Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Kamer Genç : “Cumhurbaşkanlığı’na aday olabilirim”


Dostlar,

Hemşehrimiz Sayın Kamer Genç ile, Ayvalık’ta katıldığı panelden tam 1 ay önce
31 Temmuz 2013 günü Dikili’de bir başka panelde birlikte olmuştuk. TBMM eski başkanlarından Sn. Hüsamettin Cindoruk‘un da bulunduğu panelde, Lozan Haftası bağlamında Lozan Barış Antlaşması’nın 90. yılını ve geleceğini irdelemiştik.

Sayın Genç orada da halkın büyük coşkusu ve sevgi  gösterisi ile karşılanmıştı.

Korkusuz çıkışları ile TBMM’de “tek başına bir ordu gibi” benzetmesine uygun biçimde AKP’ye etkili karşıtlığını (muhalefetini) sürdüren Sayın Genç’in başına gelmeyen de kalmadı bu sıralarda. Bir küme AKP’li milletvekilince TBMM’de kürsüde darp edildi (açıkçası Dövüldü!) ve konuşması engellendi. Soruları ve söylemleri AKP’lileri öylesine rahatsız edici ki, O’nun topu topu 5 (beş!) dakikalık bireysel konuşmasına bile dayanamıyorlar.. Birkaç kez kınama – uyarı gibi cezalar ve birkaç TBMM oturumuna katılamama gibi cezalar verildi sözleri nedeniyle.

Öğrenildiğine göre Sn. Genç, yıllardır, vekil aylığı – ödeneklerinin önemli bir bölümünü yoksul Tunceli’li gençlere burs olarak dağıtmakta.

  • Sayın Kamer Genç T. C. Cumhurbaşkanlığı’na yakışır mı?
    Bize göre “Neden olmasın??”

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 2.9.13  

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

“Cumhurbaşkanlığı’na aday olabilirim”

  • CHP Tunceli Milletvikili Kamer Genç, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde partisinden aday çıkmaması halinde kendisinin aday olabileceğini söyledi.

Kamer_Genc

Balıkesir’in Ayvalık İlçesi’ne bağlı Küçükköy Belde Belediyesi’nin,
30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle düzenlediği

  • ‘Bir Ülkenin Kurtuluşu ve
    Dünya Barışı’ 

konulu panele CHP İzmir Milletvekili Erdal Sünger, CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç,
Modacı-Yazar Barbaros Şensal ile Anadolu Kadın Hareketi Başkanı Birsen Temir ve Sözcü Gazetesi Yazarı Ayşe Sucu konuşmacı olarak katıldı. Dün saat 19.00’da başlayan paneli çevre ilçe ve beldelerden gelen CHP’li yöneticilerle 3 bine yakın vatandaş izledi. Küçükköy Belediye Başkanı CHP’li Mesut Ergin’in ev sahipliğinde gerçekleşen panelin sunuculuğunu ve moderatörlüğünü üstlenen Anadolu Kadın Hareketi Başkanı Birsen Temir’in sunumuna yüzlerce vatandaş ‘Her Yer Taksim Her Yer Direniş’ sloganlarıyla karşılık verdi. Barbaros Şensal sahneye Mustafa Kemal Atatürk baskılı Türk Bayrağı’yla çıktı.
Grup Günyüzü’nün ‘Güzel Günler Göreceğiz’ adlı parçasının ardından saygı duruşu ve İstiklal Marşı okundu.

KAMER GENÇ: CAHİL TOPLUM OLUŞTURMAYA ÇILIŞIYORLAR

Panelde konuşan CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç ilgi odağı oldu.
Kabinedeki 7 bakan ile parlamentodaki 80’den fazla milletvekilinin Kürt olduğunu kaydeden Kamer Genç,

  • Türkiye’de Kürt sorunu bulunmadığını söyledi.

Hükümetin üniversiteleri ele geçirerek Milli Eğitim müfredatlarının içini boşalttığını savunan Genç,

  • “Kapkaranlık ve cahil bir toplum oluşturmaya çalışıyorlar.
    Böylelikle de din eksenli bir toplumla amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar.”

ifadelerini kullandı. Kamer Genç Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de değerlendirerek, CHP’den Cumhurbaşkanlığı için aday çıkmaması halinde kendisinin Cumhurbaşkanlığı’na aday olacağını belirtti.

GRUP GÜNYÜZÜ KONSERİ

Panelin ardından sahneye gelen Küçükköy Belediye Başkanı Mesut Ergin,
panelistlere teşekkür ederek, Ayvalık’ın kendine özgü zeytinyağlarından armağan etti, birer buket çiçek sundu. Yaklaşık 3 bin kişinin izlediği panelde katılımcılar sahneden inerken ayakta alkışlandı. Panel sonrasında Grup Günyüzü konser verdi.
(1 Eylül 2013, DHA)

ATATÜRK İLKELERİ ve SUUDİ ARABİSTAN..

Dostlar,

Saygıdeğer arkadaşımız Duran Aydoğmuş önemli iletiler paylaşıyor.
Kendisine teşekkür ederek paylaşalım..

Özellikle power point yansılarını izlemek gerek :

AtaturkIlkeleriveSuudiArabistan (2)

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Çok ilginç bir uygulama, bizim soytarıların da korkulu rüyası. Suudi Arabistan’da Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün İslam Dinini sömürüden ve insanları aldatılmaktan korumak için söylemiş olduğu sözler, Suudi Arabistan’da İslam dinin kuralları olarak, ödünsüz uygulanmaktadır. Bizim soytarı tarikatçılarımız, hurafecilerimiz Suudi Arabistan’a Hacca bile, ölüm korkusu nedeniyle, gidememektedirler. Atatürk’ün dediklerine uymayanlar Suudi Arabistan’da idam edilmektedir. Mustafa Kemal’in “idamlık” sözlerini bir görelim:

“EFENDİLER VE EY MİLLET1BİLİNİZ Kİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ ŞEYHLER, DERVİŞLER,MÜRİTLER VE MECZUPLAR MEMLEKETİ OLAMAZ!”

“BİRTAKIM ŞEYHLERİN,DEDELERİN,SEYY,İTLERİN ,BABALARIN,EMİRLERİN ARKASINDAN SÜÜRÜKLENEN FALCILARA, BÜYÜCÜLERE, ÜFÜRÜKÇÜLERE, MUSKACILARA, TALİH VE HAYATLARINI EMANET EDEN İNSANLARDAN MÜREKKEP BİR KİTLEYE MEDENİ BİR MİLLET NAZARIYLE BAKILABİLİR Mİ?”

“ARTIK ,TÜRKİYE DİN VE ŞERİAT OYUNLARINA SAHNE OLMAKTAN ÇOK UZAKTIR!”

“30 Teşrinisâni 1324 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” Anayasalar 154/174. madde.

Sakallı Ahmet Hoca, Fethullah Gülen Efendi! Ve diğer Din Ulemaları! Neden dini vecibelerinizi ifa etmek için Mekke’ye giderek ol mübarek (!) fikirlerinizi orada serdetmiyorsunuz?

**********************

Kimden: ZEKIYE YUKSEL
Kime: duran Aydoğmuş
Gönderildiği Tarih: 18 Ağustos 2013 23:55 Pazar
Konu: RE: Ataturk Ilkeleri ve Suudi Arabistan.

Merhaba Duran Bey,

İki eki de okudum. Orada olmayanların nedeni Allaha şirk koşmaktan dolayıdır, laiklikle ilgisi yok, Kuran’la yönetilen bir ülke. Lütfen Atatürk Türkiyesiyle kıyaslamayın. Vahhabilikten başka hiçbir mezhebe yaşam hakkı tanımazlar. Bugün Mekke ve Medine tam bir ticaret merkezidir.

Zamanım olsaydı bu konuda uzun yazabilirdim.
Dünyanın
– en gerici en yobaz,
– insan haklarının en çok ihlal edildiği,
– kadına kamuda, sokakta yaşam hakkı tanımayan,
– Amerikan uşaklığını yapan,
– El Kaide(3 kez Allah Allah deyip kadınlara tecavüz eden ve kesen) çetelerini besleyen
şeriat ülkesi, uygulamaları da Kuran’a göredir.

Tek bir mezhebi tanıyan, dinle yönetilen bir ülke laik olabilir mi?
Laikliği özgürlüklerden ve demokrasiden ayrı düşünemeyiz. cami altlarına dükkan açamaya ne gerek var? Suudi Arabistan dünyanın en ünlü markalar cennetidir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde orada var olan alış veriş merkezlerinin olabileceğini düşünmüyorum.

Orada imam hatip kız okullarının olmayışı da Kuran’ın adına bakışıyla ilgilidir.
Türkiye’de islam kurana göre uygulanmıyor. Her ülke kendine göre bir islam yaratmıştır.

Görüşmek dileğiyle, sevgi ve selamlar.

Zekiye

********************************

KAPLUMBAĞA İLE MÜRTECİ GERİ GİDİŞİ OLMAYAN İKİ YARATIKTIR.
TEHLİKEDE PUSAR SONRA DA İLERLER.
DOLMABAHÇE CAMİSİNE SIĞINAN ATATÜRKÇÜ GENÇLERE İFTİRA VE HAKARET YAĞDIRANLAR;
EL FETİH CAMİSİNE SIĞINAN ÇAĞDIŞI AMERİKAN AJANLARINDAN NE HABER.
İRTİCANIN BAŞI EZİLMEDEN NE DEMOKRASİ GELİR, NE DE İNSANLIK HUZUR BULUR.
SOYTARILIK POLİTİKACILIK HİÇ DEĞİLDİR.

