Etiket arşivi: MİT TIR’ları

Körfez’de kriz: Katar yenilirse Türkiye de yenilmiş sayılır mı?

Körfez’de kriz: Katar yenilirse Türkiye de yenilmiş sayılır mı?

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye kamuoyunda Körfez bölgesine dair iki yerleşmiş algı var. Birincisi, bu ülkelerin, yani Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan (SA), Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, hepsinin aynı toplumsal, dinsel kökene sahip oldukları için aynı dış politikayı izleyecekleri ve ikincisi ise hiçbirinin ABD dış politikasından bir milim sapmayacakları, Washington’un sözünden çıkmayacakları düşüncesidir. Son kriz, Körfez bölgesine ilişkin kafa karışıklığını iyice artırdı.

ilhanuzgelKriz beklenmedik bir anda çıktı. Daha yeni Trump Suudi Arabistan’ı ziyaretinde 50’den fazla Müslüman ülkenin katıldığı bir toplantıyla İran karşıtı bir blok oluşturmuş, Katar da bunun içinde yer almıştı. Bundan sonraki adımın İran’a yönelik sertleşme olması beklenirken, birden küçük Katar’ın üzerine başta Trump yönetimi olmak üzere Mısır, SA ve diğer Körfez ülkeleri neredeyse çullanınca dikkatler bölgeye yöneldi.

Bunun nedenleri üzerine çok geniş bir spekülasyon yelpazesi oluştu. Kısaca sıralamak gerekirse:
-Katar Yatırım Fonu’nun Rus Rosneft’in hisselerinin % 19,5’ini alması
-Irak’ta kaçırılan Katarlılar için radikal İslamcılar ve İran’a bir milyar dolar fidye ödendiği iddiası
-Rusya’nın, hackerleri aracılığıyla Körfez’deki uyumu bozmaya çalışması (kriz Katar Emiri’nin “İran bölgede önemli bir İslami güç” dediği bilgisinin internet sitesine düşmesiyle başladı)
-BAE’nin, ABD’nin Centcom üssünü kendi topraklarına taşınmasını istemesi
-ABD’nin Katar’a silah satmak istemesi
-Katar’ın Müslüman Kardeşler örgütüne destek olması
-Katar’ın İran ve Hizbullah ile fazla yakınlaştığı
-İsrail’in bu yüzden krizi tetiklediği

Bunlardan en akla yakını, bölgesel siyasetin dönüşen dinamikleri de göz önüne alındığında, Katar’ın değişen bu siyasete uyum sağlama konusunda direnmesi ve İran’a karşı giderek dozu artan bir sertleşme ortamında, geçmişte göz yumulan aykırı ve ayrıksı dış politika çizgisinin sorun yaratmaya başlaması gibi gözüküyor.

Burada özellikle kamuoyunda krizin nedeni olarak ABD’nin SA ve Katar’la silah satış anlaşmaları imzaladığı yolundaki kolay kabul gören açıklamanın doğru olmadığını da söylemek gerek. Bunun neden silah satışıyla ilgisinin olmadığı aşağıda ayrıntılandıracağım.

KÖRFEZ’DE BİR “DİKEN” OLARAK KATAR

Vatandaş olarak nüfusu 300 bini geçmeyen (Katar yönetimi zenginliği paylaşmamak için ülkesinde uzun yıllardır yaşayanlara bile vatandaşlık vermiyor. Bunun toplamı 2,3 milyon kadar) bu küçük ülkenin üç önemli özelliği var. Birincisi, dünyanın üçüncü büyük doğal gaz rezervine sahip olması, ikincisi üzerinde 11 bin Amerikan askerinin bulunduğu bir üssü barındırıyor olması, üçüncüsü ise özellikle 1990’lardan başlayarak başta SA olmak üzere diğer Körfez ülkeleriyle sorunlu ilişkilere sahip olması.

Katar için sorun küçük ve zengin bir ülke olarak tek kara bağlantısını oluşturan SA tarafından yutulma ve onun etki ve nüfuzu altında kalma endişesi oldu. Örneğin 1992’de bu ülkeyle küçük çaplı bir sınır çatışması yaşadı. 1995’te babasını darbeyle indiren Emir Halife Al Tani ile birlikte Katar, SA etkisinden çıkmaya yönelik bir dış politika izlemeye başladı. 2002’de SA’dan kaçan rejim aleyhtarlarını ülkesine kabul edip televizyona çıkartınca, Riyad büyük elçisini geri çekti ve beş yıl geri göndermedi. 1991 Irak savaşı sonrasında SA’da bulunan Amerikan askerlerini kabul ederek aslında kendi güvenliğini de bir bakıma garanti altına almaya çalıştı. 2013’te ise Temim Al Tani başa geldi ve dış politikası daha aktif hale geldi.

