Etiket arşivi: Müslüman Kardeşler

ANAYASA MAHKEMESİ’nden SOKAĞA ÇIKMA YASAĞINA TEDBİR İSTEMİNE RED

ANAYASA MAHKEMESİ’nden
SOKAĞA ÇIKMA YASAĞINA
TEDBİR İSTEMİNE RED..

090508-Anayasa Mahkemesi-HL-01.jpg

Anayasa Mahkemesi, HDP’li Meral Danış Beştaş’ın yaptığı bireysel başvuruda ara karar vererek, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde uygulanan sokağa çıkma yasaklarına ilişkin tedbir talebini reddetti.

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Meral Danış Beştaş,
bazı il ve ilçelerde uygulanan sokağa çıkma yasağıyla yurttaşların yaşam, sağlık, eğitim ve seyahat hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiğini ileri sürerek, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştu.

Anayasa Mahkemesi İkinci Bölümü, Beştaş’ın bireysel başvurusundaki tedbir talebine ilişkin ara kararını verdi.

Yüksek Mahkeme’nin kararında, Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun‘na göre, tedbir kararının, başvurucunun yaşamına ya da maddi
veya manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunduğunun anlaşılması halinde
,
başvuru hakkında esasa ilişkin inceleme yapılana kadar Bölümlerce resen (AS: kendiliğinden) veya başvurucunun istemi üzerine gerekli tedbirlere karar verilebildiği hatırlatıldı.

Kararda, Valiliklerce, 5442 sayılı Kanun’un (AS: İller İdaresi Yasası) 11. maddesinin (C) fıkrası uyarınca;
– terör örgütü mensuplarının yakalanması,
– terör olayları nedeniyle halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması,
– sokak aralarındaki barikatların kaldırılması,
– hendeklerin kapatılması ve kurulan bombalı düzeneklerin imhası çalışmaları

esnasında sivil vatandaşların can ve mal güvenliğinin temin edilmesi gibi gerekçelerle
“sokağa çıkma yasağı” kararları alındığının belirtildiği aktarıldı.

Anayasa Mahkemesi’nin, daha önce benzer bir başvuruda, Şırnak Valiliği tarafından
kamu düzeninin, halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması amacıyla “sokağa çıkma yasağı” ilan edilmesinin temelsiz olduğunun söylenemeyeceğine karar verdiği hatırlatıldı.

Bireysel başvurunun niteliği gereği, tedbir istemlerinin yalnızca başvurucunun kişiliğine yönelik iddialar yönünden değerlendirilebileceği ifade edilen kararda; bu kapsamda, Ankara’da
ikamet ettiği anlaşılan başvurucunun “sokağa çıkma yasağı” kararlarından derhal tedbir kararı verilmesini gerektirecek biçimde kişisel olarak etkilendiğine ya da alınan kararların
doğrudan mağduru olduğuna ilişkin bir sonuca ulaşılamadığı belirtildi.

Kararda, “Açıklanan nedenlerle, başvurucuya yönelik derhal tedbir kararı verilmesini gerektiren ciddi bir tehlike bulunduğu dosya kapsamında bulunan bilgi ve belgelerden bu aşamada anlaşılamadığından, koşulları oluşmayan tedbir isteminin reddine karar verilmesi gerekir.” denildi.
(http://www.ntv.com.tr/turkiye/aymden-sokaga-cikma-yasaklarina-iliskin-tedbir-talebine-ret,Chh633YKd0qTnobT7U-kiQ, 13.1.2016)

====================================

Evet dostlar,

Bir hukuksal tartışma alanı, AYM’nin bu red kararı ile geride kalmış oldu (12.01.2016).
Doğu – Güneydoğu’da sürdürülen sokağa çıkma yasağına tedbir konulması istemini,
Anayasa Mahkemesi hukuka uygun bulmayarak, HDP eşbaşkanının bireysel başvurusunu
geri çevirdi.

Doğu – Güneydoğu’da sürdürülen savaşım (mücadele), Türkiye Cumhuriyeti adına
açık bir meşru savunmadır.

“Meşru” olma, “hukuksal olma” kavramından daha üst, daha güçlü bir vurgu içerir.
Öyle ki, “meşru olan” biçimsel – yazılı hukuka uygun olmasa bile onaylanır..
Örneğin an gelir, birisini öldürmek meşru savunma olur ve zor koşullarında ceza görmez.

HDP‘nin bu güvenlik operasyonlarını önlemeye çalışması da kendisi açısından anlaşılır bir olgudur; çünkü PKK ile organik bağ içindedir, onun resmi uzantısıdır.
Son gelişmeler, bir kez daha çok çıplak olarak bu olguyu kanıtlamıştır.
HDP hakkında Anayasa Mahkemesinde kapatma davası açıp açmama kararı, Anayasa gereği Cumhuriyet Başsavcısınındır AY m. 69/4). Ancak bu partinin suç işleyen vekillerinin soruşturma ve kovuşturma usulleri olağan CMK yöntemleriyle de yürütülebilmektedir.
Elbette TBMM’nin yasama denetimi yolları, dokunulmazlığı kaldırarak Yüce Divan‘a yollama olanağı vardır (AY m. 83-84).

Bu dakikadan sonra HDP’den, bölücü örgütle (yalnız terör örgütü değil; terörü bölücü amaçla
araç olarak kullanan Batı taşeronu örgüt!) arasına uzaklık koyması, karşı çıkmasını istemek abesle iştigaldir.

Ne acıdır ki; 2016 ilkbaharında iç isyanın (serhildan – intifada) eşiğine gelecek ölçüde ağır silahlanma ve psikolojik – siyasal – lojistik – diplomatik destek bulma ve altyapı oluşturma,
silah ve mühimmat depolama, hendek – barikat – tunel yapımı… son birkaç yılda doruğa ulaşmıştır. Oslo’da PKK yetkilileriyle yapılan gizli görüşmeler ve izleyen AÇILIM saçmalığı ve ihaneti; günümüzde yaşanan kanlı tablonun hazırlayıcısıdır ve 1 numaralı hukuksal ve politik sorumlusu, her türlü tartışmanın dışında olarak AKP – RTE’dir..

Ödenen kanlı bedelin, şehit ve gazilerin, can ve mal yitiklerinin, ülkenin bozulan ve
ciddi tehdit altına giren barış ikliminin, ödenen ağır ekonomik faturanın.. çöken dış ticaret
ve turizmin… sorumlusu AKP – RTE’dir! Bu çok ağır politik sorumluluğun yasal hesabı
er ya da geç ama mutlaka sorulmalıdır, sorulacaktır!

Tayyip beyin 2 oğlunun askerlik durumu nedir? Kamuoyuna Saray açıklamalıdır.

Şimdilerde AKP – RTE, ülkemizi içine soktukları kritik bunalımdan çıkarmak zorundadır.

Başlatılan güvenlik operasyonları sonuna dek,
kesintisiz ve tam kararlılıkla sürdürülmek zorundadır!

Tamamlayıcı tüm önlemlerin de eş zamanlı ve eksiksiz olarak alınması koşuluyla..
*****

Kürt yurttaşlarımız kardeşlerimizdir..

Ancak yurttaş – vatandaş olmanın 1. koşulu ülkesine – devletine sadakattir!
(Anayasa : Başlangıç, 42 ve 81. maddeler..)
Bu temel, sine qua non” (olmazsa olmaz!) kural bozulursa,
Devletin şefkat eli değil demir yumruğu konuşur.
Bu olgu dünyanın her yerinde ve tüm zamanlarda geçerli evrensel nitelik taşır.

Bu bağlamda, Kürt kardeşlerimizin ezici bir kesiminin PKK’ya destek vermediğini görmek
çok önemlidir ve sevindiricidir.

Güvenlik harekatında onların da çok hırpalandığını görmek ise çok üzüntü vericidir.

Güvenlik güçlerimizin elden gelen özeni en üst düzeyde gösterdiklerinden kuşku duymuyoruz
ve bunun mutlaka sürdürülmesini diliyoruz.. Çoook uzun yıllardır bu bölgedeki yurttaşlarımızın
elektrik faturasını kendileri ödemiyor.. O bölge Belediyelerine aktarılan vergilerimiz yöre halkına değil de bölücü örgüte kullandırılıyorsa, buna hoşgörü göstermek olanaksızdır, suçtur.
6360 sayılı Büyükşehir Belediye Yasası’nın olanakları Devleti yıkmak için kullanılabilir mi?

Aman ha aman, her şeye karşın Devlet asla hukuk dışına çıkmamalıdır!
Her durum ve koşulda HUKUK DEVLETİ boynumuzun borcu, başımızın tacıdır.
Savaş durumunda bile geçerli hukuk kuralları, savaşın da hukuku vardır (AY m. 92, 117, 122).
Bu kritik yükümlülüğe gösterilecek en üst düzeyde özen, ülkemizin uluslararası düzlemde
şu ya da bu yolla zorlanmasının da önüne geçebilecektir..

Kandil dahil, sorunun güvenlik operasyonları boyutunun birkaç ayda tamamlanması
iyimserlik ve umudumuzu koruyoruz.
Şehitlerimize rahmet diliyoruz..
Gazilerimize şifa niyazımızdır.
Tüm ulusumuzun acısı yüreğimizin derinliklerindedir.
Son Sultanahmet faciası kurbanı yabancıların (12 Ocak 2016) acıları da..
Bu olayda da siyasal iktidarın ne yazık ki bağışlanmaz büyük hataları vardır..
Tayyip bey Başbakan iken, uzun süre IŞİD için “terör örgütü” dememiş, “IŞİD unsurları” nitemini (sıfatını) kullanmıştır ısrarla.. Suriye’de iç savaşı kışkırtmak – Esad rejimini devirerek
dinci – gerici Müslüman Kardeşler yönetimi kurmak.. bu amaçla her tür destek – yardımı isyancılara sunmak, aracı sağlamak… Türkiye’nin olağanüstü hatalı dış güdümlü politikası olmuştur. Bu nedenledir ki, ülkemizde 2,4 milyon Suriyeli sığınmacı vardır ve
güvenlik – kimlik…. önlemleri çok yetersiz kalmaktadır; bu açık ve ağır idari kusurdur.

Kolay gelsin Türkiye’miz!
Hiç kolay değil biliyoruz ama başkaca seçenek de kalmadı..
Şehitlerin – gazilerin mübarek kanları – canları bir kez daha ülkemizi esenliğe kavuştursun diyedir dualarımız.. Sorumluların da cezalarını mutlaka bulacaklarına inandığımız gibi..

Sevgi ve saygı ile.
13 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hüsnü Mahalli : Mucize gerek

Şu ‘Alevi’ Esad direnmeseydi Şam’a gidip Emevi Camisinde iki rekat namaz kılıp Kahire’ye doğru yol alınacaktı.

‘Alevi’ Esad direnmeseydi Mısır’da ‘Sünni’ Müslüman Kardeş Mursi askeri darbeyle devrilmeyecek ve biz Sisi denilen bela ile uğraşmayacaktık.
‘Alevi’ Esad direnmeseydi Libya’da işler karışmayacak ve Müslüman Kardeşler çok daha rahat iktidar olacaktı.
‘Alevi’ Esad devrilseydi Tunus’ta seçimle iktidar olan Müslüman Kardeşler uzun süre daha iktidarda kalır ve Laikler ortadan kaldırılırdı.
‘Alevi’ Esad direnmeseydi Rus uçakları Suriye’ye gelmez ve biz o uçaklardan birini düşürerek Putin gibi bir çılgınla uğraşmayacaktık. Giden paralar işin ekstrası.

‘Alevi’ Esad  direnmeseydi, biz de Musul’a asker göndermek zorunda kalmayacak ve
Irak’ın Şiileri ile kavgalı olmayacaktık.

‘Alevi’ Esad ortadan kaybolsaydı biz Şii iran ile düşman olmayacaktık.
Çin uzak ama ‘Alevi’ Esad’ın yüzünden onunla da aramız limoni.

‘Alevi’ Esad bu kadar direnmeseydi Suriye’nin kuzeyi ile Musul vilayetini alıp
Misak-ı Milli sınırlarına dönerdik.

‘Alevi’ Esad bırakıp gitseydi bizim Müslüman Kardeşler iktidar olacak ve biz PYD-YPG diye bir tehlikeyi bilmeyecektik.
Ama olmadı. Adam direndi ve bütün plan ve projelerimiz bozuldu.
Adam direndi herkes bize düşman oldu. Olmayanlar da bize oyun oyunuyor.
Oysa her şey ne kadar da güzeldi.
Esad’ın Alevi olmadığı günlerde.
Vizeler kaldırılmış, 13 Ekim 2009’da sınır bariyerleri yok edilmiş ve sınırın iki yakasında Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler ve Ermeniler yeniden kardeş olmuştu.
Yalnızca Suriye değil Lübnan, Ürdün, Mısır, Libya ve Cezayir gibi ülkelerle vizeler kaldırılmış ve insanlar akın akın Türkiye’ye geliyordu. Herkes AKP modelini merak ediyor ve
Gül-Erdoğan ikilisini seviyordu.
Şimdi ? Sormayın. Keşke Esad’a ‘Alevisin’ demeseydik.
Keşke bu coğrafyanın tek laik, çağdaş ve demokrasi yolunda ciddi adımlar atan Esad ile
dost kalsaydık. Belki de o zaman  IŞİD, Nusra vb. ruh hastası örgütlerle başımız belada olmazdı. Galiba bu işin geri dönüşü yok. Bataklığa saplandıkça saplanıyoruz.
Yakında yedi düvel ile savaşa tutuşuruz. Halka biraz gaz verdik bu iş tamam.
Ama bu Amerikalıları ne yapacağız? Kendileri yetmiyor ahbaplarını da alıp geldiler.
Karadan, denizden, havadan ve uzaydan. Ama esas bela şu kral, emir ve şeyhler.
Esad’ın Alevi olduğunu onlar hatırlattılar. ‘Alevi’ Esad’ın öldürülmesi için fetvaları
onlar yazdırdılar. Osmanlı torunu olduğunu onlar hatırlattı.
Yavuz Selim’i anlata anlata bitiremediler. Adamların acayip ‘Yeşil’ Dolarları da.
Bu işe acilen bir çözüm bulmalı. Acaba Cem Evleri’ne hukuksal statü tanıyıp ‘Alevi’ Esad’a
gel ziyaret et desek bir mucize olur mu?