Bu ileti kaç yıldır dolaşmakta….

Yetkililer, bizdeki bağnazları uyarıp “Dinde olmayan şeyleri yapıyorsunuz!” diyemez ,

Halkın dini gösterimlere ilgisi azalır kandırması zor olur diye.
Cahili kandırmak kolaydır.
Dinci ile dindarı ayırt edecek bilginin öğrenilmesi istenmez.

Seriat_Ulkesinde_Kadin_Olmak_Zekiye_Yuksel

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!

Kimden: Mehmet Ali KÖRPINAR <korpinar@istanbul.edu.tr>
Tarih: 23 Temmuz 2013 10:44

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!  

Değerli arkadaşlar,
Geçen yıl sizlere sunduğum yazımı izninizle, bu yıl da yayınlamak istiyorum.
Çünkü
AB-D emperyalizmi tarafından güzel ülkemize karşı sürdürülen bölücü politika aynen devam ediyor.
Sevgi ve saygılarımla.
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
portresi
 
LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!! 
“Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme eyleminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!” Mustafa Kemal ATATÜRK  
Değerli Arkadaşlar,
Lozan’da karşı tarafın pek çok önerisinin, İsmet İnönü tarafından kabul edilmemesi İngiliz Lord Curzon‘u rahatsız etmiş ve ‘Paşa paşa ne önersek ret ediyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz acaba? Ret ettiğiniz önerileri cebimize koyuyoruz.
Bizden yardım istemeye geldiğinizde cebimizden çıkarıp teker teker önünüze koyacağız..’
 demesi üzerine İsmet İnönü, ‘Şimdi istediklerimiz aynen kabul edilsin, yardım istemeye geldiğimizde önerilerinizi değerlendiririz’ yanıtı, bağımsızlığımıza nasıl sahip çıktığımızın çok anlamlı bir kanıtı olarak tarihe altın harflerle geçmiştir. 
Güzel ülkemizin kuruluş belgesi olan LOZAN Antlaşması‘nın 89. yıl dönümünü yaşıyoruz. Ancak AB-D emperyalizmi hala bu antlaşmayı delmek ve yok etmek için çeşitli yöntemler kullanmaktadır. Örneğin;
·         ABD denetiminde kurulan GÜNEY KÜRDİSTAN DEVLETİ’nin tek resmi dilinin KÜRTÇE olduğunu belirleyen anayasasında, bağımsız bir KÜRDİSTAN kurulmasını öngören SEVR ANTLAŞMASI gündeme getirilerek, Kürtlere self-determinasyon hakkını 62, 63 ve 64. maddeleriyle veren 1920 SEVR ANTLAŞMASI, 1923 LOZAN ANTLAŞMASI ile iptal edilmiştir denilmektedir (6 Ekim 2006, Cumhuriyet, Bahadır Selim Dilek).
·         Roma’daki NATO kolejinde ABD’li bir Albayın BÖLÜNMÜŞ TÜRKİYE HARİTASI ile brifing vermesine gösterilen tepkiler yüzünden ABD Genelkurmay Başkanı Peter Race, Türk Genelkurmayından özür dilemiştir (30.09.2006 Milliyet). Yani ülkemizin bölünmesini ve SEVR’i yeniden uygulamak isteyenler, çizdikleri haritaları masa üzerine koymaya başladılar.  
·         AB üyeliği vaadi ile 1995’te Gümrük Birliği anlaşmasını yaptık (zararımız 200 milyar $), 21.06.2001’de Uluslararası Tahkim Yasası‘nı çıkardık. AB müzakere koşulları ile ülkemizde 13.06.2007’de İkiz Yasaları ve 27.02.2008’de Vakıflar Yasasının çıkarttırdılar. Çünkü AB’nin Türkiye Temsilciliği Siyasi İşler Müsteşarı
Martin DAWSON, Vakıflarla ilgili yasa neden çıkmadı diye Anayasa Kom Bşk. Sn. Köksal TOPTANI sigaya çekiyordu (06.07.2006, Cumhuriyet).  
·         ULUSAL ONUR VE SAYGINLIĞIMIZIN korunması için yasalaşan TCK
301. maddede
 yapılan değişiklikle Türklüğe hakareti serbest bıraktık.
Şimdi de
KKTC’nin yok sayılmasını ve Ruhban okulunun açılmasını istiyorlar.  
·         AB, yine öne sürdüğü yeni koşullar ile yalnızca Musevi, Rum ve Ermenilerin
azınlık olarak kabul edildiği Lozan Antlaşması’na aykırı olarak
yeni azınlıklar
tarif etmeye çalışmaktadır. 
Kürt kökenli vatandaşlarımızı da azınlık olarak bize
kabul ettirmek amacındalar. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın İtalya seyahatinde de söylediği gibi Kürt kökenli vatandaşlarımız bu ülkenin azınlığı değildir. 
·         AB çatısı altında 5. kez KÜRT SORUNU için toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılanlar 6. toplantının TBMM çatısı altında yapılmasını önerdiler. Toplantı sonunda da LOZAN Antlaşması’nın yeniden yorumlanmasını istediler. Yani 45 yıldır üye olmayı düşlediğimiz ancak daha kendi anayasası olmayan emperyalist AB, ülkemizin kuruluş belgesi sayılan LOZAN Antlaşması’nı gündeme getirmek istiyor!!!
·         Yine Banu Avar’ın 15.01.2007 günü TRT-1 de sunduğu SINIRLARIN ÖTESİNDE programında, İngiltere’deki siyasilerin ve medya yöneticilerinin ülkemiz hakkındaki emperyalist görüşlerini dile getirdi. Onlar da ülkemizde bir Kürt azınlığı olduğunu öne sürmektedirler. Osmanlıyı bitirmek için imzalatılan SEVR Antlaşması’nın koşullarını, hala devam ettirmek çabası içinde olduklarını görmek bizler için çok önemli uyarıdır. Bu uyarıları içimizdeki AB uşağı olan ve KAREN FOG’un çocukları diye anılan hainlerin de duymasını dilerim. 
·         Lozan Antlaşması’nın delinmesine bir başka örnek: 
Yedikule Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfı’nın Türkiye aleyhine yaptığı başvuruyu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önceki gün kabul edilebilir bularak,
esastan inceleme sürecini başlattı. 1832’de kurulan vakıf, mahkemeye yaptığı başvuruda Türkiye’de Müslüman olmayan dinsel azınlıklara ait vakıfların
mülk edinmeleriyle ilgili mevcut yasal düzenlemelerin Lozan Antlaşması’yla kısıtlandığını belirtti ve bu durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
aykırı olduğunu savundu. AİHM, azınlık vakıflarının mülk düzenlemelerini Lozan’ın kısıtladığını öne süren Ermeni vakfının şikâyetini incelemeye aldı. AİHM, geçen yıl da aynı gerekçelerle Türkiye hakkında şikâyette bulunan Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın başvurusunu kabul edilebilir ilan etmişti. 
(22.07.2005, Milliyet, Güven Özalp, Brüksel). 
Günümüzde ise gerek Lozan Antlaşması’nı imzalayanlar ve gerekse de imzalamayanlar ortak bir amaç için fırsat kollamaktadırlar. O da Lozan Antlaşması’nı delmek ve böylece ülkemizin bölünmez bütünlüğüne son vermektir. Örneğin 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması ile Güney sınırımız belirlenmiştir. Lozan Antlaşması ile de Güney sınırlarımız teyit edilmiştir. Ancak söz konusu iki antlaşmayı da imzalayan Fransa’nın okullarında okutulan coğrafya derslerinde kullandıkları haritalarda Güneydoğu Anadolu Kuzey Kürdistan ve Doğu Anadolu da Ermenistan olarak saptanmış durumdadır. 
Sayın Başbakanımızın AB için, “Bizi bölmek istiyorlar” saptaması, 16 Aralık 2004 tarihli Ek Protokolde bulunan 23. madde ile açıkça dile getirilmektedir. 
  • Türkiye 1959 ve 1960 Zürih ve Londra Anlaşmalarına göre Kıbrıs için garantör devlettir. 
Bu antlaşmalara göre Türkiye’nin üye olmadığı hiçbir kurum ve kuruluşa üye olamayacak diye anılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB’ye üye yapılmıştır!  
Ülkemizin garantör hakları ile 1974 Cenevre Antlaşması’na göre Kıbrıs’ta 2 eşit otonom yönetim bulunduğu, taraflarca kabul edilmiştir. Şimdi ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, yeni dönem AB başkanı olarak ülkemizin geleceğine ipotek koyma isteğini
açıkça belirtmekte ve
Kıbrıs’taki askerimizi işgalci olarak tanımlamaktadır.  
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve birçok ülkeye örnek olan yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimleri, AB tarafından en büyük engel olarak görülmektedir. Hollandalı 30 yıllık politikacı, Hıristiyan Demokrat parlamenter
  • Oostlander tarafından Mart 2003’te hazırlanan ön raporda, KEMALİZM ilkeleri, AB’ye üye olmamız için en büyük engel olarak tanımlanmıştır. 
Yine Avrupa Parlamentosu’nun bir İngiliz milletvekili Andrew Duff da basın toplantısı düzenlemiş ve şöyle demişti:
  • Devlet dairelerinden Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması zamanı geldi. Türkiye bunu yapmalıdır.’ 
Neden ondan bu kadar korkuyorlar, neden O’nun ilke ve devrimlerinden bu denli çekiniyorlar? Lütfen düşünün ve gereken yorumu yapın. 
Değerli arkadaşlar,
2013 yılı, dünyanın ekonomik açıdan çok zor bir dönemi olacak. Gerek AB ve gerekse de ABD için ekonomik yorumlar iç açıcı değil. Umarım güzel ülkemizde ekonomik önlemleri gereğince alır ve namert’e muhtaç olmayız. Çünkü 90 yıl önce Lord Curzonun, LOZAN görüşmeleri sırasında dile getirdiği dilekleri,
“Borç alan emir alır” özdeyişi ile çok güzel açıklanmaktadır.  
Lozan antlaşmasının güzel ülkemizin geleceği için önem ve değerini anlamak için öncelikle SEVR Antlaşması’nı iyi algılamak ve yorumlamak gerekir. Bu konuda
Sayın
Hasan Pulur’un 23.08.2003 tarihli BİR SEVR HİKAYESİ başlıklı yazısını aşağıda bilgilerinize sunmak istedim.  
Sevgi ve saygılarımla (23.07.2012). 
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
===========================================
Bir Sevr hikâyesi 
Hasan Pulur
EVET, biz “Sevr Antlaşması’nı buruşturup tarihin çöplüğüne attığımızı” sanırken, “onlar” bu Antlaşmayı derin dondurucuda bekletip her fırsatta önümüze çıkarmaya çalışmışlardır. Erhan Bener “Bürokratlar“ın üçüncü cildinde anlatır… 
Yıl, 1966, Erhan Bener, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü)
Türkiye temsilciliğinde görevlidir, Baştemsilci Cahit Kayra’dır.
 
