

https://www.facebook.com/TurkiyeNoktaNet/videos/435930659941473/?fref=nf

Değerli arkadaşlar,

5 yaşındaki bebeler, daha doğru dürüst tuvaletlerini yapamazken, ev adreslerini bile söyleyemezken, Arapça dualar ezberleyip, namaza duruyorlar…
Kurban bayramlarında 7 yaşındaki çocuğun eline bıçak verilip kuzu boğazlatılıyor.
Devlet Okullarında dar bir lata üzerinde sırat köprüsünden Allah’a hamd-ü senalarla
geçiş gösterisi yapılıyor…

Ve böyle bir Türkiye’de, Ortalama zekası Dünya Ortalamasından zaten 10 puvan düşük (IQ=90) olan toplumun Oy sandığında beliren iradesinden Çağdaş bir Devlet yönetimi çıkacağını sanan saftirik yazar takımı, CHP’nin neden iktidar olamadığını sorguluyor.
Bu muhterem zevat şunu bilmiyor veya bilmezlikten geliyor :

CHP, tek Parti dönemi dışında, 1950’den bu yana ne zaman tek başına iktidar olabildi ki,
şimdi olsun?

Bunları yazarken, umutsuzluk aşılayan bir ‘felaket tellalcısı’ durumuna düşmek istemem.
Bilimde iyimserlik-kötümserlik yoktur; Bilimde gerçeklik vardır.

Gerçek şu ki; Türkiye’de %20-25 arası “aydın, çağdaş, demokrat, Yurtsever”
bir kesim bulunuyor. Bu kesim sayısal azınlıkta olduğunun ve daha uzun yıllar
sayısal azınlıkta kalacağının, dolayısıyla mutlak iktidar olamayacağının bilincinde olarak,
zorlu aydınlanma mücadelesini sürdürecek ve kendi arasında dayanışmacı işbirliğini koruyarak baskılara, sömürüye, ihanete ve yobazlığa karşı direnecektir elbette!

Çünkü başka yolu yok. æ

==========================================

Dostlar,

Dehşet verici bir aşamaya “daha” gelmiş bulunuyoruz AKP – RTE iktidarı 14. yılına girerken.. 2015’te Türkiye tanınmaz durumdadır. Hollanda vb. ülkelerde

  • “Türkiye’ye gitmeyin, kebap yemeyin, kara çarşaflı bir ülke oldu Türkiye..
    artık laik bir ülke değil..

yönünde resmi tavsiye kararları yurttaşlara duyuruluyor. Turizm gelirleri daha da düşebilir.

AİHM’nin “zorunlu din dersleri kaldırılsın” yönünde AKP iktidarının itirazı üzerine
Büyük Dairede kesinleşmiş yargı kararlarına karşın “zorunlu din dersi değil din kültürü ve
ahlak bilgisi dersi veriyoruz” diye fiilen bu dersler sürdürülmektedir. Oysa AİHM’ne yapılan
AKP itirazı da bu yöndeydi. Ders içeriklerine göre kesin hüküm verdi AİHM.

Ama molla takmıyor..
Bu gün, Lozan’a göre AZINLIK olan Ermeni, Musevi ve Rum cemaatların çocuklarının da TEOG’da Din dersi sorularından söz edildi haberlerde. Bu soruları ilgili azınlık Cemaatleri hazırlayacakmış. Yani AKP iktidarı ülkede, kesinleşmiş AİHM kararlarını hiçe sayarak ZORLA DİN DERSİNİ SÜRDÜRÜYOR.
Üstelik daha okul öncesi aşamasında, bir de UYGULAMA aşamasına geçilmiştir.
5 yaşındaki bebelere “değerler eğitimi” verilmektedir sözde!..

