Etiket arşivi: Mustafa Kemal

Mustafa Kemal, sorulara yanıtları 99 yıl önce verdi

Alev Coşkun

Alev Coşkun

Milli Mücadele tarihimizde önemli bir yeri olan İzmit Basın Toplantısı, 99 yıl önce bu gün yapılmıştı. 16 Ocak 1923 gecesi saat 21.30’da başlayıp sabaha karşı 03.00’e kadar süren bu toplantıda Atatürk’e çok yakıcı sorular soruldu ve Atatürk’ün yanıtları da çok kapsamlı ve önemliydi. Bu toplantıya yalnızca İstanbul’da yayımlanan önemli gazetelerin başyazarları katıldı.

TOPLANTIYA KATILANLAR

Toplantıya katılan sınırlı sayıdaki gazetecinin adları şöyledir:

Tevhid-i Efkâr gazetesi başyazarı Velid Ebüzziya, Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman), Akşam gazetesi başyazarı Falih Rıfkı (Atay), İleri gazetesi başyazarı Suphi Nuri (İleri), İkdam gazetesi başyazarı Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Tanin gazetesi başyazarı İsmail Müştak (Mayakon).

Bu toplantıya Ankara hükümetinin İstanbul temsilcisi Dr. Adnan (Adıvar) ve eşi ünlü yazar Halide Edib (Adıvar) ile Milli Mücadele sürerken İstanbul’da Ankara’daki TBMM’yi temsil eden Kızılay Başkanı Hamit Bey ile İleri gazetesi İzmit muhabiri Hakkı (Kılıçoğlu) Bey de katıldılar.

Toplantı, İzmit’te halk arasında “Saray” diye anılan İzmit Kasrı’nın alt katındaki salonda yapıldı. Toplantıda konuşulanları kaydetmek üzere, TBMM’den dört tutanak kâtibi görevlendirilmişti. Bu da toplantının önemini gösteriyordu.

ZAMAN DİLİMİ

9 Eylül 1922’de Kuvayı Milliyecilerin ordusu İzmir’e girmişti. Eylül 1922’den toplantının yapıldığı tarih 16 Ocak 1923’e tam dört ay geçmişti. İstanbul, İngiliz askeri güçlerinin işgali altındaydı. Henüz birçok konu açıklığa kavuşmamıştı.

Lozan Konferansı devam ediyordu ama tartışmalar sertleşmişti. Konferans her an kesintiye uğrayabilirdi. Atatürk, Batı Anadolu’daki askeri birlikleri denetlemek ve halkla görüşmek amacıyla 14 Ocak 1923’te yurt gezisine çıkmış ve 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te gazetecilerle buluşmuştu.

NELER KONUŞULDU?

Bu toplantıda Mustafa Kemal’e “Türkiye’de kurulacak yeni rejim, Musul konusu, Kürt sorunu, devletin dini olacak mı, laiklik” gibi can alıcı sorular soruldu. Atatürk savaştan sonra ilk kez basının karşısına çıkıyordu ve bu yakıcı sorulara ilk kez çok açık ve kapsamlı yanıtlar verdi.

BU TOPLANTI NEDEN YAPILDI?

Bu toplantıya neden sınırlı sayıda gazeteci, daha doğrusu sadece İstanbul gazetelerinin başyazarları çağrıldı? Atatürk’ün çok önem verdiği bu toplantının amacı neydi? Bu sorulara yanıt verebilmek için öncelikle bu toplantının altyapısı, arka planı ve olayların gelişimi üzerinde duralım.

TEMEL GELİŞMELER

Kuvayı Milliye ordularının zafer kazanıp İzmir’e girdiği 9 Eylül 1922 ile İzmit basın toplantısının yapıldığı 16 Ocak 1923 tarihleri arasında yukarıda belirtildiği gibi dört aylık bir zaman dilimi vardır. Ancak bu süre içinde çok önemli gelişmeler oldu. Özetlemekte yarar var:

Mudanya Ateşkes Antlaşması 11 Ekim 1922’de imzalanmıştı. Lozan’da yapılacak Barış Konferası’ na Osmanlı Devleti ve Ankara hükümeti ayrı ayrı davet edildiler. Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı Tevfik Paşa, Lozan’a gidecek bu iki kurulun bir araya gelip birleşik öneriler paketi hazırlanması için Mustafa Kemal’e ve TBMM’ye başvurmuştu…

SADRAZAM, ‘PADİŞAH BURADA’ DEMEK İSTİYORDU

Osmanlı’nın son sadrazamı Tevfik Paşa’nın ısrarla yaptığı bu başvurunun anlamı şuydu: “Zafer kazanıldı, padişah yerinde oturuyor. Sadrazam da burada, bu düzen sürecektir. O nedenle Barış Konferansı’na ayrı ayrı gitmeyelim ve Barış Konferansı’nda görüşülecek konular üzerinde konuşup uzlaşmaya varalım.”

MUSTAFA KEMAL PAŞA, HALİDE EDİB HANIM İLE.
Halide Edib Hanım ve arkasında gazeteci Mecdi Bey, sağda Bolu Mebusu ve Paşa’nın yaveri Cevat Abbas Bey. 17 Ocak 1923

BÜYÜK DEVLETLERİN STRATEJİSİ

Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri İstanbul ve Ankara’yı Barış Konferansı’na ayrı ayrı davet ederek konferansta İstanbul-Ankara çelişkisi yaratmak ve bundan yararlanmak istiyorlardı. Ankara’da bu duruma kesin karşı çıkanlar olduğu gibi TBMM’de bunun doğal olduğunu kabul edenler de vardı. Halifeye ve saltanata bağlı olanlar zaten Milli Mücadele’nin ve 3.5 yıl süren savaşların “padişahımızı esaretten kurtarmak için” yapıldığına inanıyorlardı.

SALTANAT TARİHE KARIŞIYOR

Konu Meclis’e geldi. Kuvayı Milliyeci milletvekilleri İstanbul hükümetinin Barış Konferansı’nda temsil edilmesine karşı çıkarken özellikle kökeni hoca olan kimi milletvekilleri de padişahlığın devamı için Barış Konferansı’na İstanbul ve Ankara’nın bir kurul olarak birlikte gitmelerini istiyorlardı.

HALİDE EDİB HANIM VE DOKTOR ADNAN BEY İZMİT’TE VAPUR İSKELESİNDE.
Halide Edib Hanım (Adıvar), Doktor Adnan Bey (Adıvar), İzmit Liman Reisi Celal Bey, Velid Ebüzziya (en sağda), İzmit vapur iskelesinde. 19 Ocak 1923

TBMM’de konuyla ilgili olarak yapılan görüşmeler sonunda Padişahlığın ‘ilga edilmesi’, ortadan kaldırılması yönünde verilen önergeler Anayasa, Adalet ve Şeriye komisyonlarının ortak toplantısında ele alındı. Ancak özellikle Şeriye Komisyonu üyesi hocalar direniyorlar, uzun konuşmalar yapıyorlar, hatta açıkça “hilafetin saltanattan ayrılmayacağını” savunuyorlardı. Hiç kimse de cesaret edip bu iddialara yanıt vermiyordu. Komisyon toplantısını arka sıralarda izleyen Mustafa Kemal, o dramatik anı şöyle anlatıyor:

CESARET EDEN YOK

“Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için özgürce konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler. Biz çok kalabalık olan bu odanın köşesinde bu tartışmaları dinliyorduk. Bu şekilde görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı.”

Sonunda, Mustafa Kemal dayanamadı, söz istedi. En arkada olduğu için önündeki sıranın üstüne çıktı ve konuşmaya başladı. Mustafa Kemal özetle şöyle diyordu:

Mutlaka olacaktır. Belki de bazı kafalar kesilecektir. 

  • Efendim; hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.
  • Millet hâkimiyetini eline almıştır.
  • Mesele bu gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. (…)
  • Bu mutlaka olacaktır.
  • Burada toplananlar, Meclis ve herkes konuyu doğal olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur.
  • Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir.”

Bunun üzerine Komisyon Başkanı, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık” dedi. Konu sonunda karma komisyonca kabul edilerek çözüme bağlandı.

Ardından Meclis kararıyla padişahlık kaldırıldı, saltanat kurumu tarihin derinliklerine gönderildi. Meclis’in saltanatı kaldırmasından 16 gün sonra Padişah Vahdettin, 16-17 Kasım gecesi İngiltere devletine sığınarak İstanbul’u terk etti.

MUSTAFA KEMAL’İN MİLLETVEKİLİ SEÇİLMESİNİN ENGELLENMESİ

Saltanatın Meclis kararıyla kaldırılarak tarihin derinliklerine gönderilmesi, dincileri, hocaları, halifecileri tedirgin etmişti. Yakında halifeliğin de kaldırılacağını hatta Mustafa Kemal’in kendisini halife ilan ederek otoriter bir yönetim kuracağını söylüyorlardı.

Sonunda, saltanatın kaldırılışından yalnızca bir ay sonra 1 Aralık 1922’de Atatürk’e karşı olanlar Meclis’e bir yasa tasarısı sundular. Buna göre milletvekili olabilmek için Misakı Milli sınırları içinde doğmuş ya da seçileceği ilde en az beş yıl oturmuş olmak koşulu getiriliyordu. Bu tasarı tümüyle Atatürk’ü hedef alıyordu ve saltanatın kaldırılışına karşı Mustafa Kemal’in cezalandırılması tasarısıydı. Atatürk’ün milletvekili olmasını önleyecek maddeler taşıyan bu yasa tasarısı yurtta tepki ile karşılandı.

İSTANBUL BASINI

Padişahlığın kaldırılışı, halifelik kurumunun da tartışmaya açılması, İstanbul basınında Ankara’ya karşı eleştirilerin yoğunlaşmasına yol açmıştı. Lozan’da henüz barış sağlanamamışken ve İstanbul, İngiliz işgal kuvvetlerinin denetimindeyken Ankara-İstanbul arasındaki bu tartışmalar yersiz ve anlamsızdı.

