Etiket arşivi: KüreselleşTİRme = yeni emperyalizm

ODATV’de ŞARBON HAKKINDA SÖYLEŞİ

Nurzen Amuran sordu, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Saltık yanıtladı...

https://odatv.com/diyanet-halka-namuslu-aciklamalar-yapmalidir-30091819.html 30.09.2018
veya pdf metni için : ODATV_SARBON_SOYLESISI_30.9.18_tam_metin

ODATV SÖYLEŞİSİ İÇİN ŞARBON HAKKINDA
SAYIN AHMET SALTIK’a YÖNELTİLEN SORULAR

Prof. Dr. Ahmet Saltık / Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Ankara Üniv. Mülkiye – SBF mezunu (Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi)
Sağlık Hukuku Uzmanı / www.ahmetsaltik.net     profsaltikgmail.com

Soru 1 : Bu hafta sizinle gıda güvenliği ve şarbon hastalığı üzerinde duracağız.
Şarbon hastalığının ortaya çıkması pek çok sorunu gündeme getirdi. Hayvan sağlığıyla uğraşan veteriner hekimlerimizin, toplum sağlığıyla ilgilenen tıp doktorlarımızın önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Gıda güvenliğine ne kadar titizlik gösterdiğimizin göstergesi oldu. Tarım ve hayvancılıkta kendine yeten fazlasını ihraç eden bir ülkeydik. Bugün ithalatımızın çoğu gıdalara dayanıyor. Toplumu en çok tedirgin eden konulardan biri ithal edilen gıdalardır değil mi?

YANIT 1 : Türkiye, AKP’nin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından, 2003-17 arasında 175 milyar Doları aşkın hazır gıda ve tarımsal hammadde dışalımı yaptı. 15 yıla bölündüğünde yıllık ortalama tarımsal dışalım yaklaşık 12 milyar $ ve bu rakam zaman içinde artma eğiliminde. Bir yandan da nüfus artışı çok ciddi. Yine AKP’nin iktidar yıllarında nüfus
66 milyondan 82 milyona erişti ki bu da yıllık ortalama 1 milyon dolayında doğal (göçleri katmadan) artıştır ve son derece yüksek bir nüfus artış hızıdır. Yerli tarımsal üretimde yetersizliğin, giderek daha çok dışalımın nüfusun sorumsuzca artışını teşvik politikalarıyla elbette bağı var. Türkiye, 82 milyon vatandaşını, 4 milyon dolayında Suriye – Iraklı sığınmacıyı, son verilerle yaklaşık 32 milyon/yıl turisti ve 1 milyon dolayında kaçak – kayıt dışı nüfusu besleyebilecek yerli tarımsal üretim yapamıyor. Buğday dahil tarımsal ve hayvansal temel gıda ürünlerinde dışa bağımlı. Dolayısıyla milyonlarca ton gıda ürünün dışalımında
gıda gümrüklerinde hijyen standartlarının sağlanması yaşamsal önem taşıyor..

Bu alanda uygun örgütlenme, teknik altyapı, yetişmiş insangücü, güncel mevzuata dayalı bir iyiyönetime (Good Management Practice) gerek var.  Ulusal çıkarların ve Halk Sağlığının korunması ancak böylelikle olanaklı. Ancak küresel neo-liberalizm kendi çıkarları – en çok kârı adına her türlü denetimi, kuralı dışlamak istiyor; de-regülasyonu, anomiyi (kuralsızlığı) dayatıyor. Nitekim canlı hayvan dışalımında son aylarda veteriner hekim denetiminin dışlanması tipik ve sonuçları ağır olabilecek bir politik karar. Tüm bunlar, halkın “yeterli – dengeli beslenme” ve “gıdaya erişim hakkı” gıda güvencesini (food safety) ciddi düzeyde tehdit etmekte. At başı eşlik eden ikiz sorun da “gıda güvenliği” (food security); gıda maddelerinin hijyenik standartlarının gereğince sağlanamaması oluyor. Oysa giderek artan dışalım milyonlarca tona eriştiğinden ve tüm Türk toplumunu ilgilendiren boyutları nedeniyle, alınacak koruyucu sağlık – güvenlik önlemlerinin de o ölçüde titiz, özenli, eksiksiz, tartışılmaz biçimde bilimsel olması zorunludur. Şarbon, bu zincirde birkaç halkanın zayıflığının ürünüdür ve politik sorumluluk gerektirir.

Türkiye, Gıda Gümrüklerini uluslararası standartlara hızla ulaştırmak zorunda.

Soru 2 : Sizin de sık sık değindiğiniz gibi BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin
25. maddesi şöyle diyor: “Herkesin gerek kendisi gerek ailesi için yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim olanaklarından iradesi dışında yoksun bırakacak öbür durumlarda güvenliğe hakkı vardır.” Bu düzenlemeye uygun politikalar üretebiliyor muyuz?

YANIT 2 : Türkiye BM’nin kurucu üyelerinden. Dolayısıyla 10 Aralık 1948 tarihli, bu yıl
70. yılını dolduracak olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni içselleştirmiş bir ülke.
Bu Bildirge, insan hak ve özgürlüklerinin evrensel kabul gören yüksek ilke ve değerlerinin
(Jus Cogens) somutlaşmış biçimi. Bu bağlamda tüm insanların 4 temel hakka dayanan,
çelik çekirdek sayılacak vazgeçilmez – ertelenemez – devredilemez – kamusal olarak karşılanması gereken kalkanı var :

1) Aç kalmayacak (beslenme),
2) Çıplak kalmayacak (giyinme),
3) Açıkta kalmayacak (barınma) ve
4) Doktorsuz kalmayacak (sağlık hakkı)!

Görüldüğü gibi temel insan hak ve özgürlüklerinin 4 temel kolonunun ilki AÇ KALMAMAK! Devletin, ülkesindeki insanların tümünün yeterli – dengeli beslenmesini sağlayacak bütüncül politikaları yaşama geçirmesi öncül (a priori) bir varlık yükümü. Türkiye’de değişik kaynaklarda milyonlarca insanımızın AÇLIK SINIRI ALTINDA yaşamaya çalıştığı yayınlanmakta. Son yakıcı ve yıkıcı ekonomik bunalımın öncesinde 8-9 milyon arasında yurttaş,
SGK tarafından 5510 sayılı yasa uyarınca “yoksul” kabul edilmiştir ve kendilerinden “prim” = ek vergi alın(a)mamaktadır. “SGK yoksulu” tanımı, brüt asgari ücretin 1/3’ünden daha az aylık gelir sahibi olmak demektir ki, söz konusu rakam 680 TL’dir. Ayrıca özellikle sendikaların her ay yayınladığı rakamlarda net asgari ücret (1604 TL), 4 kişilik ailenin salt beslenmesine
(aç kalmamasına!) bile yetmemektedir. Asgari ücretli çalışan sayısı 7 milyon dolayındadır ve aileleriyle 20 milyona erişmektedir. Kayıt dışı sektör ekonominin 1/3’ü dolayındadır.

AKP iktidarı 20 milyona yakın yurttaşa her ay düzenli sosyal – mali yardım yapmaktadır. Dolayısıyla yoksulluğu giderecek ya da en aza indirecek sosyal politikaları Türkiye, özellikle son 16 yıldır izlemiyor. İktidarın politik tercihi tam tersi ve “sadaka toplumu” na dayalı. Gelir dağılımı adaletinin bilimsel ölçütü olan Gini katsayısı iyileşmiyor, kötüleşiyor.. 36 OECD ülkesi içinde gelir dağılımı adaletsizliğinde 3’üncü sıradayız. Bu katsayı (0.411), OECD ortalamasının epey (0.316) üzerinde. Üstelik son çok ağır ekonomik bunalımın faturasının da orta – alt gelir dilimlerine yüklenmekte olduğunu acı duyarak izliyoruz. Yoksulluk yatay (oransal) ve dikey eksenlerde (yoksul daha da yoksul) giderek ağırlaşıyor, ağırlaşacak ülkemizde. Halk arasında bir söz var; “işten artmaz, dişten artar” diye. Halkımız ilk olarak ne yazık ki beslenmesinden – yiyeceğinden kesmekte ve bunun zincirleme çok olumsuz sonuçları doğmakta. Hastalıklara direncin azalması, ömrün kısalması, çalışma veriminin düşmesi, bebek – küçük çocuklarda zeka gelişiminin olumsuz etkilenmesi, karbonhidrat (ekmek!) ağırlıklı beslenme ile şişmanlık! Neo-liberal yabanıl (vahşi) küresel politikalar devleti yaşamdan dışlayıp yerine sermayeyi – şirketleri – kârı koydukça halk, kurgulu olarak yoksullaşTIRılıyor, yoksunlaşTIRılıyor.

Soru 3 : Ülkemizde, gıda güvenliğinin korunmasını sağlayan hukuksal düzenlemelerde yaptırımlar yeterli mi, hangi kurumlar sorumlu ve sözü edilen kurumların sorumluluk alması yerinde bir seçim mi? Sözgelimi gıdalarla bulaşan hastalıkların kaynağının bulunmasıyla hangi kurumlar ilgileniyor?

YANIT 3 : Türkiye’de Gıda Güvenliğinden (food safety) 9 Temmuz 2018 sonrası düzenleme ile Tarım ve Orman Bakanlığı (öncesinde Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı) sorumlu. Adında “gıda, beslenme, besin, hayvancılık..” vb. bir sözcük olmayışı yeter fikir veriyor sanırım; “Tarım ve Orman Bakanlığı”. Temel mevzuat ise Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Yasası (13.06.2010 tarihli ve 5996 sayılı, RG: 27610). Adı “Tarım ve Orman Bakanlığı” olan birim, adında bile geçmeyen temel alanlarda da sorumlu! Oysa Bakanlığa verilen ad, temel hedefleri ve yetki – sorumluluk alanını da kodluyor gerçekte. Öncesinde 5179 sayılı “Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararname” yürürlükte idi (2004-2010 arasında.) 5996 sayılı yürürlükteki son yasanın konumuzla ilgili 40 ve 41. maddeleri şöyledir :

MADDE 40- (1) Gıda ve yem ile ilgili yaptırımlar aşağıdadır :

a) İnsan tüketimine uygun olmayan gıdalar, giderleri sorumlusuna ait olmak üzere piyasadan toplatılır ve mülkiyeti kamuya geçirilir. Bu ürünleri üreten veya piyasaya sunanlar hakkında kamunun sağlığına karşı suçlar kapsamında Cumhuriyet savcılığına suç duyurusu yapılır.

