Etiket arşivi: METİN ÖZUĞURLU

Seçim analizlerinin kayıp halkası

Seçim atmosferi iyiden iyiye ısınıyor; ısınmak ne kelime, harlı ateş alazı, değdiği yeri yakıp geçmeye başladı bile. Cumhurbaşkanı Erdoğan iç ve dış politikadaki her adımı, artık seçimleri kerteriz alarak atıyor.

Saray bürokrasinin direktiflerine tabi işleyişi ile devlet teşkilatı da seçim için hizaya girmiş görünüyor. Denetimleri dışındaki medya platformlarına yönelik baskı ve tehditler şu sıralar madde madde TBMM’de yasa statüsüne kavuşturuluyor. Bir yandan da kontrolleri altındaki geniş medya ağı, rakip bellediklerini itibarsızlaştırmak, değersizleştirmek ve suça bulaşık göstermek için fütursuzca kullanılıyor.

Sokak ise kamu kaynaklarıyla semirilmekten coşa gelmiş dini vakıf, dernek ve tarikatlara bırakılmış görünüyor.

Bir de habitus var; her seçim döneminde olduğu gibi AKP yine himayeci ve kalkınmacı/yatırımcı postuna bürünmek için kimi adımlar atıyor, atmaya hazırlanıyor. Sosyalliği su götürür konut projeleri, kredi başlığı altında borçlandırmaya dayalı sektörel kaynak aktarımı, EYT problemine çözüm arayışları, ücret zamları gibi adımlar ve bu adımlara sarmalanan hayal tacirliği, yol alıyor.

MUHALEFETTE AKP’NİN SEÇİM İMGELEMİ

İktidarın son aylarda sıklaşan seçim adımları kadar, muhalif saflarda bu adımların nasıl yankılandığı da önem taşıyor. Medya görünürlüğü yüksek muhalif politikacılar, kamuoyu araştırmacıları, bağımsız gazeteciler ve eleştirel akademisyenler gibi geniş bir yelpazede mevcut Erdoğan ve AKP değerlendirmesi ana hatlarıyla şöyledir:

Saray rejiminin baskıcı yönetim tarzı ve zulmü, seçimler yaklaşıldıkça geniş kesimleri hedefe koyarak daha da artacak.

Mersin saldırısı da gösterdi ki tıpkı 2015’in Haziran-Kasım dönemi gibi halkı korku ve paniğe, ardından da mutlak otoritenin kollarına sevk edecek tertipler sahneye konacak.

Özellikle Ocak 2023’le birlikte millete para saçacaklar; sonrası iktisadi yıkım da olsa geçici bir iyileşme yaşatacaklar.

AKP seçim stratejisi hakkında fazlası var azı yok bu listede sıralanan eylemler sonucunda seçim analizi genellikle şu iki vurgu ile sonuçlanıyor:

  • Bu seçim kaybedilmemeli, kaybedilirse,
    tarihe son serbest seçimler olarak geçecektir.

*Seçilecek aday belirlenmelidir, risk alınmamalıdır, çözüm önerileri halkın anlayacağı dille anlatılmalıdır.

SEÇİM ANALİZLERİNİN ÖNKABULLERİ

Şekli de olsa sistematik bir şekilde özetlemeye çalıştığım seçim analizleri, birbiriyle ilişkili iki temel önkabule (şimdilerde varsayım da deniyor) yaslanıyor. İlk varsayıma göre, siyasete yön veren aktörler, siyasi partiler ve onların liderleridir. İkinci varsayım seçmenler hakkındadır; seçmen, oy davranışları yönlendirilen kütledir. Yöntembilimin terimleri ile ifade etmek gerekirse, seçim analizlerinde siyasi parti ve lideri bağımsız değişken, seçmen ise bağımlı değişken olarak kavranır.

Bu varsayımlarla işleyen seçim analizi, önümüzdeki seçimlere özgü değildir; tam tersine eskimiş bir alışkanlıktır. Parlamenter demokrasilerin yerleşiklik kazanıp seçimlerin rutinleştiği eski zamanlardan kalma bir alışkanlıktan söz ediyorum. Artık terk etmenin vaktidir. Ne siyasi parti, 20’inci yüzyıldaki gibi bir partidir; ne de seçmen, oy tercihlerinin edilgen taşıyıcısıdır. Hele de 2023 Türkiye’sinde.

Alternatif (AS: seçenek) değerlendirmeler gelecek yazıların konusu olsun.

Dinci devlet laik millete karşı

authorMETİN ÖZUĞURLU
metinozugurlu@birgun.net

Başlık şaşırtmış olabilir; zira uzun yıllar bunun tam tersi ileri sürüldü. “Laik devlet-dindar millet“ ikiliği, şüphe edilmez bir büyük Türkiye gerçeği olarak sunuldu. Bu basmakalıp önerme, sosyolojik ve siyasal Türkiye analizlerinin ana ön-kabullerinden biri oldu.