======================================

Dostlar,

Sayın Hüsnü Mahalli üstadımız da bizim gibi Suriye’de oynanan küresel emperyalist oyunlardan çok yorulmuş ve yüteği yanmş görünüyor. Üstelik umutsuz da..
Bataklığın kurutulabilmesi için “Mucize gerek” diyor.. Bunu da olası görmediğinden,
yazısını acı bir ironi ile bitiriyor..

Yaşananlar, BOP ve sonrasında ARAP BAHARI denilen emperyalist oyunlar kapsamında
Irak ve Suriye’nin Sevri‘dir..

Herhalde 14 “büyük” (!) devletin Suriye’de IŞİD denen Batı kurgusu İslamcı terör örgütü ile boğuştuğunu ve küresel koalisyon güçlerinin bu “belalı” örgütle başedemediğini sanacak ölçüde akıl fukarası değiliz.. Dolayısıyla Suriye – Irak Sevr’i için masada sandalye kapma yarışı sürdürülmektedir.

Türkiye gene maşalık yapmış, emperyalizmin taşeronluğuna soyunmuş ve fakat hiçbir sandalye kapamadığı gibi en büyük bedeli de kendsi ödemiştir, ödeyecektir.

Oysa yapılması gereken çok basitti :

– Suriye – Irak kadim (üstelik Müslüman!) komşularımızdır;
onlara zarar verecek hiçbir eylemin içinde olmayız.
– Bu komşularımızda iç savaşı kışkırtmak ve rejimi devirmek için her tür oyuna girişmek
ne kelime; tersine, içişlerine zerrece burnumuzu sokmayız.
– Bölgemizde ve dünyada sınırların değişmezliği ilkesini savunuyoruz.
Büyük ATATÜRK’ün dış politika ilkelerine bağlıyız         :
1. YURRTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ.
2. Herkesle dostluk kurmak isteriz ama hiç kimseyle ittifak ve bloklaşma yapmayız!

*****

Gelinen yerde sorunlar öylesine girift oldu ki, içinden çıkmak çok zorlaştı.
Gene de çok geç kalmış sayılmayız.
Irak – Suriye politikamızı köten değiştirmeliyiz, hem de gecikmeden..

Ondan sonra da ülkemizdeki 3 milyon Suriye’li ve Irak’lı “konuk” sorununun çok yönlü muazzam yükü ile nasıl başedeceğimizi düşünmeye fırsat kalabilir.. Bakarsınız bir “mucize” olur ve bu 2 ülkede barış – istikrar sağlanırsa “3 milyonluk” tarihsel konuklar ülkelerine dönerler..

Tarih AKP – RTE’yi kanlı Irak – Suriye politikları nedeniyle asla bağışlamayacaktır.
Suriye’de Esad’ın neredeyse 400 bin insanı öldürdüğünü söyleyenlerin bu cinayetlerde payını örtüp saklamak o denli kolay mıdır? İnsanları aptal yerine koymak hangi akla hizmettir?

Tek bir soru yeter :

  • Esad Alevi değil de “Sünni” olsaydı AKP – RTE bunca gazapla üstüne gider miydi?

Sevgi ve saygı ile.
13 Aralık 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hüsnü Mahalli : IŞİD Gerçeği; Eski dost düşman olmaz

Hüsnü Mahalli “IŞİD Gerçeği”ni yazmayı sürdürüyor..

Portresi
Eski dost düşman olmaz

YURT, 3.8.15

 

Müslüman Kardeşler kökenli AKP iktidarı Batı’yı çok umutlandırdı. Nihayet aklı başında İslamcılar aracılığıyla bölge kan gölüne dönüştürülebilirdi. ‘Arap Baharları’ başlatıldı…

Müslüman Kardeşler kökenli AKP iktidarı Batı’yı çok sevindirip umutlandırmıştı. Nihayet ‘aklı başında’ İslamcılar bulundu. Üstelik bölgede herkesin dostu gibi davranıyordu. Alevi Esad, Şii İran, Sünni Mübarek ve klasik olarak zengin olan tüm kral, emir ve şeyhler. Her şey iyi gidiyordu. Batı ‘modeli’ bulmanın ve bölgeye pazarlamanın hazırlık ve heyecanını yaşıyordu.

Obama harekete geçti

Başkan seçilen Obama ilk dış seyahatini Nisan 2009’da Türkiye’ye yaptı. Haziran’da önce Suudi Arabistan’a uğrayıp Kral Abdullah’tan som altın nişanını aldıktan sonra Kahire’ye gidip ‘demokrasi ve değişim’ istedi. Plan çok iyi işliyor ve ‘Arap Baharı’ hazırlıkları gayet iyi gidiyordu. AKP ile dost olan Arap İslamcılarına ‘ iktidara hazır olun’ denilmişti. Tunus, Libya, Yemen, Fas, Cezayir, Suriye ve en önemlisi Mısır. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün kurulduğu ve hep emperyalizmin hizmetinde olduğu ülke. Suudi Kral ve Körfez’in zengin diğer kral, emir ve şeyhleri milyarlarca doları bu ülkelerdeki İslamcılara transfer etmeye başladı. Hemen hemen herşey Türkiye üzerinden kurgulanıp uygulanıyordu. Yani Hilafet ve saltanatın başkenti İstanbul’da.

Sünni alemin kalesi.

ABD Başkanı Obama’nın en büyük destekçisi Suudi Arabistan Kralı Abdullah oldu. Birlikte bölgeyi kan gölüne çevirdiler. Irak’ın Şii’lerin eline geçmesini önlemek gerekçesiyle Suudiler işgale ve Şii’lere karşı savaşan Sünni Kaide’cilere ve onların dolaylı-dolaysız müttefiklerine sınırsız destek veriyordu. Yani namı-değer Zarkavi ve adamlarına. Bağdadi henüz ortalıkta yoktu. Belki de sırasını bekliyor ya da bekletiliyordu. Adam ile ilgili çok şey yazıldı anlatıldı. 2004’te Amerikalıların 26 bin tutukluyu doluşturduğu Boka kampında özel bir odada tutuluyor ve aşırı ilgi görüyordu. 2009’da serbest bırakıldıktan kısa bir süre sonra Kaide’nin Irak lideri olmuştu.

Önemli bir kişi olacağı belliydi.

ABD Başkanı Obama, kanlı planın tezgahı için ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmıştı. ‘Arap Baharı’nın merkezinde Suriye vardı. Suriye olmasaydı bu hikayenin bir anlamı olmazdı. Çünkü Mısır, Tunus, Cezayir, Fas ve Libya’da ‘kafir Alevi ve Şiiler’ yoktu. Onlar da olmayınca savaşın bir anlamı olamazdı. Onlar olmayınca motivasyon ve aksiyon çok eksik olurdu. 70 yıllık hikayenin sapkın beyinleri ve kanlı elleri işlevsiz kalırdı. Suudiler tekrar devreye girdi. Bu kez yanlarında ‘Sünni hilafetin mirasçısı Safavi düşmanı AKP’ vardı. Türkiye’yi, Türkleri, cumhuriyeti ve Osmanlıyı hiç sevmezlerdi ama iş iştir deyip engin ufuklara doğru birlikte yürüdüler. Suudi Arabistan’da yağmur yağmıyordu ama yine de beraber ıslandılar Arap çöllerinde. Nasıl olsa AKP de aynı kaynaktan beslenmiş ve o kaynağın paralarını çatır çatır yemişti. Plan çok iyi hazırlanmış ve uygulanmaya konulmuştu. Suudi ve Körfez’in paraları ile ‘baş belası’ Esad’tan kurtulmak için her şey seferber edildi. 70 yıldır hazırlanan karanlık kafalar iş başı yaptırıldı. Türkiye ve Ürdün üzerinden silah ve para gönderildi. Bir anda her yerde terör saldırıları başladı başlatıldı. Teröristlerin tank, top, füze ve her türlü ağır ve hafif silahı vardı. Devlet karşı koyunca Esad için ‘halkını öldüren katil’ dediler ve Suriye’nin üzerine çullandılar. Dünya tarihi böylesi aşağılık ve kanlı saldırıyı görmemişti. Yüz ülke sınırsız olanakları ile Suriye’yi yok etmek için harekete geçmişti. Suudi ve Körfez’in çağ dışı, ilkel, bağnaz ve rezil kral, emir ve şeyhleri Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getirecekti. Ve buna inanan geri zekalılar Suriye düşmanı kesilmişti. Ne kadar da büyük bir rezillik. Böylesi gaddar bir iç ve dış saldırıya karşı kendini savunan Suriye devleti birden bire herkesin düşmanı ilan edilmişti. Ama ortada bir mucize yaşanıyordu. Yüz ülkenin saldırısı karşında Suriye halkı, ordusu ve Esad direnmiş ve herkesi çılgına çevirmişti. Suriye’nin yani Şam topraklarının sosyal, kültürel, dinsel, siyasal ve belki de genetik tarihini bilmeyenler bunun neden ve nasıl olduğunu asla anlayamaz. Çok net söylüyorum: 5 bin PKK militanı ile 30 yıl uğraşan Türkiye, Suriye benzeri bir durumla karşılaşmış olsaydı belki de bugün darmadağın edilmişti. Dünyanın neresinde olursa olsun hiç bir ülke ve halk Suriye gibi direnmemiştir. Direndiği için her türlü senaryo yazılıp uygulandı.

Erdoğan, önce ailecek çok yakın dost olup görüştükleri Esad’a,
Büyük Ortadoğu Projesi başlar başlamaz düşman kesildi.

Merkez Türkiye

En fantastik olanı kuşkusuz: Din ve mezhep içerikli olanlardır. Bunu da en iyi CIA tedrisatından geçmiş Kaide’ciler yapabilirdi. Üstelik Mayıs 2011’de Bin Laden öldürülmüş ve yeni isim ve figürler için alan açılmıştı. Batılı istihbaratçılar da bu işten çok hoşlanmıştı. Bir taşla 3-5 kuş vuracaklardı. Hem kendi ülkelerindeki radikal islamcılardan kurtulacak hem de Esad’ı devirmenin olanaklarını artıracaklardı. Dünyanın dört bir yanından on binlerce ruh hastası, sapık ve katil Türkiye üzerinden Suriye’ye taşındı. Yani bunlar Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getirecekti. Hem de Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkelerinin parası ve AKP’nin koordinasyonu ile. Yaklaşık 80 ülkeden 50 bin kadar cihatçı radikal Suriye’ye taşındı, silahlandırıldı, eğitildi ve para ile desteklendi.

Alevi ve Şiiler yok edilmeli

Düşman hemen tesbit edildi. ‘Sünni hilafeti engelleyen kafir Esad ve ona destek veren Şii İran, Hizbullah ve Iraklı Şii’ler. Ruslar ve Çinliler Alevi ve Şii değildi ama ‘komünist artığı’ oldukları için onlar da kafir’di. Yani katli vacipti. Suudilerin o yetmiş yıldır beslediği ideolojiler hemen devreye sokuldu. Camiler, din adamları, televizyonlar, gazeteler, karanlık ve köhne beyinler  ve tabii ki siyasi figürler. Krallar, emirler, şeyhler, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar.
Koro halinde ve tek ağızdan ‘Alevi ve Şiileri yok edelim’ modundaydılar. Altyapı çoktan hazırdı. Irak, işgal edilmiş ve işgale karşı koyanlar her nedense Amerikan düşmanlığından daha çok Şii düşmanlığı yapıyordu. Örneğin 2004-2011 döneminde Kaide’cilerin gerçekleştirdiği 5 bin kadar intihar saldırılarının yüzde 85’i Şii’leri hedef almıştı. Sanki Irak’ı ABD değil Şii’ler işgal etmişti. Eski dost Kaide bir kez daha ABD’ye hizmet ediyordu. Peki kimin yardım ve desteği ile? ABD müttefiği Suudiler.

Cihatçı terör örgüt militanlarının beyinleri ‘cennet’le kandırılıyordu.

Cennet vaadi

Ne kadar da ilginç: Tunus, Libya, Fas, Suudi Arabistan ve Çeçenistan’dan gelen 15 bin katil, Suriye’yi Alevi Esad’tan kurtaracaktı. Hiç kimse de ‘Yahu bunların ne işi var Suriye’de ‘ demedi, diyemedi. Diyenler de Esad’çı, Baas’çı ya da Suriye ajanı olmuştu. CIA , Mossad ve bölgesel ve uluslararası istihbarat örgütlerine uşaklık edenler ‘ özgürlük savaşçısı’ ilan edilmişti. Hem de din ve mezhep adına. Bağdadi tam da bu işin adamı. Çok iyi eğitilmiş, beyni karartılmış ve harika hazırlanmıştı. 70 yıllık hikayenin süzme figürü. Suudi’lerin İngiliz ve Amerikan patentli Selefi Vahabi ideolojisi yeniden görev başında. Üstelik dünyada bu ideolojiden hoşlanan ve onunla dayanışma içinde olanların sayısı milyonları aşmıştı. ‘Kafir Alevi ve Şiileri’ öldürmek onlar için cennete gitmenin ilk şifresi olmuştu. Cennette ise onları on binlerce huri ve cariye bekliyordu. Suriye yolunda Osmanlı topraklarına uğrayıp ‘kutsal’ Mesir Macunu almak işe yarayabilirdi.