Türkiye’nin bu örgütle ilişkisi nedir? Her zamanki gibi: Para! Türkiye, borç, kredi, kısacası para aramaktadır. 
Baştemsilci Cahit Kayra, cumartesi günleri temsilcilikte çeşitli konuların tartışıldığı toplantılar düzenler, dünya sorunları, sanat ve kültür olayları gibi… 
OECD Yardım Konsorsiyomu’nun, Türkiye’ye yapılacak yardım için, ileri sürdüğü koşulları adeta Osmanlı devletine kabul ettirilen Duyun – u Umumiye koşullarına benzeten Cahit Kayra, Fransız Devlet Yayınları Kurulu’ndan bir Sevr Antlaşması aldırır, okuyunca o kadar ilginç bulur ki, ilk cumartesi toplantısını buna ayırır. 
ERHAN Bener anlatır, antlaşma incelendikçe görülür ki, Sevr’in ekonomik ve mali hükümleriyle, OECD konsorsiyomunun şartları arasında tıpatıp uyum vardır: 

“Konsorsiyomun hazırladığı metinlerdeki birçok tümcenin, Sevr Antlaşması’nın metninde hemen hemen aynen yer aldığını gördük.”
 
CAHİT Kayra da şöyle der: “Bizim okullarda Sevr Antlaşması’nı yalnızca imparatorluğun coğrafya bakımından parçalanmasını sağlayan bir Antlaşma diye okuturlar.
Oysa içindeki ekonomik, mali hükümler bu parçalanmadan çok daha önemlidir.
Daha sonra, Lozan Antlaşması sırasında, toprak parçalanmasına önem vermeyen sömürgeci devletler, Sevr’in ekonomik ve mali hükümlerini uygulamakta çok direnmişlerdi. Bana kalsa, okullarımızda, Lozan’dan çok, Sevr Anlaşması’nı okutmak gerekir. O zaman gençlerimiz bugünü daha iyi anlayabilirler.”
 
Toplantıya katılanlar, başta Erhan Bener, Paris’teki Devlet Yayınevine giderek
“Sevr Antlaşması”ndan birer tane isterler. Maalesef yoktur, çünkü Fransız Dışişleri Bakanlığı satışı durdurmuştur! 
Ama Cahit Kayra’nın elindekini de alacak değillerdir ya! Bu nüsha 1997 yılında Cahit Kayra’nın yorumuyla Türkiye’de yayımlanır. (Boyut Kitapları) Meraklısı gider alır, okur. 
Demek ki, isteyen Sevr’i unutsun, isteyen unutturmaya çalışsın, “onlar” derin dondurucu da “Sevr”i saklamaktadırlar. 
Son örnek… Amerika ne diyor?  “Irak’a asker gönderirsen, krediyi alırsın!” diyor.

Erzurum Direniş Kongresi, Lozan Barış Zaferi, Ulusal Bellekten Silinemez!


Erzurum Direniş Kongresi, Lozan Barış Zaferi, Ulusal Bellekten Silinemez!

portresi

 

PROF. DR. ÖZER OZANKAYA
Eski ADD Genel Başkanı
Toplumbilimci

 
23 Temmuz 1919, bütün insanlığın özlemini çektiği bir Uygarlık Tasarımı niteliğindeki Türk Bağımsızlık Savaşı ve Türk Demokrasi Devriminin temellerinin atıldığı Erzurum Kongresi’nin 94. Yıldönümüdür.

24 Temmuz 1923 ise, Erzurum’da başlayan bu kutsal savaşın, Türk bağımsızlığını ve Türk yurdunun bütünlük ve dokunulmazlığını dünyaya kabul ettirişinin simgesi olan Uluslararası Lozan Andlaşması’nın imzalanışının 90. yıldönümüdür!
Erzurum Kongresi, bilinen (ama ne yazık ki, 50 yıldır gözardı edilen) nitelikleriyle gerçekleşmeseydi, Ulusal Egemenlik bayrağı altındaki Kurtuluş Savaşı yapılamaz, Lozan utkusuna da ulaşılamazdı!

Tarihten ders almak, Erzurum Kongresi’nin yıldönümlerini, sivil ve askeri bütün kamusal yönetim kurumlarından siyasal partilere, üniversiteler ve öteki eğitim kurumlarından,
sivil toplum örgütlerine ve kitle iletişim araçlarına dek tüm ulusça, yalnız Erzurum’da da değil, tüm yurtta, kimisi uluslararası düzeyde birçok siyasal, kültürel, sanatsal, teknolojik, ticari, sportif.. şölenlerle kutlamayı gerektirirdi.

Oysa Erzurum Kongresi’ne (ve ne yazık ki Sivas Kongresi’ne) karşı kurumların sürdürdüğü ve ulusça tarihten ders almamızı engelleyen yıkıcı duyarsızlıklar, Erzurum’dan yola çıkıp ulaştığımız bağımsızlığımızın belgesi ve yurdumuzun tapusu olan Lozan’a karşı da ulusumuzun yabancılaştırılması gibi bir kötücüllük ölçüsüne yaklaşmıştır.Bu bilinç törpülemesi yüzünden bugün, Erzurum Kongresi’nin toplanmasına yol açan, aşağıda Mustafa Kemal’in kaleminden okuyacağımız ulusal yıkımların benzerleriyle karşılaşıyor, yani onları yeniden yaşamak zorunda kalıyoruz:

  • “… Gün geçtikçe artan bir şiddetle devletimizin hakları, hükümetimizin saygınlığı, ulusu­muzun onuru saldırılara ve haksızlıklara uğradı. Osmanlı uyruklarından olan Rum ve Ermeni ögeleri (bugün PKK eşkiyları!, Ö.O.) gördükleri yü­reklendirme ve yardımın sonucu olarak ulusal namusu­muzu yaralayacak taşkınlıklardan başlayarak üzücü ve kanlı aşamalara varan utanmazca saldırılara koyuldular.
  • Ancak derin bir üzüntüyle kabul etmek zorundayız ki bu gözüpeklikler,
    … ULUSAL DENETİMİN DIŞINDA BULUNAN merkezi hü­kümet..in gösterdiği zayıflık ve güçsüzlük belirtilerinden ve baş­kentteki bir bölüm basında görülen
    pek karanlık tutku­lardan ve ulusal vicdanın inkâr edilip ULUSAL GÜÇLERİN
    SAV­SAKLANMASINDAN dolayı genişlemiştir.
  • Bu nedenler .. yüzünden, artık bu yurtta kutsal değerlerimizle geleceğimize sahip çıkan bir ulusal erk ve istencin bulunmadığı yanlış kanısı egemen olmuş ve CANSIZ BİR YURTLA KANSIZ BİR ULUS NELERİ HAK EDERSE,
    İTİLAF DEVLETERİ ONLARI UYGULAMAYA BAŞLAMIŞTIR.
  • Yurdumuzun bölünmesi kararlaştırılarak … 650 yıldan beri bağımsız yaşamış bir ulusun kölelik düzeyine indirilmesi ve artık bu devlete ilişkin tarih sayfasının kapatılıp onun mezara gömülmesi gibi, insanlık ve uygar­lıkla ve özellikle de ulusluk ilkeleriyle bağdaşmayan bek­lentiler kabule değer bulunup onaylanmış ve görülüyor ki uygulama dönemi de başlamıştır.
  • Efendiler, bilinen bir gerçektir ki, TARİH BİR ULUSUN KA­NINI, HAKKINI, VARLIĞINI HİÇBİR ZAMAN İNKÂR EDEMEZ. Bu nedenle, böyle bir geçersiz örtü arkasından yurdumuz ve ulusumuza karşı verilen hükümler, kanılar,
    kesinlikle if­las etmeğe mahkûmdur; işte bu tiksinti verici ezinçler­den ve bu
    zavallı düşkünlerden, tarihimize karşı yapılan haksızlıklardan üzüntüye kapılan ulusal vicdan uyanış çığlığını yükseltmiş ve Ulusal Hakları Savunma, Ulusal Hakları Koruma, Yurdu Savunma ve Yabancı Bir Devlete Katılmaya Karşı Koyma gibi değişik adlarla, ama aynı kutsal değerleri korumak için beliren ulusal akım, bütün yurdumuzda artık bir elektrik ağı durumuna girmiş bu­lunuyor.”