Sadece yerli analizler de değil. Örneğin S. Huntington’un (1927-2008) Medeniyetler Çatışması adlı eserindeki “bölünmüş ülke” tanımını hatırlayalım: Baskın kültür belli bir medeniyete ait iken, yönetici elitin başka bir medeniyete meylettiği ülkeye, bölünmüş ülke denir. Örnek? Kitabın kaleme alındığı 1990’lı yıllar itibarıyla Türkiye ve Rusya idi. Huntington doğrusu bonkördü; bölünmüş ülkeden büyük Türkiye’ye geçiş formülünü bizlerden esirgemedi; yönetici elitin devlet dümenini ait olduğu medeniyete kırması bunun için yeterliydi; ne de olsa Türkiye İslam medeniyeti için merkez devlet olma potansiyeline fazlasıyla sahipti.

Harvard profesörü Huntington’ın Johnson ve Carter yönetimleri altında Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi ve CIA için danışmanlık yapmışlığı vardı; lakin Türkiye siyaseti üzerinde, yukarıda anılan başyapıtı ile çok daha belirleyici oldu. Önceki paragrafta özetlenen tezler, röportajlarla Türkiye kamuoyuna da taşındığında Huntington’ın danışmanlık dönemini andırır normatif dili, kimseyi şaşırtmadı. Ona göre “Türkiye İslam’ın lideri olmalıydı”.

“Laik devlet-dindar millet” ikiliğini temel ön-kabul kılmış analizler listesi, Şerif Mardin’siz (1927-2017) eksik kalır. Ülkemizde çağdaş sosyal düşünce üzerinde derin izler bırakan Mardin, Huntington’ın jeopolitik eksenli analizlerinin benzerlerini sosyoloji ekseninde, Türkiye bağlamında derinleştirerek geliştirdi. Mardin’in 2008’deki “öğretmen imama yenildi” saptaması, merkez-çevre ve devlet-sivil toplum ikiliklerine yaslanan Türkiye analizinin mantıki sonucuydu, üstelik laik duyarlılık bakımından, Muharrem İnce’nin “Adam yendi” sözünden daha az travmatik değildi.

Türkiye’de siyasallaşmış ve sermayeleşmiş dini cemaatler ile siyasal İslam’ın politik partileri, etkili aktörler olarak tarih sahnesinde yer aldıkları 1970’li yıllardan bugüne hep yukarda özetlenen tezleri esas alan bir stratejiyi hayata geçirdiler. Örnek olması bakımından Erdoğan’ın 5 Haziran 2014’de Samsun’dan başlattığı Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki şu sözlerine yer verilebilir: “Artık millet ile devlet kucaklaşıyor. Biz milletin tarafı olduk… Şimdi artık devlet ile millet… birbirini yaşatma üzerine bir araya geliyor ve muhabbetle kucaklaşıyor”. Mevcut rejimle Erdoğan’ın şahsında devlet-millet ikiliği “muhabbetle” aşılıp füzyon gerçekleştiği için şimdilerde “öteki”, milli-gayri milli ikiliği ile tanımlanır oldu.

Buraya kadar özetlenen kavrayış AKP’lilere öyle geniş bir meşruiyet alanı açıyor ki, Ayasofya mihrabından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e lanet okuma ve hakaret etme küstahlığına zemin teşkil ediyor. Lanet ve hakaretler sadece en üst seviyeden Devlet ricali önünde yapılmıyor, bizzat onların açık-gizli onayları alınarak da yapılıyor. Bütün bunların gölgesinde Türkiye’de önemli kırılmalar yaşanıyor.

Siyasal İslamcılar, devletlû oldular; pandeminin derinleştirdiği iktisadi buhran koşullarında yaşam tarzları itibarıyla milletten de tümüyle koptular. Atatürkçüler ise ilk kez devletlû olmayan bir dille muhalefet etmeye başladılar. “Yaptırmayacağız”, “ettirmeyeceğiz” şeklindeki Cumhuriyet Mitinglerine damgasını vuran dil hatırlardadır. Gerçekte uzun süre muhalif konumda bulunan Atatürkçüler hep iktidar dili kullandılar. İslamcılar ise tam tersini yaptılar; iktidarın önce eteklerinde sonra tepelerindeki mevcudiyetleri boyunca sanki muhaliflermiş gibi bir dil kullandılar. Neyse ki artık politik pozisyonlar ile kullanılan dilin söylem evreni arasındaki uyuşmazlık ortadan kalkıyor.

  • Devlet dincileşirken, Türkiye toplumu gerçekte sahip olduğu laik norm ve değerlerle ayağa kalkıyor.