Mesleğinde 39. yılına giren bir Tıp Profesörü olarak yazalım    :

Bir kez 5 yaşındaki çocuğa, tümüyle soyut bir kavram olan “değer” in tanımı bile verilemez!
Kaldı ki o değerler kavramsal düzeyde öğrenildikten sonra edinilsin / içselleştirilsin ve
davranışa dönüşsün! Ham hayaldir.. Bilinen tüm pedagojik ilkelere aykırıdır
Bütünü ile us ve bilimdışıdır ve o yaştaki (5-6 yaş) bebelerin zihinsel (mental) ve
ruhsal (psikolojik) olarak taciz ve terörize edilmesi sonucu doğar bu dayatmadan.

Bir de olup biteni anlayamamadan – değerlendirememeden kaynaklanan korkuya dayalı koşullandırma. Bilinçaltında artık ne tür kodlarla yerleşir bu bilinmezlik tepkisi,
ileride ne tür davranış bozuklularına yol açar, öngörmek olanaksızdır.

Ezber de böyledir.. İlköğretim çocuklarına bilmedikleri bir dilde (Arapça) yüzlerce sayfa içeriği, anlamını kavramadan ezberletmeye çalışmak TAM BİR ZİHİNSEL SOYKIRIMDIR. Ayrıca olanaklı da değildir!

Her 2 uygulama da açıkça İNSAN HAKLARINA AYKIRIDIR, DEVLET TERÖRÜDÜR.
Ailelerin çocuklarına son deree zararlı bu uygulamalara sizin vermemesi gerekir.

*****

Başbakan Davutoğlu, AİHM’nin AKP iktidarının temyiz kararı üzerine, Uluslararası Yüksek Mahkemenin bağlayıcı kararını boşa çıkarmak için yukarıda yazdıklarımızı kamuoyuna söylemiş ve kimi
Batı ülkelerinde “uygulamalı” din eğitimi olduğunu, çocukların kiliseye götürüldüğünü belirtmiş ve “Biz hiç olmazsa bunu yapmıyoruz… ” buyurmuştu.

Şimdi “bunu da yapma” aşaması gelmiştir.
“1 Kasım 2015 seçim zaferinin” (!) gerekleri (!) yapılmaktadır!

2023’e gelindiğinde ortada LAİK BİR CUMHURİYET BIRAKILMAK İSTENMEDİĞİNİN SOMUT KANITIDIR bu 5 yaşındaki bebelere cami ve namaz şovu!

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi artık harekete geçerek Türkiye’ye söz konusu kesinleşmiş AİHM hükmünü gereği gibi – özüne uygun ugulama uyarısı yapmalıdır. Mahkeme Statüsü’nde yazılı kural budur. Bu uyarının da gereği yerine getirilmediğinde Türkiye’nin, kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nden çıkarılması, Avrupa’dan ve çağdaş dünyadan dışlanması
gündeme gelebilecektir.

Biz de görelim AKP – RTE safını iyice belli etsin.. Avrupa’dan, AB’den kesin kopmayı göze alıp 2. bir Suudi Krallığı – Suud Saltanatı benzeri Erdoğan Krallığı – Erdoğan Saltanatı
radikal seçimi mi yapılacak, biraz da olsa frene mi basılacak??

Anayasa Mahkemesi kararı ile “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olarak suçlanan fakat
her nedense ve her nasılsa Anayasa suçu işlediği halde kapatılmayıp salt para cezasına çarptırılan bu siyasal parti (AKP), artık yalnız içeride değil, uluslararası düzlemede de
seküler (laik) düzene meydan okumaktadır.

Durum vahimdir ve duyurulur..

“Türkiye’de laiklik tehlikede değil” diyen anamuhalefet CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na da..
Herkese, herkese..

Dün “Din elden gidiyor..” diye ayaklanan ve cayır cayır insan yakan molla,
bu gün “ŞERİATI ilan etmek üzeredir!

Aşağıdaki erişkeyi tıklayın, izleyin ve birazcık olsun düşünün, öngörün nereye götürüldüğümüzü.. 2 dakika 16 saniye.. Birkaç kez izleyin dehşeti algılayabilmek için..

https://www.facebook.com/TurkiyeNoktaNet/videos/435930659941473/?fref=nf

Sevgi, saygı ve kaygı ile.
09 Kasım 2015, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK

Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Nasıl Bir Sağlık Sistemi-4; Finansman Parayı Kimden Alacağız?