MADDE 41/e : Yapılan resmi denetimler sırasında, işyerinin tümünün veya bir bölümünün insan sağlığı ve gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve yem güvenliği açısından tehlike oluşturur ve ivedi önlem gerektirirse; Üretimin tümü veya tehlike oluşturan bölümünün çalışması durdurulur. Üretim yerlerine beş bin TL, perakende işyerlerine bin TL para cezası verilir.
Eksiklikler giderilene dek çalışmaya izin verilmez. (Para cezası güncelleniyor..)

Ayrıca Türk Ceza Yasası’nın 185-196 arasında 12 maddesi, Kamunun sağlığına karşı işlenen suçlara ilişkindir. Bu düzenlemeler yeterli ve caydırıcı yaptırım içermektedir ancak yasaya aykırılıkların öncelikle etkili ve sürekli denetim – eğitimlerle önlenmesi, ardından da zamanında saptanması gereklidir bu yaptırımların uygulanabilmesi için. Gıda işleme sanayisinin bölünmüşlük ve kayıtdışılık sorunları var. Tarım – gıda kuruluşlarının kesin sayısı bilinmiyor. Örneğin TÜİK ve TOBB farklı sayılar veriyor ancak gıda – tarım işletmelerinin %90′ı KOBİ. Bu dağınıklık ve ölçek sorunu, etkin denetimi çok güçleştirmekte. Sorumlu Bakanlığın denetim için insangücü ve teknik altyapısı (laboratuvar desteği) yetersizdir.
Onbinlerce işletmenin denetlenemediği – etkin denetlenemediği ve caydırıcı yaptırım görmediği biliniyor ve zaman zaman basında çarpıcı örnekleri izleniyor.

Besin kaynaklı sağlık sorunu nedeniyle sağlık hizmeti için başvuranlarda tıbbi tanı bu yönde ise, Tarım Orman Bakanlığının il – ilçe müdürlüklerine Sağlık Bakanlığı birimlerince bildirim yapılmakta ve kuşkulu besinlerin analiz raporu istenmektedir. Besin örnekleri kimyasal – mikrobiyolojik inceleme amacıyla Tarım Orman Bakanlığı çalışanlarınca alınmakta ve bu Bakanlığın laboratuvarlarında çalışılmaktadır. Böylelikle hastalığın filyasyonu (kaynağı) bulunmaktadır. Bu yolla, 2017 içinde 37 insan Şarbonu tanısının kaynağı araştırılmıştır iki Bakanlığın ortak çalışması ile. Ne var ki bu alanda ciddi eşgüdüm sorunları yaşanmaktadır. 560 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararname ile (R.G. 28.06.1995; 22327) 1995’ten bu yana Gıdaların denetimi Sağlık Bakanlığından alınarak (öncesinde 1930 tarihli 1593 s. Umumi Hıfzıssıhha Yasası ile bu yetki Sağlık Bakanlığının idi) Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığına bırakılmıştır. 23 yıldır iki Bakanlık arasında yeter eşgüdüm sağlanamamıştır. Gıda – hayvan kökenli hastalıklarda Tıpta
tanı konması için Tarım Orman Bakanlığının desteğine gereksinim yoktur. İnsan biyolojik materyalinde kesin tıbbi tanı konabilmektedir. Örneğin Şarbonda hastanın kan kültürü
ya da deri lezyonlarında hastalık etmeni olan Bacillus anthracis gösterilebilmektedir.

Ancak kaynağın bulunması (Filyasyon) ve uygun tıbbi yöntemlerle kaynak olmaktan çıkarılması zorunludur bulaş zincirinin kırılabilmesi için. Şarbon örneğinde kaynak
temel olarak hastalıklı hayvanlar olduğundan (Şarbon bir Zoonoz!), burada veteriner hekimlik hizmeti kaçınılmazdır. Kaynak araştırması raporunun sağlık birimlerine zamanında ulaştırılması, kişi ve toplumun (halk) sağlığını korumak açısından zorunludur.

Tarım Orman Bakanlığının sayılan işlevler açısından yetkin olabilmesi için ilk adım
adının tamamlanması, “Hayvancılık” sözcüğünün eklenmesi ve örgütlenmesinin
yeniden düzenlenmesi gerekir. Tarım, Orman ve Hayvancılık işleri için 1’er Bakan Yardımcılığı düşünülebilir. Sağlık Bakanlığı ile yukarıda açıkladığımız etkin, hızlı işbirliği için mutlaka
bir eşgüdüm birimi kurulmalıdır.

Soru 4 : Gelişmiş ülkelerde gıda güvenliğiyle ilgili sistem nasıl kurulmuş,
nelere özen gösteriliyor?

YANIT 4 : ABD ve AB sistemi incelenebilir bu amaçla. ABD’de FDA (Food & Drug Administration) adlı özerk kurum, Gıda ve İlaç işlerinden sorumlu bilimsel ve yönetsel
bir yetke (otorite). İlaç ruhsatları ve gıda ürünlerinin üretim lisansları, denetimi bu bağımsız – bilimsel ve yönetsel özerk bu Kurumca yürütülmektedir. Buna benzer bir kurumsal yapılanmayı AB’de EFSA (European Food Safety Agency) olarak görüyoruz. Her ikisi de klasik, katmanlı (hiyerarşik) Bakanlık örgütlenmesi dışında, katı bürokrasiden arındırılmış,
bilimsel olarak özgür, yönetsel – akçal (mali) açıdan özerk statülü.

Ayrıca ABD (Atlanta-Georgia merkezli), bulaşıcı olan – olmayan tüm hastalıkların izlenmesi, denetlenmesi ve korunma için son derece başarılı işleyen bir başka kurumlaşmaya daha sahip : CDC.. Hastalıklar Koruma ve Kontrol Merkezleri. Elli Eyalette de yapılandırılmış olan Centers for Disease Control and Prevention örgütü, FDA ve Sağlık Bakanlığı ile işlevsel bir işbirliği içinde sağlık hizmetlerini yürütüyorlar. 2004’te AB de CDC benzeri bir yapılanmayı Euroland’de (AB ülkesinde) kurdu, adı E-CDC, European CDC oldu.

Görülüyor ki, gelişmiş ülkelerde kamu yönetimi, katı – hiyerarşik bürokratik örgütlenme ile özerk – bilimsel birimleri birlikte ve eşgüdümlü yapılandırıyor. Türkiye’de de benzer yapılanma düşünülebilir. Şubat 2015’te, 663 s. KHK’ye dayanarak çıkarılan bir Yönetmelikle kurulan TSM’ler (Toplum Sağlığı Merkezi) ABD – CDC sisteminden esinlenmişti. Ancak
Ağustos 2017’de, büyük ölçüde İSM’lere (İlçe Sağlık Müdürlüğü) sistemine geri dönüldü. Türkiye yönetsel – akçal olarak özerk, bilimsel olarak özgür kamu kurumlarından ürküyor. Özelleştirilen kamu hizmetlerinde ise tam tersine ilgili birimler – şirketler olabildiğine
kamu müdahalesine kapalı!?

Soru 5 : Şarbon hastalığı yeniden gündeme gelince sorunlar ardı ardına tartışılmaya başlandı. Kuşkusuz hayvan ithalatında uygulanması gereken uluslararası kurallar var. Bu kuralları içeren düzenlemeler neler, sizce hangi kurallara uygun ithalat yapılmadığı için bu sonucu yaşadık?

YANIT 5 : Gıda maddelerinin uluslararası standartları, BM’nin bağlı uzmanlık kuruluşlarından olan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Gıda Tarım Örgütü (FAO) tarafından belirlenmektedir. Konan kurallar Codex Alimentarius adlı teknik metindedir (1963’ten bu yana, güncellenerek). Üye ülkeler bu metni uygun düzenlemelerle (regülasyon) iç hukuklarına aktarmıştır.

Türkiye bu amaçla Gıda Kodeksi ve buna bağlı çok sayıda (onlarca) Tebliğ çıkarmıştır.

Bir gıda ürününün uluslararası ticarete konu olabilmesi için, öncelikle Codex Alimentarius ile öngörülen teknik – bilimsel niteliklere uygun olması zorunludur. Konumuz dışında kaldığından, DTÖ’nün (Dünya Ticaret Örgütü) ticarete ilişkin düzenlemelerine (regülasyon), Uluslararası Tahkim’e burada değinilmeyecektir.

Dışsatımcı (ihracatçı) ülke, satacağı ürünün, alıcı (ithalatçı) ülkenin uluslararası ihalede başkaca koşulları yoksa, en azından Codex Alimentarius gereklerine uygunluğunu belgelemek zorundadır. Bu amaçla DSÖ – FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite edilmiş) laboratuvarlardan rapor alınması gerekir. Bu laboratuvarlar ilgili ülkelerde yetki verilmiş ulusal birimler olabileceği gibi, büyük gümrük kapılarında (hava, kara, deniz) kurulmuş da olabilir. Codex Alimentarius gereği HACCP (Hazardous Action Critical Control Points) süreçlerinden geçerek üretilen, denetlenen ve kalite standartları sağlanan gıda ürünleri,
alıcı ülke gıda gümrüğünde satıcının sunacağı geçerli belge ile kabul edilir. Alıcı ülke gerek duyarsa; frigorifik donanımlı (soğuk zincir) TIR, gemi ya da uçaktan kurallarına uygun örnek alarak (örneklem, sampling) hızlı laboratuvar analizleri (PCR gibi) ile doğrulamaya gidebilir. Türkiye’den Rusya ve değişik Avrupa ülkelerine gönderdiğimiz kimi yaş sebze – meyvenin
alıcı ülke gümrüklerinde kırmızı alana çekilerek böylesi bir işlem gördüklerini ve standartlara uymayan ürünlerimizin geri yollandığını anımsayabiliriz (sıklıkla aşkın kimyasal kalıntılar..).

Soru 6 : Bazı konular vardır kamuoyunda panik yaratmaması için usulüne uygun inandırıcı güven verici açıklamalar yapılmalı ama mutlaka kamuoyu bilgilendirilmelidir. Sağlıkla ilgili konularda halkın aydınlanması bilinçlendirilmesi önemlidir. Şarbon gibi hastalıkların yol açacağı sorunların en aza indirgenmesi için bilgilendirme zorunlu olmalıdır. Bu konuda neler diyeceksiniz?