Katar gaz ihracından elde ettiği müthiş parayı kurduğu Katar Yatırım Otoritesi aracılığıyla dünyanın her yerinde çok farklı alanlarda yatırım yapmak için kullanırken, siyasal olarak da dış politikasını giderek çeşitlendirdi, üyesi olduğu Körfez İşbirliği Konseyi üyelerinden farklılaştırdı. 2013’e dek daha çok yumuşak güç (soft power) olarak ticaret, finans, yatırım, medya, eğitim, dış yardım gibi alanlara yoğunlaşarak sahip olduğu maddi gücün çok ötesinde bir etki alanıyla SA’yı dengelemek istedi.

2005’te kurduğu ve 335 milyar dolarlık bir mal varlığını yöneten Katar Yatırım Otoritesi başta İngiltere, ABD, Çin ve Almanya olmak üzere çok sayıda Volkswagen’den İngiliz gaz dağıtım şirketine, Çin Tarım Bankası’ndan Miramax film şirketine dek riski dağıtan ve çeşitlendiren bir yatırım stratejisi izledi.

Yine bu çerçevede Doha’da bir Eğitim Kenti (Education City) kurarak Amerikan üniversitelerinin (Georgetown, Carnegie Mellon, Northwestern) kampüs kurmalarını sağladı, Rand, Brookings gibi önde gelen Amerikan düşünce kuruluşlarına Doha’da ofis imkanı tanıdı. El Cezire televizyonu bütün Arap dünyasında etkili bir araca döndü ama bunun da bir bedeli oldu.

Bir yandan Katar Havayolları, öte yandan Katar Ulusal Bankası ülkenin ulaşım ve yatırım kapasitesini artırırken Katar Foundation aracılığıyla sponsorluklar imajını güçlendiriyordu. Bu hırs sonuçta 2022 Dünya Futbol Şampiyonasının ev sahipliğini üstlenmeye ve bunun için rüşvet skandalına karışmaya kadar vardı.

BOYUNU AŞAN İŞLER

Katar bu yumuşak güç unsurlarıyla sınırlı kalsaydı Körfez’de rahat da edebilirdi ama 2013’ten başlayarak siyasal açıdan bölgede akıntıya karşı işlere girişmeye başladı. Ortadoğu’nun karmaşık ve kaygan dostluk/düşmanlık, ittifak/hasım denklemlerinde kafa karıştırıcı diplomatik ve siyasi angajmanlara girmeye başladı. Bu noktada Katar’ın kapasitesiyle en uyumlu işlevi, Lübnan, Yemen ve Sudan’da etkili sonuç aldığı arabuluculuk tipi girişimleri olabilirdi ve Katar Ortadoğu’nun Norveç’i muamelesi görebilirdi. Ama Katar arabulucukla yetinmeyip bölge siyasetinde belirleyici bir aktör olmaya çalıştı.

Burada komşularını rahatsız eden en olmayacak denklemi kurdu. Hem statüko karşıtı Sünni gruplarla, hem de İran ve Hizbullah ile yakınlaştı.

İran cephesinde, Katar bu ülkeyle ilişkilerini yakın tutarak SA’yı dengelemeye çalıştı. Karşılıklı ziyaretler ve siyasal alanda işbirliği giderek arttı. Bir önceki emir Hamad Tahran’ı ziyaret ederken, Aralık 2013’te İran dışişleri bakanı Katar’a geldi ve burada yeni Emir Sani, İran’ı bölgede güçlü görmek istiyoruz dedi. İki ülke ayrıca İran’da bir serbest ekonomik bölge kurulması konusunda anlaştı. Ama daha kritik bir gelişme, Bağdat’ı ziyaret eden Katar dışişleri bakanının, İran Devrim Muhafızları’nın Suriye ve Irak’taki Kudüs birliklerinin başında bulunan General Kasım Süleymani ile görüştüğü iddiasının geçtiğimiz Mayıs ayında SA medyasında dillendirilmesiydi. Bu görüşmenin gerçekten yapılıp yapılmadığını bilmek mümkün değil ama yapıldıysa krizi tetikleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Eğer yapılmadıysa Suudiler krize meşruiyet sağlamak için bu haberi üretmiş olmalılar.