İşte, 16-17 Ocak 1923 gecesi İstanbul gazetelerinin başyazarlarıyla yapılan toplantının amaçlarından birisi Ankara-İstanbul diyaloğunun sağlanmasıydı. Cumhuriyetin ilanından dokuz ay önce yapılan bu uzun toplantıda sorulan sorular yukarıda anlattığımız çelişkileri ve tartışmaları kapsamaktadır. Bir toplantıda ayrıca “Devletin dini olacak mı?”, “Başkent neresi olacak?”, “Kürtlere özerklik verilecek mi?” gibi kritik sorular da sorulmuş, Atatürk de bunlara açık yanıtlar vermiştir.

KÜRTLERE ÖZERKLİK KONUSU

Bu konu daha sonraları tartışma konusu yapılmış, bu toplantıda Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı’nda Kürtlere özerklik verilmesini kabul ettiği belirtilmiştir. Oysa işin esası şöyledir:

Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin (Yalman), “Kürt meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük meselesi nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur” diye bir soru sordu. Atatürk’ün yanıtı şöyledir:

  • Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatına olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız dahilinde mevcut Kürt unsurlar o surette yerleşmiştir ki pek sınırlı yerlerde yoğunluğa sahiptir. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurlarının içine gire gire öyle bir sınır ortaya çıkmıştır ki Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi yok etmek lazımdır.
  • Örneğin, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir sınır aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de göz önüne almak lazım gelir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancak) topluluğu Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima söz konusudur.
  • Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden meydana gelmiştir ve bu iki unsur bütün menfaatlarını ve geleceklerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”

Bu sözleriyle Mustafa Kemal, Kürtlerin yoğun olduğu il ve ilçelerde belediyelerin yerel halk tarafından seçileceğini belirtiyordu.

Bu toplantıda ayrıca, Boğazlar konusu, kapitülasyonlar, Musul, Türk-Rus, Türk-İran ve Azerbaycan ilişkileri; asayiş, başkent neresi olacak, Meclis içindeki düşünce ayrılıkları, hilafet ve din devleti, hocaların statüsü, yeni kurulacak halk fırkası gibi sorular soruldu ve Atatürk bunları çok açık bir biçimde yanıtladı.

Görüldüğü gibi bu toplantıda salt “Kürt sorunu” değil laiklik, halifelik, din ile devlet arasındaki ilişkiler gibi yüz yıl geçtiği halde hâlâ güncelliğini koruyan sorunlar ele alınmıştır.

Sorulan sorular ve Atatürk’ün verdiği yanıtlar 99 yıl geçtiği halde güncelliğini koruyor.

Şeriat rüyası ve iki ensar 

Gani AŞIK
E. CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ / MÜFTÜ
Cumhuriyet, 06 Aralık 2021

İlk insanları tutsak alan kar, şelaleler gibi yağmur, ürperten gök gürültüsü, vahşi doğa, yırtıcı hayvan dehşeti, onları sığınıp korunabileceği bir üstün kudrete yöneltmiştir. Dinler ulviyet, ruhaniyet ve kutsiyeti açılarından insanlığın vazgeçilmezi olmakla birlikte, evrenin şayanı hayret yasaları, sürekli genişlemesi ve büyüklüğüne oranla toplu iğne başı bile sayılmayan dünyamızda, insanoğlunun nice kanlı kavgalardan sonra ulaştığı uygarlık düzeyini dinlere değil, müspet ilme borçlu olması, Kuran’la çelişmez. Çünkü Kuran’da akıl sözcüğü “aklınızı doğru kullanın” anlamında 49 yerde geçer. O nedenle, halkın neredeyse tümüne yakınının hak edilmiş bir minnet duyduğu Atatürk’e olan kinleri,

  • Siyasal İslamcıların haram zengini ama akıl yoksulu olduğunu gösterir.

Mustafa Kemal, Milli Mücadele boyunca cephe teftişlerinde asker hafızlara okuttuğu Kuran’ın kendine özgü şiirselliği ve ruhunun derinliğinde hissettiği ilahi musiki ile kurtuluşa olan inancını tahkim etmiş, Cumhuriyeti temellendirirken de İslam’ın iman ve ibadet hükümlerine sadık kalmış,

“muamelat”ı ise bilime açarak uygarlaşmanın önündeki skolastik engelleri tasfiye etmiştir.

Bu müthiş hamle, İslam dünyasında benzeri olmayan bir “Türk devrimi”dir.

  • Atatürk’ün, devletin bekasına engel gördüğü, Osmanlı’nın da yıkılış sebeplerinden olan skolastizmin üretim merkezi tarikatlar, içinde bulunduğumuz süreçte devlete el koymuş durumda.
  • Bu topraklarda kökü 150 yıl gerilere uzanan, uygarlıkla kavgalı hareketin günümüzdeki organize gücü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), öncü aktörleri ve bürokratları ile bizatihi tarikattır.

İSİMLER TUZAKTIR      

Köye vaaz için gönüllü gelen hoca “Sarığın neden görkemli?” sorusuna “bulgura tuzak” karşılığı vermiş.

Adaleti yağlı sicimle boğan ve halkı yoksulluğun ateşine atan iktidarın ismi de uygulamalarına temelden ters olduğu için bir tuzaktır.

Amacı cehaleti yaymak olan kuruluşun adı, İlim Yayma Cemiyeti’dir.

Aynı amaçla pek çok dernek ve vakıf kuruldu. En ünlüleri “evladım devleti”nin kanatları altındaki TÜRGEV, TÜGVA ve ENSAR’dır.

Belediyenin el değiştirmesi ile ortaya çıktı ki İstanbul’u yıllar yılı söğüşlemişler.

Ekrem İmamoğlu’na duyulan husumetin bir sebebi de bu hortumun kesilmesidir.

Siyasal İslamcılar, halkın kutsallarını çağrıştıracak simgelere sarılırlar.

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinde onu ve Muhacir arkadaşlarını (Eshab) bağrına basan Medine yerlilerine “yardımsever” anlamında ENSAR denilir. O Ensar kendi malından veriyordu, bu Ensar halkın malından alıyor. O Ensar hurma bahçelerinin mülkiyetini Muhacirler ile paylaşmak bile istedi, Hz. Muhammed, “bu doğru olmaz, bahçelerinizde çalışıp üründen pay alsınlar” diyerek başkasının mülküne çökmeye izin vermedi.

U dönüşlerinin dünya şampiyonu AKP Genel Başkanı Erdoğan, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığında 40 yıl önce hangi noktada ise bugün de orada.

Siyasal İslamın dünya ölçeğinde fiyasko ile sonuçlandığını hiç önemsemeden Türkiye’yi orta çağın zifiri karanlığına sürükleme “davası”nda olağanüstü tutarlı. Anıtkabir defterine “Atatürk’ün çağdaş hedef ve ideallerine bağlılık”  vurgusu yapmasının üzerinden henüz bir ay bile geçmeden, okulöncesi eğitime din eğitiminin de eklenmesi önerisi Milli Eğitim Şûrası’nda kabul edildi.

HEDEF BELLİ

Eğitimci, psikolog ve pedagogların bilimsel bulmamalarının, sabi sübyan durumundaki bu yavruların dikkat, bellek ve zihinsel yetileri yönünden de uygunsuzluğunun hiç önemi yoktur. Amaç, Ali Erbaş’ın beklentilerini de karşılayacak, “dindar nesil” kisvesine büründürülmüş, şeriata militan yetiştirme projesini kotarmak.

Dini oy avcılığına, ekranları göz bayıcılığına çevirme becerileri dahil, iktidarın yalan ve desise stokları eridi.

Bir kaşık sıcak çorba özlemi çeken halk, devletle birlikte kendisinin de ne yaman soyulduğunun öfkesini yaşıyor.

İtiraz ediyorum

Av. M. Ziya YERGÖK

ESKİ ADANA BAROSU BAŞKANI
22. DÖNEM CHP ADANA MİLLETVEKİLİ

Önce, 5 Ocak 1922’de Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçiliğine atanan Aralov’un Türkiye anılarından(*) kısa bir bölüme göz atalım.(Konya)

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik.

Kanlı canlı, hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı.

Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.

YAPACAK BİR ŞEY KALMADI

Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:

– Ne o, dedi, yoksa sizin için medrese, Yunanları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!

Mustafa Kemal konuştukça, gözleri daha korkunç bir hal alıyordu:

– Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!

Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı.

Mustafa Kemal Paşa bize dönerek:

– Haydi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı. Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı.

Gelelim Genel Başkanımız Sayın Kılıçdaroğlu’nun cumartesi günü yayımladığı video mesajına…

CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, yayınladığı video mesajında

  • Bugün bir yolculuğa çıkıyorum, parti olarak yanlışlarımız oldu, helalleşme kararı aldım” diyor.

Eğer, bu helalleşme kararı, Cumhuriyetin kuruluşunda dinsel cemaat ve tarikatlara, muhafazakârlara haksızlık yapıldığı kabulüne dayanıyorsa bu görüşe katılmıyor ve itiraz ediyorum. Ayrıca bu gibi kararların partimizin yetkili kurullarında tartışılmış ve karara bağlanmış olması gerektiğine de inanıyorum.

KİMLE HELALLEŞİLECEK?

Cumhuriyetin kurucu partisi kimlerle helalleşecek? Cumhuriyeti yıkmak isteyen kimi tarikat ve cemaatlerle mi helalleşeceğiz? Bir uygarlık projesi olarak Cumhuriyeti kuran, bireyleri kul olmaktan çıkarıp siyasal ve hukuksal düzenin gerçek yapıcısı yurttaş konumuna yükselten, bunu da laik hukuk düzenini yerleştirerek başaran CHP, kimlerden ve neden özür dileyecekmiş?