YANIT 6 : Kurban Bayramı öncesi Brezilya’dan satın alınan binlerce büyükbaş hayvanın nasıl Şarbon olduğu açığa kavuşmadı. Tarım Orman Bakanı Pakdemirli, Türkiye’deki meralardan bulaştığını söyledi. Türk Veteriner Hekimler Birliği, ithal hayvanların veteriner muayenesinin son 6 aydır yaptırılmadığını belirtti. Halkın doğruları öğrenme hakkı gasp edildi, bilgi kirliliği yaratıldı, kara propaganda ortamı doğdu ve halk yersiz paniğe itildi. Ancak saydam, bilimsel, yandaş şirketlerin – sermayenin bağsız koşulsuz savunucusu olmayan bir siyasal iktidar ile
bu sorunlar önlenebilir ve gerçekler öğrenilebilirdi..

ABD Sağlık Bakanlığında “Surgeon General” adlı bir yetkili tanımlanmıştır. Bu kişi,
Sağlık Bakanlığı adına kamuoyuna açıklama yapmaya tek yetkilidir. Geleneksel olarak
Sağlık Bakanları bile konuşmaz, sözcülüğü bu kişiye – makama, kurumsallaştırılmış birime bırakırlar. “Surgeon General” kamuoyuna gereksinim duyulan açıklamayı zamanında ve saydamlıkla yapar, bilgileri iletir, herkes O’na kulak kabartır ve O son derece güvenilirdir,
hep bilimsel doğruları söyler. Böylelikle kamuoyu bilgi edinme hakkını doğru ve yeterli biçimde, zamanında kullanır; fısıltı gazetesi, şehir efsaneleri, fırsatçılar, algı yönetimi, istismar, yönlendirici (manüplatif) propaganda… engellenir.

Gerekli olan Demokrasi ve Hukuk Devleti; ikisi de ülkemizde yok ne acı ki!
Ve bedeli soyut, kağıt üstünde.. değil; somut! Sağlığından olmak hatta ölmek!

Soru 7 : Sağlık hizmetlerinin planlanmasında, kaynakların kullanılmasında topluma
en çok zarar veren sorunlar dikkate alınmalıdır. Böylece, halk sağlığının gelişmesine daha anlamlı katkı sağlanabilir deniliyor. Bu planlamayı kimler nasıl yapmalı?
Bu soruyu sormamın nedeni, ülkemizde yetki karmaşası var. Bazı yetkililer,
yetkili olmadıkları alanda görevlendirilebiliyor.

YANIT 7 : Her ülkenin bir Ulusal Planlama Kurumu olmalıdır. 27 Mayıs Devrimcileri ülkemize bir de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) armağan etmişti (Eylül 1960’ta 91 sayılı yasa ile). 1980’lerde başlayan, Sovyetlerin yıkılması ile 1990 sonrası iyice hızlanan sözde neo-liberal, gerçekte yabanıl (vahşi) kapitalist küreselleşme = yeni emperyalizm ideolojisi Devleti,
hele kamusal planlamayı engel gördüğünden, bu kurumların dışlanmasını ve IMF – DB – DTÖ güdümünde sözde serbest piyasacılığı ve kuralsızlaştırmayı (de-regülasyon) dayattı.
Türkiye 1963’te DPT öncülüğünde planlı kalkınma döneminde önemli başarılar sağladı.
AKP iktidarının 08.06.2011 tarihli Bakanlıkları yeniden düzenleyen Kanun Hükmünde Kararnamesi ile DPT kapatılarak Kalkınma Bakanlığına dönüştürüldü.

Ulusal Planların bütünlük içinde olması zorunludur. Bu bakımdan Sağlık Planları 5 Yıllık Kalkınma Planlarının bütüncül – ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Kuşkusuz Planlama süreci, planlama uzmanları öncülüğünde alanın uzmanları ile birlikte çok sektörlü ve halkın da mutlaka katılımı ile yürütülmelidir. KüreselleşTİRme = yeni emperyalizm kuşatması ile kamu – devlet tasfiye edilerek yeri “kapitokrasi – şirketokrasi” ye bırakıldığından, uzmanlaşmış bürokrasi planlama ve hizmet üretimi süreçlerinden dışlanmaktadır.

Dolayısıyla kamusal planlama, devlet öncülüğünde karma ekonomi, devlet memurluğunda liyakat / yaraşırlık, meritokrasi) tu kaka sayılmaktadır. Kamu sektörü, doğrudan AKP’li CB Erdoğan tarafından “anonim şirket gibi yönetilmek” istenmektedir. Bu aşamada kaçınılmaz olarak nepotizm hastalığı Devlete bulaşarak liyakati bütünüyle dışlamakta, ağır yozlaşma başlamaktadır. Bu bakımdan, Kalkınma Bakanlığı, DPT işlevi – coşkusu ile 5 yıllık kalkınma planları (+ yıllık programlar) üreterek Türkiye’nin hızla kalkınmasından çok, özelleştirme süreçlerini planlamaktadır!

Çok sayıda yabancı danışman, yurtsever ve yetkin (liyakatli – yaraşır – merit) kamu görevlisini dışlamıştır. “Chicago boys” ideolojisi ile belli yabancı okullarda eğitim alanlar, devlet memurluğu gelenekleri çiğnenerek kamuya sözleşmeli alınmakta ve Türk Kamu Yönetimi (Mülkiye) DNA’sına dek değiştirilmektedir hatta değiştirilmiş ve bu süreç 9 Temmuz 2018 günü, ucube Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile tamamlanmış görünmektedir. (Bkz. Genetiği Değiştirilmiş Kamu Yönetimi – GDKY ve / veya Genetiği Değiştirilmiş Mülki İdare – GDMİ, 31.08.2018, http://ahmetsaltik.net/2018/08/31/icisleri-bakanliginin-kurulus-gorevleri-birim-baskanliklari-ve-vali-atamalarina-iliskin-degisiklikler/)

  • Her şey ama her şey, iğneden ipliğe “TEK ADAM” a ağlanmıştır.

Böylesi çağ dışı ve anormal bir rejimde genelgeçer siyaset bilimi kavram, kural ve kurumlarıyla akıl yürütmek, öngörü üretmek olan dışıdır.

Sorunuzun yanıtı olarak,

  • Türkiye’nin bu sürdürülemez “AKP Fetret Devri” nden bir an önce çıkması – çıkarılmasının kaçınılmaz olduğunu da vurgulamalıyım.

Soru 8 : Şarbon hastalığına yol açan bakterinin dayanıklı bir bakteri olduğu hatta biyolojik silah olarak da kullanıldığı söyleniyor. Son zamanlarda pek çok yayınlar çıktı ama okurlarımızı bir kez daha bilgilendirelim diyorum. İlk belirtileri nelerdir insanlara nasıl bulaşıyor, hangi süreçte tedavisi mümkündür, kısa bir özet yapar mısınız?

Yanıt 8 : Şarbon, insan ve hayvanlarda bilinen en eski hastalıklardan biridir ve gerçekte ot yiyen (herbivor) hayvanların hastalığıdır. İnsanlara hasta hayvanlardan geçer. Bu hastalıklara Zoonoz denir ve sayıları 200 dolayındadır. Öte yandan Şarbon; veba, kolera, çiçek gibi kıtalararası salgın yaparak grip gibi kitlesel ölümlere neden olmamıştır. Yukarıda da adlandırdığımız üzere etkeni bir bakteridir; Bacillus anthracis. Bu etkenin canlı hayvan dokularında bulunan vejetatif biçimi, doğada oksijenli ortamda “sporlu” biçime dönüşür. Sporlanmış etken, vejetatif olandan farklı olarak, sıcak – soğuk, UV, kuruluk, yüksek ve düşük pH, dezenfektanlara.. son derece dirençlidir. Bu sporlar tıbbi uygulamada otoklavda 120° C’de, 2-3 atmosfer basıncında 15-20 dakikada ölür.

Dolayısıyla basınçlı (düdüklü!) tencerede pişirilen etler bakımından bir sorun kalmaz.
Klasik tencerede ise sıcaklık, ne denli kaynatılırsa kaynatılsın 100° C’ı aş(a)mayacağından, burada pişirme süresi öne çıkar; iyi pişirmek gerekir.

Fırın ve kuru ya da yağlı ızgarada 170-180°C çok aşılacağından, eti yakmadan
iyi pişirme ile gene sporlu şarbon basilleri ölür ve bulaşma olmaz.

  • Çiğ et ürünleri kesinlikle yenmemeli ve çıplak elle dokunulmamalıdır.
    Eldiven giymeli, et doğranan tahta, bıçak, bu eldiven.. sıcak su ve sabunla iyice yıkanmalıdır.
  • Et ve ürünlerini iyi pişirmek korunmak için yeterlidir.

Şarbon basilinin hasta hayvanın sütüne doğrudan geçtiği gösterilememiştir.

Ancak süt, çapraz kirlenme ile kirli doku, süt sağan eller, bulaşlı eldiven, kaplar.. ile kirlenebilir.
Ayrıca çok sayıda başka hastalık sütle hayvanlardan ve çevreden insanlara geçebilir.
Bu bakımdan, şarbon olsun olmasın, çiğ süt mutlaka 5-10 dakika iyice kaynatılarak ya da
en iyisi pastörize edilmiş olarak tüketilmelidir. Yeni teknoloji ultra pastörizasyon ile
birkaç atmosfer (ATU) basınç altında, 1 mm kalınlığında laminer süt katmanına 140°C
ısıl işlem birkaç saniye uygulanarak tam hijyen sağlanır. Peynir, tereyağı, dondurma gibi
süt ürünlerinin de mutlaka pastörize edilmiş sütten yapılması zorunludur.

Biyolojik silah olarak şarbon basilinin sporlu biçiminin toz halinde (liyofilize) zarf içinde insanlara yollandığı, 11 Eylül 2011’de İkiz Kule saldırısından sonra ABD’de görülmüştür.
Ancak bu tozların sağlam deriden geçmesi söz konusu değildir. Yutulmaz ve solunmaz ise hastalık oluşmaz. Bu dönemde ABD’de yaratılan panik ile 125 milyon kutu “siprofloksasin” adlı antibiyotik koruyucu amaçla satılmış ve bir ölçüde kullanılmış, eczane raflarından
evlerin ilaç dolaplarına taşınmıştır. Üretici firmanın stokları yarıya indirilmiş,
muazzam ölçekte ahlaksız bir yönlendirme (manüplasyon) ile ilaç kitlesel pazarlanmıştır. Savaşta uçaklardan bomba olarak atılabilir ancak Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmelerine
ve İnsan Hakları hukukuna bütünüyle aykırıdır.