Bütün kurumların sorumluları bilmelidir ki, Türk ulusu bugün, 1919’da olduğundan
daha duyarsız, daha bilinçsiz değildir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus- ve devlet-kurucu emeklerinin boşa gitmemiş olduğunu, sorumlulara ve tüm dünyaya bir kaz daha gösterecektir.

Millet, bağımsızlığını Ordu’dan bekler


Millet, bağımsızlığını ordudan bekler

Mustafa Kemal Atatürk’ün, 31 Temmuz 1920 tarihinde,
Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşmanın tam metni..

Sevgi ve saygı ile.
16.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

************

‘Millet, bağımsızlığını ordudan bekler’ 

Ata kalpaklıMillet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini Ordudan, Ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.

Allah göstermesin milletin bağımsızlığı
ihlal edilirse, bunun vebali subaylara
ait olacaktır.

Efendiler !

Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yok.
Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülahaza etmekle yetineceğim.

Arkadaşlar!

İngilizler ve yardımcıları, milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir.
Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir.

Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete, hürriyet ve bağımsızlık vermez.
Milletlerin tabiatında en yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvede, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkum ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.

Dünyada hayat için, insanca yaşamak için, bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için, kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.

Kuvvet ordudur. 

Ordu’nun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin,
kuvvetin lüzumuna olan vicdanı imanıdır.

İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu Ordu’dan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar.
Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.

Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, Ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de, izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla, milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. Her halde Ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.

Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır.

Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz.

Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.

Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna
kati azim ile karar vermiştir. Zaman zaman, şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına
sekte vurmamıştır ve vurmayacaktır. Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için
lazım olduğunu söylediğim kaynak ki, milletin vicdanı-imanıdır, mevcuttur.

Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur.
Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; Ordu’nun ruhu subaylardadır.

O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu
tamir edecek ve canlandıracak ve Ordu ve milletimizin bağımsızlığını
muhafaza edecektir.

Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini Ordu’dan, Ordu’nun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.

Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır.

Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle, giriştiğimiz Bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakar olmak mecburiyetindedirler.

Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakarlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.

Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler.

Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü
bu muamelelere katlanamaz.

Onun yaşamak için bir çaresi vardır. Şerefini korumak!
Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına atmaktır.

  • Dolayısıyla subay için ya istiklal, ya ölüm vardır.

Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız
ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!’

Mustafa Kemal

***********************************************

(Almanya Hamburg’tan dostumuz Ahmet Büyükyılmaz yollamışlar…sağolsunlar..)

GİDEN ADAM..

Dostlar,

Değerli kardeşimiz Sayın Suay Karaman‘dan çok önemli bir yazıyı paylaşmak istiyoruz..

“GİDEN ADAM” jargonu çok yaratıcı ilk olarak..

İkincisi ise, ülke genelinde halk DİRENİŞİ (intifada!) sürerken,
Güneydoğu bölgemizde olup biten son derece tehlikeli gelişmeler..

  • PKK’nın yeniden gemi azıya alması ve eşkıyalık – soygun -yol kesme olayları..
  • Ve de Bölge Asayiş Komutanı korgeneralin helikopterine 4 el ateş edilmesi, isabet alması..

Hükümetin sesi çıkmıyor?! Halka karçı canavar, PKK ve teröristlerine kuzu..
Satılık basın duyurmuyor..
Genelkurmayn açklamasından öğreniyoruz..

“GİDEN ADAM” gitmesine gidiyor da yakıp yıkarak, vuruşarak çekiliyor..

Görünen o.. Çok yazık çok..

Ama ne yaparlarsa yapsınlar, Mustafa Kemal Paşa‘nın
16 Mayıs 1919’da İstanbul’un işgali üzerine ağzıdan dökülen sözler yazgıları olacaktır :

“Geldikleri gibi giderler…”

Sevgi ve saygı ile.
24.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

GİDEN ADAM

portresi2

Suay Karaman

 

 

 

Taksim Gezi Parkı protestosundan sonra bütün ülkeye sıçrayan kitlesel eylemler, bütün hızıyla devam etmektedir. Özellikle üç büyük kentte eylemler gece yarılarına dek sürmektedir. Başbakanın yaptığı tahrik edici konuşmalar, protesto gösterilerine katılanların sayısını daha da arttırmış ve bilinçlendirmiştir, buna karşılık, polisin uyguladığı insanlık dışı şiddet ve zulüm ise artarak bütün hızıyla devam etmektedir.

Geçtiğimiz cumartesi günü İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’na karanfil bırakmak ve anma yapmak isteyenlere polisin uyguladığı şiddet, televizyonlardan canlı yayınlanmıştır. Bunun yanında Ankara’da Dikmen semtinde polisin evlere su sıktığı, gelişigüzel gaz bombası attığı da televizyonlardan görülmüştür. Bu görüntüleri izleyen ve devleti yönettiğini sananların henüz akıllarına istifa diye bir olgu gelmemektedir.

Yapılan bu eylemler, kitleleri birbirine yaklaştırdı, birlikte mücadele etmeyi öğretti, emperyalizme karşı tutumlarının gelişmesine olanak sağladı, ülkemizin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğinin kendine güvenini yeniden kazandırdı. Ancak herkesin dikkati bu eylemlere yoğunlaşmışken 15-16 Haziran 2013’te Diyarbakır’da PKK terör örgütünün başı olan caninin isteğiyle

“Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” düzenlendi.

  • Konferansta alınan kararlara göre, Güneydoğu Anadolu bölgemizin Türkiye’den kopartılması kararlaştırılmıştır.

Konferansın İmralı, Kandil, Ankara, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’ne gönderileceği kararlaştırılan sonuç bildirisinde

  • “Kürdistan halklarının kendi tercihleriyle özerklik, federasyon, bağımsızlık gibi statülerini belirleme hakkına sahip olduğu” belirtilmiştir.
  • Kürdistan halklarının kendi yazgısını belirleme hakkının yalnızca
    Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması

    konferansta ortaklaşılan bir ilke olarak kabul edilmiştir.

Bildiride eli kanlı bebek katili Abdullah Öcalan’ın tahliye talebine yer verilmiş ve uluslararası örgüt ve devletlerin PKK terör örgütünü, terör örgütleri listesinden çıkartılması gerektiği dile getirilmiştir. Kürdistan halklarının kendi kimliği ile örgütlenme özgürlüğü, anadilde eğitim ve Kürtçenin resmi dil olarak kabulü, anayasal güvence altına alınması gerektiği vurgulanan bildiride, ulusal konferansın da kurulması talep edilmiştir.

  • Şu anda siyasi iktidar tarafından Güneydoğu Anadolu bölgemizin yönetimi PKK terör örgütüne bırakılmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri ise, hükümetin “açılım” görüşmeleri nedeniyle,
PKK terör örgütü ile mücadeleyi şimdilik bırakmıştır.

Bu konferans konusunda hükümet ve muhalefetten hiçbir tepki gelmemesinin üzerinde dikkatle düşünmek gerekmektedir. Akıllara ‘hükümet ve muhalefet aynı yerden mi yönlendiriliyor?’ sorusu gelmektedir. PKK terör örgütünün yaptıkları görmezlikten
ve duymazlıktan gelinmektedir.

20 Haziran 2013 Perşembe günü komuta heyetini taşıyan helikoptere, PKK teröristleri tarafından Hakkâri, Yüksekova’da İkiyaka Dağları’ndan dört el ateş edilmiştir.

Bu haber Genelkurmay Başkanlığı tarafından basına açıklamıştır. Ancak açıklanmayan ve yurttaşlarımız tarafından bilinmeyen kimi olaylar vardır: 19 Haziran Çarşamba günü Muş’ta çeşitli eylemlere katıldığı gerekçesiyle yakalanan iki PKK terör örgütü militanı, mahkemede serbest bırakılmıştır. 18 Haziran Salı günü Diyarbakır, Lice Kutlu Köyü’ne gelen PKK terör örgütü militanları, köy halkını toplayıp propaganda yapmışlar,
muhtarın aracını çalmışlar, köylülerin ziynet eşyalarını da topladıktan sonra kendilerine 40 bin Amerikan Doları’nın verilmesi için köylülere bir hafta süre vermiş ve gitmişlerdir.