Muhafazakâr kesimlere sempatik görünme uğruna partimize sürekli haksızlık yapılmasına itiraz ediyorum. Devrimleri ve dönüşümleri gerçekleştiren, çok partili demokratik yaşamın öncüsü olan, “Yeni bir dünya kurulur Türkiye’de orada yerini alır” diyerek meydan okuyan, sola açılan, “Ne ezen, ne ezilen, insanca ve hakça bir düzen” diyerek oylarını yüzde 42’lere çıkaran “ABD gölge etmesin başka ihsan istemiyoruz” diyerek ulusal çıkarlarımıza sahip çıkan partimizi “tutucu ve değişime direniyor” diye suçlamak partimize haksızlıktır. Yanlış olan temel husus da, bunların partinin örgütlerinde tartışılmadan, yetkili organlarında konuşulup karara bağlanmadan gündeme getiriliyor olmasıdır.


* Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Semyon Ivanoviç Aralov, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

‘Meş’um ve uğursuz’ mütareke Mondros

Prof. Dr. Metin KALE
Eskişehir Osmangazi Tıp Fakültesi
Em. Öğretim Üyesi
Cumhuriyet
, 30 Ekim 2021

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlılar için, 30 Ekim 1918’de ölümcül bir teslimiyet antlaşması olan Mondros Mütarekesi ile sona erdi. İngiliz Agamemnon zırhlısında müzakereler, 27 Ekim sabahı başladı ve dört gün sürerek 30 Ekim’de sonlandı. Mütarekeyi İngiltere adına Amiral Calthorpe, Osmanlı devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey imzaladı. Ateşkes antlaşmasını Sadrazam İzzet Paşa ve Vahdettin son derece memnuniyetle karşıladılar. Mustafa Kemal ise Mondros’un metnini 3 Kasım’da kendisine gönderilen telgrafta okuduğunda, imparatorluğun sonunun geldiğini gördü. Şöylece değerlendirdi:
  • Osmanlı devleti bu antlaşmayla kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslime razı olmuştur. Sadece razı olmamış, onların memleketi işgali için yardım da vaat etmiştir. Bu, beni çok hazin düşüncelere sevk etti.
TESLİMİYET VE DİRENİŞ
Mustafa Kemal 3-8 Kasım 1918 arasında beş gün süreyle Mondros’un vahametini ve Türkiye’yi düşman işgaline açık hale getireceğini, hatta Osmanlı hükümetini bile İngiltere’nin tayin edeceğini, teslimiyetten başka düşünceleri olmayan Vahdettin ve Sadrazam İzzet Paşa’ya anlatmaya çalıştıysa da nafile. 6 Kasım’da İzzet Paşa’ya sert bir telgraf çeker:
  • “İngilizlerin aldatıcı davranışlarını haklı gösterecek ve buna karşılık iyilik göstermeyi de kapsayan emirleri güzellikle uygulamaya yaratılışım müsait olmadığından (…) kumandayı hemen teslim etmek üzere yerime birisinin tayin edilmesini istirham ederim.”
Bunun üzerine sadrazam, Yıldırım Orduları Grubu’nu lağvetti. Mustafa Kemal ayrıca sadrazama “Böyle giderse korkarım ki siz de o koltuktan düşman süngüleriyle kovulacaksınız” dedi ve çok geçmeden dediği çıktı. İzzet Paşa’dan 10 Kasım’da “Görevden ayrılıyorum, sizinle görüşmem lazım” cevabı geldi.
Bu arada Padişah Vahdettin “Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, hemen kabul edelim. İngiltere’nin bize dost politikası değişmemiştir. İngilizlerin hoşgörüsünü sonra sağlarız” sözleriyle teslimiyetini ilan ediyordu.

Mustafa Kemal’in İzzet Paşa’yla telgraf savaşına Adana’daki karargâhta tanık olan Fahrettin Altay, o günü şöyle anlatıyor:

  • “Elini haritada Anadolu’nun üzerine koyarak ‘Burası kıtaların kalbi, kıtaların buluştuğu yer. Burayı bize bırakmak istemeyecekler, ama dur bakalım. Bozkırda bir ateş yanacak’ dedi.”

Mustafa Kemal Mondros’tan hemen sonra 4 Kasım 1918’de Adana’da Ali Fuat Paşa’ya şu tarihi sözleri söyler:

  • “Bundan sonra padişah tahtını düşünecek. Milletin artık kendi haklarını kendi araması ve savunması, bizim de ona yol göstermemiz (…) lazımdır.” Bir bağımsızlık savaşı başlatmanın zamanının geldiği zihninde netleşmiştir. Artık bir yanda direniş ve Milli Mücadele ruhu ile diğer tarafta teslimiyet ve işgal anlayışı karşı karşıyadır.

BİR ULUSU CEZALANDIRMAK

Ali Fuat Paşa anılarında Mondros için “Hiç kimse, Mustafa Kemal kadar tam zamanında, yıkımın yakınlığını ve hatta başlamış olduğunu görememiştir” diyor.

Mondros’un basit bir silah bırakışması değil, tam bir teslimiyet olduğuna inanan ve ondan “Bu meş’um -uğursuz- mütareke” diye söz eden Mustafa Kemal, sadece yenik bir devletin değil, Türk ulusu ile beraber Türk tarihinin de cezalandırılmak üzere olduğunu işaret etmekteydi.

GERİ KALMIŞLIĞIN ÜRÜNÜ

Kendi neslinin, emperyalistler arasında bir o yana bir bu yana savrulmadan ayakta duran yegâne örneğidir Mustafa Kemal. İzzet Paşa’ya telgrafında şunları söyler:

İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye olanak kalmayacaktır.” Atatürk Mondros’u, kaybedilmiş bir savaşın sadece askeri ve diplomatik bir sonucu olarak değil, onun arkasındaki geri kalmışlığın ve bağımlılık sürecinin ürünü olarak niteler.

Mondros, Osmanlı devleti için bir son iken, Türkiye Cumhuriyeti için de bir başlangıç olmuştur. Osmanlı devletinin nasıl parçalandığı doğru okunmazsa, Türkiye’nin yaşadığımız süreçte emperyalizmin yeni oyunlarıyla karşı karşıya kaldığı anlaşılamaz. Çağdaş Türk ulusu örtülü bir savaşla bir karanlığa çekilmek istendiğini görüyor ve o tuzağa düşülmemesi gerektiğinin de bilinciyle hareket ediyor.

19 Mayıs’ın 102. yıldönümü

Alev Coşkun

Atatürkçüler, Cumhuriyet felsefesine inananlar 19 Mayıs 1919’a çok önem verirler. Çünkü 19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal’in Milli Mücadele için eyleme başladığı tarihi gösterir. Atatürk, Nutuk’ta da “1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” diye başlar. Konuyu kısaca irdeleyelim:

Karadeniz bölgesinde Rumlar çeteler oluşturmuş, çatışmalar başlamıştı. 21 Nisan 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Osmanlı hükümetine Karadeniz Bölgesi’ndeki bu çatışmaların durdurulması için bir nota verdi. Eğer önlem alınmazsa Samsun’a asker çıkarıp bölgeyi güvence altına alacaklarını da belirtti. Osmanlı hükümeti, o sırada İstanbul’da boşta olan Mustafa Kemal Paşa’yı bu görev için uygun gördü.

NEDEN MUSTAFA KEMAL?

Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi konusunda değişik görüşler vardır. Kimileri bu ünlü generalin İstanbul’dan uzaklaştırmak istenmesini ileriye sürerler. 29 Nisan 1919’da Harbiye Bakanlığı’na çağırılan Mustafa Kemal’e bu görev teklif edilince, duraksamadan kabul etti.

YETKİ KARARNAMESİ

Kendisine geniş yetkiler veren kararnameyi Genelkurmay 2. Başkanı, eski cephe arkadaşı Kazım İnanç Paşa ile birlikte hazırladılar. Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay kitabımızda bu konu ayrıntılarıyla ve belgelere dayalı olarak anlatılmıştır.

HEYECAN VE DUDAKLARINI ISIRMA

Atatürk, görevi kabul edip görüşmelerini bitirdikten sonra, içinde bulunduğu ruhsal durumu daha sonraları gazeteci Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştır. Falih Rıfkı Atay ve gazeteci Mahmut Soydan’a anlatılan bu hatıralar 1926 yılının mart ayında Hakimiyet-i Milliye, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımlandı. Bu anılar, daha sonra Falih Rıfkı Atay’a tarafından “Atatürk’ün Bana Anlattıkları” adıyla bir kitap halinde yayımlandı. (1) Atatürk, şöyle anlatıyor:

Bakanlıktan çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim…”

Bu paragraftaki anahtar noktalar şunlardır:
1. Heyecandan dudaklarını ısırdığımı hatırlıyorum.
2. Kafes açılmıştı.
3. Uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim.

Atatürk neden “dudaklarını ısırıyor”, neden “uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim” diyor? Bu anahtar cümleden kafasındaki planın gerçekleşmesi için kendisine bir hareket alanı yaratıldığını anlatmaktadır.

‘BENİ ANLAYAN SUBAYLAR BUL!’

Atatürk, Harbiye Bakanlığı’ndaki  görüşmelerden sonra Şişli’deki evine giderken, yaveri Cevat Abbas’a: “Cevat, şimdi beni anlayan ve bana samimiyetle bağlanacak ve işten ziyade maksadına hadim olacak (hizmet edecek) yetenekte bir yaver, bir emir subayı ve yardımcı subaylar bul” emrini verdi. (2) Buradaki tanımlama önemlidir. Mustafa Kemal, “Maksadına hizmet edecek” subay istiyor. Anadolu’da girişeceği Kuvayı Milliye örgütlenmesini ve bağımsızlık savaşını anlayacak ve bu amaç için hizmet edecek subayların bulunmasını istemektedir. Bu yazının başında, görev verilmeseydi zaten Anadolu’ya geçmeyi planladığını belirtmiştik. Şimdi o konunun ayrıntılarına geçelim.

