Etiket arşivi: Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri

SCP : “Ümit Işığı” ya da “Dayanak”

“Ümit Işığı” ya da “Dayanak”

5 Ocak 2023

Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik, sosyal ve siyasal krizini yaşadığımız konusunda hemen herkes hemfikir. Bu fikir birliği, krizin 2023 yılında devam edeceği konusunda da var. Yeni yılda daha iyi bir Türkiye görmeyeceğiz ne yazık ki, seçimlerden sonra akla gelebilecek her konuda Türkiye’yi daha da zor günler bekliyor.

Öte yandan bu “en ağır krize” rağmen, halkın oldukça tepkisiz bir şekilde gelişmeleri izlediği de bir başka gerçek. Sorunların altında ezilmekte olan her kesimden halkın neden gereken tepkiyi gösteremediği sorusuna verilecek cevap, aynı zamanda bugün ne yapılması gerektiği sorusunun da cevabı olacaktır.

Sorunlar yaşamakta olan bir halk açısından en büyük felaket, yaşadığı sıkıntıların büyüklüğü değil, geleceğe baktığında bir “ümit ışığı” görememesi durumudur.

2023 yılına girerken ekonomik kriz, toplumsal çürüme, iktidar makamlarını işgal eden tarikat ve cemaatler, iç barışa yönelik ciddi bir tehdit haline gelen ruhban sınıfı, aynı konumdaki sığınmacılar ve bunların ülkenin sırtına yıktığı ekonomik yük, emperyalizm destekli dış tehdit… Bütün bu olumsuzlukların varlığına rağmen halk; deyim yerindeyse sessizce gelişmeleri izliyor.

Bütün halklar gibi bizim halkımız da eğer geleceğe dair bir ümit ışığı görmezse veya mücadele ederken güvenebileceği, sırtını dayayabileceği bir güç odağı (örgüt – dayanak) yoksa, normal olarak şöyle düşünür: “Sesimi çıkarırsam elimdekini de kaybederim.” Çünkü ayağa kalktığı, mücadele etmeye karar verdiği zaman başarılı olamayacağını ve durumunun daha da kötüye gideceğini düşünür. Ve bu kaygı, boş bir kuruntu değildir. Halk, tarihten gelen tecrübesiyle başarının hangi durumlarda olabileceğini, hangi durumlarda elindekini de kaybetme tehlikesinin olduğunu bilir.

Onun için halkın öncüsü durumundaki devrimcilerin yapması gereken, halk için bir ümit ışığı olabilecek karargâhı (dayanağı) inşa etmektir. “Karargâh” rolünü elbette en başta Devrimci Parti ve o Devrimci Parti’nin merkezinde olacağı Milli Cephe (Türkiye İttifakı) oynayacaktır.

HALK NE ZAMAN AYAĞA KALKAR?

Tarihimizde halkımızın büyük kitleler halinde mücadeleye atıldığı tarihlere bakıldığı zaman, hepsinde halkı harekete geçiren en büyük etkenin, mevcut iktidar gittiği zaman onun yerini alacak alternatifin zihinlerde az çok ete kemiğe bürünmüş olduğu gerçeğini görüyoruz.

Onun içindir ki bu büyük gerçeğin bilincinde olan Mustafa Kemal, Samsun’a çıkışının ardından önündeki en önemli görevin bir “Devrimci Karargâh”ın inşa edilmesi olduğunu görmüş ve bütün çalışmalarını bu hedefe uygun olarak yürütmüştü.

Devrimci karargâhın inşasında ilk adım ise doğru bir programın oluşturulmasıdır. Mustafa Kemal, resmi görevle ve yetkiyle Anadolu’ya geldikten sonra bölgedeki komutanların kendisiyle birlikte hareket ediyor olmasını yeterli görmemiş, milleti harekete geçirmek için güven duyulacak bir devrimci karargâhın inşasını daha da önemli görmüştür ve çabaları bu yönde olmuştur.

Erzurum ve Sivas kongreleriyle Anadolu’nun çeşitli illerinde kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin bir araya getirilerek ulusal ölçekte bir devrimci Parti inşa etme adımları atılmıştır. Ve elbetteki bu adımların en başında milli devrimci bir programın oluşturulması gelmiştir.

Bu program özetle,

– “istiklali tam bir ülke”,
“Misakı Milli sınırları içinde vatanın bölünmezliği”,
“manda ve himayenin kabul edilemeyeceği” ve
“millet egemenliğini esas alan bir idare”

maddelerinden oluşmaktadır.