17 Haziran Pazartesi günü PKK terör örgütü militanları Hakkari, Yüksekova Kamışlı Köyü’nde yol kesip, otomobilden indirdikleri bir vatandaşı kaçırmıştır. Aynı gün Van, Özalp Savatlı Köyü, PKK  terör örgütü militanları tarafından basılmış ve muhtarın
30 bin lirası çalınmıştır. 16 Haziran Pazar günü PKK terör örgütü militanları gündüz saatlerinde Şırnak merkeze bağlı Milli Köyü’nü basmış, burada yol yapım şantiyesinin
iki iş makinesini yakarak, terör örgütünün propagandasını yapmıştır.
İşçilerin cep telefonlarını da çalmışlardır.

14 Haziran Cuma günü Bingöl, Yayladere Yavuztaş Köyü’ndeki orman kesim işlerinde çalışan işçilerin şantiyesi PKK terör örgütü militanları tarafından basılmıştır. Bir kamyon, üç jeneratör, on ağaç kesme makinesi, binlerce ton odun ve çadırlar teröristlerce ateşe verilmiş, iki işçi teröristler tarafından kaçırılmıştır. Aynı gün PKK terör örgütü tarafından, Şırnak’ta bir askeri birliğe ateş açılmış ve bir askerimiz yaralanmıştır. 7 Haziran Cuma günü Diyarbakır, Lice Budak Köyü’nde PKK terör örgütü militanları köylüleri toplayıp propaganda yaptıktan sonra üç kişiyi kaçırmışlardır.

  • Siyasi iktidarın uygulamalarını protesto etmek için meydanlara inen vatandaşlara su sıkan, gaz atan ve şiddet uygulayan emniyet güçleri, terör saldırıları karşısında görevlerini yapmamaktadırlar.

Siyasi iktidar alanlardaki gençlere acımasızca saldırırken, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bunlar yaşanmaktadır. Başbakan İstanbul’daki olaylar sırasında bir aracın yakılmasına karşı çok büyük bir tepki göstermişti. Ancak bu terör saldırılarıyla ilgili hiçbir tepkisi olmadı. Bu terör saldırılarıyla ilgili ne başbakan, ne bakanlar, ne de muhalefetten bir tek sesin bile çıkmaması ülke bütünlüğünün korunmaması açısından son derece tehlikelidir.

  • Emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri ne yaparsa yapsınlar,
    Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmeye, parçalamaya güçleri yetmeyecektir,
    hepsi deliğe süpürülüp, gidecektir.

Giden adam başbakana yaranarak, bir tarafın kulu olacak kitlelere değil,
vatanı savunacak, mücadele edecek yurtsever kitlelere gereksinim vardır.
İşte bu eylemler, vatan hainlerine karşı, yurtseverlerin bir araya toplanmasına olanak sağlamıştır.

  • Ve Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük şarkılarının söylendiği
    bu topraklarda, tartışmasız zafer yine yurtseverlerin olacaktır…

Prof. Dr. D. Ali ERCAN : ŞERİAT (Güncellenmiş..)


Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan, ŞERİAT başlıklı çok önemli ve çok değerli makalesini güncelleyerek bize de e-ileti ekinde yolladı. Önceki içeriğin dikkate alınmamasını dilemekte. Ancak burada 5 sayfalık uzun yazıyı yeniden dizmek epey zaman alıcı olacak. Bu bakımdan, söz konusu ŞERİAT başlıklı makalenin son biçimini pdf olarak aşağıda sunuyoruz.. Okumak için lütfen tıklayınız..

Şeriat_duzeltilmis_6.5.13

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 7.5.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================

Dostlar,

Aşağıdaki yazıyı, Sayın Duran Aydoğmuş’un Cidde’de doğrudan gözlemlerini içeren yazısıyla birlikte okumanızı öneririz.. 

http://ahmetsaltik.net/duran-aydogmusun-ciddede-islam-fasizmi-gozlemleri/

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

portresi

ŞERİAT

Değerli arkadaşlar,

Şeriat “yol, yöntem” anlamında Arapça kökenli bir kelime olup, pratikte,

Toplumsal yaşamın, Hukuk kurallarının, yasaların Din esaslarına göre,
yani Kur’anın emirlerine (ayetler), Peygamberin sözlerine (Hadis) ve davranışlarına göre belirlenişi
demektir.

Dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturan Müslüman Ülkelerin çoğunluğunda
(S. Arabistan, Yemen, İran, Afganistan, Pakistan, Mısır, Sudan, Libya… 20’den çok Ülkede) resmen şeriat hukuku geçerlidir. Çok değişik coğrafyalarda yer alan,
çok değişik kültürel geçmişleri olan ve şimdi antidemokratik Şeriat yasalarıyla yönetilen bu Ülkelerin temel ortak özellikleri bilimsel alandaki geri kalmışlıklarıdır.

Bu İslam ülkelerinin Çağdaş Dünyaya bilim, teknoloji, sanat alanında hemen hemen hiçbir katkıları ve ağırlıkları yoktur. İnsani Gelişmişlik İndeksi (HDI) sıralamasında
ve özellikle Kadın hakları konusunda Dünya listesinin en altındaki ülkelerdir.

  • İslamiyet zaten “eşitsizlik” üzerine kurulu bir dindir.

* Her şeyden önce Müslüman olanla Müslüman olmayan insanlar eşit sayılmaz.
(Hatta Müslüman olmayanların katli vaciptir, yani öldürülmeleri arzu edilir..) 

* Müslümanlardan Arap olanlarla Arap olmayanlar da eşit değildir; Örneğin Türkler
(70 yıl süren soykırım vahşeti karşısında çaresiz, kalıp zorunlu olarak) Müslüman olduktan sonra bile Araplar tarafından ikinci sınıf Müslüman görüldüler ve “Malawi” diye adlandırıldılar.

* Müslüman-Arap olanlar içinde de Kureyş kabilesinden (Kureyşi) olanlarla olmayanlar eşit değillerdir. Kureyşi olanlardan Ehl-i Beyt olanlarla (Peygamber ailesi)
Ehl-i Beyt olmayanlar eşit değildir.

* Kadınlar Erkeklere eşit değildir (Bkz. ilgili Kur’an ayetleri) köleler, cariyeler vs. vs.

Türk-İslam sentezcilerinin, bilimsel geri kalmışlık kompleksiyle sarıldıkları ve
“Büyük Türk âlimi” (?) diye tanıttıkları İbn-i Sina bile Al-Şifa” adlı meşhur tıp kitabının önsözünde İslam’a ve İslam peygamberine methiyeler düzdükten sonra “kavm-i necip (seçilmiş, üstün kavim) Araptır, öbür kavimler (tabii Türkler de) Araplara hizmet için yaratılmışlardır.” demektedir. (Biz de bu adamı onurlandırmak için adına hastane  açıyoruz.)

Değerli arkadaşlar,

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Laik bir Cumhuriyet olarak kurulmuştur.

  • Laik Devlet yönetimi din esaslarına göre değil, akıl ve bilimin ışığında yürür.
  • Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir.” der,

Büyük Atatürk. İşte tam da bu nedenle, yani  Devlet yönetiminde inancı, vahiy ve dogmaları değil, aklı ve bilimi rehber alışı nedeniyle, yobazlar Mustafa Kemal’e ve Laik Türkiye Cumhuriyetine yıkıcı, kıyıcı düşmandırlar… Demokratik özgürlüklerden, yöneticilerin öngörüsüzlüğünden ve yanlışlarından alabildiğine yararlanarak yürüttükleri sinsi politikalarla Laik Cumhuriyeti yok etmek noktasına kadar gelmişlerdir.

DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) tarafından yönetilen 80 bini aşkın Cami,

toplumu dönüştürme merkezleri olarak işlev görmekte, Kuran’ı yorumlamak adına “Fetwa” lar yayınlanmakta, çocuk yaştaki genç beyinlere İslami yaşam tarzı, yani Şeriat Devlet düzeninin düşünsel altyapısı işlenmektedir. Çoğunluğu babaların, kocaların dayatması ile de olsa, belli bir maddi çıkar karşılığı da olsa, bugün için Türkiye’de kadınların %60 kadarı “Türban” denen siyasal simgeyi kullanır hale gelmiştir.
Erkek zorlamasıyla takanların pek çoğunun aslında Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olmadıklarını söyleyebiliriz, ama ne yazık ki yeterli bilgileri, “hayır” diyecek güçleri, medeni cesaretleri yok.

Türban

  • Bu tarz giyim kuşam aslında ne Kur’an da öngörülmüştür
    ne de bizim milli geleneklerimizde vardır. 

Kuran’da söylenen sadece “edep yerlerinin örtülmesi”dir. (1400 yıl öncesinin Arabistan çöl ikliminde Güneşe ve Kuma karşı gözlerini, kulaklarını korumak amacıyla başlarına aldıkları ve vücutlarını sarıp sarmaladıkları örtülerini özensiz kullanarak cinsel organlarını saklamayanlar uyarılıyor yalnızca..)