Nasıl Bir Sağlık Sistemi-4; Finansman
Parayı Kimden Alacağız?

portresi
Doç. Dr. İlker Belek

http://www.halkinsagligi.org/nasil-bir-saglik-sistemi-4-finansman-parayi-kimden-alacagiz-ilker-belek/, 05 Kasım 2015

 

Nasıl Bir Sağlık Sistemi / 4-Finansman, Parayı Kimden Alacağız? – İlker Belek

 

Sağlık hizmetlerinin finansmanı, sağlık hizmetleri organizasyonu konusunun en politik başlığıdır. Bunun nedeni, hizmetin finansmanı için gereken paranın kimden alınacağı konusuyla ilgili olmasıdır. Ve bu, doğrudan siyasi bir konudur.

Sağlık hizmetlerinin finansmanı;

a) Mevcut gelir dağılımı eşitsizliğini giderecek, bunun için de,
b) Kaynağı yüksek gelirlilerden, sınıfsal konuşacak olursak burjuvaziden sağlayacak

şekilde organize edilmelidir.

Bu tercihin yaşama geçirilebilmesi için, arkasında, emekçi sınıfları temsil eden siyasi iradenin olması gerekir. Ancak böyle bir tercih sistemin finansmanını sürdürülebilir kılar ve
gelir dağılımı eşitsizliklerinden kaynaklanan sağlık sorunlarını ve yükünü ortadan kaldırır.

Bugünkü siyasi irade, gelir dağılımı eşitsizliğini artıracak,
sağlıktaki kaynakları yetersiz kılacak ve sonra da vatandaşın üzerine
ek finansman yükleri bindirecek yönde ortaya çıkıyor.

Bakalım.

1-Türkiye’de gelir ve servet dağılımında önemli eşitsizlikler bulunuyor:

Bu konu önemli, çünkü, kamusal gereksinimleri finanse edecek kaynağın kimlerin elinde bulunduğunu gösteriyor.

2002’de en zengin %1’lik kesimin toplam servetten aldığı pay %39.4 idi, 2014’te tam %54.3’e yükseldi. Türkiye dünyada servetin en eşitsiz dağıldığı 6. ülke (Ukrayna, Rusya, Kazakistan, Lübnan, ABD’den sonra). 53 milyon erişkin nüfusun sahip olduğu toplam servet 1 trilyon $,
kişi başına ortalama 20 bin $. Erişkin nüfusun %75.3’ünün toplam serveti 10 bin Doların altında iken, %1.8’ininki 100 bin $ ile 1 milyon $ aralığında, %0.2’sininki (116 bin kişi) 1 milyon doların ve 27 kişininki de 1 milyar doların üzerinde (1, 2).

Gelir dağılımına gelince: 2014 için en zengin %20’lik kesimin gelirden aldığı pay, en yoksul %20’lik kesimin payının 7.4 katı. Bu bakımdan OECD ülkeleri içinde en kötü 3. konumdayız (Şili ve Meksika sonrasında). Ailelerin %62’si ayda 1200 TL’lik bir gelirle geçinmek zorunda olduklarını belirtirken, %1.2’si aylık gelirini 5600TL’nin üzerinde bildiriyor (3,4). Bu konuda yüksek gelirlilerin doğru bildirimde bulunmama olasılığının yüksek olduğunu akılda tutmak gerekiyor.

2013 için, toplam gelirde ücretli-maaşlı-emeklilerin payı %74.0 iken, girişimcilerinki 19.6,
faiz ve rantınki %6.7 (5). Buna karşılık bütün sektörlerde çalışanların yalnızca %4.6’sı kendisini girişimci olarak tanımlıyor. Bu durumda girişimcilerin toplam gelirdeki payı nüfustaki payının tam 4.3 katı. Üstelik girişimciler içinde 250 ve daha çok sayıda işçi çalıştıranlar toplamın yalnızca binde 2’si iken, bu kesim toplam istihdamın %24.2’sini gerçekleştiriyor ve toplam katma değerden de %46.1 pay alıyor (5).