Daha önemli bir nokta Katar ve İran’ın Basra Körfezi’nde bitişik bir doğal gaz sahasından yararlanıyor olmaları. Katar ihraç ettiği gazın yarısını bu sahadan çıkarıyor ve bu yüzden de İran ile arasını iyi tutmaya çalışıyor.

Katar’ın Sünni İslamcı örgütlerle ilişkisi ise iyice karışık. Bir yanda Müslüman Kardeşler örgütüne verdiği açık destek, öte yanda Taliban ve El Kaide ile sürdürdüğü dirsek teması, bu küçük ülkeyi ve dış politikasını tanımlamakta güçlük yaratıyor.

Bu politikanın ilk belirgin işareti Hamas Gazze’de seçimi kazanınca başladı. Katar, Hamas’ın hem destekçisi hem de finansörü oldu, Hamas lideri Meşal Suriye’den çıkmak zorunda kalınca onu kabul etti, bir önceki Emir 2012’de Gazze’yi ziyaret etti.

Arap Baharı sürecinde bir yandan El Cezire yayınları, öte yandan elindeki finansal imkanlarla Mısır, Libya ve Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in uzantısı yönetimleri destekledi. Dengeyi koruyabilmek için Bahreyn’de ve Yemen’de ise SA’nın yanında yer aldı. Ama Mısır’daki darbeden sonra MK üyeleri Katar’a sığınınca, bu kez SA, BAE ve Bahreyn 2014’te diplomatik ilişkileri kestiler.

Katar ayrıca 2013’te Doha’da bir Taliban ofisi de açtı. Bu ofis Taliban ile Afgan ve Amerikalı yetkililer arasında bir temas trafiği sağlıyordu.

Bütün bu aykırı görünen dış politika trafiğini Katar, ABD’nin gözetiminde ve onayıyla gerçekleştiriyordu. Sonuçta ABD, kendisi yapamayacağı ve doğrudan içine girmek, taraf olarak görünmek istemediği sorunlarda Katar’ın sağladığı bu esnek, her yere, her aktöre ulaşabilen diplomasi akrobasisinden faydalanıyordu ve sınırları aşmadığı ve bu yarar devam ettiği sürece de, bazı eleştirilere rağmen sessiz kalıyordu.

Katar bu süreçte çok iddialı olan bazı dış politika girişimlerinde bulunmaya başladı ve Arap Baharı’yla bunlar daha çok göze battı. Libya, Mısır, Gazze ve Yemen ama özellikle Suriye’de Katar kendi güç ve kapasitesinin çok ötesinde bir politika izlemeye başladı. Katar yalnızca sahip olduğu finansal gücüyle sınır ötesi stratejik maceralara girişecek durumda olmadığı için burada Türkiye ile ortak hareket etmeye başladı. Ekonomik maliyetini Katar’ın, istihbarat ve askeri yönünü Türkiye’nin sağladığı bu işbirliği süreciyle Libya’da ve Suriye’de İslamcı gruplara her türlü destek verildi, Türkiye ile Katar neredeyse kader birliği yapan ayrılmaz bir ikili gibi çalıştı. Hem MK, hem de militan İslamcı gruplara verilen bu destek, bu grupları kendilerine tehdit olarak gören başta SA olmak üzere diğer Körfez ülkelerini uzun süredir rahatsız ediyordu. Bekledikleri fırsat Trump’ın SA ziyaretinde verdiği destekle geldi ve toplu bir hesap kesme sürecine gidildi. Yalnızca bir diplomatik yalnızlaştırmanın da ötesinde işin içine bu kez Mısır da dahil oldu ve Kuveyt ve Umman hariç, bölge ülkeleri Katar’ı hem diplomatik, hem de ekonomik açıdan sıkıştırıp dize getirmeye çalıştılar.

TRUMP’IN SİLAH SATIŞI EFSANESİ

Krizin Katar ABD’den silah satın alsın diye çıkarıldığını ve geçen gün Katar savunma bakanının Washington’da 12 milyar dolar karşılığında F-15 uçağı satın alma anlaşması imzaladığı haberinin duyulması bu konudaki kanıyı güçlendirdi. Ama hem SA’ya 110 milyar dolarlık, hem de Katar’a 12 milyar dolarlık silah satış anlaşması haberi yanıltıcı. Bir defa SA bu konuda bir anlaşma imzalamadı, yalnızca bir niyet beyan etti. Zaten daha önceden yapılmış bir anlaşmalar var ve onlar işliyor.