ABD Emperyalizminin Sovyetlere karşı planladığı “İslami kökten-dinci Yeşil Kuşak” Projesinin bir uygulaması olarak, ilk önce Mısır’da 1970’lerde başlatılan ve sonra Türkiye’nin başına sardırılan bu Türban; Türkiye’de  Laiklik, Cumhuriyet ve Atatürk  karşıtlığının siyasal simgesidir. Ülkemizde türban takanların yarısına yakını maalesef baba ve koca baskısıyla ve geri kalanın da yarısı maddi çıkar karşılığı takıyor. İnanarak (?!) Türban takanlar yaklaşık dörtte bir oranındadır.

Değerli arkadaşlar,

Tabii ki, Demokratik ve Laik bir Ülkede Yurttaşlar özgürdür; diledikleri gibi giyinebilirler. Kimsenin giyimine kuşamına karışamayız. Bir insanın hayat anlayışı, yaşam tarzı, giyinişi tabii ki, kimseyi ilgilendirmez. Eğer bir kadın “benim keyfim böyle istiyor, başımı bu şekilde bağlıyorum” diyorsa bu onun kişisel tercihidir, elbette söyleyecek tek sözümüz olamaz. Ancak bu hanımefendi “Kuran’ın emri gereği bu örtüyü kullanıyorum.” derse, işte bu çok yanlış ve tehlikeli olur; çünkü Kuran’da, “saçının tek teli bile görünmeyecek şekilde kadınlar başlarını örtecek” diye bir ayet
mevcut değildir.

Dolayısıyla böyle bir iddia, yani “bu tarz baş örtmenin İslami vecibe” olduğu iddiası,
başını örtmeyen kadınların Müslüman olmadıkları anlamını taşır ki, kimsenin böyle bir imada bulunmaya hakkı yoktur. Atatürkçülerin hassasiyeti işte bu noktadadır.
Biz bu tür (siyasal yandaşlık belirten) simgelerle inanan-inanmayan, Müslüman-Laik şeklinde insanlarımızın ayrıştırılmasına ve ötekileştirilmesine karşıyız.

“Dinimin, inancımın gereği…” ezberini inatla sürdüren türbanlılara ne diyebiliriz ki?… Demek ki Atatürk’ü ve laik Cumhuriyeti anlatamadığımız, sevdiremediğimiz, 15-30 yaş arası 1,6 milyon türbanlı genç kızımız var en azından (ve tabii bir o kadar da erkek) yazık, çok yazık!!

Hemen suçu dış güçlere, emperyalist işbirlikçilere yüklemek kolaycılığına kaçmadan, gerçeği açıkça söyleyelim ki, bu durum, kendi yıkılışına yol açan olanakları yaratan, kadroları yetiştiren Cumhuriyet Eğitiminin kurgusal, yönetsel başarısızlığından başka bir şey değildir sonuçta.

Bir YASAK işareti olan bu tarz örtünmeyi bireysel ÖZGÜRLÜK olarak algılayabilen çarpık bir mantıkla, (yasaklara uymak özgürlüğü ??!) beyinleri dumura uğratılmış bu gençler,

Devrim karşıtlarının ele geçirdikleri Cumhuriyet Eğitiminin ürünüdür. Ülkenin bu hale gelmesindeki en etkin Kurum da, kuşkusuz, vatan haini, bölücü, gerici birtakım siyasetçilerle birlikte başta DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) olmuştur. DİB hiçbir tarikatın, hiçbir dinsel akımın zararlı olamayacağı ölçüde, Laik Devlet yapısını, aynı Devletin olanaklarıyla içten içe oyarak, kemirerek tahrip eden, Şeriat altyapısını resmen  kurgulayan, uygulayan bir aracı Kurumdur. DİB içinde yuvalanmış kadrolar,
yıllardan beri Şeriata giden yolları milim milim döşemişlerdir.

Diyanet kaldırılmalıydı !

Değerli arkadaşlar,

1924’te Halifeliğin kaldırılması, Evkaf ve Şer’iye vekaletinin ilgası sonrasında, Mustafa Kemal “palyatif bir önlem” olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmak zorunda kalmıştı. Büyük Önder, “Laik bir Cumhuriyette Din ve Devlet işlerinin kesinlikle ayrı yürütülmesi gerektiğini, Dinin Devlet işlerine, Devletin de, sınırlı bir denetimin dışında, Din işlerine müdahale etmemesi gerektiğini” tabii ki çok iyi biliyordu.
Ancak o zamanki koşullar böyle bir çözümü zorunlu kılıyordu. Ömür vefa etseydi,
Yüce Atatürk ilk fırsatta bu Kurumu “İslâm’da yönetici Ruhban sınıfı yoktur” diyerek,
ya tümüyle kapatacak ya da Devlet aleyhine her türlü zararlı girişime engel, denetim erkini elde tutmak koşuluyla, Devlet desteğinin, ilgisinin olmadığı başka bir özerk yapıya kavuşturacaktı. Ne yazık ki, olmadı… (gerçek müminler için de kesinlikle böylesi daha hayırlı olurdu.)

İşte Diyanetin bir “Devlet Kurumu” olarak kuruluşunu büyük bir fırsat olarak değerlendiren Cumhuriyet karşıtı, Şeriat yanlısı yobaz takımı, bu Kurumu “üslenilecek bir merkez” olarak gördüler ve en kolay şekilde, bu zayıf noktadan Cumhuriyete “gedik” açabileceklerini anladılar. Diyanet aracılığı ile Devlet bürokrasisine sızıntının yolu açılmıştı. Nitekim 1950 seçiminde Demokrat Parti iktidarı ele geçirince, Devrim karşıtlarının baş ideologlarından Necip Fazıl Kısakürek Atatürk döneminin bitişini (!) sevinçle şöyle haykırıyordu :

“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”

Başından beri, ustaca takiyyelerle bugüne dek güçlenerek gelen, şu anda milyar dolarlara hükmeden Diyanet Vakfıyla, 8 bakanlığın bütçelerinin toplamına denk bütçesiyle, 20 bin kişilik görünen kadrosuyla dizginlenemez bir güce erişmiş olan
bu Kurumun çoktan Devlet’ten kopartılması, Devletle ilişiğinin kesilmesi gerekirdi; Çünkü Laik bir ülkede “Diyanet” gibi garabet bir Devlet Kurumu olamaz;
Laik bir Devletin okullarında Din dersi zorunlu olamaz. Ama ne yazık ki artık çok geç.

Değerli arkadaşlar,

Şeriat tehlikesine karşı mücadelede referansımızı yine Kuran’dan alabiliriz!..
Kur’anın sık yinelenen en önemli iletisi (mesajı) şudur : 

“Ayetlerimizi  anlayasınız  diye  Kur’anı apaçık arapça indirdik.”  der.
(Zuhruf-3, Nur-46, Hac-16, En’am-97….)

Yani bütün ayetler anlaşılsın diye, tek anlamlı ve apaçıktır.. Bir sözden iki ayrı anlam çıkarılmamalıdır (Birtakım şarlatanların söylediklerinin aksine, Kur’anın şifreleri falan olmadığını bizzat Kur’an söylüyor.).  Bunun için de Kur’an Arap dilindedir; diğer bir ifade ile Kur’an Araplar içindir… Çünkü yine aynı Kur’anda  :

* “Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik.” denmektedir. (İbrahim suresi 14-4) yine bir başka ayette :

* “Her milletin bir yol göstereni vardır.” denmektedir (Ra’d suresi 13-7)

* Ayrıca, insanların farklı dinlerden olabileceğini ifade eden bir ayet vardır : (109-6) “leküm diynüküm, veliyed-din- senin dinin sana, benim dinim bana” 

Buradan anlaşılan şudur ki; Arap milletinden değilseniz Kur’an hukukunu (şeriatı) uygulamanız gerekmiyor; kendi milletinizden, kendi dilinizden olan bir önderin gösterdiği yoldan gidebilirsiniz, demektir…

Değerli arkadaşlar,

Türk milletinin Büyük Önderi Mustafa Kemal Atatürk;

  • Yaşamda en gerçek yol göstericinin akıl ve bilim olduğunu söylemiştir.

Sevgilerimle..æ

Ek-1 Kuran’da kadınlarla ilgili ayetler  :

TANIKLIK :  Bakara Suresi 282. Ayet :

“…Erkeklerinizden iki tanık tutun… Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkek ve -biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak- iki kadın olabilir….”

POLİGAMİ : Nisa Suresi 3. Ayet

“… hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz;…”

MİRAS : Nisa  Suresi 11. Ayet :

“ (miras paylaşımı hususunda)  Allah emreder ki: erkek cinsten olana dişi cinsten olanın iki katı pay düşer…”

KÖLELİK : Nisa Suresi 24. Ayet :

“ Ve köle olarak maliki bulunduğunuz eşlerinizin dışında şerefli evli kadınlar da size yasaktır.”