AŞAMALARI

Mustafa Kemal, İstanbul’a Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından 14 gün sonra 13 Kasım 1918’de geldi. Önceleri Harbiye Bakanı olup, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın kötü uygulamalarını engellemek istedi. Bu istek gerçekleşmedi. Arkadaşlarıyla hükümeti ele geçirme projesi üzerinde duruldu. Yabancı askerlerin işgali altındaki İstanbul’da bunun olanaksız olduğu kısa sürede anlaşıldı. Bu arada 21 Aralık 1918’de Osmanlı Meclisi kapatıldı. Mustafa Kemal, Ocak 1919’da uygun bir zaman ve ortamda Anadolu’ya geçmek düşüncesi üzerinde durmaya başladı.

UYGUN BİR ZAMANDA…

Mustafa Kemal o günleri şöyle anlatıyor:

  • “Kendi kendime şu kararı verdim: Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek. İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı vakti gelmedikçe kimseye söylemedim.” (3)

Mustafa Kemal, Ocak 1919 ortalarında eski cephe arkadaşı Albay İsmet Bey’i Şişli’deki eve çağırdı. Şişli’deki evde teke tek geçtiği bilinen görüşmede Mustafa Kemal’in İnönü’ye sorduğu soru görüşmenin anlam ve kapsamını açığa çıkartır:

HİÇBİR SIFATI OLMADAN…

Mustafa Kemal, İnönü’ye, “Hiçbir sıfatı ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtuluş çareleri aramak için en uygun bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” sorusunu sordu. Bu soru, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip, emperyalistlere karşı ulusal direnişe geçme kararını verdiğini gösteriyordu.

Şimdi bu görüşmenin ayrıntılarının Mustafa Kemal’in yine kendi anlatımından izleyelim :

“ (İsmet İnönü) ‘Karar verdin mi?’ dedi.

‘Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’

İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire, ayağa kalktı, gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok!’ dedi.”

GEBZE – TAVŞANCIL – DEĞİRMENDERE ÜZERİNDEN GİZLİCE ANADOLU’YA GEÇME PLANI

Mustafa Kemal’in gizli olarak Anadolu’ya geçişte izleyeceği yol.

Gebze-Tavşancıl, Yarımca, Değirmendere geçişi haritası.

(Kaynak: Başyaver Cevat Abbas’ın hatıraları ve Atilla Oral’ın makalesi)

Bu noktada, Mustafa Kemal’in öteden beri kafasında oluşturduğu gizlice Anadolu’ya geçme kararını uygulamaya geçirdiğini görüyoruz. Yaveri Cevat Abbas Bey’e, Kocaeli bölgesinde bir geçiş yolu planlamasını ve bu geçiş yolunun güvenliğinin sağlanması için Kocaeli bölgesinde küçük küçük silahlı birlik oluşturulması talimatını verdi. Başyaver Cevat Abbas’ı dinleyelim:

“Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametini (yönünü) etüt ettim. Gerektiğinde ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak yerli ve göçmenlerden, özverili vatanseverlerden küçük küçük silahlı kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla emniyet edilir (güvenilir) bir hale gelmesini ve ormanların yapraklanmasını beklemeyi faydalı gördü ve bu ilişkinin sürdürülmesine emir buyurdu.” (4)

Cevat Abbas, Tavşancıl’da Yahya Kaptan’la ilişki kurdu ve Kuvayı Milliyeci Yahya Kaptan, gönüllülerden bir birlik oluşturdu. Atatürk, neden bir an evvel Anadolu’ya geçmedi sorusuna kendisi şöyle yanıt vermiştir :

DAVUL ZURNAYLA HAZIRLIK OLMAZ

Mustafa Kemal, hazırlıklarını gizlice yapıyordu, şöyle diyor: “Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları, seferberlikte (savaşta) asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında tevazu ile (alçakgönülle) çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimi bir kanaat ilham (gönüle doğan şey) etmek lazımdır.”

Mustafa Kemal, İstanbul’da altı ayda yaptığı çalışmayı bu iki paragrafta birkaç cümle ile özetliyor ve “düşün hazırlıkları, davul zurna ile sağlanamaz” diyor. İstanbul’da işte bu geniş çerçeve içinde sabırla çalışıyordu. Anadolu’ya geçerken tüm önlemleri almak istedi. Öncelikle Ali Fuat Cebesoy’un Şubat 1919’da kolordusunun başına gitmesini sağladı. Böylece Anadolu’da çalışma yapacağı güvenlikli bir alan hazırlanmış oluyordu. Böyle bir alan hazırlığı olmadan Anadolu’ya geçmek çok tehlikeli olurdu.

  • İngilizler ya kendisini kolaylıkla tutuklar ya da beş kuruşluk bir kurşunla kendisini kolayca öldürecek işbirlikçiler bulurlardı.

ANADOLU’YA GEÇER GEÇMEZ…

19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal, orada fazla kalmadı. Bir an önce Anadolu içlerine geçmek istiyordu. Nitekim beş gün sonra Havza’ya hareket etti ve 25 Mayıs 1919 günü Havza’ya ulaştı. Burada 12 Haziran’a kadar 18 gün gün kaldı ve kafasında oluşturduğu Milli Mücadele’nin örgütlenme planını uygulamaya başladı.

18 GÜNDE ÜÇ EYLEM, ÜÇ GİRİŞİM…

1. Bütün Anadolu’da işgallere karşı mitingler, toplantılar yapılması için genelge yayımladı.
2. Anadolu’dan İstanbul Hükümeti’ne ve İstanbul’daki yabancı işgal güçleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderilmesini istedi.
3. Anadolu’dan toplanıp İstanbul Hükümeti’ne ve İstanbul’a gönderilmekte olan “silah sürgü kolları”na el koydu. Bu son hareket, Mondros Ateşkes Antlaşması’na açıkça bir tavır alıştı.

Açıkçası İlk Kuvayı Milliye girişimi Havza’da başlamıştı. Sonunda 8 Haziran’da İstanbul’a geriye çağırıldığı olayın kısa gelişimi şöyledir:

Mustafa Kemal, Havza’da bu girişimleri başlatınca İngilizler harekete geçtiler. İngiliz Karadeniz Orduları Komutanı General Milne, 6 Haziran’da yani Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinden yalnızca iki hafta sonra İstanbul Hükümeti’ne yazdığı yazıda, “Mustafa Kemal ve yanındakiler derhal geriye çağrılmalıdır. Onun yurtiçinde dolaşması kamuoyunu tedirgin ediyor” diyordu.

İki gün sonra 8 Haziran 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, İstanbul Hükümeti’ne verdiği notada: “Samsun ve dolaylarında endişe veren olaylar gelişmektedir. Mustafa Kemal bunlara liderlik ediyor. Derhal geriye çağrılmalıdır” diyordu.

Aynı gün, 8 Haziran 1919’da Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinin 19. gününde Harbiye Bakanlığı Mustafa Kemal’e bir talimat göndererek İstanbul’a geri dönmesini emrediyordu. Mustafa Kemal, bu emirlere uymadığı için 23 haziran 1919’da tayin edildiği görevinden azledildi. 8 Temmuz 1919’da Erzurum’da savaş meydanlarında kazandığı generalliği tüm rütbe ve nişanları elinden alındı. Ordudan tart edildi, çıkarıldı. Bütün bunlar, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinin 50. gününde oluyordu. Bu durum, Mustafa Kemal’in açıkça kafasındaki planı Anadolu’ya geçer geçmez uygulamaya soktuğunu göstermektedir.
===============
Bu yazı, Alev Coşkun’un Cumhuriyet Kitaplarından çıkan “Samsun’dan Sonra En Zor 19 Ay” adlı kitabından özetlenmiştir.


(1) Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Cumhuriyet Yayınları, 1998.
(2) Alev Coşkun, Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, Cumhuriyet Kitapları, s.382, 383.
(3) Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, age, s.109. Cevat Abbas, Yeni Sabah, 21 Mayıs 1941, s.1-5; Tur gut Gürer (der.) Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas, s. 222; Atilla Oral, “Yahya Kaptan ve Kuvayı Milliye”, Bütün Dünya, 1 Ekim 2006, s.20-26.
(4) Atay, age, s.111; Görgülü, age, s.184.

MUSTAFA KEMAL’İN TARİH SAHNESİNE ÇIKTIĞI GÜN : 25 Nisan 1915

Prof. Dr. D. Ali Ercan
Nükleer Fizik Uzmanı

Değerli arkadaşlar,

Büyük Dünya Savaşının “Müttefikler” kanadı (İngiltere, Fransa ve Rusya) İstanbul’da buluşmak ve Osmanlı İmparatorluğuna kesin öldürücü darbeyi vurmak üzere Osmanlının en zayıf olduğu Denizler üzerinden büyük hareketi planlamışlar ve o zamana dek Dünyanın görmediği ölçekte büyük bir Donanma ile Çanakkale Boğazına dayanmışlardı…

17 Şubat 1915’te Çanakkale Boğazına girmek isteyen Müttefik Gemileri, Osmanlının Almanlardan aldığı süper ağır topların ateşi altında Boğazı geçememişler, kezlerce geri çekilmişler ve bu denemeleri 18 Mart’a dek sürmüştü. En sonunda 6 büyük savaş gemisinin Çanakkale Boğazı içine (bkz. mavi çizgi ve kırmızı noktalar) Nusrat Mayın gemisinin döşediği mayınlara çarparak batmaları veya ağır yaralanmalar, ağır asker yitikleri nedeniyle geri çekilmişlerdi. Bu günü “Çanakkale Deniz Zaferi” olarak kutluyoruz…

Fakaat Savaş bitmemişti;
Deniz savaşını yitiren Müttefikler, B Planlarını uygulamaya başladılar: Gelibolu yarımadasını tümüyle işgal ederek, hedefe (İstanbul’a) hem karadan hem de denizden ulaşmak için hazırlığa giriştiler.

Midilli adasında yaralarını saran, hazırlıklarını bitiren müttefik güçleri 38 gün sonra, sürpriz bir çıkartma baskını başlattı; 25 Nisan sabahı Osmanlı mevzilerine yağdırdıkları ağır topçu ateşi altında Yarımadanın uygun kıyılarından çoğunluğu Avustralya ve Yeni Zelanda’dan devşirilmiş on binlerce askeri karaya çıkartmaya çalıştılar.