Meclisin işgal kuvvetlerinin elinde bulunan İstanbul’da değil de Anadolu’da toplanması Mustafa Kemal’in savunduğu ama ilk başta diğer milli kurtuluşçu kadroların kabul etmediği bir fikirdi. Bu sorunu da hayat çözdü. 16 Mart 1920’de İngiliz işgal kuvvetlerinin Meclisi Mebusan’ı basmasıyla sorun halloldu ve Meclis Ankara’da toplandı. Böylece milletin ihtiyacı olan “ümit ışığı”, “dayanak” yaratıldı.

Ama gene de Milletin o ümit ışığını görebilmesi için bir zamanın geçmesi gerekiyordu. Ankara’da oluşan karargâhın deyim yerindeyse kendini “kanıtlaması”na ihtiyaç vardı. TBMM Hükümetinin yönettiği Kuvayı Milliye kuvvetlerinin ve Ordu’nun Millet tarafından gerçek anlamıyla kabul edilebilmesi, ancak Sakarya Savaşı’nda mümkün olmuştu. Atatürk bu olguyu o günlerde “Mehmet, savaşı kabul etti” sözleriyle ifade etmişti.

DOĞRU PROGRAM

Bugüne gelirsek; sistemin halkımızı, Cumhur ve Millet İttifakları çatal çıkmazına mahkûm ettiği günümüzde bugün öncelikle belirtilmesi gereken ihtiyaç; sistem dışı bir çözümün programını oluşturmaktır. Programda netleşmeden kimi Partileri bir araya getirmek yönünde gösterilen çabaların sonuçsuz kalması kaçınılmazdır.

Türkiye’nin ihtiyacı olan İttifak’ın programıaçık, basit ve genel olmalı ve şu maddelerden oluşmalıdır:

  • Tam bağımsız Türkiye. Atlantik İttifakı içinde Türkiye’nin geleceği yoktur.

Bugüne kadar yaşanan pratiğin de gösterdiği üzere

  • NATO’da bizi bekleyen; iç çatışma, bölünme ve esarettir.

Atlantik ittifakı içinde olmak yerine Atatürk’ün Bölge Merkezli Dış Politikası esas alınacaktır.

  • Laik-Demokratik Cumhuriyet. “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar ülkesi olamaz”. Tarikat ve cemaatler, hiçbir ad altında faaliyet gösteremez.
  • Halkçı-devletçi, planlı, karma ekonomi uygulanacaktır.
  • Başta Suriye olmak üzere ilgili ülkelerle görüşülerek sığınmacılar en kısa zamanda ülkelerine gönderilecektir.
  • Cumhurbaşkanlığı sistemine hayır, Türkiye’nin ihtiyacı Güçlendirilmiş Meclis Sistemi’dir.

KARARGÂHIN İNŞASI

Program belirlendikten sonra atılacak adım, bu program etrafında milletin çeşitli kesimlerini temsil kabiliyetine sahip en geniş ittifakı örgütlemektir. Bu programı savunacak ve toplum içinde karşılığı olan saygın bir Cumhurbaşkanı adayı ve bu adayın sürükleyiciliğinde yürütülecek seçim kampanyası ve alınacak sonuç, milletin beklediği “ümit ışığı” olacaktır.

Ümit ışığı”nın sıradan yurttaş tarafından görülmesi, milletin kitleler halinde ayağa kalkması ve mücadeleye atılması anlamına gelecektir.

Millet ayağa kalkmışsa, mücadeleye başlamışsa artık endişeye gerek kalmamıştır. Çünkü “Mehmet savaşı kabul etmiştir.”

Yani Millet, kaderini eline almıştır ve gelecek o zaman güvencededir.

‘Mücadele’ neye kurban verildi?


‘Mücadele’ neye kurban verildi?

portresi.milletvekilijpg

 

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler
aymanguler@yandex.com
AYDINLIK, 25.12015

 

“Tabuları yıkalım, her şeyi tartışalım!”
Çağrı çekici, çünkü meydan okuyor, çünkü demokratik görünüyor.
Ama çağrının iki hilesi var.

Meydan okuyan aktör, tabu dediği sorunları kendisi saptayıp sıralıyor, dakka bir gol bir!
Genel doğrulardan biri şu: İktidar, gündemi belirleyene aittir. Tabu, ağıza alınması yasaklanmış konu demek. Saptayıp sıraladığı şeyler tabu mu değil mi;
sorup sorgulamadıysanız ve tartışmayı buradan başlatmadıysanız,
pranga ayağınıza takılmış demektir.