Hastalık sıklıkla deri şarbonudur. Halk arasında kara kabarcık ya da çoban çıbanı olarak bilinir. Özellikle önkolda, ellerde yerleşir. Kuşku durumunda hekime başvurmak gerekir. Laboratuvar tanısı, bu çıbanlardan alınacak sıvı ya da kan kültüründe basilin üretilmesi ile kesin olarak 1-2 gün içinde konur. Deri şarbonunun sağaltımı (tedavisi) kolay, uygun antibiyotik ve bakım ile kısa ve başarılıdır. İnsandan insana geçiş çok zordur, hastanede ayrı oda gerekmez.

Soru 9 :  Ender rastlanmasına karşın, solunum sistemi ve barsak şarbonunun ise tedavisi zor deniliyor. Geç tedavi mi iyileştirmeyi zorluyor yoksa bu konuda henüz etkin bir tedavi yöntemi mi yok?

YANIT 9 : Sağaltıma geç başlanması ciddi bir risk kaynağı. Ancak gene de sindirim sistemi
ve solunum sistemi şarbonu deri şarbonuna göre çok daha ağır gidiyor. Ölüm oranları
yabana atılamaz. Erken başvuru ve uygun sağaltım başarı şansını çok artıracaktır.

Soru 10 : Cumhuriyet tarihimizde insan sağlığını tehdit eden salgınların önlenmesinde örnek olacak mücadelelere rastlıyoruz. Sıtma mücadelesi, tüberküloz hastalığına karşı gösterilen topyekün mücadele.. Toplum hekimliğimize verilen tarihi önemi dile getirir misiniz?

YANIT 10 : Sayın Amuran, bu çok güzel bir soru.. Ancak yanıtını kısa vermek güç.
Belki SOSYAL TIP konusunu ayrı bir söyleşi konusu yapmak gerek. Türkiye’de HALK SAĞLIĞI HİZMETLERİNİ – SOSYAL TIBBI Mustafa Kemal ATATÜRK ile başlatmak gerek. Ülke işgal altında iken ilk Meclis, 3 Mayıs 1920’de, toplanmasının 11. gününde kabul ettiği 3 sayılı yasa ile Sağlık Bakanlığını kurmuştur (Osmanlıda İçişleri Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük idi).

Çünkü Mustafa Kemal Paşa,

  • Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde durulacak ulusal sorunumuzdur. Çünkü Cumhuriyet; düşünsel, bilimsel ve bedensel bakımdan güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister.” inancındaydı.

Bu felsefe ile, bulaşıcı hastalıklardan yok olma eşiğindeki Anadolu insanı için benzersiz Kurtuluş Ulusal Savaşımıza ek olarak dünyada örneği görülmemiş bir de SAĞLIK SAVAŞI verildi ve başarıldı. Bu ayrı bir destan ve armağandır Türk ve dünya insanına.
Sağlık hizmetleri için Atatürk’ün çizdiği eksen;

  • Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi, halkın sağlığı ve sağlamlığıdır.” oldu.

27 Mayıs Devrimi döneminde Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığına getirilen Dr. H. Nusret Fişek, kalpaksız bir kuvayı milliyeci olarak şu görüşte idi :

–        “Devrimcilik; değişen toplumsal koşulların doğurduğu gereksinimleri karşılamak için, geleneksel uygulamaları bırakarak hizmetlere yeni bir yön vermektir.”

–        “5 Ocak 1961’de kabul edilen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası bir atılım, Atatürk’ün izinde bir devrimdir.”

Prof. Dr. H. Nusret FİŞEK daha sonra Türkiye’de çağcıl (modern) Halk Sağlığı Bilimlerinin kurucusu olmuştur Hacettepe Tıp Fakültesinde (1965-1982).

Biz, bu eşsiz Halk Sağlığı savaşçısı bilge hekimin öğrencisi ve asistanı olma onuruna eriştik.

Ne var ki, ülkemizde 12 Eylül 1980 gerici darbesi ile birlikte, giderek artan bir hızla sosyal tıbbın yıkılarak yerine piyasacı – özelleştirmeci – paran kadar sağlık diyen – çağdışı hacamat / sülük / kupayı… halka reva gören ve SGK’ya bedelini ödeten – sağlıkta dönüşüm maskesiyle kökü dışarıda güdümlü politikalarla sosyal tıbbı ayaklar altına alan ve şehir hastaneleri talanını halka dayatan vahşi kapitalist sağlık piyasasının yürek yakan acısına da tanık olduk.
(Bkz. Şehir Hastaneleri Talanı söyleşisi, Amuran – Saltık, ODATV;

https://odatv.com/asil-olan-aclik-grevi-yapan-insanlarla-empati-kurmaktir-0907171200.html)

  • Türkiye’nin yeniden ayağa kalkmasında Sağlık hizmetlerinin stratejik bir önemi vardır.
  • Sağlıklı ve eğitilmiş insangücü, sosyoekonomik kalkınmanın motorudur ve bu hizmetler
    halka bir lütuf değil, kalkınmada en temel itici güçtür.

Soru 11 : Genel bir deyiş vardır; tedaviye harcanacak para, hastalığı önlemek için harcanacak paradan çok daha fazladır. Bu çerçeveden bakarsak ekonomik ve sosyal açıdan bugün devletin toplum hekimliğine bakış açısı nedir, ne olmalıdır?

YANIT 11 : Yukarıda da değindiğimiz üzere, AKP iktidarı hiçbir alanda yerli ve milli olmadığı gibi, sağlık politikası da tümü ile IMF – DB güdümlü SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM, İngilizce adıyla “Health Transformation” dur. Bu politika, AKP’nin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçiminden hemen sonra Haziran 2003’te başlatılmıştır. Hedef, devleti – kamuyu sağlık sektöründe de olabildiğince geri çekmek ve serbest piyasanın acımasız işleyişiyle giderek özelleştirmektir. Günümüzde özel sağlık sektörü kamusal teşviklerle özellikle büyütülmüş, hastane sayısı 600’e (toplam 1530 dolayında hastanemiz var) ve yatak sayısı 50 bine (toplam 220 bin dolayında yatağımız var) erişmiştir.

SGK’nın sağlık giderleri onlarca milyar TL’dir ve bu kurum 2017 sonunda yirmi milyar TL’yi aşkın açık vermiş, merkezi yönetim bütçesinden aktarım (transfer) ile açık kapatılmıştır.
SGK açıkları, kurulduğu 2008’den bu yana artarak sürmekte ve bütçe açığına, borçlanmaya hatta cari açığa neden olmaktadır. 2018 bütçesinde SGK’ya 130 milyar TL’yi aşkın aktarım öngörülmüştür (2018 SGK bütçesi 312 milyar TL!). TÜİK %5 dolayında verse de TEPAV ve YASED (Yabancı Sermaye Derneği) Türkiye’de sağlık giderlerinin ulusal gelirin %10’una ve
kişi başına bin Dolara eriştiğini raporlamaktadır. Türkiye geçtiğimiz yıl kabaca 80 milyar $ sağlık harcaması yapmıştır ama pek çok sağlık düzeyi göstergesi hala Dünya ülkeleri sıralamasında 90-100 arasındadır.

Açıkça, sağlık sektöründe çok VERİMSİZ kaynak kullanılmaktadır. Niçin ??

  • Bu muazzam ulusal servetin nerelere gittiği mut-la-ka sorgulanmalıdır.

Soru 12: Toplumda oluşan bir tedirginlik var. Sözgelimi ekonomik kriz nedeniyle bir kısım tüketici kimi besinleri alamıyor ama alabilecek gücü olanlar da almaktan çekiniyor. Et ürünlerini satan esnaf sıkıntıda. Gıda güvenliği açısından okurlara neler tavsiye edeceksiniz? Nelere özen göstermeleri gerekir?

YANIT 12 : Yukarıda da açıklamaya çalıştık;

Çiğ et ürünleri kesinlikle yenmemeli ve çıplak elle dokunulmamalıdır.
Eldiven giymeli, et doğranan tahta, bıçak, bu eldiven.. sıcak su ve sabunla iyice yıkanmalıdır.

  • Et ve ürünlerini iyi pişirmek korunmak için yeterlidir.

Kırmızı et ve ürünleri özellikle büyüme – gelişme çağındaki bebek ve çocuklar, gençler, sporcular, yaşlılar, hastalar ve iyileşmekte olanlar, gebeler için vazgeçilmezdir. Kimi yerine konamaz (esansiyel) amino asitler salt kırmızı ette vardır ve bunları insan bedeni üretemediği (sentezleyemediği) gibi, başka besinlerden alınması da olanaksızdır. Beyaz et ya da balık ile bu açık kapatılamaz. Bu bakımdan, yersiz çekince yanlıştır. Yineleyelim;

  • Et ve ürünlerini iyi pişirmek korunmak için yeterlidir.

Süt ve ürünleri ise, yukarıda ayrıntılı açıkladığımız üzere, şarbon olsun olmasın her durumda pastörize edilerek tüketilmelidir. Peynir, yoğurt, dondurma, tereyağı.. vd. yapmak için de sokak sütü ise iyice kaynatılmak zorundadır. İdeal olan pastörizasyondur.

Yineleyelim, şarbonlu hayvanların sütlerine şarbon basili doğrudan geçmemektedir.

Süt dolaylı kirlenebilir bu ve daha pek çok mikroorganizma ile ve hızla çoğalır.

Beyaz et ya da balıklar işe şarbon bulaşı gösterilememiştir, risk yoktur.

Hayvanların bakımı, büyütülmesi, beslenmesi, aşıları, hastalıkları, meraları, otlak ve yaylakları, suları… kesimi mutlaka veteriner hekim gözetiminde olmalıdır. Ülkemizde büyük gıda endüstrisinde uluslararası HACCP standartları titizlikle uygulanmaktadır
ve sorunlar büyük ölçüde aşılmıştır. Ancak gıda sektöründe KOBİ’ler çok yaygındır.
Buraların desteklenerek ölçek büyütülmesi sağlanmalıdır.

  • Üretici ve tüketici kooperatifleri bu bakımdan yaşamsal önemdedir.
  • Sektörde tekelleşmeyi önlemek için kamusal düzenlemeler öne çıkarılmalıdır.

Hayvancılık politikalarını Türkiye baştan sona gözden geçirmeli ve kamu öncülüğünde ulusal politikalar izlenmelidir. Yerli üretim artırılmalı, dışalım durdurulmalıdır. Meralar ıslah edilmeli, çoğaltılmalı ve hijyeni sağlanmalıdır. Kars ve yöresi meralarının değil Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’yu besleyecek büyükbaş hayvan yetiştiriciliğine elverişli olduğunu uzmanlar vurgulamaktadır.