YARIN (4.8.15): YOLUMUZ IŞİD YOLUDUR…

Yurt Gazetesi 
http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/eski-dost-dusman-olmaz-h93482.html

=====================================

Dostlar,

Sayın Hüsnü Mahalli ve YURT Gazetesi, Sayın Merdan Yanardağ yönetiminde “büyük iş” çıkartıyorlar..

Son zamanların en başarılı gazetecilik çalışmalarından biri..

Sayın Mahalli’ye uygun bir bilim dalında, örneğin “Gazetecilik ve Halkla İlişkiler” alanında
“Onursal Bilim Doktoru” derecesi verilse yeridir..

Bay RTE’ye, Kenan Evren’e…. bu sanları ne yazık ki kimi üniversiteler ulufe gibi dağıttılar..

Sevgi ve saygı ile.
6 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

SOMA’DAN ŞİLİ’YE ANADOLU STRATEJİSİ!

SOMA’DAN ŞİLİ’YE ANADOLU STRATEJİSİ!

portresi

 


Dr. Alper AKÇAM

Ortaokul ve lise öğrenim yıllarında çok duyardık,

  • “Anadolu çok stratejik bir noktadadır;
    bütün düşmanların gözü bizim topraklarımızdadır!”

 

Bu yarı demagojik söylemle epeyce yurtseveri CIA güdümündeki sözde milliyetçi örgütlere toplamışlardı. Aydınlara, yazarlara, namuslu hukukçulara, bilim insanlarına kurşun sıkan birçok tetikçi aynı zamanda vatanını kurtarıyor sandı kendini.
Aradan zaman geçti, gelişen iletişim olanakları, koca deniz filoları, havada binlerce kilometre etkili silahlarla toprak olarak coğrafyaların önemi belki geriledi ama, Anadolu hâlâ çok önemli bir stratejiye sahip.

Emperyalizm, Orta Doğu, Yakın Asya ve Afrika politikalarında Anadolu için kurup büyüttüğü farklı bir “Siyasal İslam” modeli ile kültürel, askeri yayılmasını kolayca yaptı.

  • 2002 yılında el çabukluğuyla gerçekleştirilen bir Alicengiz oyunu ile
    AKP birkaç ay içinde iktidara oturuverdi. (AS: 3 Kasım 2002 seçimleri..)

Sonrasında yaşanan gelişmeler sırasında, çevre coğrafyalara ateş düştü,
kardeş kavgaları patlak verdi. Bu arada kimi iç çelişkiler, “iktidar – cemaat”, “cunta – Müslüman Kardeşler” kavgaları yaşanıyor olsa da bu ülkelerde yükselen İslami siyaset ve “köktendinci” hareketlerin arkasında Sovyetlere karşı girişilen
Yeşil Kuşak hareketinden başlayarak emperyalist gizli servislerin ve
işbirlikçi Arap sermayesinin parmağı olduğu çok açıktır.

Kurtuluş Savaşı ile 7 düvele dişle tırnakla karşı koymuş, işgalci güçlere
hiç ummadıkları bir ders vermiş olan Anadolu coğrafyasının şimdi emperyalist yayılmacılık ve şiddet için aracı bir konuma düşmüş olması; Suriye’den Libya’ya,
hatta Nijerya’ya dek yaşanan iç çatışmalarda Türkiye’nin dolaylı olarak da olsa yer aldığı gerçeği içimizi acıtmaktadır.

Emperyalizmin son zamanlarda çok başarılı olamadığı bir coğrafyayı Anadolu’yla birlikte ele almakta yarar var. Birkaç on yıl öncesine dek arka arkaya patlatılan CIA güdümündeki askeri darbelerle milyonlarca evladını toprağa vermiş, işkencelerde yitirmiş Latin Amerika ülkeleri kendi yerli kültürleri üzerinden başlattıkları bir direniş hareketiyle bugün emperyalizme kafa tutar duruma geldi. Chavez’den Morales’e,
yerli önderler, onlarca yıldır ABD’nin burnunun dibinde, tüm bir halk olarak emperyalizme karşı direnen Küba’dan aldıkları esinle yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kamulaştırıp halklarıyla paylaşıyorlar. Şirketlerin, yağmacıların kışkırttığı kimi toplumsal güçlerle çatışmalar sürüyor olmakla birlikte, Latin Amerika ülkelerinin eskisi gibi ya da şu andaki Anadolu gibi birilerinin arka bahçesi olmadığı çok açıktır.

Anadolu ile Latin ülkeleri arasındaki ekonomik ve kültürel benzeşmeler ise inanılmaz boyutlardadır. Osmanlı kuruluş döneminde Anadolu’da tüm toprakları Müslüman
ortak malı yapmış “Dirlik Düzeni” yerine, orada “Calpulli” denen bir sistem vardı. Anadolu’da birçok ilerici, devrimci atılımın kaynağı olmuş Horasan gelenekli göçerliğe karşı, Latin Amerika’nın “Çiçimeka” denen yerli göçerleri vardı.
Latin Amerika’nın sözlü kültür geleneklerinden doğmuş “Büyülü Gerçekçilik” ile Cumhuriyet’ten sonra kendi halk kültürünün güçlü kaynaklarına yönelmiş Türk edebiyatı arasında da önemli koşutluklar bulunabilir.

Türkiye’de Köy Enstitüleri’ni kurup bu toprağa derin izler bırakmış
Tonguç Baba
ile Meksikalı eğitimci Vasconcelos’un yaptıkları arasında benzerlikler bulmak kolaydır. Tonguç’un Anadolu halk kültürünü temelde tuttuğu eğitim uygulamaları, son zamanlarda EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ ile adı çok duyulan Brezilyalı eğitimci Paula Freire’nin kuramsal açıklamalarını ondan 35 yıl önce
yaşama geçirmeyi başarmıştı.

Dün (21 Mayıs 2014 günü), Ankara Üniversitesi Latin Amerika Çalışmaları Araştırma
ve Uygulama Merkezi’nde (LAMER) yapılan bir toplantının izleyicisi oldum.
Arjantinli edebiyatçı Etcheverry ve dostum Haluk Erdem’i dinledim. Merkez Müdürü Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu’nun anlattığı bir öykü tümünden etkili, yürek yakıcı oldu. 2010’nda Şili’de meydana gelmiş ve 33 işçinin 69 gün sonra kurtarıldıkları,
geçen günler içinde işçilerin yer altında maç izleyebildiği kurtarma çalışmalarına katılmış bir ekibi Türkiye’ye çağırmıştık dedi (Yanlarında getirdikleri bir taşı merkezimizin en değerli anısı olarak saklıyoruz diye ekledi). Kurtarma çalışmalarının anlatılacağı toplantıya Zonguldak’taki Amele Birliği’ni de çağırmak istedik,
onların da dinlemeleri, izlemeleri hoş olacaktı… Ancak birçok kez telefonlar etmemize, fakslar çekmemize karşın ilgi göstermediler… Yöneticilerine ulaşmayı başardım sonunda, özel olarak çağırdım kendilerini dedi hocamız… Yanıt olarak bu tür toplantılara katılmalarının hoş karşılanmayacağını, yerel yönetici ve işletme ilgililerinin kendilerini kara listeye alacaklarını bildirmişler, ısrarlara karşın üzülerek gelemeyeceklerini, ekmeklerinden olmak istemediklerini belirtmişler…

Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünelim…

– 33 işçinin yer altından 69 gün sonra kurtarıldığı bir madenle,
– 301 canın birkaç saat içinde, ömrünün baharında çocuklarını yetim bırakarak uçup gittiği başka bir maden.

İkinci maden bizim ülkemizde, kara toprak Soma’da… Olaydan sonra insanlar tekmelenip tokatlandı, halkı yatıştırmak için Soma’ya kafilerle din adamları gönderildi

  • Madencinin fıtratında ölüm vardır; bu kaderdir denildi,
    hoca vaazlarıyla, futbol toplarıyla kederli insanların acısına kül atıldı,
  • Kapitalizmin iğrenç yüzü gölgelendi, iktidarın zeytinyağı gibi üstte kalarak başkalarını suçlama politikası ile halk bir kere daha kandırıldı.

Evet; Anadolu çok stratejik bir yerde, emperyalizm ve kan emici kapitalizm için
içler acısı günler yaşanıyor… Demokrasi adına bu günlere geldiğimiz yolları emperyalizme ve yerli ortaklarına açmak için kıçını yırtan liboş tayfası
acıyan yerlerine kına yakabilir artık!

İnsanların yüzlerle ifade edilen rakamlarla çıkarlar için toprağa verildiği bu ülkenin özgürlüğe varışı, kurtuluşu, tüm komşu coğrafyaların da kurtuluşu olacak belki.

Tüm dünyanın gamını, efkârını dağıtacak…

  • ŞİLİ’DEN SOMA’YA KARDEŞÇE BİR YAŞAM,
    DÜNYA BARIŞI İÇİN DAVRAN ANADOLU…

 

Bekir Coşkun : ATATÜRK’e SIĞIN

Dostlar,

Bekir Coşkun üstadın yazısını 9-10 gün sonra özellikle sunuyoruz..

Bu korkunç soygunun hesabı mut – la – ka soruşmak zorunda..

Gündem oyunlarıyla örtülmesin..

Bekir bey gerçekten fena bir psikolojik kuşatma uygulamış ilgilisine..

Biz de soralım    :

Yasal çerçeve apaçık izin verirken, Cemaat vb. apaçık Anayasa Hükmü niteliğinde
(Anayasa md. 174) Devrim Yasalarına aykırı iken, hemen kapatılması ve
tüm malvarlıklarına el konması yasal olarak olanaklı iken,
Mısır kadar da mı olamıyoruz??

Mısır, milyonlarca üyesi ve gönüldaşı olan ama çeteleşen “Müslüman Kardeşler” örgütünü cesur ve kökenci bir kararla “terör örgütü” gerekçesiyle kapamadı mı!?

Haydi AKP, haydi Başbakan R.T. Erdoğan.. kökten kurtuluş bu yolda..

Sevgi ve saygı ile.
27 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Atatürk’e Sığın…

portresi_gulumseyen
Bekir Coşkun
bcoskun@cumhuriyet.com.tr
18 Ocak 2014, Cumhuriyet

 

Farkındayız…

Sıkıştın…
*
Her şey sinirlendiriyor seni…
Bir sokuşta ayağın girmeyince, pijama terliğine kızıyorsun…
Şekerin, tuzun tadı yok…
Portmantoyu oraya sanki gelip geçerken sana çarpsın diye koymuşlar…
Sehpa da sana ayak atıyor sanki…
*
Yalakalara kızıyorsun…
O medya patronunu kaç kez “İkiyüzlü puşt” diye merdivenlerden aşağı attın hayalinde, Allah bilir…
“Bakıyorum dilin çözüldü” diye Ahmet Hakan’ı kovalıyorsundur masanın etrafında…
Jöleliye şöyle tekme atmak geliyordur içinden…
*
“Türkiye seninle gurur duyuyor” diye bağırdıklarında, kürsüden in tokatla diyor şeytan… “Ne gururu ulan, sokağa çıkamıyoruz..” diye kovala…
Kaçanların kıçına da birer tekme…
Televizyonu açıp açıp kapatıyorsun…
Birkaç kere de çevirip pencereye doğru da bastın, pencere kapanmadı…
*
Uzaklara kaçmak istiyorsun…
Özellikle Cemaatin elinden… Kaçamıyorsun da…
*
İşte…
O zaman Atatürk’e sığın
Onun “Tekke ve zaviyelerin (cemaat, dergâh, türbe, tarikat) yasaklanmasına ilişkin” kanununa sarıl…
İlla ki “Laiklik” de…
Devrim yasalarını iste, oku…
Gaz sıkacağına otur “Gençliğe Hitabe”yi anla…
*
Biz öyle yaparız…
Başımız derde girdiğinde çiçeklerimizi alıp gideriz…
Küçük bayraklarımız var…
Mavi gözlerine bakarız…
İçin için anlatırız…
Gözyaşlarımızı elimizin tersi ile silerken, yüreklerimizle ve aklımızla O’nu dinleriz, gerekeni söylemiştir…
*
Öyle yap…
Atatürk’e sığın…
*
Valla bu kadar kutuyla gidersen ne der bilemeyiz…
Yani Atatürk seni kurtardı kurtardı…
Yok kurtaramadı…
Zaten kurtulamadın…

Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu’ndan Mektup


Dostlar
,

Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı dostumuz Sn. Dursun ATILGAN‘ın aşağıdaki mektubu biz de ulaştı.

Avrupa ADD Federasyonu Genel Başkanı Dursun ATILGAN'ın Yeni Yıl İletisi

Kendisini bu mektubu için kutluyor ve içeriğini biz de onaylıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin savcıları felç mi olmuşlardır?

Türkiye Cumhuriyeti’nin savcıları 
akıl tutulmasına mı uğramışlardır?

  • Afsunlanmışlar mıdır tüm yetkililer??

Yanıt ve eylem bekleyen kritik sorulardır..

Türkiye bu soruların yanıtını er ya da geç bulacaktır..