İşte her tür kamusal gereksinim için gereken kaynak bu girişimci denilen burjuvazinin elinde bulunuyor ve bu sınıf kendi içinde önemli bir farklılaşma sergiliyor. Servet ve gelir dağılımı bu denli eşitsiz olduğu için sağlığa kaynak olmadığı yalanı atılıyor, bunun üzerine de halk, katkı payı, özel sağlık vergisi (sağlık sigortası) gibi ek ödemeler yapmak zorunda bırakılıyor.

2-Türkiye’de kamu maliye politikaları, kamusal gereksinimlere kaynak bulmayı olanaksızlaştıracak denli eşitsizlikçi tercihler üzerine oturuyor

Yıllar içinde ücretlilerin toplam vergi yükündeki payının, toplam gelirdeki payına oranı
(buna ücretlilerin vergi baskısı denilir) yükseldi. Yani, ücretliler gelirden aldıkları paya göre daha yüksek bir vergi yükünü sırtlanmak zorunda kaldılar: Vergi baskısı 2002’de 1.5 iken 2013’te 2.3’e yükseldi.

Nitekim ücretlilerin ulusal gelirdeki payı 2002’deki %29 oranından, 2014’te %26 oranına geriledi. Dolaylı vergiler ile ithalattan alınan vergilerin (ki bu ikisi regresif niteliklidir)
toplam vergi gelirlerindeki payı 2002’de %59 iken 2014’te %68’e yükseldi (6).

Kısacası

AKP iktidarı döneminde, gelir eşitliğini sağlaması gereken vergi sistemi,
halk sınıflarından sermaye sınıfına kaynak aktaracak, eşitsizlik üretecek
bir araç olarak kullanıldı.

3-Ülkemizde sağlık hizmetlerinin finansmanı için kaynak vardır

Anlaşıldığı gibi, hükümetlerin sosyal sektörler için kaynak yokluğu yönündeki iddiaları gerçek değildir. Sorun kaynak yokluğu değil, dağılımının eşitsizliğindedir. Çözüm ise bu eşitsizliği gidermek ve kamusal gereksinimlere kaynak yaratmak üzere, girişimci olarak nitelenen sınıfın elindeki kaynakların kamusal alana döndürülmesidir. Bunun için en kesin önlem, ekonominin kamulaştırılması yönünde yapılacak radikal müdahaledir. Kapitalist sistemin içinde kalacak olan müdahale ise vergi reformudur.

2014 yılına ait yaklaşık 800 milyar dolarlık ulusal gelirin, yukarıda da değindiğimiz gibi yaklaşık %20’si (160 milyar dolar) nüfusun yalnızca %4’ünü oluşturan yaklaşık 3 milyon kişi tarafından sahiplenilmiştir: Kişi başına yaklaşık 53 bin Dolar. Yalnızca, bu grubun yıllık gelirini örneğin 20 bin dolar seviyesine indirecek bir kamusal müdahalenin Türkiye ekonomisine kazandıracağı yıllık kaynak tam 70 milyar dolar olacaktır. Yineleyelim, 53 bin dolar bu sınıfın kendi bildirimi.

Öte yandan, 1 milyon doların üzerinde servete sahip olan 116 bin kişinin servetini 1 milyon dolar ve 1 milyar doların üzerinde serveti olan 27 kişinin servetini 1 milyar dolar kabul etsek ve bunların servetlerini ortalama servet düzeyine indirecek bir müdahale yapsak elde edilecek kaynak yaklaşık 150 milyar dolar olacaktır.

2012 yılı (son veriler bu yıla ait) toplam sağlık harcamasının (7) yaklaşık 41 milyar dolar ve kamu gelirlerinin yetersiz olduğu yalanı üzerinden vatandaşın cebinden sağlık için ayrıca alınan paranın da 10 milyar dolar olduğu (7) düşünülürse, böyle bir kamucu müdahalenin sağlayacağı toplumsal yarar kolaylıkla anlaşılabilir.