Soru 13: Bir bilim adamı olarak yetkililerin hangi önlemlerinde daha duyarlı, daha dikkatli olmaları gerekiyor?

Teşekkürler.

YANIT 13 : Bilkent Üniversitesi İktisat bölümünden Prof. Yeldan, daha 3. yılında AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm masalını çok net olarak teşhir etmişti. 13-14 yıl önce yazılanlar günümüzün çok ağır yıkımını da öngörüyor! (Cumhuriyet, 12.01.2005)

  • Türkiye, uluslararası işbölümünde yüksek borçlu bir ülke olarak gözükmekte ve öncelikle borçlarının çevrilmesi görevi yükümlülüğüyle, IMF ve ulusal ve uluslararası finans sermayesi tarafından denetim altında tutulmaktadır.
  • Öte yandan 2003 ve 2004 Türkiye’sinde çok yüksek tempolu büyüme ve kamu sektöründe ulaşılan faiz dışı fazla (FDF) bütçe hedeflerine karşın, borç yükünün azaltılamadığı gözükmektedir. Kamu harcamalarındaki kesintilerin ve vergi gelirlerinin de sınırına gelinmiş olduğu izlenmektedir.
  • Dolayısıyla, Sağlıkta Dönüşüm Programı özünde, gerek IMF’ye gerekse ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerine aktarılacak yeni kaynak arayışı içinde olan tarikatlar koalisyonu AKP’nin kısa dönemde gerçekleştirmeye çabaladığı bir rant aktarımı (AS: aklımız duruyor!) ve güven tazeleme operasyonu olarak değerlendirilmelidir.
  • Türk ekonomisi, yabancıların hizmetçisi olmuştur.

Kurban bayramlarında Türkiye’de 1-4 gün içinde 4 milyona yakın hayvan kesilmektedir.
Bu çevresel açıdan kaldırılamayacak çok ağır bir yüktür ve ciddi sağlık riskleri içerir.
Hele 1. ve 2. günler çok yoğundur. Hiç olmazsa 4 güne yayılabilir. Kesimin gelişigüzel yerlerde değil, lisanslı kesimevlerinde (mezbaha) eğitilmiş kasaplarla ve mutlaka veteriner hekim izniyle yapılması sağlanmalıdır.

Türkiye ağır borçlu iken dışarıdan kurbanlık hayvan ithali İslam kurallarıyla ne ölçüde örtüşüyor?

  • Diyanet, İlahiyat Fakülteleri.. namuslu ve bilimsel açıklamalar yapmalıdır halka.

Kurban, Hacca giden ve maddi durumu elveren insanlar için öngörülmüştür.
Dolayısıyla günümüzde bir hayır işleme olarak anlaşılabilir. Kızılay’a, Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’na, ADD, ÇYDD gibi başkaca kamu yararına çalışan dernek ve vakıflara kesimsiz bağış, burs gibi güncel biçimlere dönüştürülebilir.

Her kurban bayramı öncesinde ülkemizde derin dondurucu reklam ve satışlarının patlaması çok rahatsızlık yaratan ve sorgulanması gereken ciddi bir ahlaki sorun olarak önümüzdedir. Bununla yüzleşilmelidir.

Sonuç olarak;
Yaşadıklarımız, emperyalizmin güdümünde dinci – uydu politikaları yaşamın her alanında egemen kılmanın doğurduğu kaçınılmaz yozlaşmanın türevleridir. Kurtuluş bütüncül olacaktır ve

  • Türkiye, kuruluşundaki Cumhuriyetin temel değerlerine – kodlarına hızla dönmek zorundadır.
  • Halkçı, Ulusalcı, Devletçi, Cumhuriyetçi, Laik ve Devrimci bir Türkiye..

Tüm sorunların çözümünün sınanmış ve başarılı olduğu görülmüş bu eşsiz Aydınlanmacı yörüngeye yeniden girmek zorundayız.

  • Kamu öncülüğünde karma ekonomi ve sosyal devlettir çare.

Ama her şeyden önce, ülkemizin – insanımızın içine sürüklendiği ahlaki sefaletten kurtarılması geliyor. Bu da yukarıdaki 2 temel önermeye bağlı.

Ben de size ve ODATV’ye bu söyleşi olanağını sağladığınız için teşekkür ederim.
*****

TOBB Başkanı : Davalarda haksız çıkıyorduk…

[Haber görseli]

TOBB başkanı ‘engel kaldırmış’:
Davalarda haksız çıkıyorduk…

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Beşinci kez Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) başkanı seçilen Rifat Hisarcıklıoğlu
“İş ve yatırım ortamı önündeki engelleri tespit edip hükümetimizle birlikte kaldırdık.” dedi.

2001’den bu yana TOBB Başkanlığını sürdüren Hisarcıklıoğlu, TOBB 74’üncü Genel Kurul konuşmasında istihdam maliyetlerinin düşürülmesini ve

  • iş sağlığı ve güvenliği mevzuatının işveren lehine değiştirilmesini sağladıklarından

söz ederek;

“Büyük sıkıntı yaşadığımız bir başka alan, yargı sistemiydi. Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda işveren %99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık. Aylar, hatta yıllar süren davalar, artık günler-haftalar içinde çözülüyor. Bu vesileyle, bizlere her zaman destek olan sayın cumhurbaşkanımıza, başbakanımıza, bakanlarımıza ve Meclis’imize, bizimle birlikte çalışan, emek veren bürokratlarımıza, camiamız adına teşekkür ediyorum.” dedi.

‘Zorlaştırmayın, kolaylaştırın’

TOBB başkanı şöyle konuştu: “Kültürümüzde güzel bir söz var: ‘Zorlaştırmayın, kolaylaştırın.’
Biz de iş ve yatırım ortamı önündeki engelleri tespit edip, hükümetimizle birlikte kaldırdık.

  • En çok şikâyet ettiğimiz konu olan, istihdam maliyetlerinin düşürülmesini sağladık.
  • İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı, KOBİ’lerimize büyük yükler getiriyordu, bunları kaldırttık.

Mesleki yeterlilik konusunda da hemen inisiyatif aldık. 81 ilde üyelerimize tehlikeli mesleklerde sınav ve belgelendirme hizmeti verdik.”

Arabuluculuk koşulu

‘Dava şartı olarak arabuluculuk’ kurumunu da ilk kez uygulamaya koyan kanuna göre, düzenlemede yer alan uyuşmazlıklarda dava açmadan önce arabulucuya başvurulması zorunlu kılınıyor. Bu kapsamda yasaya veya bireysel ya da toplu iş sözleşmesine dayanan işçi, işveren alacağı, tazminatı ve işe iade istemiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulması dava koşulu olarak aranacak. Arabulucuya başvurma zorunluluğu için alacak veya tazminat isteminin iş ilişkisinden kaynaklanması gerekecek.

İşçi kıdem, ihbar gibi tazminat ve fazla mesai, yıllık izin gibi ücret; işveren de alacak ve tazminat kalemleri için dava açmadan önce arabulucuya başvuracak.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/977131/TOBB_baskani__engel_kaldirmis___Davalarda_haksiz_cikiyorduk….html 17.5.18 -17.5.18, Cumhuriyet

================================================
Dostlar,

YEREL – KÜRESEL SERMAYENİN EMEK DÜŞMANLIĞI AYNI İLKELLİĞİYLE SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ??

Bu bağlamda yazılıp söylenecek öyle çok şey var ki..
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, ülkemizde öteden beri tartışılan İŞ KAZALARI – MESLEK HASTALIKLARI sorununa çözüm için adeta tepkisel olarak çıkarıldı. 30 Haziran 2012’de aşamalı olarak yürürlüğe kondu. Tüm çalışanlara düzenli iş sağlığı – güvenliği eğitimleri başlatıldı….

Sanayiden ya da değil tüm işyerlerinde ilke olarak İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİ / ÇALIŞAN SAĞLIĞI BİRİMLERİ oluşturulması hedeflendi. Kamu işyerleri de içinde olmak üzere. Ne var ki bu hüküm 3 kez ertelendi ve 2020 yılına ötelendi. Kurallar epey gevşetildi işveren yararına.. Dolayısıyla İş Sağlığı Güvenliği göstergelerimiz perişan!

Meslek hastalıklarına tanı konamıyor.. Örtük – saklanan salgın sürüyor.. En son 2016 verisiyle 597 meslek hastalığı tanısı elde. Oysa 29 milyonu bulan resmi istihdam için, uluslararası yazına (literatüre) göre yıllık en az binde 4 insidens (yeni tanı) hızı ile 116 bin meslek hastalığı tanısı konması bekleniyor!

İkinci temel gösterge İŞ KAZALARI.. Çalışma ve SG Bakanlığı ile gönüllü kuruluş İş Sağlığı – Güvenliği Meclisi (www.guvenlicalisma.org) farklı rakamlar veriyor. Doğallıkla anlaşılabileceği gibi Bakanlık hep “çok eksik” saptama yapıyor!? Adı geçen Meclis’in 2017 sonu verisi 2006 İŞ CİNAYETİ’dir! AKP’li 15,5 yılda 21 022 iş cinayeti!

  • Emekçiler, ağır “bildik” sömürüye ek olarak, devr-i post-modernitede (KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm çağında) sermayeye KAN ve CAN VERGİSİ ödemektedir! Çıplak gerçek bu-dur!

TOBB başkanı, “sermaye sınıfı” temsilcisi olarak “işini yapmakta“. Yüzünde gülücükler esiyor..
Ne var ki, emek örgütleri ülkemizde bölük – pörçüktür. Kayıt dışı istihdam en iyimser 1/3 düzeyinde iken, kayıt içi çalışanların yaklaşık %12’si sendikalıdır. TÜRK-İŞ, DİSK‘e ek olarak AKP döneminde HAK-İŞ‘in hormonlu olarak büyütüldüğü bildirilmektedir.. Gene de bu %12’nin yaklaşık yarısı toplu sözleşme yetkisi olan sendika üyeleridir. Bir başka anlatımla, 21. yy.’ın şafağında Türkiye’de emekçilerin (salt 4857 sayılı İş Yasası kapsamında olanlar!) %94-95’i emeklerinin karşılığını işverenle toplu pazarlığa, greve konu edinme olanağından yoksundur. Oysa işveren yüksek oranda ve monoblok, kaya gibi örgütlüdür; TİSK! Ayrıca, bay Hisarcıklıoğlu’nun 17 yıldır başkan olarak kazık çaktığı TOBB…

Türkiye işvereni, küresel sermaye ve taşeron siyasal iktidarlar elbirliği (ittifakı) ile yabanıl (vahşi) ve hızlı özelleştirmelerle ülkemizde geldiği yer, sağladığı “başarı” (!) ile övünebilir!