Yarımadanın en kritik ve en zayıf tutulan yerinden (Arıburnu) karaya çıkan askerler rahatlıkla ilerliyorlardı. Bu arada, yanında bikaç askerle, görev verilmediği halde, durumu bizzat gözetlemek için ileri hatlara dek gitmiş olan 9. İhtiyat Tümeni Komutanı Albay Mustafa Kemal, mermileri bittiği için geri çekilmekte olan 1 müfreze askeri görmüş, onları durdurmuş;

  • Mermimiz yoksa süngümüz var; derhal yere yatın, siperlerinizi hazırlayın ve bize yardımcı güçlerimiz gelinceye dek elde kalan son cephanemizle oyalayalım..” diyerek müfrezenin geri çekilişini durdurmuştu.

Tepede Türk askerlerinin siperde olduğunu gören Düşman da ilerlemeyi durdurmuş, sipere yatmış ve yukarıya doğru makineli tüfek ateşi başlatmıştı.

Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesinin 5. Ordu Komutanı Otto Liman von Sanders‘ten izin almadan, inisiyatifini kullanarak ihtiyat kuvveti 57. Alaya haber göndermiş ve Alay, başlarında Hüseyin Avni Bey, çok kısa bir zaman içinde, koşar adım olay yerine yetişmişti.

Mustafa Kemal, 57. Alaya saldırı (taarruz) buyruğu (emri) verdi.
57. Alay kendisinden 3 kat daha büyük Anzak birliklerine taarruz etmiş, düşman durdurulmuş, geri püskürtülmüştü… Ama gökten mermiler, ağır bombalar yağmur gibi yağıyordu* Osmanlı mevzilerine… ve Alay, komutanı Hüseyin Avni dahil son erine dek şehit düşmüştü.

Bu mevzi savaşları aylarca sürdü. 25., 26. ve 27 inci Alaylar da geri çekilmediler, kahramanca savundular bölgelerini….
Sonunda Düşman pes etti ve geldikleri gibi defolup gittiler!

İstanbul (bir süreliğine de olsa) işgalden kurtulmuştu. Ordu içinde ve Halk arasında Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal‘in adı dilden dile dolaşıyor, Halk Bayram yapıyordu. Mustafa Kemal İstanbul’da “Halâskâr Gazi” (Kurtarıcı Savaşçı) olarak tanındı…

Vatan topraklarını korumak uğruna toprağa düşen Kahramanlar ışıklar içinde uyusunlar. Çanakkale geçilseydi bugün Dünya çok farklı görünebilirdi; özellikle Anadolu’nun ve Rusya’nın yazgısı, büyük olasılıkla bambaşka olurdu… çünkü 2 büyük devrimci, Rusya’da Lenin, Anadolu’da Mustafa Kemal olmayabilirdi.

Sevgilerimle.æ
___

*Çanakkale savaşında Osmanlı askerlerinin mevzileri üzerine yağdırılan bombaların toplam yıkım etkisi Japonya’ya atılan 2 Atom Bombasından daha büyüktür. 60 binden çok Osmanlı askeri, 50 bin dolayında müttefik askeri öldü… æ

TBMM’nin 101. yıldönümü

Alev Coşkun
Alev Coşkun
23 Nisan 2021, Cumhuriyet

 

TBMM, 101 yıl önce bugün açıldı ve milletin kaderine el koydu. Bir yanda işgaller, öte yanda padişah ve işbirlikçilerin türlü tezgâhları sürüyordu, iç savaş başlatılmıştı. Ellerinde yeşil bayraklarla savaşan isyancılar Ankara’nın yakınlarına kadar uzanmışlardı. Ufak da olsa bir askeri birliğe sahip olmayan Ankara’ya her an girmeleri olanaklıydı. Bu koşullar altında Ankara’da Meclis’in açılabilmesi olağanüstü bir olaydı, bir mucizeydi. Atatürk’ün örgütlenme dehasının en etkin göstergesidir. Kısa bir anımsatma yapalım:

SON OSMANLI MECLİSİ

Son Osmanlı Meclisi (Meclis-i Mebusan) 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanmıştı. Yabancı işgal ordularının denetimi altında bulunan İstanbul’da Meclis’in toplanmasını Atatürk doğru bulmuyordu. Her an işgal güçlerinin Meclis’i basarak dağıtacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle Meclis’in Anadolu’da toplanmasının gerektiği görüşünü ileriye sürmüştü. Ancak bütün arkadaşları Meclis’in İstanbul’da toplanmasını istiyorlardı.

Kendisi Erzurum’dan milletvekili seçildiği halde İstanbul Meclisi’ne gitmedi. Nitekim açılışından sadece iki ay 6 gün sonra İngiliz askerleri Meclis’i bastılar; Atatürk’ün öngörüsü kısa sürede gerçekleşmişti.

MECLİS’İN EN ÖNEMLİ KARARI

İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi’nin yaptığı en önemli iş, 28 Ocak 1920 günkü gizli oturumunda, “misakı- milli”yi (milli ant) kabul etmesidir. Misak-ı milli daha sonra, 17 Şubat 1920 tarihli açık oturumunda tekrar kabul edildi ve tüm dünya parlamentolarına gönderildi. Bu tavır emperyalist işgalcileri memnun etmemişti. 10 Mart 1920’de Londra’da toplanan savaş galipleri devletler; İngiltere, Fransa, İtalya yeni kararlar aldılar. İstanbul tekrar işgal edilecekti.

Zaten askeri birlikler tarafından denetim altında tuttukları İstanbul’u daha da etkin biçimde kontrol etmek, bakanlıklara denetim subayları yerleştirmek ve kimi aydınları yakalayıp Malta Adası’na sürgüne göndermek amacını taşıyorlardı. 15 Mart’ta İstanbul’da Kuvayı Milliye yandaşı eski Savunma Bakanı Mersinli Cemal Paşa, eski Genelkurmay Başkanı Cevat Çobanlı Paşa, ünlü düşünür Ziya Gökalp gibi aydınlar tutuklandılar.

16 Mart 1920’de Harbiye Bakanlığı ve stratejik bölgeler denetim altına alındı, Şehzadebaşı Karakolu basıldı, 5 asker şehit edildi. Meclis basıldı, Rauf Orbay, Kara Vasıf Bey ve kimi milletvekilleri tutuklandı. Hepsi Malta Adası’na götürüldü. Yabancı askerlerin işgali altında bulunan İstanbul’da Meclis’in toplanmasını doğru bulmayan Atatürk’ün dedikleri bir bir gerçekleşiyordu.

OLANAK

İstanbul’da Meclis’in işgal edilmesi Mustafa Kemal için bir olanak da yaratıyordu. Sivas Kongresi’nde seçilmiş Temsilciler Kurulu Başkanı olarak 19 Mart 1920’de tüm illere gönderdiği genelgede, Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip bir meclis toplanacağını ve bütün illerde 15 gün içinde seçim yapılmasını” istedi. Mustafa Kemal, İstanbul’da İngilizlerin yaptıkları tutuklamalara karşı bir önlem olarak da, Anadolu’da bulunan yabancı subayların tutuklanmasına karar verdi. Erzurum’da bulunan ünlü İngiliz albayı Rawlinson da içinde olmak üzere yabancı subaylar tutuklandılar.

MECLİS’İN AÇILIŞI VE TEHLİKE 

Mustafa Kemal’in Ankara’da bir Meclis toplanacağını belirten bu bildirisinden Meclis’in 23 Nisan 1920’de açılışına kadar geçen 35 gün (AS: 16 Mart – 23 Nisan 38 gün), tuzaklar ve zorluklarla doludur. Ankara’da bir Meclis’in toplanacağının açıklanması aslında en çok İngilizleri tedirgin etmişti. İngilizler, Anadolu’da bir Meclis açılırsa sonunda millicilerin yeni bir devlet kurmaya doğru gideceklerini çok iyi biliyorlardı. Bu konuda elde edilecek başarının Britanya İmparatorluğu’nun sömürge topraklarındaki halkları da etkileyeceğini düşünüyorlardı. Öyleyse Meclis’in açılışı önlenmeliydi.

Padişah da kendi tahtının sallantıda olduğunu görüyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in Meclis’in toplanacağını belirten 19 Mart 1920 tarihli bildirisinden sonra, çok etkin girişimler başlattılar. Amaç, Ankara’daki Kuvayı Milliye’yi çökertmek ve Meclis’in açılışını engellemekti. Meclis’in toplanması girişimi, başlamadan çökertilmeliydi.

İÇ İSYANLAR

Bu nedenle Meclis’in açılışı öncesindeki günlerde İngiliz Yüksek Komiserliği’nin stratejik planlaması ve İstanbul Hükümeti’nin karar ve uygulamalarıyla iç isyanlar başlatıldı. İngiliz altınları isyan bölgelerine akıyordu. Adapazarı, Bolu, Gerede bölgesinde başlayan dinsel içeriklere dayalı ayaklanmalar, Ankara’nın ilçeleri Nallıhan ve Beypazarı’na kadar uzanmıştı.

  • Meclis açılmadan önce Mustafa Kemal, “çembere alınmak” isteniyordu. 

Padişah O’nu asi ilan etmişti, Gâvur İmamlar, Anzavur’lar, Teali-i İslam, Müderrisler Cemiyeti gibi dine dayalı oluşumları harekete geçirmişlerdi. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, yayımladığı fetvasında Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen vacip (gerekli) olduğunu, bu uğurda hizmet edenlerin gazi, ölenlerin şehit olacağını belirtiyordu. Bu fetva, İngiliz uçaklarıyla havadan Anadolu’daki kentlerin üzerine atılarak dağıtılıyordu. Elinde ufak bir askeri birliği bile olmayan Mustafa Kemal, o günlerde bir yandan iç isyanlarla uğraşırken öte yandan da Meclis’in açılması için çalışıyordu.