Sevgi ve saygı ile.
1.11.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

                                                                                         Köln, 30 Ekim 2013

Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı

2023’e 10 Kala Başbakan’ın “İslam Cumhuriyeti” Projesi Belli Oldu:

BAŞBAKAN, YURTTAŞ YERİNE DİNDAŞ KAVRAMINI GEÇERLİ KILMAK İSTİYOR…

AKP’nin Başbakanı Erdoğan‘a, Van 100.Yıl Üniversitesi tarafından düzenlenen
fahri doktora töreninde, bir grup izleyici “ODTÜ’ye aldırma Yüzüncü Yıl seninle” diye tezahüratta bulunmuş.(28 Ekim 2013 tarihli gazetelerden)

Başbakan, konuşmasında, Türklükle üstünlük taslayanların olduğunu belirterek, “Kardeşim sen ‘illâ Türk milleti’ olarak diye dayatırsan, öbürü de der ki ‘Hayır, Kürt milleti’ der; öbürü çıkar ‘Hayır, Lâz Milleti’ der. Niye bunu böyle diyorsun?
Diyorlar ki, ‘Türk milleti hepsini kavrar’. Hayır, Türk milleti hepsini kavramaz.
Millet hepsini kavrar.” dedi.

Erdoğan’a fahri doktora töreni sırasında bir grup, “ODTÜ’ye aldırma Yüzüncü Yıl seninle” diye slogan attı”, deniyor haberde…

***
Öncelikle şu düşüncemizi hemen söyleyelim:

Belli ki, AKP’nin parti sözcüsü Hüseyin Çelik, memleketi(*)  olan Van’daki üniversite yöneticilerine (belki de baskı yaparak) böyle bir “tören” düzenlenmesini ve (AKP Van örgütünden izleyiciler getirterek) ODTÜ’ye karşı, bir “sesli eylem” başlatılmasını organize etmiş olabilir…

Ancak, böyle yapay törenlerin hiçbir kalıcı önemi yoktur…

Şimdi gelelim “Millet” konusuna:
Stalin’in hemşerisi olan AKP’nin Başbakanı (**)

1. Türk adına
2. Türkiye adına
3. Türk Milleti tanımına
4. Türkiye Cumhuriyeti adına
5. Atatürk adına karşı…

Karşı olmayı bir tarafa bırakınız, TÜRK adını tarihten silmek, TÜRKİYE’yi parçalamak,  ÇAĞDAŞ CUMHURİYETİ İslam  Cumhuriyeti’ne dönüştürmek,
ATATÜRK’ü unutturmak ve de YURTTAŞ yerine DİNDAŞ kavramını geçerli kılmak istiyor… “Müslüman Kardeşler” usulü bir çaba…

Başbakan’ın şu iddiasını yineleyelim:

  • “Diyorlar ki, ‘Türk Milleti hepsini kavrar’. Hayır, Türk Milleti hepsini kavramaz.
    Millet hepsini kavrar.” 

Bu olağanüstü korkunç, tehlikeli, anayasal suç oluşturan cahilce iddia karşısında, insanın aklına  milletvekili andı (yemini) ve kimi sorular geliyor:

Milletvekili seçilen herkes, mazbatasını aldıktan sonra,  TBMM’ye gelerek
Büyük Türk Milleti önünde namusu ve şerefi üzerine  and içmek,
yani yemin etmek zorundadır. Aksi taktirde, milletvekili olarak görev yapamaz.

Öncelikle Milletvekili yemini metnini anımsayalım:

  • “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma;
    büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.’

Şimdi de sorular:

– Büyük Türk Milleti önünde içilen bu anda sadık kalınmadığı taktirde,
uygulanacak yasal bir işlem yok mudur?
– AKP’nin TBMM’deki milletvekilleri arasında hiç mi TÜRK milletvekili yoktur?
– AKP’nin Türkiye çapındaki parti örgütü içinde hiç mi TÜRK yoktur..?
– Bunların tümü de Başbakan’la aynı fikirdeler midir; tarihsel gerçekleri bilemeyecek ölçüde bilgi sahibi değiller midir; hangi ulusa/millete ait olduklarına Başbakan mı
karar vermektedir..?
– Dünya yüzünde adsız bir millet var mıdır..?

Başbakan, bu söylemiyle, ettiği yeminin aksini yapmış ve resmen anayasal suç işlemiştir. Böyle bir kimsenin devlet yönetme ehliyeti olamaz…

  • Bu Başbakan, göz göre göre Türkiye’yi bir kaos ortamına sürüklemektedir..?
  • Bu Başbakan, bizim Başbakanımız olamaz..!
  • Böyle yöneticiler, bizim yöneticilerimiz olamazlar..!

Bir anımsatma:
Müslümanlar, çocukları dillenmeye başlarken şu soruları sorarlar, yanıtlarını öğretirler:

Soru: Kimin milletindensin..?
Yanıt: Hz. İbrahim peygamberin milletindenim…

Soru: Kimin ümmetindensin..?
Yanıt: Hz. Muhammed’in ümmetindenim…

Bugünden başlayarak, “Kimin milletindensin..?” sorusunun yanıtı
herhalde şöyle olacaktır:

“Tayyip’in tarif ettiği millettenim…”

Başbakan her fırsatta “benim milletim” deyip duruyor, ama Türk Milleti’ni
telâffuz etmiyor. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, “Yurttaşlarım” yerine
“Dindaşlarım” demeye hazırlanıyor imam…

***

Son sorular             :

Bu işlenen anayasal suç karşısında,

– Türkiye’de, Başbakan aleyhine bir iddianame hazırlayacak cesarete sahip
Cumhuriyet savcıları yok mudur..?
– Bu gibi suçlar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı‘nın görev alanına girmiyor mu..?
– Suç duyurusunda bulunma ya da Anayasa Mahkemesi’ne başvurma cesaretine sahip, hiç mi Türk muhalefet partisi yok TBMM’de..?
– Suçluluğu kanıtlanamayan sayısız insana müebbet (ömür boyu) ceza yağdıran savcılar şimdi neredeler..?

Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı

(*): Said-i Nursî’nin müritlerinden olan Hüseyin Çelik,
Van’ın Gürpınar ilçesinde doğmuştur…
(**): Stalin‘in asıl adı Josef Wissarionowitsch Dschugaschwili olup,
kökeni Gürcü’dür. Gürcistan’ın Gori kasabasında doğmuştur…

Erdoğan sultan ben valisi miyim?

Dostlar,

YURT Gazetesi ve HALK TeVe‘nin Şam’da
Suriye’nin seçilmiş Devlet Başkanı Sayın Beşar Esat ile kapsamlı bir söyleşi yapmasını bir sorumlu gazetecilik başarısı olarak görmek gerekir. Bu kurumları ve görevlilerini kutluyoruz. Sayın Esat ile söyleşi çok kapsamlı, doyurucu ve öğretici..

Sevgi ve saygı ile.
04.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Erdoğan sultan ben valisi miyim?

YURT Gazetesi,04 Ekim 2013

Başbakan Erdoğan’ın bir dönem ‘Kardeşim, dostum’ diye hitap ettiği
Beşar Esad, YURT Gazetesi’ne çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Erdoğan sultan ben valisi miyim?

Ömer Ödemiş – Suriye de yaşanan çatışmaların bir boyutu da medya üzerinden yürütülüyor. Egemen güçlerin denetimindeki medya, Suriye’ye ilişkin pek çok yalanı dünya kamuoyuna sunarak, halkın bakışını kendi yalanları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor. Son kimyasal saldırı yalanı da büyük bir kampanyayla sunuldu.
Yan yana dizilmiş ölü çocuk bedenlerinin vahşet görüntüsü Suriye devletinin katliamı olarak, savaş çığlıkları eşliğinde yayınlandı. Suriye’de çatışmaların başladığı günden bu yana benzer pek çok yalanın ortaya çıkması ve yaşanılan gerçeklerin
kamuoyu tarafından bilinmesi için her türlü çabayı gösterdik. Onlarca haber yaparak Suriye gerçekliğinin olanca çıplaklığıyla bilinmesi için özen gösterdik.

Suriye Devlet Başkanı Esad ile röportaja, Suriye’de yaşananların gerçek yüzünü
ilk ağızdan, sorunun asli muhatabından öğrenmek için gittik. Kafamızdaki tüm soruları saygı çerçevesinde sorduk. Beşar Esad tüm sorularımıza zaman sınırlaması getirmeden içtenlikle yanıt verdi. Kamuoyunun merak ettiğini düşündüğümüz
tüm konularda sorularımızı Beşar Esad’a yönelttik. Türkiye hükümetine ve Başbakan Tayyip Erdoğan‘a bakışını, yaşadıkları süreci ve Türkiye hükümetinin Suriye politikası üzerine düşündüklerini, kimyasal silah kullanıp kullanmadıklarını, Kürtlerin durumunu, kardeşi Mahir Esad’ın öldürüldüğü söylentilerini açıkça sorduk. El Kaide gibi radikal İslamcı terör gruplarını nasıl temizlemeyi düşündüğünü, gelecekte nasıl bir Suriye göreceğimizi, geçmişten ders çıkarıp çıkarmadığını, BAAS partisinin süreçte hatasının olup olmadığını, hatta diktatör olup olmadığını sorduk.

Suriye’de cezaevinde gazeteci, akademisyen, siyasetçi olmadığını, hiçbir idam cezasını onaylamadığını, Müslüman Kardeşler‘e bile idam cezası uygulamadıklarını ayrıntılı anlattı. Benim önemsediğim bir soru ise, Devlet Başkanı Beşar Esad kimliğinden sıyrılarak kendisini tanımlamasını istediğim soru oldu. Net yanıt almak istediğim bu soruya beklediğim netlikte olmasa da, genel çerçevede beklediğim bir yanıt geldi. Röportaj öncesi çay sohbetinde Türkiye’deki son durumları ve Türkiye halkının Suriye konusundaki duyarlığı üzerine konuştuk. Özellikle güneyde yaşayan halkın Suriye’nin sorunlarından çok fazla etkilendiğini, kaygılandığını ifade ettik.

Türkiye halkı ile Türkiye hükümetini her fırsatta özenle ayrı tuttuğunu ifade etti.
AKP hükümetinin yaptıklarından Türk halkını sorumlu tutmuyordu. Tam tersine
Türkiye halkının Suriye de savaşa karşı çıktığını bildiği çok açıkça kezlerce belirtti.

Başkanlık Sarayının stüdyo olarak hazırlanmış bir bölümünde gerçekleştirdiğimiz röportaja çok kalabalık gelmediğini gözlemledim. Birkaç kişi vardı yalnızca yanında
ve dev bir koruma ordusu görmedim.

Hakkında her gün vurulduğu iddiaları yayılan Esad’ın Şam’da bu kadar rahat olması, gerçekte yaşananların abartıldığı boyutta olmadığını gösteriyordu. Sakin olduğu gözlenen sarayın girişinde de, tanklar, zırhlı araçlar hiç abartılı güvenlik önlemine rastlamadım. Herkesin kullandığı bir ana caddenin hemen yanından giriş yaptığımız sarayın içinde de çok az sayıda güvenlik görevlisi dikkatimi çekti.  Halk TV ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ve bir saat 20 dakika kadar süren görüşmemizin “Suriye’de
neler oluyor?” sorusuna  yanıt oluşturacağını düşünüyorum.

Soru : Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin tutumunu nasıl değerlendirebiliriz?
Suriye’ye ilişkin duruşları, davranışları ve politikalarını
nasıl değerlendirebilirsiniz?

Beşar Esad            :

Bu süreç içinde iki Türkiye’den söz edebiliriz. İlki ve daha önemli olanı, Türk halkıdır. Öyle ki bu halk; Erdoğan ve hükümetinin tüm yalanlarının üstesinden gelerek, Suriye’de olup biten gerçekliği anlamayı başardı. Batılı ve Türk medyasının Erdoğan’ın yalanlarını pazarlama ve yutturma çabalarına karşın gerçekleri öğrenmeyi başaran Türk halkının tutum ve davranışı tümüyle açıktır. Bu halkın; Suriye’ye yönelik savaşa ve Erdoğan hükümetinin Suriyelilerin kanına bulaşmasına karşı tutumu da hep onurlu olmuştur. Türkiye’nin bir yanı budur. İkinci ve daha az önem taşıyan yanı ise;

  • Erdoğan ve Suriyelilerin kanlarına gırtlaklarına kadar bulaşan hükümet üyelerinden ibarettir.
  • Erdoğan’ın temsil ettiği bu hükümet;
    on binlerce Suriyelinin kanından sorumludur.
  • Suriye’de altyapının yıkılmasından sorumludur.
  • Yalnızca Suriye’de değil, tüm bölgede istikrarın baltalanmasından sorumludur.
  • Erdoğan ve arkadaşları Mısır, Libya, Tunus ve bölgenin birçok ülkesine müdahale ettiler. Aynı zamanda devlet ve halk olarak Türkiye’yi halkın çıkarlarına karşı bir çok başlıkta politikalara ve savaşlara bulaştırdılar. Dolayısıyla bizler günümüzde Türkiye’yi tamamen birbirleriyle çelişen iki şekilde görmekteyiz.
  • Halk bir yönde, Erdoğan ve hükümeti de başka bir yöndedir.
    Bunun bir başka kanıtı ise Erdoğan’ın Suriye’deki teröristlere destek vermesi değil ayni zamanda
    Mısır ve öncesinde Irak’ın iç işlerine çok tehlikeli bir şekilde müdahale etmesidir.

Soru    : Sayın Cumhurbaşkanı; El Kaide ve Nusra Cephesi gibi terör grupları Türkiye sınırına yayıldı. Sayıları binleri bulan çok sayıdaki çeteler önümüzdeki süreç içinde Suriye’ye olduğu kadar Türkiye sınırlarına da bir tehlike oluşturacak mıdır sizce?