Katar’a gelince, bu ülke daha 2013’te Obama yönetimine eskiyen Fransız Mirage savaş uçağı filosunu yenilemek için 36 F-15 uçağı alımı talebinde bulunmuştu. 2014’te ise Katar Apachi helikopterleri, Patriot ve Javin füze sistemleri alımı için 11 milyar dolar karşılığında anlaşmıştı.

Burada sorunlu olan bakış açısı, ABD’nin Körfez ülkelerine silah satmaya çalıştığı ama bu ülkelerin almamak için direndiği şeklindeki anlayış. Gerçekte durum bunun tersi. Yıllardır bu ülkeler ABD’den gelişmiş silah sistemleri almaya çalışırken işi yokuşa süren ABD yönetimi ve özellikle Kongre etkeni oluyor. F-15 ve F-18 gibi gelişmiş savaş uçakları söz konusu olduğunda en büyük baskı bunların bir gün kendisine karşı kullanılma ihtimalinden çekinen İsrail’den geliyor. Katar 2013’ten beri F-15 uçağı almaya çalışıyordu ve Obama, savunma sanayisinin de baskısıyla, gecikmiş olan anlaşmayı ancak Kasım 2016’da imzaladı. Dolayısıyla, Katar’ın şimdi imzaladığı anlaşmada tür ya da miktar belirtilmiyor ve söz konusu anlaşma bir ihtimal bu sistemlerin teslimine ilişkin olabilir.

TÜRKİYE BU KRİZİN NERESİNDE?

Türkiye geleneksel olarak Ortadoğu’da, özellikle Araplar arası krizlere mesafeli dururdu. Bunu gereksiz bir şekilde Kemalizmin basiretsizliği, inisiyatif eksikliği ya da Ortadoğu’ya sırtını dönme olarak tanımlamak yerine, belli bir mantığa dayanan bir politika olduğunu tekrar düşünmek gerekiyor.

AKP ile bu politika tamamen terk edildiği gibi, dış politikada önce yeni Osmanlıcı ve İslamcı, sonra Sünni eksenli dış politika izlenirken, bu son krizle birlikte Türkiye artık Sünni Araplar arası bir krizin parçası oldu ve açıkça Katar’ın yanında yer aldı.

Tahmin edilebileceği gibi bu son derece riskli bir politika. Çünkü Katar’ın karşısında Mısır, SA, Bahreyn ve BAE var. Hiçbir boyutunun Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmediği bu krizde SA’nın karşısında yer alması, kriz bittikten sonra Türkiye’nin kendisine zarar verecek boyutlar içeriyor.

Öncelikle bu kriz Katar içinde bir lider değişikliğiyle sonuçlanabilir ya da Katar bu baskıya direnemeyip Suudilerle ve tabii ABD ile aynı hatta gelebilir. Bu durumda, Türkiye’nin Katar’a verdiği desteğin bir anlamı olmayacağı gibi, ileride sınırlı da olsa bir bedel ödeyebilir.

Daha önemlisi, Türkiye’nin Katar’da kurmaya başladığı askeri üs. İlk kez Türkiye sınırları ötesinde bir ülkede askeri bir üs kuruyor. Ama bunun getireceği risklerin ne kadar hesap edildiği belli değil. Kriz düşük bir ihtimal de olsa, sınırlı bir sıcak çatışmaya dönüşse ve üs bir şekilde isabet alsa ki benzeri bir durum Musul yakınlarındaki Başika Kampı’nda yaşandı, bu Türkiye’yi çok zor durumda bırakır. Kriz bitinceye dek bu risk devam edecek.

Türkiye’nin ısrarla Katar’ın yanında yer almasının nedenlerine gelince; ilk önce iktisadi işbirliği önemli bir etken. Katar Digitürk (BeIN), Finansbank ve Abank gibi şirketleri satın almanın yanında çok sayıda gayrimenkul yatırımı da var. Ama daha önemlisi, Katar’dan bir ihtimal gelen sıcak para ile Türkiye’nin yaklaşık 13 milyar dolarlık inşaat sektöründeki ihaleleri. Tabii bir de her iki rejimin birlikte yürüttükleri Arap Baharı sürecinde Suriye’deki ÖSO başta olmak üzere radikal İslamcı gruplara verilen destek ve buna eşlik eden ortaklık var.