KADINA CEZA : Nisa Suresi 34. Ayet :

“…erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler… Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınları uyarın, yataklarında onları yalnız bırakın, dövün! size itaat ederlerse daha ileri gitmeyin…”

ÖRTÜNMEK : Nur Suresi 31. Ayet : 

“Mümin kadınlara da söyle… ferçlerinin (cinsel organlarının) örtülü oluşuna dikkat etsinler, başlarına aldıkları örtülerini (memelerini saklayacak şekilde) yakalarının üzerine salsınlar…”

Ek-2

Değerli arkadaşlar,

Newsweek Dergisi tarafından “DÜNYADA KADIN” ekinde kadın hakları ve kadınların yaşam standartları bakımından yapılan kapsamlı bir değerlendirmede, Türkiye 132 ülke arasında Gabon, Zimbabwe, Gambia ve Madagaskar gibi yoksul Afrika ülkelerinin arkasından 87. sırada geliyor. Değerlendirme sağlık, eğitim, ekonomik, politik ve hukuksal veriler üzerinden yapılmış; Türkiye’nin puvanı 100 üzerinden 56,2…  Tartışmasız ilk sıralarda olan ülkeler Dünyanın en gelişkin İskandinav ülkeleri İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka.

Genelde listenin sonlarında yer alan Müslüman ülkelere bakacak olursak; Tunus 58, Malezya 63, Endonezya 64, Türkiye 87, Cezayir 88, Mısır 92, Fas 96, İran 97, Suriye 102, Libya 104, Bangladeş 110, Hindistan 112, Suudi Arabistan 115, Nijerya 121, Pakistan 126, Yemen 131 ve Afganistan 132 inci sıradalar.

Sosyal, ekonomik, hukuksal… Hemen her alanda tüm haklarını birçok Avrupa ülkesinin önünde, Cumhuriyetle birlikte 1930’larda kazanmış olan Türk kadınının bugün Dünyada 87. sıralara gerilemiş olması gerçekten çok üzüntü ve
kaygı vericidir. æ

Son 1000 Yılda Türklerin Dünya Sanat ve Kültürüne Katkıları…

Dostlar,

Cumhuriyet Bilim – Teknik ekinde 19.4.13 günü yayımlanan aşağıdaki yazı dikkate değer.. Yazı formatını korumak adına pdf olarak ilginize sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
24.4.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Son 1000 Yılda Türklerin Dünya Sanat ve Kültürüne Katkıları 
ve Geleneksel Türk Çini Sanatı

Yazıyı okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

1000_Yilda_Turklerin_Dunya_Sanat_Kulturune_Katkilari

Yazının son bölümü Geleneksel Türk Çini Sanatına ayrılmış ve şöyle bağlanıyor :

Geleneksel Türk Çini Sanatı

listemize konabilecek isimlerin seçimine devam ettiğimizde, sıralamada, katılanların oranı olarak,

(3) XIII. yüzyıl şairimizi Yunus Emre, %50’si,

(4) XX. yüzyıl şairimiz Nâzım Hikmet, %35’ü,

(5) Geleneksel Türk Çini Sanatı ve sanatçıları, %26sı

olarak ortaya çıkmaktadır. Bundan sonraki isimlerimiz (toplam tüm oyların yüzdesi olarak) şu şekilde sıraya girmişler:

(6) XVI. yüzyıl seyyahımız Evliya Çelebi ve ‘Seyahatname’si : %25,

(7) Minyatürler ve minyatür yapımcılarımız (anonim): %24,

(8) XII. yüzyıl mistik şairimiz Mevlana Celalettin %22,

(9) XIII. yüzyıl Beylikler Dönemi eseri Divriği Ulu Cami ve Şifahanesi: %20.

(10) XVI. Yüzyıl amiralimiz Piri Reis: %13

ve “Türk sanatında son 1000 yıl için ‘TOP TEN’ ” listesinde yer bulmuşlardır.

Anketin daha detaylı (Önemli maddi eserler, önemli edebi eserler, müzik, plastik sanatlar ve diğer eserler kategorileri için ayrıca yapılan analiz ve oylamalar, ayrı bir yazının konusu olarak bu ilk sunuma alınmamışlardır.)

SONUÇ

Bir ulusa ait oldukça farklı insan/kültür etkinlikleri arasında en önemli(ler)ini belirlemekteki güçlüklere yazımızın başında değinmiştik. Burada üzerinde durulan ve 2000 yılı başlarında kamuoyuna sunulan anket-soruşturmanın basit bir toplamlı istatistiksel değerlendirmesinde, seçici aydınlarımız, iki adı (Mimar Sinan ve
Mustafa Kemal Atatürk), 1000 yıldaki önemli kişilikler arasında büyük tercih farkları ile ön plana çıkarmışlardır.

Plastik sanatlar alanında ise “ilk beş” içinde yer alan geleneksel çini sanatımız,
dünya kültürel mirasında “en önemli Türk katkısı” olarak öne çıkmaktadır. Bu sanat ürünlerimizin farklı dünya müzelerini süslediği de göz önüne alınırsa, bu yargının gerçekten uzak olmadığını kabul etmekte zorlanmayız. Bu nedenle, ankete yanıt verenler açısından, mükemmel örneklerini XVI. ve XVII. yüzyıllarda veren klasik İznik çinilerinin Türklerce, son bin yılda yarattıkları sanat eserlerinin en başta geleni sayılmaktadır. Anketin Türk çini sanatı ile ilgili olmayan bölümlerinin de günümüz edebiyat, sanat ve politika gruplarının dikkatini çekmesini bekleyebiliriz.

Öbür yandan, ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişime bağlı olarak, içinde bulunduğumuz 3. binyılda, var olan sanatsal ve bilimsel iklimin ne yönde ve nasıl “evrileceğeni” takip etmek açısından da anketin bu sonuçlarının önemli olduğu kanısındayız. Önümüzdeki dönemdeki benzeri çalışmalarla yapılacak karşılaştırmaların, toplumumuzdaki değişmenin yönünü ve gerçek boyutlarını kavramada önemli yararlar sağlayacağını düşünüyoruz.

Kaynakça:

[1] Umberto Eco, 2012,

[2] “Kitap-lık”, 2000, iki aylık edebiyat dergisi, sayı 39, (Ocak-Şubat 2000)

EK-1: “Kitap-lık” dergisi anketine yanıt veren sanatçılar listesi
(abecesel soyadı sırasıyla):

Lütfi Akad, Çetin Altan, Metin And, Afife Batur, Cengiz Bektaş, Halil Berktay, Halet Çambel, Adnan Çoker, Ferid Edgü, Metin Erksan, Semavi Eyice, Melih Ferdi, Hüsnü A Göksel, Ara Güler, Çelik Gülersoy, Mehmet Güleryüz, Aydın Gün, Bozkurt Güvenç, Talat S Halman, Halil İnalcık, Doğan Kuban, İlhan Mimaroğlu, Ahmet Oktay, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Sami Şekeroğlu, M Celal Şengör, Tosun Terzioğlu, Yalçın Tura, Aydın Uğur, Artun Ünsal.

Suay Karaman : SAY SAY

Suay Karaman

portresi2

SAY SAY

Dünyaca ünlü sanatçılarımızdan Fazıl Say’ın “üç büyük dinin inananlarına alenen hakaret ettiği” gerekçesiyle, İstanbul 19. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından
on ay hapis cezasına çarptırılması, herkeste büyük tepki oluşturdu.

Mahkemenin gerekçeli kararı şöyleydi :

  • “İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerince önem addedilen değerlerin hafife alındığı, aşağılandığı, cennet ve cehennemde alkollü içecek olarak bilinen rakı ve viski varlığı ve yokluğuna vurgu yapılarak hafife alındığı, alay edildiği, mensup olduğu dine inanan insanlara Allahçı sıfatı addedilerek hakaret edildiği anlaşılmıştır.”

Mahkemenin gerekçeli kararında dinlerce önem addedilen değerlerin hafife alındığı ve aşağılandığına dayanak gösterilen

  • “Nerde yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Allahçı;
    bu bir paradoks mu?”

ifadesinin Fazıl Say’a ait olmaması hiç dikkate alınmamış ve on ay ceza verilmiştir.

Fazıl Say’ın aldığı on ay hapis cezası, Avrupa’da yankı bulmuştur. Hatta Fazıl Say’ın aldığı cezanın, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 22-26 Nisan 2013 arasında yapılacak genel kurul toplantısı sırasında oylanacak Türkiye raporuna da girmesi beklenmektedir.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban
ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, İzmir
4. Asliye Ceza Mahkemesi’nin verdiği karar sonucunda iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Halbuki öğrenciler derse girmiş, Rennan Pekünlü yalnızca türbanlı olarak derse girdikleri için tutanak düzenleyerek, dekanlığa göndermiştir.

Türbanlı öğrenciler, ifadelerinde derslere alınmadıklarını söylemişler ve mahkeme de türbanlı öğrencilerin eğitim hakkının engellendiği savıyla ceza vermiştir.
Rennan Pekünlü, anayasal kuralları ve yüksek mahkeme kararlarını uygulayarak
görevini yapmıştır. Rennan Pekünlü’ye verilen ceza, süresi ne olursa olsun
hukuka uygun düşmemektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkinliğinin azaltılması için düzmece kanıtlarla,
sahte Balyoz Davası senaryoları düzenlenerek 325 suçsuz insana hüküm giydirilmiştir. Silivri mahkemeleri, hukuk ve adaletin olmadığı duruşmalar sonucunda 1560 maddi hatanın yanı sıra, 23 bilirkişi raporunu da görmezden gelerek yaptıkları yargılama sonucunda karar vermiştir.