UĞURSUZ BİR İHTİMAL (OLASILIK)

Mustafa Kemal, Nutuk’ta, “uğursuz bir ihtimal”den söz ediyor. Düzce, Hendek, Gerede ve Bolu’da başlayan isyanların Nallıhan ve Beypazarı üzerinden Ankara’ya yaklaştığını belirtiyor. “Meclis’in bu yüzden toplanamaması ihtimali (olasılığı) korkunç bir yenilgi olurdu” diyor.

BİR AN ÖNCE MECLİS’İ AÇMAK

Atatürk, bu korkunç ve “uğursuz” olasılık karşısında neler yaptığını şöyle anlatıyor:

“Bir yandan bu isyan dalgalarını durdurmaya çalışıyordum. Öte yandan Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamaya çalışıyordum. Böylece durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum.”

Sonunda, gelebilmiş olan milletvekilleriyle yetinerek Meclis’in, Nisanın 23’üncü cuma günü açılmasına karar verildi.

MECLİS’İN AÇILIŞI, DİNSEL TÖREN

23 Nisan Cuma günü, Mustafa Kemal ve milletvekilleri halkla birlikte cuma namazını Hacı Bayram Camisi’nde kıldılar. Namazdan sonra, sokakları dolduran halkın arasından hocaları, sarıklı, kalpaklı, fesli milletvekilleri, ileri gelen idare adamlarıyla Hacı Bayram Camisi’nden Millet Meclisi’nin açılacağı binaya doğru ilerlediler.

En yaşlı milletvekili olarak Sinop milletvekili Şerif Bey, Meclis’i saat 14.45’te açtı. Geçici başkan

  • Tam bağımsız olarak yaşamak isteyen, tarih boyunca hiçbir yerden emir almayan milletimiz” diye başlayan konuşmasında “Meclis’in, milletin kadrine sahip çıktığını” belirtti.24 NİSAN OTURUMU

Ertesi gün Meclis, yine Geçici Başkan Şerif Bey’in başkanlığında saat 10.00’da açıldı. Sabah saat 10’da Meclis açılınca Mustafa Kemal söz aldı ve uzunluğu nedeniyle ardı ardına üç oturum süren bir konuşma yaptı. Bu konuşma Erzurum Kongresi’nden Meclis açılışına kadar geçen süredeki tüm olayların ve gelişmelerin milletvekillerine sunulmasıdır. Atatürk, olup bitenleri üç evreye ayırarak anlattı. Birinci evre, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan Erzurum Kongresi’ne; ikinci evre, Erzurum Kongresi’nden 16 Mart işgal hareketine; üçüncü evre 16 Mart’tan Meclis’in açılışına kadar geçen aşamalardır.

Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerinde milli bir sınır çizildiğini ve bu sınır içinde oturan Türk, Kürt, Çerkes ve diğer İslam unsurlarının “Bütün maksatlarını bütün manasıyla” birleştirdiklerini ve kardeş halklar olarak tek bir amaca yöneldiklerini belirtti. Mustafa Kemal, “misakımilli”yi anlatıyordu.

700 YILLIK HAYATIN SORUMLULUĞU

Bu konuşma, 19 Mayıs 1919’dan o güne Atatürk’ün yaptığı en uzun, en kapsamlı konuşmadır. Milli Mücadele tarihimizin çok önemli bir belgesidir. Bu konuşma aslında bir bilgilendirme, millete ve tarihe hesap verme konuşmasıydı. Milli Mücadele’nin 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’yla başlayan ve 23 Nisan 1920’ye kadar geçen 1.5 yıllık bir döneminin ele alınıp analiz edilmesiydi. Mustafa Kemal, konuşmasını şöyle bağladı:

  • “Bu dakikadan başlayarak, 700 yıllık büyük ve güçlü bir hayattan sonra çöküntünün kenarında henüz ayakta durabilen Osmanlı devletinin geleceğinin sorumluluğu, saygıdeğer kurulunuzun çalışmalarını yönlendirecektir.” Atatürk böylece, Meclis’e tarihi sorumluluğunu da hatırlatmış oluyordu.

YENİ BİR DEVLET KURULUYOR

Şevket Süreyya, Atatürk’ün 4 saat süren bu nutkunu şöyle tanımlıyor:

“Bu nutuk bir asker nutku değildi. Bu nutukta, dinleyenleri sürükleyecek hissi unsurlardan, büyük sözlerden ve heyecana hitap eden haykırışlardan eser yoktu. Mustafa Kemal nutkunda, kendilerini Ankara’da tam yetkilere sahip, bağımsız bir Meclis çağırmaya ve bir hükümet kurmaya götüren şartları; aklın, mantığın zorunlulukları ile dile getiriyordu. O’na göre bu Meclis, artık padişahın meclisi değildi… Kısacası yeni bir devlet kuruluyordu.”

REFİK ŞEVKET’İN MEKTUBU

Meclis’in genç milletvekillerinden ve daha sonraları Meclis kürsüsünde hukuksal konularda etkinliğini gösterecek olan Kuvayı Milliyeci, Saruhan Milletvekili Refik Şevket (İnce), kardeşi Hamit Şevket’e yazdığı mektupta, Meclis’in açılışını ve Mustafa Kemal’in konuşmasını şöyle betimlemiş:

“Meclis açıldı, birtakım işlemlerden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Kalpaklı ve dolaklı idi. Sade ve temiz bir giyinişi vardı. Edası (tavırları) vakur (ağırbaşlı) ve etkileyici idi. Büyük bir kalabalık, Meclis binasını tam anlamıyla işgal etmişti. Söze pek gür olmayan fakat her kelimesine gereken mana ve ahengi veren kalınca sesi ile başladı. Biz O’nu kulaklarımızı, gözlerimizi, benliğimizi vermiş bir halde dinliyorduk.”

PADİŞAH’A GİDELİM UZLAŞALIM

Kuşkusuz Meclis içinde padişah ve halifeye bağlı milletvekilleri de vardı. Medrese kökenli bir grup milletvekili Meclis’ten bir kurul oluşturulmasını, bu kurulun İstanbul’a gitmesini padişahı ziyaret etmesini ve bir uzlaşma yolu bulunmasını istiyordu. Bu konuda bir önerge de hazırlanmıştı. Meclis bir kurul oluşturacak, bu kurul padişaha gidecek, adeta padişahtan “icazet” (izin) alacak. Bu yol Atatürk için kabul edilebilecek bir öneri değildi. Çok tehlikeli, temel amacı kökten zedeleyici bir görüştü. O gün, 4 saat konuşmasına karşın Mustafa Kemal, “gizli oturum” isteyerek bir kez daha kürsüye çıktı.

MUSTAFA KEMAL’İN ÖNERGESİ 

Mustafa Kemal, konuşması bitince Meclis’e bir önerge sundu ve okunmasını istedi. Bu çok önemli önergedeki temel ilkeler şöyledir:

1) Bir hükümet kurulması zorunludur.
2) Geçici olarak bir devlet başkanı seçmek veya padişaha bir vekil tanımak doğru değildir.

Mustafa Kemal, Anzavur kuvvetlerinin ve isyan edenlerin Damat Ferit Hükümeti tarafından desteklendiğini ve Damat Ferit’in İngilizlerin tam etkisi altında olduğunu da belirtti.

İZLENECEK İKİ YOL

Konuşmasının sonunu şöyle bağladı: “Karşımızda iki yol vardır” diyerek anlattı: “Birincisi, Damat Ferit Hükümeti’nin kabul ettiğini yani İngilizlere esir olmayı kabul etmek, şerefimizi, hayatımızı, her şeyimizi bırakmak, yani İngilizlere esir olmaktır. Bu kabul edilirse, o zaman yapılacak bir şey yoktur.

İkincisi, eğer Meclis olarak milleti ‘namus ve şeref’ içinde yaşatmak istiyorsak, kabul edeceğimiz yol ve bu yolun esası bütün gücümüzü kullanarak bizi ortadan kaldırmaya çalışan ‘düşmanların emel ve amaçlarını’ kırmak, karşı çıkmaktır” dedi.

İSTANBUL DEMEK LONDRA DEMEKTİR

Mustafa Kemal, İstanbul’a gönderilmesi düşünülen kurul için de şöyle konuştu: “İstanbul’la anlaşmaya çalışmaktan bir sonuç alınamaz. Çünkü İstanbul demek Londra demektir. İngilizlerle anlaşamayan doğru Malta’ya gider. İstanbul’a gidecek kurul, İngilizlere uymayı kabul ederse padişaha ulaşabilir. Yoksa, Malta’ya gönderilir.”

KONUYU ENİNE BOYUNA DÜŞÜNÜN

Bu konuşmalar yapılırken, Meclis henüz başkanını seçmemişti. Bu derece açık konuşan Mustafa Kemal, konuşmasını Meclis Başkanlığı’na getirerek şunları söyledi: “Başkanlık söz konusu olduğunda, ‘bütün arkadaşlarım’ büyük sevgi ve yakınlık gösteriyorlar, bana başkanlık teklif ediyorlar. Ancak şöyle bir durum vardır. Düşmanlara ‘milletin müdrik (anlayışlı) ve kuvvetli’ olduğunu göstermek gerekiyor. İngilizler, işgal için verdikleri notada benim ismimi anmışlardır. Onun için Meclis bana oy verecekse konuyu enine boyuna düşünmelidir. Ben kendi hesabıma, milletin bağımsızlığı elde edilene kadar çalışmaya ant içmiş bulunduğumu tekrar ifade etmek isterim.”

Mustafa Kemal, bu konuşma için Nutuk’ta “Milletvekillerini uyardım, bana verilecek oylar konusunda sakıncaların dikkate alınmasını söyledim” diyor ve kendisine oy verilirken “Milletin ve memleketin geleceği ve yararları için düşünülerek oy kullanılmasını rica ettim” diyor.

MECLİS BAŞKANLIĞI

Bu gizli oturumdaki açıklamalardan sonra, açık oturuma, Meclis Başkanlığı seçimine geçildi. Başkanlık için tek aday Mustafa Kemal’di ve hazır bulunan 115 milletvekilinin 110’unun oyunu alarak Meclis Başkanlığı’na seçildi. Türkiye’de yeni bir devlet kuruluşu için yollar açılmıştı.