Krizde Erdoğan Katar’ın yanında yer aldığını açıklayınca, hükümete yakın medya “Diren Katar”, “Katar’ın 15 Temmuz’u” tarzında yayınlar yapmaya başladılar ve asıl hedefin Türkiye olduğunu ileri sürdüler. Katar’ın her açıdan sıkıştırılması Türkiye’nin tek dostu olan Katar’ı da kaybetmesiyle sonuçlanabilir ki, ülke olarak bu coğrafyada başka dostu kalmaz.
===========================
Dostlar,

Sayın Prof. Dr. İlhan Uzgel, Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’de Uluslararası İlişkiler hocamızdı. Geçtiğimiz yıl Mülkiyeliler Balosunda aynı masada oturmuştuk. Prof. Uzgel, AKP’nin OHAL KHK’larından biri ile görevinden uzaklaştırıldı ne yazık ki. Ancak bilim namusu ve yurtseverlik gereği görevini, her durum ve koşulda sürdürüyor.. Yazıda, konuya egemenliğin derinliğine dikkat edilmesi hakseverlik olur.

Türkiye, ölçüsüz bir risk almıştır hem Katar’da askeri üs kurarak hem de ek askeri birlikler göndererek. TBMM’de, Anayasa’nın 92. maddesi uyarınca Katar’a askeri birlik gönderilmesi istemine dönük AKP hükümeti tezkeresi enine boyuna tartışılmamıştır. TBMM, AKP’nin 316 vekili ve Genel Başkan RTE’nin ağırlığıyla bağımsız istencini (iradesini) sergileyememekte, adeta noter gibi çalıştırılmaktadır. 3 Kasım 2019 seçimleri ile AKP – RTE bir kez daha işbaşına gelirse, TBMM’nin iyice göstermelikleşeceği tartışma dışıdır.

  1. AKP = RTE, sorunun ciddiyetini ve karmaşıklığını yeni kavrıyor gibi görünüyor. Bunu Erdoğan da itiraf etmişti bunalımın başında ve dün (20.6.17) sözcüsü Kalın aracılığıyla “.. Suudi Kralının bunalımın aşılması için himmetini esirgemeyeceği..” yolunda dilek ve niyet kipli epey alttan alan bir dil kullandi. 11,437 km2’lik (Konya 38.873 km2) avuç içi kadar yarımadada Türk birliklerinin olası bir sıcak çatışmada güvenliği ve tahliyesi nasıl sağlanabilecekir? Hava yoluyla İstanbul’dan 2740 km uzaklık söz konusudur. Karayoluyla 3 bin km’ye yakın ve mutlaka S. Arabistan topraklarından geçmek koşulu ile muazzam bir uzaklık.. Sıcak çatışmada S. Arabistan’ın karasal girişe izin vermeyeceği tartışma dışı iken, hava koridoru da kesilebilir. Türkiye, olmayan balistik füzeleriyle mi koruyacaktır Katar’ı ve uzak diyarlara yolladığı Mehmetçiklerini.. Yemen Türküsü’nün acılı ezgileri kulaklarımızı tırmalıyor..
  • Katar… Katar… Katar Türkiye’ye ne katar, ne götürür?
  • Bunun da hesabını bir tek RTE mi yapar?

Hiç sorulmadı sanırız ama bizim aklımıza geliyor.. OPEC üyesi Katar’ın doğalgazı dışında ciddi petrol kaynakları da var.. Damat da enerji bakanı.. Ticari ilişkiler var mı, varsa ne boyutta acaba? TBMM’de bir soru önergesi olarak gündeme getirilse gerçekçi ve zamanında (hızlı) yanıt alınabilir mi? Alınamazsa neden??

Şimdilik net olan, “.. her iki rejimin (Türkiye + Katar) birlikte yürüttükleri Arap Baharı sürecinde Suriye’deki Esad karşıtı ÖSO başta olmak üzere radikal İslamcı gruplara verilen destek ve buna eşlik eden ortaklık..

Konjonktürel nedenlerle bu fatura bütünüyle ve açıktan masaya konmuyor olabilir. Nitekim Trump da S. Arabistan ziyaretinde teröre destek veren birkac ulkeyi belirtip “.. hepsini saymayayim.. ” dedi.. Iste böyle hem kullanir hem de terör suclusu ilan eder let! ?
Fakat hiç kuşku duyulmasın, küresel aktörler yararlarını ençoklayacak bir strateji ile en optimal yer ve zamanda bu kartlarını masada ileri süreceklerdir.