  • Çalışanların kan ve can vergisi ile EN ÇOK (MAKSİMUM) KÂR ve
    SERMAYE BİRİKİMİ’ne devam öyle mi?!

Sürdürülebilir mi? Hiç sanmıyoruz.. Maksimum kâr, yerini yeni bir uzlaşma ile “makul (reasonable) kâr” a bırakmak zorundadır.. 1760’lardan bu yana (1. Sanayi Devrimi) benzer birçok kırılma, dönüşüm örnekleri belleklerde ve tarihte kayıtlıdır.

İktidar ise iş cinayetlerini “.. bu işin fıtratında var..” diyerek en ilkel biçimde kabul ettirme, hatta meşrulaştırma çabasındadır. Başlıbaşına bu ilkel tutum, ülkemizdeki emekçi cinayetlerinin temel nedenidir! Oysa UN-ILO (Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü) verilerine göre

  • Meslek hastalıkları %100, iş kazaları ise en az %98 önlenebilir niteliktedir. 

Üstelik üretim maliyetlerinin %5’ini aşmayan harcamayla.
Üstelik, iş sağlığı – güvenliği giderlerinin işverence vergiden düşülmesi olanaklıyken..

Gerçekte ise işveren, söz konusu %5 maliyeti bütünüyle topluma yansıtmakta; ulusal kaynaklar verimsiz ve insancıl olmayan biçimde israf edilmektedir.

İş mahkemelerinin kuruluş, görev, yetki ve yargılama usulünü düzenleyen 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 25.10.2017 günlü ve 30221 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. 01 Ocak 2018’de yürürlüğe giren İş Mahkemeleri Yasasının 3. maddesi ile yasaya veya bireysel ya da toplu iş sözleşmesine dayanan işçi, işveren alacağı, tazminatı ve işe iade istemiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulması dava koşulu olarak aranacaktır.

Öte yandan, ZORUNLU ARABULUCULUK dayatması Anayasaya açıkça aykırıdır!

İş uyuşmazlıklarında dava şartı olarak arabuluculuk, Anayasa’nın 2., 36. ve 49. maddelerine aykırıdır.

Hak arama hürriyeti
Madde 36 – Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

TOBB’un uzatmalı başkanı açıkça itiraf ediyor; iş davaları mahkemelerde %99 aleyhimize çıkıyor ve uzuyordu ama zorunlu arabuluculukla hem lehimize biti(rili)yor hem de tez elden sonuçlanıyor. 1 taşla 2 kuş vurmuş oluyor TOBB üyesi işverenler. Mahkemelerde yargıçları pek etkileyemediklerinden, arabulucuyu yönlendirmek daha kolaylarına geliyor. Olan emekçiye oluyor. Anayasal hakkı olan mahkemeler önünde hak arama özgürlüğü dolaylı olarak gasp edilmiş oluyor. TOBB başkanı, emekçilerden esirgenen – çalınan bu anayasal hak için iktidara teşekkür etmekte. Bizim yurdumuzun emekçisi iktidarın kendinden yana değil, sermayeden yana tutumlarını görebiliyor mu acaba?

Öte yandan, görülecek iş davalarında zorunlu arabuluculuk düzenlemesinin bir biçimde Anayasa Mahkemesi önüne götürülmesi yerinde olacaktır.. (götürülüp – götürülmediğini, sonucu bilmiyoruz??)

Ne yazık ki sermaye, günümüzde küresel ortaklıklarıyla dünden çok daha azgındır.
Siyasal iktidarları ciddi biçimde çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir.
Ancak 21. yy. insanını “dün” olduğu gibi sürgit ve vahşetle sömürmek artık olanaksızdır.

Sevgi ve saygı ile. 17 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Küresel direniş mi milli direniş mi?

Küresel direniş mi milli direniş mi?

Yıldırım Koç

Yıldırım Koç
Aydınlık Gazetesi, 1 Mayıs 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1 Mayıs yaklaştıkça işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadelesi konusundaki yazılar arttı. Bu arada sık sık gündeme getirilen bir slogan da, “küresel saldırıya karşı küresel direniş.”

Benim de içinde yer aldığım çok büyük bir kesim, “emperyalizme karşı milli direniş” diyor.

Hangisi doğru? Gerçekler hangisinin günümüzde geçerli olduğunu gösteriyor?

KÜRESEL SALDIRI KİMDEN?

Bu sloganı temel politika belgesi olarak kullananlar, küresel saldırıdan ağırlıklı olarak emperyalizmi değil, ulusötesi şirketlerin faaliyetlerini anlıyorlar. Sermaye, çağımızda ulusötesi bir nitelik kazandı. Ulusötesi şirketlerin kimilerinin yıllık ciroları, Türkiye’nin bir yıllık ulusal gelirinin bile üstünde. Bu şirketler, 30-40 yıldır iletişim ve taşımacılık teknolojilerinde yaşanan büyük atılımlar sayesinde, üretimlerini ve satışlarını dünya ölçeğinde planlayabiliyor ve uygulayabiliyor. Bir ülkede işçilik maliyetleri yükseldiğinde, üretim birimlerini kolayca başka ülkelere kaydırabiliyor. Bu nedenle, ulusötesi şirketlerin bu politikası, hem gelişmiş kapitalist ülkelerdeki, hem de öbür ülkelerdeki işçilerin en önemli sorunlarına neden oluyor. İlk bakışta, ulusötesi şirketlere karşı gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçilerin çıkarlarıyla bizim gibi ülkelerdeki işçilerin çıkarları ortak gözüküyor. O zaman, küresel saldırıya karşı bütün ülkelerin işçilerinin birlikte davranması, ulusötesi şirketlere karşı ortak bir mücadele içine girmesi doğru gözüküyor.

Ancak bu politika özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerin işçileri açısından yararlı. Ulusötesi şirketler, kârlarını dünya ölçeğinde en üst düzeye çıkarabilmek için, üretim birimlerini, işgücü maliyetlerinin çok yükseldiği gelişmiş kapitalist ülkelerden Çin Halk Cumhuriyeti ve bizim gibi ülkelere kaydırdı. Geçmişte “dünyanın atelyeleri” gelişmiş kapitalist ülkelerdi. Halbuki günümüzde dünyada toplam imalat sanayii işçilerinin büyük bölümü artık Çin Halk Cumhuriyeti ve bizim gibi ülkelerde. Gelişmiş kapitalist ülkeler iyice parazitleşti. Buna bağlı olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerde nitelikli istihdam olanakları, vergi ve sosyal güvenlik primi gelirleri azaldı. Bu nedenle de gelişmiş kapitalist ülkelerin devletleri, fabrikaların başka ülkelere kaydırılmasını önlemek için, ulusötesi şirketlere karşı “küresel direniş” politikalarını benimsiyor. Böylece fabrikalar yeniden gelişmiş kapitalist ülkelere dönecek, istihdam olanakları artacak, vergi gelirleri ve sosyal güvenlik primleri yükselecek.

Bu nedenle, “küresel saldırıya karşı küresel direniş” sloganı, emperyalist devletlerin de sloganıdır. Bu sloganı kullananların emperyalizmden söz etmekten özenle kaçınmalarının nedeni de bu aldatmacadır.

EMPERYALİZME KARŞI MİLLİ DİRENİŞ

Daha önce birkaç kez yazdım ve artık tekrarlamaktan sıkılıyorum.

Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları, 19. yüzyılın 2. yarısından başlayarak devrimci kimliklerini yitirdiler. 19. yüzyılın ilk yarısında ve hatta ortalarında kapitalizmin mezar kazıcıları olan işçi sınıfları, sömürgecilikten ve ardından emperyalist sömürüden yararlandıkça, emperyalizmin ve kapitalizmin payandalarına dönüştürüldü. Günümüzde, bırakın enternasyonalizmi, işçi sınıflarının uluslararası düzeyde işbirliği ve dayanışması bile etkisizdir. Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları, aldatıldıkları için değil, kısa vadeli çıkarları bunu gerektirdiğinden, kendi ülkelerinin devletlerinin ve sermayedar sınıflarının politikalarını desteklemektedir.

Günümüzün doğru sloganı, “emperyalizme karşı milli direniş”tir, emperyalizm sözcüğünden çekinenlerin “küresel direniş”i değil.
======================================
Dostlar,

Biz, KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm denklemini kuruyoruz sürekli.
“Emperyalizm” sözcüğünden çekinen, onu ağzına almayan “küresel direnişçilerden” değiliz.
Tersine, O’nu = KüreselleşTİRilen emperyalizmi sorumlu tutuyoruz sürekli.
Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın çok büyük isabetle uyardığı üzere :

  • “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşımı (mücadeleyi) MESLEK edinmiş insanlarız..”tarihsel diyalektik uyarısı başlıca bilimsel eksenimiz, rotamız olmuştur.Üstelik, Türkçemizin üstün hünerinden yararlanarak araya koyduğumuz “TİR” hecesinin patenti de bize ait :

    Küreselleşme kendiliğinden olan (spontan) bir süreç değil; yapanı – edeni var! Ve o, Küreselleşen Emperyalizmin ta kendisi! Yıpranmış emperyalist – emperyalizm imajını Küreselleşme adı altında, sözüm ona post-modern bir terminolojik algı yönetimi ile sürdürmekte, sürdürmeye çabalamakta! Sanırız en çok 2-3 çeyreklik (50-75 yıl..) ömrü kaldı!
    ****

    KÜRESELLEŞME : İKİ YÜZE BİR MASKE
    (Prof. KALDONE G. NWEIHED, Venezuela’nın eski Ankara Büyükelçisi
    Çev. B.T. Gürel, Memleket Yayınları, ISBN: 978-9944-5435-1-4, 2006)

adlı kitaptan birkaç alıntı paylaşmak istiyoruz:

  • Küreselleşme adı verilen şeyin tarihsel gelişmenin kaçınılmaz olgusu değil, bir avuç dev tekeller topluluğunun politikası olduğu açığa çıktı. Sıradan politika, kendini evrensel ve kaçınılmaz olgu diye sunmuştu. Bu basit yolla insanlık, ateş denizinde mumdan gemilere dolduruldu.
  • Şimdi yeni, gerçek ve öncekilerden daha sağlam gemiler inşa etmek için çalışıyoruz.”
  • Başlangıçta buğulu cam ardına yerleşmiş bu şoförü seçmek belki güçtü; şimdilerdeyse
    buğu bir yana cam da ortadan kalkmıştır.
  • Burun buruna geldiklerimiz yatırımcılar’(!), ‘reformcular’, ‘yapısal uyarlamacılar’, (!) piyasalar’, ‘ulusötesi tekeller’dir.
  • Bunlar, azgelişmiş ülkelerin yöneticilerine “reformları” (!) gerçekleştirdikleri sürece ‘demokrat‘, bundan cayacak olurlarsa ‘diktatör – zorba‘ etiketleri dağıtanlardır. (Retorik tuzağa dikkat!)
  • İktisadi temelde PİYASACILIK ve siyasal düzlemde KÜRESELCİLİK, azgelişmiş ülkelerin iktisadi-siyasi istilası ve işgalidir. Buna karşılık memleketlerin yapabilecekleri şey açıktır:
  • İktisadi temelde PLANLAMACILIK
    ve siyasal düzlemde
    BAĞIMSIZLIK.