Bu yazı Alev Coşkun’un Cumhuriyet Kitapları’ndan yakında çıkacak Samsun’dan Sonra En Zor 19 Ay adını taşıyan kitaptan özetlenmiştir.

MÎSAK-I MİLLÎ !

MÎSAK-I MİLLÎ !

Değerli arkadaşlar,
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

1. Dünya savaşından yenik çıkan, zaten topraklarının çok büyük bölümünü yitirmiş olan Osmanlı Devletinin hiç değilse çekirdek “Anavatan topraklarını kurtarmak” hedefiyle 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal‘in önderliğinde milli mücadele başlatılmış oldu….

21/22 Haziran 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa Amasya’da bir Genelge yayınladı :

“Vatanı ve Milletin bağımsızlığını,
yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!”

***
23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresinde (Amasya Genelgesindeki söylemin eyleme geçirilmesi) kararı alınmış, ardından…
4 Eylül1919 Sivas’ta başlatılan Kuvay-ı Milliye toplantısında, Misak-ı Milli hedeflerinin gerçekleştirilmesi için milli mücadelenin sevk ve idaresini yürütmekle görevli Heyet-i Temsiliyye‘nin, Ankara’da faaliyet göstermesi kararı alınmıştı.
Ulusal amaç ve hedefleri ve ulusal sınırları belirleyen Misak-ı Milli (AS: Ulusal And) kararlarını (bkz. haritada kırmızı ile gösterilen alan) İstanbul’daki Osmanlı Meclisi de oybirliği ile kabul etmiş ve 20 Ocak 1920’de bütün dünyaya resmen ilan ederek son tarihsel görevini yerine getirmiştir..

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi

Zaten “de facto(AS: gerçekte, fiilen) bitik olan Osmanlı devleti, TBMM’nin 1 Kasım 1922’de “Saltanatın ilgası” kararıyla resmen sona ermiş oldu…
Son Osmanlı Hükümdarı Vahdettin, 17 Kasım’da işgalci devlet İngiltere’den iltica ricasında bulunmuş ve bir İngiliz zırhlısıyla (AS: Malaya) İstanbul’dan ayrılmış, Malta’ya gitmiştir…
***
Misak-ı Milli 6 maddeden oluşur. (bu günkü dille)
1. Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, kesinlikle bölünemez.
2. İşgal altında olmayan Osmanlı toprakları bölünmez bir bütündür. Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada işgal altında bulunan bölgelerin ve Arap topraklarının geleceğine, bu bölgede yaşayan halk karar verecektir. Halk oylamasıyla bu toprakların durumu belli olacaktır.
3. Batı Trakya ve Elviye-i Selase (3 vilayet) dâhilinde bulunan Kars, Ardahan ve Batum’un durumu, Arap bölgelerinde olduğu gibi yine halk oylamasıyla karara bağlanacaktır.
4. Türkleri mali, idari ve siyasi yönden olumsuz etkileyen kapitülasyonlar kesinlikle kabul edilmeyecektir.
5. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının güvenliği ve tehlikeden uzak tutulması ile ilgili önlemler alınacak ve bu Boğazların ticaret gemilerine açılıp açılmaması ile ilgili kararlar Türkiye ile birlikte ilgili devletler arasında yapılacak olan anlaşmaya göre belirlenecektir.
6. Ülkemizde yaşayan Hristiyan ve öbür azınlıklara, başka ülkelerde Müslümanlara tanınan haklar ölçüsünde hak tanınacaktır.
***

Değerli arkadaşlar,
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti‘nin bu zor koşullardaki doğuşunu bilmeyenler, değerini de bilemezler; O zamanlar açıkça görünen işgalci düşmana karşı verilen amansız savaşın bugün görünmeyen, sinsi düşmanın içten işgaline karşı davam edişini göremezler.
Bu sinsi düşman, Arap emperyalizmi dahil, küresel Emperyalizmin yandaşlığını yapanlardır;
Küresel Kapitalist-Finans sömürü sisteminin yardakçılığını, ortakçılığını yapanlardır.
Yüz yıl önce, bir Ağacı “yangın” dan kurtaran ve yeniden yeşerten insanların ardıllarına, bugün aynı Ağacın “içten çürütülüşüne” karşı savaşmak düşüyor.
Sevgilerimle. æ
______________
Not. Mustafa Kemal‘in düşündeki harita “misak-ı milli” haritasıydı; özellikle, şimdi güneyde gerekli görülen 30 km güvenlik şeridi ta o zamandan belirlenmişti, Hatay-Halep-Musul hattı olarak.
Sevr‘i dayatanların Türklere bıraktığı (250 bin km2) toprakların haritası Mustafa Kemal’in düşlediği (1 milyon km2) hartanın dörtte biriydi; Lozan’da, o zor koşullarda başarılı bir diplomasi ile Vatan topraklarının ancak %80 kadarı (784 bin km2) kurtarılabildi. (Amiral Soner Polat‘ın da dile getirdiği gibi) Mavi vatanın batı sınırı, Ege’de, 12 adaları da içine alan D25.30′ boylamdır. æ
================================
Dostlar,

Gerçek bir Cumhuriyet aydını olan bilge insan Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızdan (Nükleer Fizik uzmanıdır) öğrenmeyi sürdürüyoruz.. 80’i aşan kronolojik yaşı ile birlikte, Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Aydın sorumluluğu ile her gün bizlere önemli olguları anımsatıyor, öğretiyor.

Kendisinin çok sayıda yazısını web sitemizde paylaşmaktan, birlikte açıkoturum – konferanslara katılmaktan, kendilerinin başkanlığında ADD Genel Merkezi Bilim – Danışma Kurulunda yıllarca bulunmaktan (yazman olarak) çok mutluyuz.

ADD Genel Başkan yardımcılığı görevimizi 2006 Haziran’ında kendisine devretmekten de..

Ve de halen, dostu olmaktan..

Lütfen O’nu kişisel facebook sitesinde izleyiniz..

Biz de Sevr Anlaşması haritasını koyalım, Milli Mücadele’nin ve Lozan’ın başarısını net olarak görelim..

Unutmayalım :
  • Sevr paçavrasını son Osmanlı padişahı onayladı;
  • Ankara’daki ilk Meclis ise kabul edenleri VATAN HAİNİ ilan etti ve bu paçavrayı tanımadığını dünyaya duyurdu!
Atatürk yaşasa idi, Lozan’ın eksiklerinden olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay’ın anavatana katılması gibi, emin olabiliriz ki; 12 Adalar da bize geçerdi, Musul – Kerkük de.. Olmadı ne yazık ki!
Şimdilerde AKP = RTE, “devlet projesi” masalı ile Montrö’yü delmek amacıyla Kanal İstanbul projesine gövdesini siper etmiş durumda.. ABD dayatıyor, çaresizler.. Ancak Montrö’yü böylesine uluslararası hukuku hiçe sayarak delme olanağı yok. Sözleşmenin özü, Karadeniz’deki ticari – savunma amaçlı gemi – silah – asker trafiğini ve rejimini düzenlemektir. Kanal açarak bu rejim değiştirilemez.

Sevgi ve saygı ile. 30 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

100. yılı… Laneti Sevr’e okuyun!

Mustafa Balbay
mustafabalbay35@gmail.com
11 Ağustos 2020, Cumhuriyet
Bu köşenin eski-meyen okurları, Silivri günleri de dahil olmak üzere 2010’lu yılların başından beri sıklıkla şu vurgumuzu anımsayacaktır:

100. yıllar! Nelerin 100. yılı? Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin onlarca, yüzlerce olayın, olgunun 100. yılı…10 yıldır altını çizdiğimiz şu:

Geçmişimizi ne kadar derin ve gerçekçi bilirsek geleceğimizi de o kadar sağlam ve akılcı kurarız. Cumhuriyetin temellerini oluşturan her şeyin 100. yılını büyük bir bilinçlenme fırsatı olarak değerlendirmeliyiz…

Devamında da şu vurguyu yaptık: 2023’ten başlayarak Cumhuriyetimiz 1. yüzyılı tamamlamış, 2. yüzyıl başlamış olacak. 2. yüzyılı biçimlendirme sorumluluğunu şimdiden üstlenmeli, bu alanda hedefler üretmeliyiz!

Bu çağrımızın CHP’nin 25-26 Temmuz’da yapılan 37. olağan kurultayında belgeye dönüşmesi, Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Çağrı metni olarak kayda geçmesi çok önemli bir adım. Şimdi sıra bunun içini doldurmakta ve çağrıyı topluma mal etmekte… Peşrevi kısa tutalım; güncel 100. yıl konusunu sütuna yatıralım.
***
10 Ağustos 2020, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet olarak bitişini ilan eden, Atatürk’ün deyimiyle Türklere yönelik en büyük suikast planı olan Sevr’in 100. yılı.

1. Dünya Savaşı’nın kazanan tarafı olan, başını İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın çektiği, aralarında Yunanistan, Polonya’nın da olduğu İtilaf Devletleri tarafından hazırlanan Sevr’e göre padişahın saltanatı simgesel olarak kalacak, Osmanlı İmparatorluğu fiilen bitecekti. 433 maddelik antlaşmanın ana hatları şöyleydi:

– İstanbul ve Boğazlar Uluslarası yönetimde olacak.
– Antep-Hatay bölgesi Fransızlarda kalacak.
– İtalyanlar, Antalya ve çevresini alacak.
– İzmir ve Ege’nin bir bölümü Yunanistan’da kalacak.
– Türklere bırakılan Orta Anadolu’nun vergi, güvenlik ve benzer egemenlik hakları özel bir komisyon tarafından koordine edilecek. Bu bölgedeki yeraltı kaynaklarının işletimi de bu komisyonda olacak.