Beşar Esad      :
Bu radikal ideolojiler temelde ülkeleri ya da sınırları tanımazlar. Halkları da kabullenmezler. Yalnızca bu ideolojiye sahip olanları kabul ederler. Eğer bu ideolojiye sahip olan Asya’nın en doğusunda olsa bile onlara göre ‘kardeş’ sayılır. Ama bu bölgede bu ideolojiye sahip olmayan herhangi biri onlara göre öldürülmelidir.
Onlar açısından Suriye ile Türkiye arasında fark yoktur. Bu ideolojiye sahip olanlara göre onlar bu bölgede yayılmalı ve radikal İslami devletlerini kurmak için bulundukları bölgeyi genişletmelidirler. Onlar ancak bu biçimde Allah’ın rızasını alacaklarını düşünürler. Ancak bir rastlantı olarak iki gün önce uluslararası medya ; Suriye’nin kuzeyinde bulunan kimi radikal terör gruplarının, kendi deyimleriyle
Türkiye’yi ‘kafirlerden’ kurtarmak için cihat başlattıklarına ilişkin haberler çıkmaya başladı. Dolayısıyla bu ideolojiye toplumu yakan bir alev olarak bakarsak
bu alevin genişleyerek ateşe dönüşeceği kesindir.

Yani Suriye’nin alevler içinde olduğu bir zamanda Türkiye’nin esenlik içinde ve rahat olarak kalması mümkün değildir. Bu imkansızdır. Nitekim sizler de Suriye’deki krizin yansımalarını hissetmeye başladınız. Benzer şey Irak, Lübnan, Ürdün ve tüm komşular için geçerlidir. Bu konuyu çok düşünmeye gerek yoktur.

Gerçek şu ki; bu teröristlerin bir bölümü Suriye toprakları, bir bölümü de Türkiye sınırlarında vardır. Suriye’nin kuzeyindeki çatışmalarında da onlara ateş desteği sağlanmaktadır. Türkiye sınırlarının farklı bölgelerinden girmek için manevralarda bulunup gerek ordu gerekse halka saldırıyorlar.

  • Yakın gelecekte bu teröristlerin Türkiye’ye etkileri olacak ve
    Türkiye bunun bedelini ağır ödeyecektir.
  • Terörü bir kart gibi cebinize koymanız mümkün değildir.
    Çünkü terör akrep gibidir, cebinize koyduğunda ilk fırsatta sizi ısıracaktır.

Soru     :
Bir zamanlar AKP ve çevresiyle oldukça iyi ilişkileriniz vardı. Hatta Erdoğan, size ‘kardeşim Esad’ olarak hitap ediyordu. Şu an ise gerek Erdoğan
gerek Davutoğlu sürekli olarak: ‘Her görüşmede ve her fırsatta Esad ile temaslarımızda; demokratik reformlar yapması gerektiğinden söz ediyorduk. Bir çok kez ona söyledik ama o yapmadı.’ diyorlar. Tam olarak sizden
neler istediler? Buluşmalarınızda neler oluyordu?

Beşar Esad          :

Krizden önce Erdoğan hiçbir zaman reform ya da demokrasi konularından söz etmedi. Hiçbir zaman da bu konularla ilgilenmedi. O’nun tek bir hedefi vardı. Bu hedef de O’na göre Suriye ve Türkiye halkları arasındaki ilişkilerden çok daha önemliydi.

  • Erdoğan’ın tek amacı Müslüman Kardeşler’in Suriye’ye dönmelerini sağlamak idi.

Erdoğan’ın Suriye ile ilişkilerinde temel ve ana amacı tam olarak buydu, yani Suriye ile Müslüman Kardeşler’i barıştırmak, bazen de Müslüman Kardeşler’in bir bölümünü Suriye’ye geri getirmek. Bunun dışında hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Olaylar başladığında ise aynı konuyu kullanmaya çalıştı. Fakat bu kez gerekçe reformlar idi. Örnek olarak krizin başında cezaevlerinden serbest bırakılanlardan söz ettiğinde;
O’nun asıl ilgilendiği Müslüman Kardeşler‘den kaç kişinin serbest bırakıldığıydı. Öbürlerinin ise onun için hiçbir önem ve değeri yoktu.

  • Erdoğan’ın aklı budur işte. Kapalı, dar, bağnaz ve dürüstlüğü tanımayan bir mantık. Dolayısıyla kendisi ve Davutoğlu’nun tüm söyledikleri tümüyle yalandır.

Bu birincisi.

İkincisi ise; hep, Suriye’ye geldiklerini ve bizlerin reformlar konusunda kendilerine vaatlerde bulunduğumuzu söyleyip durdular. Hangi sıfatla bunlar yapıldı. Sanki Erdoğan sultan, ben de O’nun valisi miyim? Türkiye bağımsız bir devlettir, biz de bağımsız bir devletiz. Erdoğan, kriz başında bizlerin ne yapabileceğimizi sordu. Biz de vizyonumuzu ve geleceğe yönelik siyasal planlarımızı anlattık. Fakat hiçbir zaman demokrasiden
söz etmedi ve bizler de hiçbir vaatte bulunmadık.

  • Suriye’de yaşananlarla ilgili söyledikleri her şey yalan. 

Gerçeği budur işte. Aramızda olup biten her şey bundan ibaret.

**************

ÖMER ÖDEMİŞ’İN SURİYE İZLENİMLERİ

Savaşla Barışan Halk

Suriye Devlet Başkanı Esad ile söyleşi (röportaj) için yola çıktığımda,
Şam’ı son görüşümden bu yana nelerin değiştiğini merak etmeye başlamıştım.
Hiç susmayan silah sesleri, patlamalar ve top atışları kalmıştı belleğimde…

Gece başlayan ve sabahın ilk ışıklarına dek süren top ve bomba seslerinin tedirginliği ile uyanmıştım hep. Şam’a genel bir saldırı başlatan radikal İslamcı gruplar,
şehir merkezine sızmak için sıkı yüklenmişlerdi. Ancak kent merkezine
birkaç intihar saldırısı dışında sızamamışlardı.

Şam’a ilk indiğim gün hemen hiç patlama ve silah sesi duymadım. Şaşırdım.
Hemen her yandasıkı askeri denetimler olduğunu ve askerlerin işlerini gerçek anlamda ciddiye aldıklarına tanık olduk. Daha önceki kayıtsız tutumlarından iz yoktu.
Yaşananlar herkesi eğitmiş gibiydi. Bize ayrılan devlet araçları bile arama noktalarında durdurulup ayrıntılı aranıyordu.

Savaş kanıksanmıştı sanki, sokaklarda insanlar günlük yaşamlarını olanca doğallığıyla sürdürüyorlar. Alış veriş yapıp otellerin yüzme havuzlarına giriyorlar. Okullar açılmış öğrenciler nereden geleceği belli olmayan bombalı saldırı olasılığına aldırış etmeden okullarına gidip geliyorlar. Bir ara yaşanan benzin sıkıntısı da tümüyle çözülmüş gibi. Suriye halkı savaş ortamında bir yaşam biçimi geliştirmiş gibi görünüyor.

Emevi camisini, Hamidiye çarşısını ve Merci meydanı gibi önemli merkezleri dolaştım. Hamidiye çarşısı on binlerce insanın insanın omuz omuza zor adım atabildiği bir yerdi. Artık kalabalık değil. Ancak yine de Şam’ın en hareketli ve en yoğun bölgelerinden biri olmayı sürdürüyor. İpek yolunun son durağındaki en eski tarihsel çarşının geçmiş günlerini özlemle aradığını hissediyor insan. Bir kırılık var gibi, bir gönül koyma…
Ya da belirsizlik, kaygı. Konuştuğum birkaç esnaf ticaretin bittiğini söylüyor.
Eski işlerinin binde birini bile yapamadıklarını, çarşıya gelenlerinde ciddi şeyler almadan yalnızca dolaştıklarını söylüyorlar. Tarihi dondurmacı dışında hemen
her dükkan boş gibiydi.

Yaşam ciddi oranda pahalanmış Şam’da. Temel ihtiyaç maddeleri dışında her şeyin fiyatı % 400-500 artmış görünüyor. Ekmek, şeker, un, benzin gibi devletin denetim altında tuttuğu temel gıdaların fiyatlarında ise hiçbir artış yok ve bol miktarda bulunuyor. Suriye ciddi bir kıtlık yaşamıyor gibi.

İlk gün saraya gidip, basın bürosu ile görüştük. Beşar Esad ile yapacağımız söyleşide istediğimiz her soruyu rahatlıkla sorabileceğimiz birkaç kez belirtildi. Biz Türkiye halkının merak ettiği pek çok konuda soracağımız sorular olduğunu ve bu konuda kendimizi sınırlandırmayacağımızı belirttik. Sevindiler. Saygı çerçevesinde, sorduğumuz
her sorunun yanıtlanacak olması da bizi sevindirdi.

Ergenekon Davası’na Yeniden Bakmak


Dostlar,

Sayın Merdan Yanaradağ, YURT Gazetesi‘ndeki son derece nitelikli yazılarını sürdürüyor. 5 Ağustos 2013 Silivri karar duruşması öncesinde kaleme aldığı aşağıdaki makale de çok ufuk açıcı ve düşündürücü.

Sayın Yanardağ’ı birikimi ve katkıları bakımından saygı ile selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Ören – Burhaniye, 2.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Not : 31 Temmuz Dikili paneli sonrası birkaç gün tatil yapmaya çabalıyoruz.
Bu arada sitemizden sizlere iletilerimizde de bir “tatil modu” görünüyor sanırız..
Bu Panelin önemli notlarını sizlerle paylaşacağız..

=======================================

 

Ergenekon Davası’na Yeniden Bakmak

portresi

 

MerdanYANARDAĞ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr

 

Türkiye tarihinin hiç kuşku yok ki en önemli yargılamalarından biri olan
Ergenekon Davası’nda artık sona gelinmiş durumda.

Silivri Mahkemesi 5 Ağustos 2013 günü kesin kararını açıklayacak.
Bir sürpriz beklemiyorum. Bildiğiniz gibi Balyoz Davası‘nda sanıkların
neredeyse % 90’ına ceza verildi.

Özel Mahkemelerde görülen ve darbe rejimlerine özgü bir yöntemle sürdürülen
bu davalarda adil yargılamanın yapılmadığıve hukukun açıkça ihlal edildiği biliniyor.

Çünkü bu davalar ile son

  • Cumhuriyetçi kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel
    iktidar blokundan tasfiye edildi.

Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim süreci tamamlandı.

1. Cumhuriyet tasfiye edildi.

Gerici iktidar bloku, siyasal hedeflerine ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumları, kadroları, yargı bürokrasisini, toplum önderlerini, aydınları, gazetecileri, askerleri ve politikacıları polis ve adliye zoru kullanarak bir süre için etkisizleştirdi.

Özellikle Balyoz Davası’nda NATO’dan çıkmak isteyen, Rusya, Çin, İran ve Suriye ile Avrasya odaklı bir ittifak kurarak ABD’yi ve NATO’yu dengelemeyi planlayan,
Kürt sorununu Türkiye merkezli olarak ve siyasal yöntemlerle çözme çizgisine yaklaşmış bir ekip imha edildi.

Rejim değişikliğini hedefleyen örtülü darbenin enstrümanı olarak kullanılan bu soruşturmalar nedeniyle, yaklaşık 200 yıldır kesintilerle sürdürülen; 1908, 1923 ve 1960 dönemeçlerinde gerçekleştirilen tarihsel atılımlarla en yüksek dalga boylarını yakalayan Osmanlı-Türk modernleşme ve aydınlanma süreci kesin bir kırılmaya uğradı.

İdeolojik bakımdan burjuva aydınlanmasının ocaklarından biri olan Harbiye,
İmam Hatip karşısında yenildi. Bu tespit, tarihsel bakımdan geçici bir duruma
işaret etse de artık bir olgudur.

Elbette kavga bitmiş değil. Olamaz da… Tersi, tarihin doğasına ve sosyolojik bakımdan toplumsal ilerleme yasasına aykırı. Ancak açıklıkla tespit edilmeli ki, Tanzimat’tan beri iki çizgi arasında süren mücadelede inisiyatif artık İslamcı-muhafazakâr kanadın elinde. Bu olgu bilince çıkarılmadan, doğru bir
mücadele anlayışı geliştirmek de mümkün değil.
***
Soğuk Savaş dönemiyle birlikte, yaklaşık 60 yıldır solcular, sosyalistler ve solcu Kemalistler devletten tasfiye ediliyor. Öyle ki, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin bir amacı solu ve sosyalistleri imha etmekse, diğer amacı da bürokrasi ve TSK’dan ‘solcu Kemalistleri’ tasfiye etmekti.

Cumhuriyetin başlangıç ilklerini ve kuruluş varsayımlarını terk eden, deyim uygunsa kendi devrimine ihanet içindeki TSK ve Batıcı Cumhuriyet burjuvazisi, gericilikle ittifak halinde 60 yıldır kendi solunu tasfiye etmekle uğraştı. Sol, özellikle sosyalist sol, Cumhuriyeti aşmaya, onu tarihsel ve toplumsal bakımdan daha ileriye taşımaya çalışıyordu.

Solun bu iddiasını güçlü şekilde ortaya koyması, Cumhuriyetin de daha geriye çekilmesini önlüyor ve bir denge kuruluyordu. Bu nedenle solu tasfiye edilen Cumhuriyet aslında bütün gücünü de yitirdi. Bu büyük tasfiyenin tarihi 12 Eylül 1980 darbesidir.