MİT TIR’larının yükü ve gittiği yer konusunun iktidarın aşil topuğu oluşu da elbette bağlantılı ve boşuna değil.. Başbakan Yrd. T. Türkeş yeminlerle açıkladı Türkmenlere gitmediğini bu TIR’ların.. Yükü silah olmasa da, terör örgütlerine başkaca lojistik destek sağlanması uluslararası hukukta suçu ortadan kaldırabilir mi??

UCM’nin (Uluslararası Ceza Mahkemesi) yargı yetkisine giren 3 suç var : Savaş suçu / İnsanlığa karşı suç / Soykırım suçu..  Yarı buçuk da saldırı suçu..

Haydi hayırlısı.. 21 Haziran yılın en uzun aydınlık günü..

Bu konuda sitemizde daha önce yer verdiğimiz 2 yazıya da bakılmasını dileriz :

http://ahmetsaltik.net/2017/06/11/katar-krizi/ Katar’a_asker_gonderme_karari_vahim_bir_hatadir

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 21 Haziran 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Sulh Ceza Hakimliği herhangi bir mahkeme içinde yer almadığından yargı yetkisi kullanamaz


Dostlar
,

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İdare Hukuku öğrerim üyesi
Sayın Prof. Dr. Onur KARAHANOĞULLARI, Ankara Üniversitesi öğretim elemanlarının iletişim ortamında kısa, özlü ama çok önemli bir ileti paylaştı :

*****

Sayın Ankara Üniversitesi mensupları,

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi
Erdem Gül tutuklandı.
Bünyesinde İletişim Fakültesi bulunan Ankara Üniversitesi’nin,
gazetecilik faaliyetinin temel ilkelerini ve hukuksal rejimini temel alan bir değerlendirme ve açıklama yapacağını umuyorum., Katkı olması dileğiyle aşağıdaki değerlendirmeyi
saygılarımla bilgilerinize sunuyorum.

Anayasa’nın “Yargı Yetkisi” başlıklı 9. maddesine göre
“Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

Yargı yetkisi mahkemelere tanınmış olduğundan “Hakimlerin bağımsızlığı” da 138. maddede “Mahkemelerin bağımsızlığı” başlığında düzenlenmiştir.

Mahkemesiz hakim olmaz.
Sulh Ceza Hakimliği herhangi bir mahkeme içinde
yer almadığından yargı yetkisi kullanamaz

Tutuklama bir idari karar değil yargı kararıdır,
Sulh Ceza Hakimliği tarafından verilemez.

(Anayasa Mahkemesi, Sulh Ceza Hakimliğini kuran yasa değişikliğine ilişkin iptal istemini reddetti. Ancak davada aktardığımız sav yoktu, Anayasa Mahkemesi bu noktayı
hiç değerlendirmedi.) Saygılarımla. 27.11.2015

Onur Karahanoğulları

*****

Sayın Prof. Dr. Onur Karahanoğulları‘nın İdare Hukuku alanındaki bilimsel yetkinliği tartışma dışıdır. Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi 14.1.2015 tarihli toplantısında,
5235 sayılı yasanın (ADLÎ YARGI İLK DERECE MAHKEMELERİ İLE BÖLGE ADLİYE MAHKEMELERİNİN KURULUŞ, GÖREV VE YETKİLERİ HAKKINDA KANUN)
Sulh Ceza hâkimliklerinin kuruluşunu düzenleyen 10. maddesine yönelik Eskişehir 1. Sulh Ceza Yargıçlığından gelen iptal istemini oybirliğiyle reddetmişti.

Anayasa md. 152/son : “Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının
Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün
Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz.” demektedir.

Ancak Sayın Prof. Karahanoğlu çok farklı bir noktaya dikkat çekmekte ve önceki başvuruda
bu esaslı gerekçenin ileri sürülmediğini belirtmektedir.

Her ne denli, yukarıda verilen Anayasa md. 152/son kuralı “10 yıl içinde yeniden iptal başvurusunu kapatmakta” ise de, Karahanoğlulları’nın gerekçesi çok farklı, esastan ve cidddidir. Dolayısıyla Can Dündar – Erdem Gül davasında def’i yoluyla ileri sürülmesinde ve
somut norm denetiminin bir kez daha Anayasa Mahkemesi önüne götürülmesinde yarar vardır.
Sanırız Sayın Karahnoğlu’nun iletisinde böylesine bir örtük ima da var..

Son olarak MİT TIR’larıyla ilgili soruşturmada 2 General 1 Albay da tutuklandığı için,
sorun çok daha büyük önem kazanmıştır.

Bu yargıçlıklar AKP İktidarının kılıcı durumuna mı gelmektedir??