İnsan yazarken bile ürperiyor! Emperyalistler emellerini 1.  Dünya Savaşı sonrası 30 Ekim 1918’de Osmanlı’ya dayattıkları Mondros Mütarekesi ile ortaya koymuşlardı. Sonrasında kendi aralarında paylaşım mücadelesi verdiler. Aslan payını kim alacaktı? Aralarındaki tek “sorun” buydu! Antlaşma metni Osmanlı heyetleriyle müzakere edilmedi. Yalnızca “tebliğ” edildi ve hemen uygulanmaya başladı. Antlaşma öncesi Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesinin nedeni de buydu; daha metinler ortaya çıkmadan niyetleri ortaya koymak.

Buna karşılık İstanbul yönetimi de “bu antlaşmanın geri dönme olasılığı yok” görüşünden hareketle Sevr’de elden çıkan topraklardaki memurlara maaşlarını göndermemeye başladı. İşte bu koşullarda Mustafa Kemal’in yönetimindeki Ankara, Sevr’in imzalanmasından 9 gün sonra İstanbul’a şu mesajı gönderdi:

  • “Bu antlaşmanın altında imzası olanları vatan haini ilan ediyoruz.”

Emperyalizmin başkentlerine de şunu iletti:

Sevr’i tanımıyoruz. Muhatabınız artık Ankara’dır!”

Batı ise maddeleri uygulamaya başlamıştı bile! Yunanistan İzmir’de biraz yerleşince, “Sevr’i tanımam, daha fazlasını istiyorum” diyordu.
***
Mustafa Kemal
işte bu döngüyü tam tersine çevirdi. Sevr’i önce savaş meydanında paçavraya çevirdi, sonra diplomasi masasında parçalarını toplayıp çöpe attı.  Ansiklopedilerde Sevr’in yürürlükten kaldırılış tarihi şudur: 24 Temmuz 1923!

Yani Lozan’ın imzalandığı gün.

Bir asır sonra, “Sevr zaten imzalanmamıştı, Lozan da başarı değildi” demek, gaflet, dalalet ve hatta ihanet demektir! Tarihteki kötü olayların 100. yılını anımsamak, unutmamak, unutturmamak en az iyi olaylar kadar önemlidir. Gerçeği yeni kuşaklara anlatmazsak yerini emperyalistlerin dahi cesaret edemeyeceği yalanlarla dolduracaklar.

En şiddetli tartışmaların, vazgeçmek istemedikleri “kapitülasyonlar” bölümünde yaşandığı Lozan’ı unutmamalıyız… Türklere verilen Orta Anadolu’daki topraklarda bile bağımsızlığı kısıtlayan Sevr’i hiç ama hiç unutmamalıyız. Emperyalizm, hiçbir zaman amaç değiştirmez, sadece araç değiştirir. Bu sözü de kulağımıza küpe yapmalıyız.

Eğer bir lanet okunacaksa o, Sevr’in 100. yılıdır!

Ayasofya kararının şifreleri

Ayasofya kararının şifreleri

Merdan Yanardağ

Merdan Yanardağ
11 Temmuz 2020,
https://tele1.com.tr/ayasofya-kararinin-sifreleri-188249/

Sözü dolandırmadan hemen belirtelim; Ayasofya Müzesi’nin yeniden camiye dönüştürülmesi basit ve sembolik bir gelişme değildir. Cumhuriyet ve onun kurucularıyla açıkça hesaplaşma amacı güden, ciddi siyasal sonuçlar doğuracak rövanşist (intikamcı) bir tarihsel hamledir. Cumhuriyetin değerlerine karşı açık bir saldırıdır. Erdoğan’ın Danıştay kararının hemen ardından yaptığı konuşma da, bu bakımdan alınan karar kadar önem taşıyor. Çünkü, AKP lideri konuşmasında Cumhuriyete ve onun kurucu kadrosuna ağır bir dille yüklenirken, Mustafa Kemal’e de ilk kez ve açıkça hakaret ediyor. Cumhuriyetin kurucusunu, “tarihe ihanet” etmekle suçluyor. Bu durum cumhuriyet tarihinde bir ilk oluyor.

Atatürk’ü seven ve ona değer veren milyonlarca cumhuriyet yurttaşında da hakarete uğradığı duygusunu yaratan bu vahim konuşmanın içeriğine geleceğiz. Ancak önce, Ayasofya kararının üzerinde çok çalışıldığı (!) anlaşılan şifrelerine kısaca göz atalım.

Danıştay kararını saat 14.53’de açıklıyor, yani İstanbul’un fetih tarihine gönderme yapılıyor. Acayip zekice bir buluş! Erdoğan konuşmasını ise aynı gün tam 20.53’de yapıyor; bu da fetihin 600’üncü yıl dönümüne işaret ediyor. İnsan bu ince planlama karşısında şaşırıp kalıyor. Asıl önemli şifre ise, Ayasofya’nın 24 Temmuz günü kılınacak cuma namazı ile ibadete açılmasına karar verilerek oluşturuluyor. Çünkü bu tarih, hem Abdülhamit saltanatına son veren 1908 Hürriyet Devrimi’nin (II. Meşrutiyet) hem de Cumhuriyetin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü oluyor. Böylece, Osmanlı-Türk aydınlanma hareketi ve onun bir devamı olan Cumhuriyet’ten rövanşın alındığı simgelenmek isteniyor.

İnsanın bu “parlak” şifreler karşısında içinden şapka çıkarası (fes mi desek) geliyor.
***
Danıştay’ın gerekçeli kararı, Cumhuriyetin hukuksal temellerinin imha edilmesi anlamına geliyor. Çünkü Danıştay kararını, Ayasofya’nın fetih yoluyla Sultan II. Mehmet’in özel mülkü haline geldiği gibi, bugünün kamu hukuku bakımından anlam taşımayan tuhaf bir gerekçeye dayandırıyor. Yani bir “mülk” kavramından yola çıkıyor. Ardından, bu mülkün vakfedilerek cami şeklinde toplumun hizmetine verildiği ifade ediliyor. Fatih tarafından hazırlandığı belirtilen vakfiye de -ki doğruluğu tartışmalıdır- bu kararın gerekçeleri arasında sayılıyor. Ayasofya’nın, “fetih yoluyla padişahın mülkü haline geldiği” şeklindeki, Ortaçağ Osmanlı hukukuna yapılan bu gönderme, bir kamu davasında ilk kez yapılıyor. Böylece, kamu davalarında Cumhuriyet öncesi hukuku esas almanın da kapısı açılıyor.

Danıştay’ın gerekçesinde, “Vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Kadimden beri korunan Vakfa ait taşınmaz ve hakların, istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamaz” denilerek, Ortaçağa ait bir mülkiyet hukuku, açıkça Cumhuriyet hukukunun ve devrim yasalarının önüne geçiriliyor.
***
Söz konusu Danıştay gerekçesiyle Cumhuriyet döneminin bütün kararlarının da yok hükmünde sayılmasının önü açılıyor. Örneğin, millete devredilen Osmanoğulları’na ait bütün mülkün de bu ailenin mirasçılarına iade edilmesi bile olanaklı hale geliyor. Öyle ki, bu gerekçeyle Cumhuriyetin kendisinin iptal edilmesinin de zemini yaratılıyor. Diğer taraftan, hümanistik ve evrensel ölçüde barışçı bir yaklaşımla Ayasofya’yı müze haline getiren, altında Mustafa Kemal’in imzasının da bulunduğu 1934 Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin bir devrim yasası niteliği bulunuyor. Başka bir ifadeyle, önceki dönemin hukukunun yıkılması, yeni bir kurucu irade ve yeni bir yasal düzen devreye giriyor. Dolayısıyla bu imza ve karar ortadan kaldırılarak, gerçekte Cumhuriyetin hukuksal temelinde büyük bir gedik açılıyor.

Osmanlı hukukuna göre; sadece vakfedilen camiler ve araziler değil, ülkenin bütün toprakları Allah adına padişahın mülkü, üzerinde yaşayan insanlar da onun kulu sayılıyor. Cumhuriyet, padişahın mülkü olan toprakları vatan, üzerinde yaşayan kullarını da vatandaş haline getiriyor. Cumhuriyet bu nedenle bir devrim niteliği taşıyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, aynı nedenle de dinci gericiliğin tükenmek bilmeyen kininin hedefi oluyor.
***
Ayasofya’nın yeniden cami yapılma sürecinin dikkat çeken, ama üzerinde pek durulmayan bir başka boyut daha bulunuyor. Bütün yukarıdan konuşmalara, gürültülü açıklamalara ve gösterişli tören hazırlıklarına karşın, Erdoğan’ın, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak Ayasofya’yı cami yapabileceği halde, bundan özenle kaçındığı anlaşılıyor. Yani operasyonun siyasal sorumluluğunu almıyor. Bütün sorumluluk Danıştay’a yüklenmiş görünüyor. Erdoğan, arkasına tartışmalı da olsa bir mahkeme kararını almakta yarar görüyor.

Erdoğan’ın konuşmasının en önemli boyutunu ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, işi Cumhuriyeti kuranlara, milli mücadele kahramanlarına resmen hakaret etmeye kadar vardırması oluşturuyor. Örneği görülmemiş bir tutumla, Cumhuriyetin kurucu liderine, Ayasofya’nın bulunduğu kenti düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal’e -dolaylı da olsa- “hain” diyor. Bu akıl almaz tutumun ve sözlerin bazı siyasal sonuçlar yaratması ise kaçınılmaz görünüyor. Çünkü, bu konuşma ile Türkiye, bir süredir beklenen yeni ve çatışmacı bir döneme giriyor.

Bütün bu gelişmelere karşın muhalefet susuyor. İslamcı hareket ise, olağan şartlarda, geri dönüşü olmayan şekilde mevziler kazanmaya, toplumu parçalamaya ve birbirine karşı düşmanlaştırmaya devam ediyor. Bu siyasal boşluk nedeniyle, birçok yönüyle razı olmadığımız Cumhuriyeti ve bir parçası olduğumuz insanlığın ilerici tarihsel kazanımlarını savunmak da bize düşüyor. Haydi hayırlısı…
=======================

Not :  Bu çok başarılı irdelemesi için Sn. Merdan Yanardağ’ı kutluyor ve yazının içeriğini biz de paylaşıyoruz. Dr. Ahmet SALTIK