Bu açıdan bakıldığında, AKP iktidarı bir yanıyla 12 Eylül’ün çocuğu diğer yanıyla da 60 yıllık karşı devrim sürecinin ürünüdür.

Solu hoyratça ezen, onun karşısına İslamcıları ve ırkçı milliyetçileri dikerek, gericiliği ve muhafazakârlığı besleyen sağcı Kemalistler, bu tutumlarının bedelini bugün çok ağır şekilde ödedi. İstanbul sermayesi ve Kemalistler, sonuçta kendilerini Türkiye gericiliği ile baş başa buldu. Artık yalnız kalmışlardı ve kendi Cumhuriyetlerini savunacak güçleri de yoktu. Sonuçta büyüttükleri güç kendilerini tasfiye etti.
Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan sonra bugün Koç Grubu’na mahkeme kararıyla yapılan mali inceleme baskınının anlamı da buradadır.
***
Türkiye solunun önemli bir kesimi, Ergenekon ve Balyoz gibi davaların gerçek anlamını ve tarihsel niteliğini kavrayamadı. En iyi ihtimalle gelişmeleri salt egemen sınıflar içindeki bir çatışma, kendilerini ilgilendirmeyen bir itişme olarak gördü.
Önemli bir kesimi ise, inanılır gibi değil ama bu soruşturma ve davaları demokratikleşme hamleleri olarak değerlendirip AKP iktidarını destekledi. Referandumda “yetmez ama evet” dedi. Gerici tehlikeyi görmedi. Bu, iyi niyetli bir yorumla tam bir aymazlık halidir…

Oysa bu davaların nedenini kavramak için çok derin bir analiz yeteneğine, yorumlama gücüne ve yüksek bir birikime bile gerek yoktu.

MODERNLEŞME PARADİGMASI

Tam da 5 Ağustos öncesinde, yukarıda çizmeye çalıştığım tablonun nasıl oluştuğuna, bu tablonun tarihsel, siyasal, kültürel kaynakları ve nedenlerine
burada bir kez daha bakmakta yarar var.

Türkiye’de 1. Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne/dinine ve toplumsal dokusuna özgü; Batı’yla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerektiği uzunca süredir
ABD medyasında ve akademik çevrelerde tartışılıyordu. Dolayısıyla, “Ilımlı İslam” kavramı ve stratejisi, ABD ve Batılı ortaklarının aktüel ihtiyaçlarının bir sonucu olduğu kadar, bir fikri arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.

İşte bu tezin bir hipotez olmaktan çıkıp, hayat ve tarih içinde sınanmış bir modele dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu model Türkiye olacaktı.

Çünkü en uygun ülkenin, modernleşme ve aydınlanma sürecinde görece başarılı olan, ancak sorunlarını aşamamış Türkiye’nin olabileceği düşünülüyordu.
Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Ama laik, modern ve demokratik bir cumhuriyet hiç değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.
***
Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin
tek bir koşulu vardı; İslamcı olan fakat Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki kadroları iktidara taşımak…

İşte AKP bu ihtiyacın ve konjonktürün ürünüydü. Bu yanıyla AKP, iç dinamiklere dayanan bir siyasal güç olduğu kadar, asıl iktidar kudretini dış dinamiklerden alan bir hareketti.

Bu konuda Amerikan politikasına yön veren düşünce şöyle özetlenebilir :

Laik ve cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (formel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.

Müslüman toplumlar artık seküler/laik bir ülke olmak hedefini bir yana bırakmalıydı. Tunus’ta ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarlarının da Suriye’ye yönelik gerici ve emperyalist saldırının da anlamı buydu.

Öyle anlaşılıyor ki, Mısır’da Muhammed Mursi’nin halk tarafından devrilmesi tam bir tarihsel dönüm noktası oluşturuyor.

Çünkü bu gelişme Siyasal İslamcı rejim denemelerinin kesin bir yenilgiye uğradığına işaret ediyor.
‘Tahrir Devrimi’ni çalan Mursi ve Müslüman Kardeşler deneyi kesin olarak başarısızlığa uğramış durumda.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisine kurban edilen ‘Modern Türkiye’ 2000’ler dünyasında da “Ilımlı İslam” kumarında harcanmış görünüyordu. Suriye’nin emperyalizm ve gericiliğe karşı başarılı vatan savunması, Mısır’da İslamcı Mursi’nin devrilmesi dünyada tarihin akışını
yeniden doğal yatağına taşırken, Türkiye’de ise Gezi Direnişi bütün tabloyu değiştirdi.

Daha aydınlık bir ülke ve dünyanın eşiğinde olduğumuza şüphe yok.
Merdan Yanardağ
http://www.yurtgazetesi.com.tr/ergenekon-davasina-yeniden-bakmak-makale,5257.html, 28.7.13

Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem

Dostlar,

Hacettepe Üniv. Biyoloji bölümünden emekli, Evrim Biyoloğu ve gerçek bir yurtsever aydın olan Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy‘dan bize ulaşan bir makaleyi paylaşmak istiyoruz. Yakın tarihimize ışık tutan ibret dolu bir yazı..
Biraz uzun olmakla birlikte dikkatle okunmalı, paylaşılmalı bizce..

Dileyenler pdf olarak da okuyabilirler..

Turkiye_Cumhuriyeti’nin_Tuzaga_Dusuruldugu_Donem

Sevgi ve saygı ile.
17.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================

Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem

ali_demirsoy_portresi

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

 

Bir ülkenin ya da toplumun doğru karar vermesi ve geleceğini düzenlemesi için geçmişini doğru değerlendirmesi kaçınılmazdır. Bunun için de birbirini izleyen üç hususun yerine getirilmesi gerekir: Geçmişin arşivlenmesi, yaşananların geçmişle ilintisinin doğru kurulması ve geleceğe yönelik tasarımlar için bu bilgilerin dikkatle kullanılması. Bütün bunların yerine getirilmesi ve uygulanması profesyonel olarak uzmanlaşmış kurumlar tarafından (başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere) yapılır ve bilimsel kuruluşlar da (bu cümleden olmak üzere üniversitelerin ilgili bölümleri başta olmak üzere) bu konuda çeşitli görüşler üreterek, geçmişte yaşananları, bugüne olan etkilerini
değişik açıdan irdelerler.

Ancak demokratik düzenlerde -oylama ile hükümetlerin değiştirilebildiği ülkelerde- halkın da bu gelişmelerden ucundan-kıyısından haberi olması gerekir. En azından orta eğitim ya da yüksek eğitimde genel anlamda, insanların, bu ülkenin geçmişteki bağlantıları ve kararlarından kabaca da olsa fikir sahibi olması gerekir ki, seçimini doğru yapabilsin. Bilgisiz ve meraksız bir insan ile bir görme özürlünün seçeceği yolu doğrulukla bulması hemen hemen aynıdır. Geçmişini bilemeyenler gelecekleri konusunda doğru karar veremezler. Buradan çıkaracağımız önemli bir sonuç da: Eflatun (Plato)’nun Devlet adlı eserinde yazmış olduğu gibi, devleti idare edecek kişilerin bilgili, seciyeli ve ahlaklı, zeki insanlardan seçilmiş olma koşulunun çıkarılmasıdır. Buradaki yaklaşım, bugünkü demokrasi tanımına çok da uygunluk göstermez. Çünkü günümüzün demokrasi tanımlanmasının hiçbir yerinde yöneticilerin ahlaklı, bilgili ve iyi yetiştirilmiş olması gibi bir koşul mevcut değildir.

Bir insanın ya da zümrenin yönetimi ele alması için, her ne yolu kullanırsa kullansın (açıkça yasalara ters düşmedikçe; hatta zamanımızda birçok ülkede yasalara, ahlaka ve mantığı ters düşse de) yeterli oy alması, bu zümrenin bu ülkenin geleceğini yönlendirmesi açısından yeterlidir. Batı demokrasisi ve özellikle Türk demokrasisi için bu tanım tümüyle geçerlidir. Ancak kuzu postuna bürünmüş kurtların egemen olduğu bir dünyada, kuzu rolünü üstlenmenin, daha doğru bir tanımla koyun rolünü üstlenmiş toplumların geleceği kurban olmasından öteye geçemeyecektir. Bu toplumlarda -bugünkü haliyle tanımlanmış- demokrasi o ülkenin güdülmesi demek olacaktır.

Dünyada demokratik ülke kimliği taşıyan kaç ülkenin, bağımsız olduğunu, kurtların izni olmadan bir adım bile atabildiğini düşünürsünüz? Böyle bir ülke yok. Dünyayı demokrasi ve insan hakları havariliği ile terbiye etmeye kalkışmış, özünde kendi demokrasisini bile belirli sayıdaki uluslar arası şirketlerin güdümüne sokmuş birkaç ülkenin egemenliği söz konusudur. Ambargoyu da bunlar koyar, ticareti de bunlar yönlendirir, bir ülke işgal edilecekse bu ülkeyi de (koyunların askerlerini de yerine göre parasını da kullanarak) onlar işgal eder, bir yer devlet olarak tanınacaksa bu ülkelerin izniyle tanınır; hatta kuzu-koyun rolünü üstlenmiş güya bu demokratik ülkelerin hükümetlerini -şu ya da bu yolla halkını manüple etmek suretiyle, olmaz ise gizli ya da açık askeri güç kullanarak seçtirir, devirir, değiştirir.

Bu ülkelerin geçmişten gelen iyi bir tarih ve siyaset bilgisi vardır. Geçmişi unutmazlar, geleceği de biriktirmiş oldukları bu bilgilerle çok kurnaz olarak tasarlarlar. Başarılarının sırrı da bu işleri yapacak kişileri özenle seçmeleri ve yetiştirmiş olmalarından kaynaklanır. Hâlbuki kendini demokratik ülke safında gören kuzu ülkeler, her seçim döneminde bu işleri izlemek ve duruma göre çözüm yolları üretmekle yükümlü olan kurumların en az üst düzey yöneticilerini A’dan Z’ye değiştirir, çok defa da, halkın oyları ile geldi safsatası ile kurtlar ülkesinin adamlarını iş başına yerleştirirler. Parazit vücuda ustalıkla yerleştirilir. Birçok tırtıl, vücudunun içine parazit sinek ve arılarla yumurta yerleştirildiğinin farkına varamaz; bu larvalar sinsi sinsi gelişir ve bir gün patlayarak etrafa saçılır. Tırtıl için yapacak bir şey yoktur; yolun sonuna gelinmiştir. Parazit arı, en uygun evreyi ve en uygun zamanı seçmede uzmanlaşmıştır. Batı’nın stratejisi parazit stratejisidir: Sessiz, kurnaz ve sabırlı.

TÜRKİYE NE ZAMAN BATAĞA SAPLANDI?

Birçok insan, özellikle tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun kesim (denebilir ki halkımızın çok büyük bir kısmı), şu son günlerde yaşanan talihsiz olayların nedenini son birkaç on yıla bağlamakta. Yumurtanın tırtılın içine ne zaman konduğunun farkında bile değildir. Esasında yaşadıklarımız, sancılarımız, kıvranmalarımız, yıllarca tırtılın içinde sinsi sinsi büyüyen larvaların, konukçuyu parçalama ve deşilme zamanının geldiğini işaret etmektedir. Bundan sonra yararı olur mu olmaz mı onu bilemem; ancak buraya nasıl geldiğimizi görmek açısından, geçmişimizle ilgili önemli bir olayın ve bugün yarattığı sonuçları irdelemek istedim. Yakın zamanda yaşayacaklarımızın nedenini daha iyi anlama açısından, bu sürecin irdelenmesi -ne yazık ki- yalnızca merakınızı gidermesi için yararlı olur.

Herkesin bildiği gibi, Almanya’nın çok çeşitli vaatleri; Osmanlının hayalperest, bir koyup bin alma peşinde olan paşa ve devlet adamlarının basiretsizliği sonucu Birinci Dünya Savaşına girdik ve büyük toprak yitirilmesi ile birlikte, bugün yaşamakta olduğumuz topraklarımızın, bugün politikacılarımızın akşam sabah yatıp kalkıp stratejik dostlarımız olarak ilan ettikleri devletlerin acımasız bir şekilde işgaline uğradık. Bu bataklıktan adı geçen ya da geçmeyen birçok vatanseverle birlikte Atatürk’ün engin devlet adamlığı görüşü ve askeri dehası sayesinde kayıplarla da olsa kurtulduk. Bunu ben ya da Kemalistler değil(,) Atatürk’le bizzat karşı karşıya gelmiş olan devletlerin o günkü devlet adamları da teslim etmektedir. Etmeyenler var mıdır? Vardır: Ülkemizdeki bilinen -çoğu da tutucu kesime mensup- kronik anti Kemalistler.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu zorluğu aşmasında birçok ülkenin ve özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin önemli katkısı olduğu da bilinmektedir (bizzat Rusya Devlet Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisinde yaptığı konuşmada bu hususu vurgulamıştır). Doğal olarak bu tarihi yardım iki ülkenin yakınlaşmasını da sağlamış ve bazı anlaşmalarla bu dostluğun pekiştirilmesine gidilmiştir. İşte Türkiye’nin yazgısı (1924?) tarihinde yapılan bir anlaşma ve bu anlaşmanın sonuçları ile çizilmiştir. Birçoğumuzun belki hiç bilmediği ve duymadığı bu anlaşma ve bu anlaşmanın ihlallerinin başımıza açtığı dertleri burada dip not olarak ana hatları ile anlatmaya çalışacağım.