“Bu tutuklama açık bir şekilde AİHS 5. maddeye aykırı!”

“Bu tutuklama, açık bir şekilde
AİHS 5. maddeye aykırı!”

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Hukuku Uzmanı
Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak:

“Bu tutuklama, açık bir şekilde AİHS 5. maddeye aykırı!”

Delili mi karartacak, firar mı edecek?

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül,
MİT TIR’ları haberlerinde terör örgütüne yardım, casusluk ve devlet sırlarını ifşa etmek” iddiasıyla tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderildiler.

7. Sulh Ceza Hakimliği’nin kararını değerlendiren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak,

bu tutuklama kararını meşru kılan hiçbir hukuksal gerekçenin olmadığını söyledi.

İnsan hakları, insancıl hukuk, uluslararası ceza hukuku, anayasa ve idare hukuku konusunda çalışmaları olan, Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklama kararının AİHS’nin 5. maddesine aykırı olduğunu söyledi. Altıparmak, bir kritik hususun
altını çizdi:

  • “Tutuklamaya karar veren hakim, kişinin suçlu olduğuna karar veren hakim değildir. 
    Onun görevi tutuklamaya gerek var mı yok mu ona karar vermek.
    Bir kişinin suçluluğu sabitse onun hakkında hüküm verilir, tutuklama kararı değil.”

“CMK 100/3 var” diyenler var…

O hüküm diyor ki; aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli kuşku nedenlerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir. Buradan şu sonuca ulaşıyorlar:

Eğer suç olduğunu gösterirsek başka bir şeye bakmadan tutuklayabilir. Hayır efendim,
kişi özgürlüğünü suç soruşturmak için sınırlandıracaksan soruşturma açısından riski göstereceksin. Delili mi karartacak, firar mı edecek? Sulh ceza hakiminin görevi bu.
Yoksa esastan karar verecekse neden bir sulh ceza hakimine bir de ağır ceza mahkemesine
gerek olsun?

Bu tutuklama, açık bir şekilde AİHS 5. maddeye aykırıdır.

Anayasanın 90. maddesi uyarınca AİHS ile CMK çatışıyorsa CMK esas alınamaz.

Kaldı ki zaten, CMK 100/3 bu çatışmaya yol açmayacak olanağı da sunuyor.
Tutuklama nedeni “var sayılabilir” diyor.

O zaman hakimin görevi AİHS’e aykırı olmayacak şekilde hükmü yorumlamak.

Bu tutuklama kararını meşru kılan hiçbir hukuksal gerekçe yok.”

====================================

Dostlar,

Kerem hoca, SBF’nin parlak akademisyenlerinden bir hukukçu.
İngiltere’de İnsan Hakları Hukuku alanında doktora yapmış.
Yaşı 45’lere yaklaşan, aslında çoktan Profesör olması gereken bir akademisyen..

İnsan Hakları Hukuku alanında uzmanlığı tartışma dışı.
Çok net biçimde ortaya koyuyor :

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi
Erdem Gül’ünMİT TIR’ları haberleri nedeniyle tutuklanması,

hiçbir meşru hukuksal gerekçeye dayanmamaktadır!

Daha net anlaşılması için biz biraz daha açalım :

Sayın Altıparmak, “Anayasanın 90. maddesi uyarınca AİHS ile CMK çatışıyorsa
CMK esas alınamaz.”  
demekte. Bu madde şöyle :

Anayasa md. 90/son : «Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık savı ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş TEMEL HAK ve ÖZGÜRLÜKLERE İLİŞKİN milletlerarası andlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır

Türkiye bu Sözleşmeyi (AİHS) 6366 sayılı uygun bulma yasası ile onaylamıştır :
19 Mart 1954 tarih ve 8662 sayılı Resmi Gazete..

Varsayalım ki, CMK 100/3 tutuklama lehinde içerikte. Bu durumda iç hukuktaki bir yasa normunun «Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşma” ile çelişmesi
söz konusu. CMK 100/3 ile çelişen AİHS’ni (md. 5/c) Anayasaya aykırılık savı ile
Anayasa Mahkemesi’ne taşıma yolu kapalı.

İkinci olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşemesi (AİHS), “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş TEMEL HAK ve ÖZGÜRLÜKLERE İLİŞKİN milletlerarası andlaşma” statüsündedir. Bu nedenle de, CMK 100/3, TEMEL HAK ve ÖZGÜRLÜKLERE İLİŞKİN milletlerarası andlaşma olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşemesi (AİHS) karşısında uygulanma olanağı bulamaz. Anayasa md. 90/son açıkça “.. yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” buyurmakta.