Ve “tartışma” daveti yaparak orta yere bir konuşma – görüşme – münazara sahnesi kuruyor; dakka yine birde, gol iki! Tartışmak, konuşmak ve sorun üstüne görüşmeler yapmak, hatta ‘münazara’lar düzenleyip bu işi kamusallaştırarak yürütmek, usul ve üslubunuzu tayin ediyor. Bu konuyu artık münakaşa -anlaşmazlık, uyuşmazlık, çatışma sahnesinden almış durumdasınız. Dolayısıyla mücadele-savaşım listenizden de attınız.
Mücadele, müzakereye kurban verildi.

***

“Mücadele” konusunu “müzakere” sahnesine teslim ettiğinizde, muzaffer taraf ilk çağrısını yapma hakkı kazanmış demektir. O da hiç gecikmeden yapar: Yüzleş bakalım!

Yüzleşmek iki anlama gelir. Bir anlamı gerçekte var olan ama kişinin yok saydığı, inkar ettiği bir gerçeğin farkına varması; bunun hesabını ödemesi. Diğer anlamıysa ileri sürenle inkar
edenin yüz yüze gelmesi. İkinci anlam, konu daha konuşulması gereken tabu olarak kabul edildiği anda teslim edilmiştir. Birinci anlam ise ayaktaki prangayı taşınamayacak hale getirir. Bu tartışmada ya da münazarada artık iki tez sahibi değil, bir “iddia sahibi” ile bir
“inkarcı” taraf vardır!

İddia sahibi ‘mazlum’, ‘mağdur’ adına konuşmakta; filmler, anlatılar ve acılar sunmaktadır. İddialarını tarihsel belgeler, arşivler ve tarihsel siyasal analizlere karşı bol para dökülmüş “bellek çalışmaları” sayesinde imal ettiği “sosyal-hafıza”yla besleyip durmaktadır.
Büyük destekçileri vardır. 1915’teki abiler, anlı-şanlı üniversitelerde yeni toplumsal hareketler ve geleceğin inşası üzerine laboratuvar çalışmalarıyla, bunlar için şimdi yol haritaları ve
alet çantaları hazırlamakta ve devletleri de bunları fonlayıp cepheye sürmektedir.

Yüzleşçiler, bir ‘konuşma’ değil, hatta bir ‘savaşım’ da değil, açıktan açığa savaş yürütüyorlar. Bu savaşın mantık kurgusu ve silahları, “bilgi toplumu/istihbarat devleti” tarafından yönetiliyor. İşler devlet-üniversite-film sanayisi-sivil toplum ağı dörtlüsünün işbirliğiyle yürütülüyor.

Ya biz? Tartışmak istiyoruz deyip aleni savaş kuranlar karşısında, Cumhuriyet’in kurucu partisinde genel başkan yardımcısı ve parti meclisi koltuklarına yerleşmiş olanların,

Hrant Dink’e saygı adı altında “soykırımla yüzleşin” pankartı tutmaları karşısında perişanız.

Bu istila karşısında, ahlaksız bir savaşın ortasında olduğumuzu idrak edememe hali
‘Ne olacak canım, ifade özgürlüğüdür’ mırıltılarıyla ortalığa saçılmış durumda…

***

1915 olayına ilişkin emperyalist soykırım yalanı, o zamanki aynı odaklarca güncel iftira olarak sürüyor. Bu bir tartışma-görüşme-münazara konusu değildir. Bu, artık tarihte kalmış olaylara ait bir konu da değildir. Soykırım yalanı, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk ulusuna karşı ilan edilmiş bir savaşın sloganıdır.

Bu savaşta Türkiye’nin üniversiteleri yoktur. Devlet kurumları yoktur.
Demokratik kitle örgütleri yoktur. Sorumlu kurumlar tık-nefestir; bazıları pek gönülsüzdür; bazıları ise CHP’deki yöneticiler gibi yüzleşçilere pankart olmuş durumdadır.

Türkiye’de bu savaş, gönüllülerine kalmıştır. Gönüllüler, bu kirli savaşta saldırganların
yol haritasıyla alet kutularını, bu cephenin sözcük-mantık kurgusunu ifşa edip sağlam bir
hat çekme görevini militanca yürütüyorlar. Ama artık yeterli değil. Durumun mantığı
bilgi-analiz ile yeniden kurulmalı, gerçekler yeniden sistemleştirilmeli,
mücadele kurumlaşmalı, tepkisel itirazların yerini eşgüdümlü bir direniş almalıdır.

Bir hak cephesi!
Aynı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin varoluş hakkımızı savunma cephesi gibi… Halkımızın var olma hakkı, ülkemizin sağlam geleceği için mücadele edecek bir hak cephesi.