Niye bunu yapıyor diyebilirsiniz? Belki bu yazıyı okuyan olur da, -okuyanlar için sanki çok geç kaldık diyebilirim- en azından çocuklarına, dostu düşmanı, geçmişteki basiretli ve basiretsiz devlet adamlarını tanıtır; Türkiye’nin bugün Avrupa ve Amerika kapılarında neden sürüm sürüm süründüğünü; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini 38 yıl geçmesine karşın neden en yakın bildiğimiz
dost ülkelere bile tanıtamadığımızı; Amerika’nın neden Lozan Anlaşmasını tanımadığını, her yıl 24 Nisanda Ermeni Soykırımı tasarısını ABD Başkanı onaylayacak diye kırk doğurduğumuzu ve ödün üzerine ödün verdiğimizi; cumhuriyet tarihimizdeki batının ihanetlerini ve düşmanlıklarını; 1946 yılından sonra da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin 180 derece dönerek Türkiye’ye karşı neden tavır aldığını; bölücülerin arkasında açık ya da gizli olarak neden
hep –kurtuluş savaşını yaptığımız ülkelerin- durduklarını ve belki de bugün
hiç kimsenin anlayamadığı Ergenekon Davalarının nedenini; Kozmik Oda araştırmalarının, orduya saldırıların, suikast ihbarlarının kaynağının neden Amerika olduğunu; Kontra Gerilla- Gladio olgusunun kimlerce başımıza sarıldığını; Bush denen başkanlarının Müslümanları neden şeytan olarak ilan etmesine ve ABD Anayasasındaki hükümleri bile çiğneyerek bilmem ne adasında yüzlerce Müslüman’ı 5-6 senedir mahkemeye bir defa bile çıkarmadan inanılmaz kötü koşullarda tutmasına karşın, ülkemizin yöneticilerin hiçbir zaman bunları kınayan bir açıklama yapamadığını, hiçbir resmi geliri ve ticari faaliyeti olmayan, ayrıca Stratejik ortağı olan Türkiye’de mahkûmiyet giymiş birini, 138 dönümlük bir alanın içindeki malikânede neden özel korumaya almasının mantığını anlatabilme umuduyla kaleme alınmıştır. Neden Balkanlardan Çin’e kadar, kuzey komşularımızdan Afrika’nın ortasına kadar bir ekonomik ve dayanışma birliği kurarak dünya devi olmadık da, batının şamar oğlanı haline dönüştük? Neden komşularımızla olması gereken dostluk bağlantılarını kuramadık ve ticari ilişkilerimizi geliştiremedik; onları stratejik ortaklarımızın insafına ve iznine bıraktık? Bunların hepsi 1940’lı yıllardaki basiretsizliğimiz ile başlar; benzer kadroyla da devam ettirilir. Birlikte olayları izleyelim.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasındaki
tarihi anlaşma ve ülkemize kurulan tuzak

Türkiye’nin kırılma noktalarından en önemlisi, Atatürk’ün ölümünden sonra, başa geçenlerin uyguladığı politikalardır. Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi eserinde belgelerle anlattığı 1940’lı yıllardaki Türk-Sovyet ilişkisi önümüzü görmeye yetecek bilgilerle doludur. 1920’li yıllarda Sovyetlerin Milli Kurtuluş Savaşında bize verdikleri destekten sonra 20 yıl geçerliliği olan önemli
bir anlaşma yapmışız (Ek-1). Bu anlaşmaya göre, her iki ülke bundan böyle komşuları ile yapacakları anlaşmaların geçerli olabilmesi için yaptıkları anlaşmaları birbirlerinin onayına sunacaklar.

Bu, bize göre çok daha büyük ve etkili olan Sovyetler için aslında önemli bir özveri olmalıydı. Kitaba göre Sovyetler bu anlaşmaya harfiyen uyuyor. Ancak Atatürk’ten sonra İngilizler gelerek Sovyetler ‘e karşı, Türkiye’nin yetkilileri ile gizli görüşmeler yapıyor. Bu görüşmeler Kafkaslardan Sovyetleri sıkıştırma için yapılacak hareketlerde gerekli yardımın tarafımızdan yapılmasını öngörüyormuş.

Görüşmenin metnini İngilizler aynı gün Sovyetlere iletiyorlar. Sovyet idaresi hiç ses çıkarmıyor. Anlaşmanın süresi dolunca büyük elçi Selim Sarper önderliğinde kalabalık bir heyet Moskova’ya gidiyor ve Mareşal Molotov’la (Vyaçeslav Mihayloviç Skryabin) masaya oturuyorlar ve Türk delegasyonu anlaşmadan çok mutlu olduklarını dile getirerek, uzatılmasını talep edince, Molotov İngilizlerle yapılan görüşmelerin metnini, elçimizin önüne koyarak bizimkilere yolu gösteriyorlar. Delegasyon Ankara’ya ulaştıktan sonra, Sovyetlerin, Kars ve Ardahan’ı istediği yönünde talepleri olmuş. Bunun gerçek olduğuna ilişkin birçok yayın olduğu gibi, bunun batılılar tarafından bizim onların kucaklarına oturmamız için bir tertip olduğu da söyleniyor (http://www.ozgurlukdunyasi.org/ arsiv/151-sayi-196/420-bogazlar-kars-ve-ardahan-uzerine-abd-turk-dezenformasyonu). Türkiye’nin eli ayağı tutuşuyor. Bunun üzerine NATO’ya girerek korunabilme amacıyla, o güne kadar bize oldukça uzak duran Amerika’nın ve her zaman olduğu gibi İngilizlerin ve Fransızların kucağına oturuyor ve bu güne kadar da kalkamıyor. Uzun zaman da kalkamayacağa benziyor.

Türkiye tuzağa düşmüş, yuları kaptırmıştır.

ABD, Milli Eğitim Politikamızı yönlendirmek için yetkili dört kişiden oluşan bir uzmanlar heyeti kurulmasını önermiş, bu uzmanların kararları 2 – 2 çıkarsa Amerikan uzmanın birinin oyunun 2 olarak alınması teklifini getirmiş ve kabul ettirmiş.

Türkiye’yi kurtaracak proje olarak bilinen
Köy Enstitülerinin kapatılmasını zorunlu kılmıştır.

NATO’ya girebilmek için zorunlu din eğitiminin yapılmasını talep etmiştir.

Marshall yardımı ile Türkiye’ye 180 milyon dolar vereceğini; ancak bundan böyle bu yardımı denetlemek için hiçbir izin almadan gizli istihbarat elemanlarının, denetçilerinin, siyasi gözlemcilerin her yere girip çıkabileceklerini kabul ettirmiştir. Daha sonra Marshall gibi bir general olan, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması kararını veren, 1948 yılında İsrail’in kurulmasını destekleyen, Soğuk Savaş dönemini başlatan ve CIA’yı kuran H. Truman devreye girerek ‘Truman Doktorini’ adı altında yarayı iyice derinleştirdi. Kongre’den Yunanistan ile Türkiye için 400 milyon $ kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs’ta bu isteğini kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Türkiye’nin neredeyse sekizde biri olan Yunanistan’a ise 300 milyon $ yardım yapılarak iki ülke arasındaki husumetin körüklenmesi sağlandı. Esasında ABD, Fransa ve İngiltere, 1941-44 arasında, Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için yaptıkları bütün girişimlerin sonuçsuz kalmasını bir türlü unutmamışlardı.

Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı mektubunda şöyle anlatıyor:

“Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz, teknik ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli ekonomilerinin bütün dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre yönlendirmelidir.”

Askeri yardım yapacağım diyerek (kredili ve hibe yoluyla) 2. Dünya Harbinde elinde kalan, üretimi durmuş, yapıldığı fabrikalar kapanmış, miadı dolmuş araçları (hurdaları) bize vermiş; bunları Amerika’da teslim edeceği, taşımaya karışmayacağı koşulunu getirmiş; yedek parça için garanti vermediği gibi; gerekli olanlara da yüksek ücretler (en az 5-6 kat fiyatla) istemiş; bunlar yetmiyormuş gibi bu silah ve araçların kullanımını Amerika’nın iznine bağlamıştır.

ABD ile 1945’te yapılan anlaşmanın ardından Türkiye ödünler vermeye başladı ve 27.2.1946’da yapılan 10 milyon $’lık askeri anlaşma ile kazık kızağa kondu;
yıl ve yıl kazık genişleyerek ve daha derinlere girerek sonunda kalbimize dek saplandı. Türkiye’deki (Kayseri) o devrin en önemli uçak fabrikasını ve yeni kurulmakta olan askeri gereç ve donanım fabrikalarının kapatılması sağlandı.

Faiziyle geri ödenme koşuluyla gerek askeri ve gerekse ticari kredilerin,
yayın yoluyla Türk halkına halka Amerika Hibesi olarak tanıtılma zorunluluğunu getirildi.

Ayrıca Türkiye 11 Mart 1947″de IMF’ye, 14 Şubat 1947″de Dünya Bankası’na üye oldu.

Türkiye’nin yediği diplomasi kazığının bir benzeri de dünyayı sömüren bu iki kuruluşa üye olmasıyla başladı. Ürettiğimiz birçok malı hatta tavuk etini bile ithal etmeyle batağa saplanmaya başladık. Daha sonra 1954’lerdeTürkiye’de demokrasi tehlikeye girerse Amerika’ya müdahale yetkisi verdik. Esasında buradaki demokrasi havariliği Türklerin demokrasisinin tehlikeye girmesi değil, o günkü koşullarda sola kayma tehlikesinin önlenmesiydi. Çünkü bu anlaşmadan sonra ikisi ihtilal olmak üzere demokrasiye müdahale olarak bilinen en az 4-5 müdahaleye bu dostlarımızın sesi çıkmadığı gibi, özellikle 1980 cuntasının arkasında bu kadim dostumuzun olduğu birçok çevre tarafından kabul edilmektedir.

Büyük bir olasılıkla o tarihten bu yana ABD ile aramızda yapılmış gizli anlaşmaların içeriğini hiçbir vatandaşımız bilmiyor. Hissettiğimiz kadarıyla, eğer içeriklerini bilseydik birçoğumuz geceleri uyuyamazdık. O gün bu gün ne askeri ne de ekonomik bağımsızlığımızı ilan edemedik ve her bağımlı ülke gibi taviz üzerine taviz verdik. Bir imparatorluğun siyasi mirasına da sahip çıkamadık. Geldiğimiz noktada, attığımız adımın bile Amerikalılar tarafından denetlendiği korkusu ya da paranoyası ile bunalıma düştük. Yazarlarımızı, yatırımcılarımızı, siyasilerimizi, okurlarımızı, çizerlerimizi (örneklerini çok gördüğümüz için) birer Amerikan ajanı olarak görmeye başladık. Siyasilerimizin en ufak bir girişimde bile Amerikan Başkanının yanına giderek, baş başa bir şeyleri konuşması, yasal olarak yanlarına almaları gereken yetkilileri bu konuşmalara ortak etmemeleri
bu kuşkularımızı azdıran ve perçinleyen hareketler olarak görülmeye başlandı. Zaman zaman Amerikan kökenli belgelerin yayın dünyasına verilmesi ve burada yazılı olanların zamanla başımıza geldiğini görünce paniğe de kapıldık diyebiliriz. Ne yazık ki, Atatürk Cumhuriyeti, halkı, yöneticileri, hatta güvenlik güçleriyle bir adım atarken bile “Amerika ne der?” vehmine tutuldu.

Aslında son 2 yıldır Ortadoğu’da yaşanan olaylar ve hareketler, bu coğrafyanın tarih boyunca yaşadığı kanlı, hileli, desiseli, çok ortaklı, çoğu zaman akıl ve izandan yoksun dogmaya dayalı acı olaylardan pek farklı değil. Bu coğrafyanın kaderini değiştirecek bir devlet adamı gelmişti, onun dünya görüşünü de ne yazık ki elimizle dogmatiklerin kirli ellerine teslim ettik. Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Yemen, Suriye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan şu ya da bu şekilde anlatmaya çalıştığımız güçlerin ve onların bu coğrafyadaki açık ve gizli işbirlikçileri ile kargaşa içine itildiler. Yanlış tanımlardan yanlış sonuçlar çıkacağı için bu coğrafyadaki olaylara da bu coğrafyanın yöneticileri tarafından doğru tanı konamıyor. Çağdışı görünümü, yaşam tarzı, inancı olanların sandıktaki oy sayılarının demokrasinin vazgeçilmez belirleyici bir kuralı olduğu düşüncesine saplanmışız.

Belli ki, dünyada dünyanın gündemini belirleyen bir kesim bunu böyle anlamıyor. Demokrasiyi elit (aydın, bilgili ve üretici) insanların bir idare sistemi olarak görüyor. Bu nedenle de Mısır’daki el değiştirmeyi darbe olarak kabul etmiyor; Suriye’ye de çıkarlarına karşı olsa bile sert önlemler alamıyor. Kendi içindeki ülkelerde, örneğin Avusturya’da bir zamanlar oy üstünlüğüyle hükümet kurmuş olan, aşırı ırkçı tutumuyla kendini tanıtan partiyi, baskıyla palas pandıras aşağı aldılar. Bizimkiler o aşağı almayı ayağa kalkarak alkışlamışlardı. Mısır’da halkına, şeriat düzenini getirmeye çalışan, dünya görüşü olarak toplumu Ortaçağın da gerisindeki bir anlayışa sürüklemeye hazırlanan bir yönetimi hiç bir zaman yerleşeceğine inanmadığı demokrasi safsatası ile korumaya batı dünyası hiç yeltenmedi. Bu durum bu bölgedeki din simsarlarını açıkça korkutmuş olmalı ki, ülkelerinin önemli sorunlarını bırakarak, bu ülkelerin içindeki olaylara müdahale etme gereğini duymaya başladılar. Korkunun ecele yarar olmadığını yakında bu coğrafyanın yönetimleri acı bir şekilde göreceklerdir.