Yargıtay aşamasında olan Balyoz davası, 2003 yılında hazırlandığı iddia edilen
Balyoz Darbe Planı metninde kullanılan “Calibri” yazı şeklini Microsoft Yazılım Şirketi’nin 2007 yılında üreterek, satışa çıkardığını açıklamasıyla, ilginç bir konuma gelmiştir.

Emperyalist ABD’nin isteğiyle ılımlı İslam’ı benimsemesi istenen ülkemizde,
buna karşı çıkacak güç olan Türk Ordusu ile ulusalcı aydınların tasfiye edilmeleri için hazırlanan senaryolardan biri de Ergenekon Davasıdır. Ne ile yargılandıkları belli olmadan subaylar, eski kuvvet komutanları, genel kurmay eski başkanı, gazeteciler, yazarlar, siyasal parti yöneticileri, milletvekilleri, akademisyenler, eski rektörler yıllardır sahte belge ve gizli tanıklarla Silivri’de zulüm altında tutulmaktadırlar.
Bu davada da yakın bir zamanda Balyoz davasında olduğu gibi hüküm verilecektir.

Say say bitmeyecek bütün bunlara benzer hukuk dışı süreci görmek istemeyen
ABD ile AB, bu sürece el altından destek vermektedirler.

Çünkü PKK terör örgütüyle görüşülmesi ve ardından iç savaş ile ülkemizin bölünmesi planları, emperyalizmin yıllardır bilinen kirlenmiş oyunlarındandır.

Ancak başaramayacaklarını henüz anlamamışlardır ya da anlamak istememektedirler.

  • Emperyalist güçlerin desteğiyle, hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla
    Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek, parçalamak görevi verilen siyasal iktidar;
  • bu ihanetin hesabını verecektir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukları, bu ihanete karşı yurtsever oluşumlarıyla
yeniden aydınlık günlere ulaşmamızı sağlayacaklardır.

Büyük önderimiz Atatürk’ün dediği gibi, ülkemizin sorunları
ancak Türk milletinin azim ve kararlılığıyla çözülecektir…

(İlk Kurşun Gazetesi, 22 Nisan 2013?

E. AMIRAL TÜRKER ERTÜRK : ELİNE, BELİNE, DİLİNE


E. Amiral Türker Ertürk

portresi_gulumseyen

ELİNE, BELİNE, DİLİNE..

Geçtiğimiz Pazar Milli Anayasa Forumu’na konuşmacı olarak katılmak için Balıkesir’in Edremit ilçesinin Çamcı köyündeydik. 250 hanesi ve 700 nüfusu olan Çamcı, bir Alevi Tahtacı köyü.

Tahtacıların ataları, Moğol baskısı nedeniyle yurtları olan Horasan’dan 11. yüzyılda Anadolu’ya göç etmişler. Bunlar genellikle Akdeniz’de Toroslarda, Ege’de Kazdağları ve dolayına yerleşmiş olup ormancılık ve ağaç işleri ile uğraşan Oğuz Boyuna mensup Türkmenlerdir.

Tahtacı olarak adlandırılmaları 7. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi öncesinde gemilerin yapımı için Kaz Dağları’ndaki köylerden
bu Türkmenleri getirtmesi ve kullanması ile başlamıştır. Bu tarihten sonra Osmanlı Donanması’nın ağaç ve kereste ihtiyacını hep onlar sağlamıştır. Özellikle 7 Ekim 1571’de bizim İnebahtı Batılıların Lepanto dediği, 30 bin denizcimizi ve 300’e yakın gemimizi (Kadırga, Kalite ve Kırlangıç tipi tekneler) yitirdiğimiz savaştan sonra
Osmanlı Donanması’nın tekrar yapımı için çok aktif rol oynamışlardır.

Şeyh Edebali

Bölgede 9 Tahtacı köyü var. Çamcı, doğası, insanı ve onun konukseverliği ile çok güzel bir köyümüz. Tiyatrosu bile var! Üniversite mezunu ve aydın bir insan olan Çamcı Muhtarı İsmail Öztürmen, Oğuzların Üçok kolundan geldiklerini ve aynı koldan gelen Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman (Otman) Beyin kayınbabası Şeyh Edebali ile
kan bağlarının olduğunu anlattı.

Ne yazık ki Çamcı ve çevresinde yoksulluk egemen. Zeytincilikle geçinmeye çalışan bölge, AKP’nin gayri milli tarım politikaları nedeniyle bitirilmiş durumda. Artık zeytin
ve onun yağı para etmiyor. Siz İstanbul ve Ankara gibi yerlerde bilmiyorum zeytinyağını kaça alıyorsunuz? Burada tam tamına 5 TL. Kimi yerlerde zeytini toplamıyorlar çünkü giderini bile kurtarmıyor.

Böyle olmasına karşın, bölge insanı ülkemizin sorunlarına çok duyarlıydı!
Forumun açık havada planlanmasına ve 2 saat öncesinde yağmur başlamasına ve gittikçe şiddetlenmesine karşılık yaklaşık 1250 – 1500 arasında insan gelmişti
bizi dinlemeye.

Herkes Milli bakış açısına sahipti

Altınoluk, Küçükkuyu, Zeytinli, Akçay, Burhaniye, Ayvalık, Güre, Bandırma, Balıkesir ve Çanakkale’den CHP’li, İP’li, DSP’li, MHP’li insanlarımız bu kötü hava koşullarında akın etmişlerdi Çamcı’ya. Burası Alevi köyüydü ama toplananların çoğunluğu Sünni’ydi. Ama kimsenin mezhepsel derdi ve yaklaşımı yoktu, herkes
Milli bakış açısına sahipti ve emperyalist işgale ve onların işbirlikçilerine karşı direnmeye ve savaşmaya yeminliydi.

Emin olun bu namüsait koşullarda yani ıslanarak ve üşüyerek, hiç kimseye en popüler bir sanatçımızın konserini bile izletemezdiniz. Sanırım bunun bir nedeni var!
Ortam, devletin sınırsız olanakları ile düzenlenen yediğinizin önünüzde yemediğinizin arkanızda olduğu 7 bölgede yapılan işbirlikçi ikna salon toplantılarına
hiç benzemiyordu.

Biz de dilimizin döndüğünce ve birikimimizin yettiğince emperyalist projeyi,
işbirlikçi AKP iktidarını ve niçin “yeni anayasa” peşinde olduklarını anlatmaya çalıştık.

Dervişin zikri ne ise fikri de odur

Erdoğan, CHP Genel Başkanı’nı eleştiren bir konuşmasında Hacı Bektaş Veli’ye
gönderme (atıf) yaparak; 

  • “Ellerine hakim olamadılar çaldılar,
    bellerine hakim olamadılar kaset ortada,
    dillerine hakim olamadılar cüruf saçıyorlar..” diyor.

Erdoğan, Hacı Bektaş Veli’nin sözlerini ve felsefesini hiç anlamamış.

Ülkemizin ve bölgemizin insanlarına ve tüm Müslümanlara düşman olan emperyalist projeyi anlayamadığı ve onun eşbaşkanı olduğunu göğsünü gere gere anlattığı gibi.

1209’da Horasan Nişabur’da doğan Hacı Bektaş Veli’nin “Eline, beline ve diline hakim ol” özdeyişindeki “el, bel ve dil” Erdoğan’nın anladığı el, bel ve dil değildir.

Hele beli cinsellik olarak algılamak neyin nesidir?
Dervişin zikri ne ise fikri o mudur?

Felsefi içeriğinde insan sevgisi, hoşgörü, paylaşım ve eşitlik olan

Hacı Bektaş Veli’nin sözlerindeki “El” ülkedir, yurttur, vatandır.

Aynen Türkeli, Rumeli ve yabancı eller dediğimiz gibi.

Bel” soydur, soptur, millettir.

Dil” ise konuştuğumuz dil Türkçedir.

Gelecek ay 736. yılını kutlayacağız. 13 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey

  • “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergahta, bergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dilde söz söylemesin!” diyor.

Birleşmek gerek canlar!

Bu sözün söylenmesinin nedeni Anadolu’da Selçukluların hüküm sürdüğü o zaman sanat dili Farsça, devlet dili Arapça ama halkın dili Türkçedir.

Karamanoğlu Mehmet Bey, bu çelişkiyi ortadan kaldırabilmek bu özlü buyruğu vermiştir.

Gerçekte bu topraklarda halkın dilini devlet bürokrasisine ve sanata egemen kılan ve
bu üçlü çelişkiyi ortadan kaldıran Mustafa Kemal Atatürk ve önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir.

11 yıldır iktidarda bulunan Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarları “Eline” (Ülkesine), “Beline” (Milletine) ve “Diline” (Türkçemize) sahip çıkmış mıdır?

Elimizi vicdanımıza koyarak verebileceğimiz tek yanıt,
değil korumak düşmanlık etmişler ve etmeye devam etmektedirler.

“Birleşmek gerek canlar!” bunların arkasındaki emperyalizm güçlüdür.

Gün kavga değil, birlik günüdür.

Zaman bizi zenginleştiren farklılıklarımızı değil ortak paydalarımızı konuşma ve
yüceltme zamanıdır.

Saygılar sunarım.
16.4.13