*****

Ayrıca, 

Temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin evrensel kuralların, iç hukukta yasalardan
öncelikli olarak uygulanması yolundaki Anayasa’nın 90/son maddesi gözetildiğinde,
taraf olduğumuz İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi‘nde ve  BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi‘nde yargılamanın adil yapılmasına, bunu tam anlamıyla gerçekleştirecek
bir mahkemenin varlığına işaret edildiğinden, BM İnsan Hakları Komisyonu‘nca
2003’te onaylanan ve HSYK tarafından da 2006’da benimsenen BM Yargı Etiği Kuralları‘nda, bir mahkemenin mutlaka

“bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk ve tutarlılık, dürüstlük, eşitlik, ehliyet ve liyakat” 

esas ve ilkeleri çerçevesinde oluşması ve görev yapması gerektiği vurgulanmaktadır.
(http://ahmetsaltik.net/ergenekon-davasi-karari-yok-hukmundedir/, 13.8.13)

*****

Ortalama bir insanın bile rahatlıkla kavrayabileceği yalın gerçekler ortada.
Ortalama bir insan bile bu düzeyde temel hukuk bilgisi sahibi olabiliyor.
İstanbul 7. Sulh Ceza Yargıçlığı (dikkat; mahkeme değil, “Yargıçlık“! Bu Anayasaya aykırı bize göre. AYM başvuruyu reddetmiş olsa da.. Bu konuyu da yazacağız..) neden göz göre göre hukuku paspas yapar ve meşruluk dışına çıkar?

Hukukun üstünlüğünü savunmak, yaşama geçirmek ve altın bir ilkeye dönüştürmek,
öncelikle kararlarıyla konuşacak olan yargıçların asıl görevi değil midir??

Türkiye Barolar Birliği (TBB) de bu görüştedir ve ilgili yargıcın bilerek ve isteyerek,
kasten hukuku çiğnediğini, tarafsız davranmadığını… savlayarak HSYK’ya suç duyurusunda bulunmuştur. TBB Başkanı, Ceza ve Ceza Usul Hukuku profesörüdür. Yapılan basın açıklaması bir bilimsel makale niteliğinde ciddi, ağırbaşlıdır. Metin içinde AİHM’nin Türkiye’yi de bağlayıcı, içtihat olmuş örnek kararlarına gönderme yapılmaktadır. Hukuk fakültelerinde
Ceza / Ceza Usul / Anayasa / İnsan Hakları Hukuku.. derslerinde örnek olarak okutulacak bilimsel nitelikte ciddi bir metindir.  (Bkz. TBB : GAZETECİLER CAN DÜNDAR ve ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLANMASI HUKUKA AYKIRIDIR;
http://ahmetsaltik.net/2015/11/29/tbb-gazeteciler-can-dundar-ve-erdem-gulun-tutuklanmasi-hukuka-aykiridir/).

HSYK hızla bu yargıcı soruşturmalı hukuku ayaklar altına alan keyfi tutumu nedeniyle hakettiği yaptırımı uygulayarak ilk olarak dosyayı elinden almalıdır. Bir üst mahkemeye itiraz ile tutuklama kararının kaldırılmasına çaba gösterilmelidir.

CMK’nın 267 ve devamı maddeleri gereğince kararın öğrenilmesinden başlayarak yedi gün içinde tutuklama kararını veren hakimliğe ya da tutuklama kararı veren hakimliğe ulaştırılmak üzere bulunduğunuz yer Sulh Ceza Hakimliğine verilecek bir dilekçe ile tutukluluğa
itiraz edilebilir.

Hukukun egemenlerin / despotların güdümüne girmesi TUZUN KOKMASI demektir.
Tuzun koktuğu bir ülkede hiç kimsenin güveni ve huzuru, onuru kalmaz.
Çünkü ADALET ÜLKENİN TEMELİDİR..
O kutsal temeli yıkmak değil korumak – pekiştirmek yakışır yargıç ve savcılara..

Not : Konuya ilişkin olarak, aynı Fakülteden (SBF) İdare Hukuku Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Onur KARAHANOĞULLARI‘nın önemli irdelemesine de bakılmasında büyük yarar var :

Sulh Ceza Hakimliği herhangi bir mahkeme içinde yer almadığından yargı yetkisi kullanamaz

Sevgi ve saygı ile.
30 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com