Mısır’daki gerici yönetimin arkasında duranlar, tarihsel bir gerçeği galiba bilmiyorlar. Şu anda Mursi’nin arkasında duran Mısırlıların çoğunluk Müslüman Kardeşler üyesi olduğu bilinmektedir. Pekâlâ, Müslüman Kardeşler neyin nesidir? Süveyş Kanalı, İngiltere ve Fransa denetimindeydi; önemli gelir elde ediyorlardı. Cemal Abdülnasır 1956 yılında ülkesinin ortasından geçen Süveyş Kanalını millileştirmeye kalkıştığında, durumun ciddiyetini çıkarları açısından anlayan ABD ve Sovyetler Birliği, İngiltere-Fransa ve İsrail işbirliğine karşı cephe aldı; bu üçlü savaşı kazansalar da sonuçta Kanalı terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bölgeyi gelecekte denetim altında tutabilme için, Amerika CIA teşkilatı tarafından ülkeleri içten içe kemiren bir örgütün kurulması gerekiyordu, işte bu amaçla Müslüman Kardeşler örgütü kuruldu. Bu örgüt daha sonra Mısır’ın demokrasi hareketlerine ve millileştirme hareketlerine karşı İsrail’den yardım dilenen örgüttür.

Bu açıdan bakıldığında Mursi’nin seçmenlerinin büyük bölümünün aslında sadece Mısır kimliği taşıdığı, ancak göbek bağının Amerika olduğu anlaşılır.
Bu durumda da demokratik bir çoğunluğun hakkından söz edilemez. Amerika’nın başka ülkelerdeki çıkarları ve operasyonları için bağrında sıkı sıkıya koruduğu, seçimlerde önemli etkilere neden olan Cemaat Liderlerinin durumu da farklı değildir. Demokrasi insanın hür iradesi ile verdiği karardır; bağlı olduğu cemaat ve etnik kimliklerin yönetiminde, özellikle kökü yabancı ülkelerin denetimindeki örgütlenmelerin yönlendirilmesi ile verilecek kararlar değildir. Din istismarcılığı yapan ve etnik kimlik ile yola çıkan hiçbir yöneticinin, yönetimin, buna laik görünüp de uygulamalarında anti laik olan hiçbir yönetimin gerçek demokrat olamayacağı gerçeği hemen anlaşılır. İşte bu nedenle, kimse bu ülkelerin demokrasisine ve bu ülkelerin demokrasi sözcüğünü ağızlarından bırakmayan yöneticilerine inanmıyor.

Batı destekli yöneticilerin egemen olduğu coğrafyalarda şu ünlü oyun hep oynanır:

Sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer; sular çekildiğinde de karıncalar balıkları. Ortadoğu’da kimin balık kimin karınca olduğu yakında anlaşılır. Bu coğrafyadaki halk hareketlerinin balıklar tarafından mı yoksa karıncalar tarafından mı gerçekleştiğini anlayacağız. Kullanılan orantısız güç balıkların ya da karıncaların etkinliğini önlese bile, suyun değişimini asla değiştiremeyecektir.

Bu coğrafya neden hiç durulmuyor, huzura kavuşmuyor?

Bu sorunun yanıtını, M.Ö. 427 yılında doğmuş olan, Sokrates’in öğrencisi, esas adı Aristacles olan Eflatun (Plato), ilk olarak yazmış olduğu Cumhuriyet (Devlet) ve daha sonra yazmış olduğu Yasalar adlı kitabında veriyor ve bakın ne diyor:

  • “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”

İki bin küsur yıl önce yazılmış kitaplarda, günümüz yöneticilerinin tanımını ve demokrasi söylemi ile halkın nasıl aldatıldığını görme doğrusu ilginçtir… Aslında Eflatun, bugün hem bizim hem de Ortadoğu ülkelerinin içine düştüğü (tarihsel) durumu açıklayan iki cümlesi ile de anılır:

  • “Aldanmaya en elverişli bir yaşta yalanla yoğrulmak, işe, cehaletle başlamaktır. Çünkü ‘Gerçek yalan’ cehalettir’ “. Ve ekler:
  • “Çocuklar, gelenek ve göreneklerin masalları ile değil, iyiyi amaçlayan yurt ve ahlak bilgisi ile eğitilmelidir.” 

Dün söylediğini bugün inkâr eden ya da tersini yapan, haklı çıkmak için doğru olmayan beyanlarda bulunan, belgeler üreten yöneticiler ne yazık ki bu kokuşmanın odak noktalarını oluşturmaktadır. Türkiye ve coğrafyamızın kargaşalıklar içinde tükenen ülkeleri, bizleri bu bunalımdan kurtaracak
siyasal iradeyi ve gelişmeyi bekliyor.

Atatürk’ün manevi mirasını ve dünya görüşünü yaşatanlar bu ülkede bulunduğu sürece umut bitmiş değildir. (Temmuz 2013, Ankara)

Ek-1 : Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkileri düzenleyen en sağlam temel,
bu dönemde, 18 Mart 1921 tarihli, Moskova’da imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’yla atılmıştı. Bu antlaşmaya göre, Sovyet Rusya Sevr antlaşmasını reddediyor, yeni Türk devletinin Misak-ı Milli sınırlarını tanıyarak,
Türk-Sovyet sınırlarını kesin olarak saptıyordu. Yine 17 Aralık 1925’te, Paris’te iki ülke arasında bir ‘dostluk ve tarafsızlık antlaşması’ imzalanmıştı. Bu antlaşmanın en göze çarpan maddesi ise, “Taraflardan herhangi biri saldırıya uğradığında diğerinin tarafsız kalacağı” şeklindeydi. İki ülkenin imzaladığı bu ilk saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşması, 9 Eylül 1926’da yapılan bir ek protokolle, sınırların arazi üzerinde de netleştirilmesiyle genişletilmişti. 11 Mart 1927 tarihinde de, Ankara’da imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması ile iki ülkenin ticari temsilcilikleri diplomatik düzeye çıkarılmıştı. Ayrıca Türkiye ile Sovyetler Birliği, 1928’de, saldırı savaşlarını yasaklayan Kellog-Briand Paktı’nı ortak olarak imzalamışlardı. 17 Aralık 1929’da, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması, Ankara’da yapılan bir protokolle iki yıllığına uzatılmıştı. 7 Mart 1931’de ise, ek bir protokolle antlaşma yürürlüğe giriyor, 30 Ekim 1931’de yeni bir protokolle antlaşma 5 yıllığına daha uzatılıyordu. Yine 1935’te, son kez olmak üzere 10 yıllığına uzatılmıştı. 2. Dünya Savaşı sonuna dek, ilişkilerde dostluk egemendi.  

Türker Ertürk : PARADİGMA


PARADİGMA

portresi_papyonlu

Türker ERTÜRK

E. Amiral

 

5 Temmuz 2013 tarihli “ Darısı başımıza “ başlıklı yazım nedeniyle din motifli ama İslam’ın ilahi mesajından zerre kadar nasibini almamış yandaş ve tetikçi medya,
beni darbe duasına çıkmakla suçlamış.

Yabancı kökenli bir kelime olan paradigmayı sözlükler değerler ve anlayışlar dizisi olarak açıklıyor. Daha basit bir ifade ile paradigma, insanların, grupların ve milletlerin olaylara ve konulara bakış açısıdır denebilir.

Beni darbe duasına çıkmakla suçlayanların hangi paradigma ile Mursi’nin devrilmesi olayına baktıklarını bilmiyorum ama benim bakış açımın arkasını dolduran değerler manzumesinin içinde aydınlanma, akıl ve bilim, insan hak ve özgürlükleri ve demokrasi var.

Evet, Mursi’nin devrilmesine alkış tuttum çünkü kendisi ve içinden geldiği
Müslüman Kardeşler demokrat değildi. Onlar demokrasiyi kendilerini istedikleri
durağa kadar götürebilecek bir araç olarak görmekteydiler. Ve terörle içli dışlıydılar.

Mursi, 59 milyon seçmenin bulunduğu Mısır’da ilk turda toplam seçmenin onda birinin ve katılanların ise dörtte birinin oyunu aldı. İkici turda ise toplam seçmenin dörtte birinin, katılanların yarısının oyunu alarak seçildi. Sandık sandık dedikleri budur.
Ayrıca demokrasi sandıktan ibaret değildir. Seçimler öncesinde dinsel istismar yapıldığı, para ve avanta dağıtıldığı herkesin malumudur.

CIA ile iç içe çalıştılar

Başkalarını emperyalizmle işbirlikçilik yapmakla suçlayacak en son örgüttür Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler. İngiliz istihbaratı ile ilişkileri 1940’lara, CIA ile ilişkileri de 1950’li yıllara kadar uzanır. Müslüman Kardeşler 1954-1970 arasında Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ı devirmek için CIA ile iç içe çalıştılar. Mursi iktidara gelince emperyalizmin ve İsrail’in çıkarlarını tehdit edecek ne yaptı merak konusudur!
Bir yıl önce iktidara gelirken de arkalarında ABD desteği vardı!

Ya iktidar iken ne yaptı? Mısır’ı tamamen ele geçirmeye çalıştı ve yandaşlarını
kilit noktalara yerleştirdi. Devleti İslamileştirdi, muhalefetin sesini hiç dikkate almadı ve toplumu kamplaştırdıMısır’ın % 10’nu oluşturan Hıristiyanları görmezlikten geldi onlardan bir tane bakan bile atamadı.

  • Ama kızların 9 yaşında evlenmelerinin ve ölen eşle cinsel ilişkiye girebilmenin önünü çıkardığı yasalarla açtı.

Yeni bir anayasa yapıldı, alelacele referanduma gidildi ve onaylatıldı.
Bu Anayasa’da devletin dini İslam ve yasamanın temel kaynağı İslam hukuku dendi.

  • Laiklik yoksa demokrasi yoktur

Öncelikle şunu kabul etmeliyiz ki, laikliğin olmadığı bir yerde demokrasiden bahsetmek kesinlikle imkansızdır. Laiklik ise bireyi, toplumu ve devleti dinin vesayetine karşı korur. Burada hedef alınan ve sorun olarak görünen din değildir. Dini arkasına alarak birey, toplum ve devlet üzerinde tahakküm kurmak isteyenlerdir. Dünyanın
en kötü, en vahşi ve en merhametsiz diktatörlükleri ve faşizmi dini, dolayısıyla Allah’ı arkasına alanlar tarafından kurulmuştur. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleri ile doludur.

Bu sözlerimin üzerine bazı okurlarımdan şöyle bir itiraz gelebilir : Örneğin İngiltere ve İsveç gibi ülkeler resmi olarak laik değildir ama pekala dünyanın en iyi demokrasilerini işletebilmektedirler. Bu doğrudur çünkü bu ülkelerde geniş kitleler aydınlanma konusunda kat ettikleri mesafe nedeniyle din artık vesayet için bir enstrüman olabilme özelliğini kaybetmiştir. Fakat ağırlıklı nüfusu Müslüman olan ülkelerin bu lüksü yoktur.

  • Laiklik ilkesinin anayasalarında yer alması ve titizlikle uygulanması gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar bu nedenle laiklik konusuna titizlik göstermişlerdir.

Demokrasinin olmaz ise olmazını uygulamayan veya aşındıran bir iktidar
demokrat olamaz, amacı kötüdür ve demokrasi söylemleri asla inandırıcı değildir.

İşte ben bu bakış açım nedeniyle Mursi’nin Mısır’da 25 milyon insanın aktif olarak katıldığı bir halk hareketi ile yıkılmasına alkış tuttum. Darısı başımıza dedim,
çünkü Erdoğan ve AKP iktidarının da beş aşağı beş yukarı aynı kafada olduklarını bildiğimden ve uygulamalarını bugüne kadar yakından gözlemlediğimden.
Erdoğan’ın Mursi’ye bütün dünyaya rağmen niçin hala sahip çıktığını
sanırım şimdi daha iyi anlaşılır. Gerçekte Erdoğan kendine sahip çıkıyor.

  • Esas darbe Mısır’da değil Türkiye’de!
  • Esas darbe Mısır’da değil Türkiye’de 11 yıllık AKP icraatıyla Cumhuriyetimize karşı yapılmaktadır.

Dünyanın neresine, hangi ülkesine giderseniz gidiniz, bir iktidar sandıktan çıktım diye
o ülkenin kurucu ideolojisini değiştirmeye kalkması darbedir. Bu ABD’de, Fransa’da, İtalya’da ve Avusturya’da da böyledir. Fransa’da hiçbir iktidar 1789 Fransız Devrimi öncesine özenemez. Avusturya’da hiçbir iktidar geçmişte onlara şanlı bir tarih yaşatan Habsburg hanedanı seviciliğine soyunamaz.

  • Demokrasi kendini korumak zorundadır.

“ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir “ sözü, egemenliğin kaynağının
Tanrısal olmadığının, millete ait olduğunun veciz ifadesidir.
Yoksa sandıktan çıkarsan her istediğini yapabilirsin anlamına gelmez.

Davutoğlu Mursi’nin devrilmesine darbe demeyenlere ve Mısır’da yeni yönetimin
keyfi tutuklamalarına kızmış. İnsanda biraz utanma duygusu olması ve aynada kendine bakması lazım. Gerçekten keyfi tutuklama, hukuksuzluk, adaletsizlik ve darbe arıyorsa lütfen ülkemize baksın.

Saygılar sunarım. (16.7.13)