  • Bu, tekellerin ileri sürdükleri üzere ‘dünyadan kopma‘ ve ‘içe kapanma‘ değildir. Bu, emperyalizme karşı çıkma, sömürgeleşme sürecinden kopma ve dünyanın ¾’ünden daha büyük bir bölümünde yaşayan Güneyin İnsanları’na açılma demektir.

Sevgi ve saygı ile. 02 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı – AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

TÜRKİYE’DE KİMİN NE KADAR ÜYESİ VAR?

TÜRKİYE’DE
KİMİN NE KADAR ÜYESİ VAR?

R. Bülend Kırmacı
http://www.ticarihayat.com.tr/yazar/TURKIYE-DE-KIMIN-NE-KADAR-UYESI-VAR/1090, 27.12.2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Demokrasilerde yurttaşlık haklarından biri de herhangi bir partiye, derneğe, sendikaya izin almaksızın üye olmak ve dilediğinde ayrılabilmektir. “Üye” olmak bir tür aidiyet duygusu, bir düşünsel bağlılığın da anlatımıdır. Üye/yurttaş ile üye olunan yapı/süreç arasında bir akitleşme söz konusudur. Üye, tüzel kişiliğin içinde iradesini kurallara bağlar,
tüzel kişilik ise üyesinin üyelikten doğan haklarını korur.

Temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye
Temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye erişmede en geçerli koşullardan biri, daha çok sayıda yurttaşın, hayatın örgütlü alanlarında kendini tanımlayabilmesidir. Esasen bir ideal olarak “katılımcı demokrasi”, birer alt sistem olan parti, sendika, dernek yoluyla genel sistemin denetlenmesi açısından da çok işlevsel bir olgudur. Ne var ki, yöneten-yönetilen ilişkisi sistemin bütün bileşenlerinde karşımıza çıkar ve yönetimde-denetim ve gereğinde değişim; her şeyden önce bir eğitim ve bilinçlenme sorunu olarak belirir.

Asl’olan “aktif üyelik”
Gerçekte “üye” olmak ile iş bitmez! Asıl olan “aktif üyedir”. Yani “katıldım” demek yetmez; katkı sunmak, ‘sunabilmek’ ve ben de “varım” derken, erki elinde bulunduranın da, “bana karşı olsan da, iyi ki varsın!” diyebilmesi gerekir. Bu bir olgunluk sorunudur. Öyledir ama, demokrasisi kesintiye uğramış, eğitim düzeninde alt üst oluşlar yaşamış toplumlar açısından bu, biraz çetrefildir. Yine de eski Yunan felsefesi veya ‘Enternasyonalin’ 68 Avrupa’sını etkilemeden hemen öncesindeki “doğrudan demokrasi” kavramı gibi olmasa da, katılımcı demokrasi ve aktif üyelik kıvamına değğin “idealist” arayışlar vardır.
Örnek verelim: Bir yurttaşın vatandaşlık kimliğinin yanı sıra yaşamını ilgilendiren alanlarda üç-dört kuruma ait kimliğinin de bulunduğu İskandinav ülkeleri, bu anlamda, aktif üyeliğe ve katılımcı demokrasiye güzel birer örnek oluştururlar… Türkiye’mizde ise dernek, sendika, parti, spor kulübü üyeliği ekseninde çok farklı ‘oranlar’ vardır. Örneğin, 80 sonrası sendikalaşma oranı giderek düşerken (AS: %33’ten %12’lere!), siyasi parti üyeliği açısından genel nüfusa göre ‘azımsanmayacak’ veriler vardır.

12 milyon siyasi parti üyesi var
“95 siyasi partide 12 milyon üye!” Bu rakam 27 Ekim 2016’da bizzat Adalet Bakanımız tarafından açıklanmıştır.(1) Fakat ilginç olan sıfır üyesi bulunan partiler olduğu gibi, bu on iki milyon üyenin büyük çoğunluğu, 9 399 bin 633 ile AK Parti’de kayıtlıdır. CHP’nin 1 206 018, MHP’nin 440 169 ve HDP’nin 30 295 üyesi bulunmaktadır. Meclis’in dışından, Demokrat Parti 713 055 ve Saadet Partisi ise 225 364 üye ile dikkati çekmektedir.(2)
Fakat gerek iktidar partisindeki büyük oranlı yoğunlaşma (ülkemizdeki tüm parti üyelerinin neredeyse % 75’i) gerek bir türlü “demokratikleştirilemeyen” Siyasi Partiler Yasası (çağımızda tüm üyelerle değil delege marifetiyle yapılan seçimler) gibi olgular dikkate alındığında, toplumumuzun siyasete ‘aktif katılım’ açısından bu verilerle bile yeterli bir kıvam noktasına gelemediği anlaşılabilir.

Her 13 kişiden yalnızca 1 kişi sendikaya üye
Öte yandan, sendikalara üyelik hem iktisadi yaşamın dengesi hem de demokrasi açısından çok gerekli bir katılım yöntemidir. Hele ki, ekonomide bile demokrasiyi aradığımız bu devirde, sistemsel denge açısından da elzem sayılabilir. Yukarıda değindiğim gibi çeşitli nedenlerden dolayı sendikal katılım açısından ileri değil geriye gittiğimiz söylenebilir. Türkiye’deki toplam 13 milyon 38 bin işçiden, 1 milyon 499 bini sendika üyesi. (4) Bu da işçi örgütlenmesindeki geriye gidişin çok somut bir kanıtıdır. Bunun bir nedeni ve sonucu “kısır döngü” olarak tanımlanabilir. Mevcut sendikal yönetimlerin çoğu içtenlik testinden geçememekte, bu, katılımı örseleyen bir gerçeklik olarak belirmekte, sonuçta ihtiyaç duyulsa bile yönetimde değişim kolay kolay gerçekleşmemektedir. (AS: Sendikalı işçi oranı %12, toplu sözleşme yapabilenler %5!)

Memurların % 70’i “sendikalı”
2016 sonunda kamu görevlilerinden -başlıca sendikalar olan Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen ve KESK’e bağlı- sendikalara üye sayısı 1.756.934 kişidir.(3) Bakanlığın açıklamasına göre ülkemizde 2 milyon 452 bin memur olduğu düşünülürse memurların (%70) “sendikalılaşmaları”, azımsanmayacak bir orandadır. (AS: Toplu sözleşme ve grev hakkı olmayan örgüte sendika denemez..) Fakat gerçekte ve aktif katılım pratiğinde bu yapı/veri ilişkisi ne kadar işlevseldir, işte o, ayrı bir tartışma konusu olsa gerekir. (5)
Tüm bunlara karşılık yaşamın olağan akışında ve uygulamada tıpkı siyasal partilerde olduğu gibi sendikalarda da yönetimi eleştirmek hatta değiştirmek, çoklukla kolaylaştırılmış bir deneyime denk gelmemekte ve doğal bir demokratik istem (!) olarak okunmamaktadır.

“Turuncu” değil milli olan STK’lar
Katılım, aktif yurttaşlık bağlamında bir başka olgu/veri de, özellikle etkinliği 90’ların ikinci yarısında artan demokratik kitle örgütlerindeki üyeliklerdir.
Hemen bir ayraç açarak belirtmeliyim ki; burada, ülkelerin içişlerine karışmacı, kaynağı karanlık fonlarla finanse edilen ve daha çok “Turuncu (karşı) devrim” diye bilinen dinamikleri tetiklemeye teşne sivil toplum örgütlerini kast etmiyoruz.
Optiğimizde gerçekten ülkesine ve halkına ve o arada demokrasiye ve insanlığa bağlı ve saygılı demokratik kitle örgütleri vardır, onları, tanıyoruz ve tanımlıyoruz.. Ki, bizi ilgilendiren bu ikincisi, yani gücünü milletinden alan, kendi bayrağını selamlayan, milli iradenin üstünde güç tanımayan ve topluma yararlı faaliyet içinde bulunan demokratik kitle örgütleridir.

10 milyon kişi vakıf ve dernek üyesi
Fakat, veriler, birikimlidir (yığışımlı, kümülatif), “milli” olan ile olmayanı ayıramaz… Yine de bakalım: Demokratik kitle örgütlerinde bir araya gelme anlamında Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Dernekler Dairesi Başkanlığının web sitelerinde yayınlanan istatistiklere göre, Ocak 2016’da Türkiye’de 108 748 dernek ve 5 014 vakıf etkinlik gösteriyor. Veriler, çeşitli derneklere üye olan kişi sayısının 9 yılda 5,3 milyondan 10 milyona çıktığını, neredeyse %100 arttığını gösteriyor. Ancak bu rakam, hâlâ nüfusun belli bir bölümünü oluşturuyor. Ayrıca aktif yurttaşlık ve sivil toplum örgütlenmesi yoluyla karar süreçlerine katılım açısından düşünüldüğünde, bu oran, AB ülkeleri ortalamasının oldukça gerisinde kalıyor. (6)

Futbol Kulüplerinin üye sayıları
Birer sosyal organizasyon, birer dernek olarak futbol kulüplerinin üye sayıları da ilginç verileri oluşturuyor… Örneğin Barcelona’nın 154 bin, Bayern Münich’in 238 bin Manchester United’ın 100 bin üyesi varken, (yabancı takımların bu üye sayıları kongrelerinde oy kullanmaya karşılık gelmeyebilir) ülkemizde 2015-2016 dönemindee, Beşiktaş 27 bin, Trabzonspor 22 bin, Fenerbahçe 20 bin, Galatasaray 8 bin dolayında kongre üyesine sahip. Bursaspor’un binden fazla, Gençlerbirliği’nin ise, bine yakın kongre üyesi olduğu biliniyor.
Elbette bunlar taraftar sayıları değil; değil ama, spor kulüplerimizin kongrelerinde oy kullanma hakkı bulunan, dolayısıyla da yönetimi belirlemede söz sahibi olanların, sayıları… “Sporun/futbolun yönetimine” etkin katılımın örnekleri…

Yaşam “katılım”dır, yaşama anlam katmak esastır
Kuşkusuz yaşama katılımın siyasal parti, sendika, kitle örgütü, spor kulübü üyeliği dışında çok başka ve çeşitli yolları da var… Yardım organizasyonları gibi, belli bir örgütün hiyerarşisi dışında ama toplumsal bir sorunun mutfağında ve odağında, topluma katkı sunma amacındaki bireysel/topluluksal inisiyatifler gibi… Tüm bunlar da saygıdeğer çabalardır.
Önemli olan bir yurttaş olarak bireyin, yaşadığı ülkesinin sorunları hakkındaki duyarlılığı ve karınca kararınca toplumuna katkı sunmaya çalışmasıdır. Hiç kuşkusuz ne denli çok insanımız bu arayışta ve bu yönelimde olursa ve kendisini ferahlıkla tanımlayabileceği bir zemin ve birikimini adayabileceği bir ideal alanı bulursa; demokrasimiz de, o oranda daha nitelikli ve katılımcı duruma gelecektir.