KAYNAKLAR

1-http://riturkey.org/2015/05/ekonomi-kimin-icin-buyuyor-turkiyede-servet-bolusumu-adaletsizligi-k-murat-guney/
2-http://www.radikal.com.tr/yazarlar/metin-ercan/kuresel-servetin-dagiliminda-son-durum-1453552/#
3-http://davetsizmisafir.org/2013/05/26/ekonomi-kimin-icin-buyuyor-turkiyede-gelir-dagilimi-dengesizligi/
4-TÜİK Haber Bülteni, 18 Eylül 2015, Sayı 18633.
5-http://t24.com.tr/haber/gelirden-kim-daha-cok-pay-aliyor,287543
6-http://sendika7.org/2015/10/akpye-secmen-destegi-ekonomik-nedenler-korkut-boratav/
7- http://www.saglik.gov.tr/TR/dosya/1-97020/h/saglik-istatistik-yilligi-2013.pdf

================================================

Dostlar,

Çok değerli meslektaşımız, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’ndan sevgili Doç. Dr. İlker Belek‘in yazısı son derece çarpıcı değil mi??

2015 için kimi verileri güncellersek, bu arada 2014 sağlık giderleri raporunu TÜİK geçtiğimiz aylarda yayımladı; YASED ve DELOITTE, 2015 içinde kişi başına sağlık giderinin 913 Dolara erişeceğini kestirmişlerdir. Yaklaşık 78 milyon yılortası nüfus kabulü ile 71,2 milyar $ gibi bir büyüklüğe erişilmektedir. 2,5 milyonu aşkın sığınmacı da temel düzeyde SGK kapsamına alındığına göre, bu rakam 75 milyar $’a erişebilecektir. 2015 sonunda en az % 10 düşerek gerçekleşecek <700 milyar $ ulusal gelirin % 10’unu aşan bir oran! (İngiltere’de %8!)

SGK’nın zoraki GSS primleri = EK SAĞLIK VERGİSİ, SGK bütçesinde iyimser % 80’lere varmakta, SGK her yıl en az 1/5 açık vermektedir. Bu oran 2015 için yaklaşık %10 ve 23 milyar TL olarak öngörülmüştür.. (Nerdeyse eminiz ki, bu oran ve rakam çook aşılacaktır!).
2013’te ise söz konusu rakamlar yaklaşık 71 milyar $ ve %50 olmuştu!

Dolayısıyla, sevgili Belek‘e ekler;

– Kapitalist yapıda kalınacaksa bu harcamalar teknik deyimle (IMF – DB jargonuyla) SÜRDÜRÜLEBİLİR değildir!
– O zaman yapılan sağlık hizmetlerinin kapsamını ve niteliğini daha da kısmak ve
PRİM = EK VERGİ lanetli denkleminin (sömürüsünün!) de ötesine geçerek
katkı paylarını = Deli Dumrul haraçlarını artırmak olmaktadır. Halen yapılan da budur!
Yerel – uluslararası sermayeye belli rant aktarımı politik olarak yükümlenildiğinden
(taahhüt edildiğinden) sağlık giderleri belli rakamların altına da çekil(e)meyecektir.
Aklı biz verelim : Sağlık giderlerini kısmanın, vahşi kısır moneter önlemler ve sigorta kapsamını giderek daraltmanın dışında en akılcı yolu, daha iyisi bulunana dek
KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİDİR!
Küresel Efendiler ve ülkemizdeki uzantıları!
Bu hizmetlere meşrebinize göre belirlediğiniz düzeyde / oranda ağırlık / öncelik vererek, kırılgan / sürüdürülemez aktüaryal dengelerinizi biraz daha insancıl ama daha akılcı olarak sağlayabilirsiniz.. Biraz daha sağlıklı nüfus, başkaca makro girdiler de sağlar can çekişmekte olan neo-liberal ekonomilerinize..

Taa ki insanlık onuru SÖMÜRÜYÜ yok edene dek..

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com