Evet, yaşama katılmalıyız! Yaşama, anlam katmalıyız…

(1): http://www.milliyet.com.tr/-turkiye-de-95-parti-12-milyon-siyaset-2368763/ 
(2): http://www.gazetevatan.com/en-cok-uye-ak-parti-de-1030695-gundem/ 
(3): https://www.memurlar.net/haber/594644/2016-yili-itibariyle-sendika-uye-sayilari-aciklandi.html 
(4): https://www.dunya.com/ekonomi/sendikali-isci-sayisi-aciklandi-haberi-324248 
(5): https://www.ntv.com.tr/ekonomi/turkiyede-kacmemur-var-bakanlik-acikladi,h1GGgMkSy0m4wTJ_8TGTCg 
(6): http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiyede-stklar-ve-son-10-yil
===============================
Dostlar,

Sevgili arkadaşımız ve nitelikli – birikimli aydın Sn. R. Bülend Kırmacı önemli bir makalesini bizimle de paylaştı. Hem böylesine araştırmaya – emeğe dayalı, dolayısıyla ufuk açan makaleler yazdığı için hem de bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz.

Sn. Kırmacı’nın yazısında birkaç yerde ayraç içinde açıklamalar koyduk..
Biraz da anlama hiç dokunmadan güncel Türkçe sözcüklerle yazıyı adeta Türkçe’mize çevirdik Sn. Kırmacı’nın hoşgörüsüyle..

Örgütlenme, temel insan hak ve özgürlükleri arasındadır ve Anayasamızda da değişik maddelerde tanımlanmıştır. İskandinav ülkelerinde erişkin bir insan ortalama 8 dolayında sivil toplum örgütüne üyedir. Ülkemizde bu sayı 1’e bile erişememektedir. Çağdaş – uygar insan örgütlü insandır.. Çağımızda artık temsile dayalı demokrasinin doğrudan katılımcı demokrasiye dönüştürülmesinin zamanı gelmiştir. Günümüz iletişim teknolojileri buna elverişlidir.

2 Eylül 1980 sonrası hızlanan / azgınlaşan KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm ülkemizi de altüst (tar-u mar) etmiştir. Yabanıl (vahşi) Özelleştirme dayatmaları kamuyu küçültmüş ve işsizlik artarken emek örgütlenmeleri de adeta avuç içinde kar gibi eritilmiştir. 1980’de 3 milyon dolayında işçinin yaklaşık 1/3’ü sendikalı iken günümüzde bu oran %11-12’dir. Mutlaka kaydedilmesi gereken bir sorun ise bunların da ancak yarısının toplu sözleşme yetkisi alabilmiş olmasıdır. Çünkü işyerinde belli oranlara erişemeyen sendika toplu sözleşme yetkisi alamıyor. Bunun da nedeni, 12 Eylül 2010’da yapılan 26 maddelik blok anayasa değişikliğidir. Bu düzenleme ile 1’den çok sendikaya üyelik yasağı kaldırılarak emek örgütleri parçalanmıştır. Sözde aydınların ihanet ya da gaflet ile “yetmez ama evet” çığlıkları kulaklarımızdadır hala. Çok kapsamlı özelleştirmelerle kalınmayıp 2003’te Taşeronluk, AKP tarafından İş Yasası’na eklenerek emek örgütlenmesi iyice engellenmiştir. Gelinen yer bellidir : Çok yüksek işsizlik, 1603 TL net rakamla açlık sınırının bile altında kalan asgari ücret..

İşveren yanlısı – kurgusu SARI SENDİKALARI da unutmamak gerek bu arada…

Bir de son 1,5 yılda OHAL gerekçesiyle yersiz – hukuk dışı yasaklanan grevleri!

  • Emeğin post-modern köleleştirilmesi… Yazık ve aşılmalı hem de mutlaka.

Sevgi ve saygı ile. 31 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB) 70. YILINA GİRDİ…

İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB) 70. YILINA GİRDİ…

udhr ile ilgili görsel sonucu

  • İnsan haklarının asıl çiğneyicisi ne yazık ki BATI EMPERYALİZMİ olmuştur..
    21. yy. şafağında artık KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm saldırısına son verilmelidir.

10 Aralık 1948’de yayınlanan Birleşmiş Milletler  İNSAN HAKLARI BİLDİRGESİ
dün, 70. yılına girdi..

Dilerdik ki artık olgunlaşsın ve 70. yılında büyük ölçüde yerleşsin..

Dilerdik ki, bu Bildirge’nin 2000’li yıllara girerken 3. Binyıl güncellemesi yapılsın.

Tümüyle değilse bile büyük ölçüde düş kırıklığıdır yaşanan..

udhr ile ilgili görsel sonucu

Çok tuhaf bir gelişme, bu sabah, 11.12 17 günü açıklanan 2017 yılı Ekonomide 3. çeyrek büyüme verileri açıklandı. Meğer Türkiye ekonomisi dünya rekorları kırarak en hızlı büyüyen ülke olmuş! Ekonomi %11 büyümüş! Yıl sonunda %7’yi aşkın bir “performans” yakalayacakmışız!?

Alın size bir temel insan hakkı ihlali daha..
Dalga geçercesine, aptal – salak – zeka fukarası yerine koyarak yapılan soyut rakam açıklamaları..

Nerede insanımızın insanca yaşam hakkı ve geliri?
İşsizlik nasıl oluyor da 2 rakamlı kalıyor?
Enflasyon nasıl oluyor da resmen %15’lere koşarken ekonomi % 11 büyüyor?
Ulusal gelir geçen yıl 856 milyar dolara yaklaşırken bu yıl sonunda ancak 800 milyar dolar bekleniyor, yani %7 dolayında azalacak! Ama aynı 2017’de ekonomi %7 büyümüş olacak!

2017 Türkiye'de işsizlik ile ilgili görsel sonucu

Eyyyy AKP iktidarı; tüm klasik iktisat kitaplarını yırtınız, yakınız elhamdülüllah..
Ekonominin kitabını İktisat mezunu olduğu söylenen ama diplomasını bir türlü göremediğimiz AKP Genel Başkanı Erdoğan yazsın ve de bütün dünya öğrensin inşaallahhh!..

NOBEL Ekonomi ödülü AKP = RTE’ye verilmeli..
(2017 geçti, seneye inşallah, amin!)

45 milyar dolar cari açık, 60-70 milyar dolar dış ticaret açığı, 100 milyar TL’ye yakın bütçe açığı, 450 milyar dolar dış borcu, toplamda 700 + milyar dolar borcu olan, dışarıdan et, buğday, saman, mercimek, fasülye, pamuk….. ithal eden..
İhracatta % 80’leri aşan ithal girdiye mahkum, dışsatımında yüksek teknoloji ürünleri %3’ü bulmayan…
………………….
…………………………..
Korkunç bir hızla nüfusu büyüyen.. 

  • HER AİLEYE 1 ÇOCUK KAÇINILMAZ
    BİR ZORUNLUKTUR!

Doğal gazda %99, akaryakıtta %93 dışa bağımlı..
Tarım arazileri yapılaşmaya açılarak tarla, mera, otlakları talan edilen..
Yolsuzluklarının üstüne gidil(e)meyen..

2017 Türkiye'de işsizlik ile ilgili görsel sonucu

  • 1.5 yıldır OHALsopası altında inletilen bir TEK ADAM REJİMİ ile % 11 büyüdük öyle mi?
    ………………….
    ……………………….
    80 milyona AKP masalları sürüyor..
    Neciiiiiiiiiiiiiiiip necip milletimiz ve de AKP seçmenimiz uyusun da büyüsün inşaaaallllah!
    %11 büyüdüüük de %11 büyüüüüdük… nenni Türkiye nenniiiNenni Türkiye nenniiii….ninni notası ile ilgili görsel sonucuSevgi ve saygı ile. 11 Aralık 2017, AnkaraDr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

    Not : Yine de İnsan Hakları metinlerini topluca içeren bir listeyi (İngilizce olsa da) meraklısı için paylaşmak istiyoruz..  Bibliyografya için lütfen tıklayınız

Health and Human Rights – Annotated Bibliography

İHEB’in 25. maddesi sağlık hakkı ile ilgili. Bu maddeyi AÜTF’de (Ankara Üniv. Tıp Fak.) Dönem 1’de “İNSAN HAKLARI ve SAĞLIK“, Dönem 5’te ise ” SAĞLIK HUKUKU” derslerimizde işliyoruz. 70 yılda D5’teki ritüelimizi kaydettik ve paylaşmak istiyoruz. Öğrencilerimiz hep birlikte bu maddenin sağladığı 4 hakkı vurguladılar.. İNSANLAR;

1. AÇ KALMAYACAK! (Gıda hakkı)
2. ÇIPLAK KALMAYACAK! (giyinme hakkı)
3. AÇIKTA KALMAYACAK! (konut hakkı)
4. DOKTORSUZ KALMAYACAK! (SAĞLIK hakkı)

Video kayıtlarını izlemek için lütfen tıklayınız :

Sevgi ve saygı ile. 11 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

2017 Yılı 7 Nisan Dünya Sağlık Günü Teması : Haydi Depresyonu Konuşalım!

2017 Yılı 7 Nisan Dünya Sağlık Günü Teması : Haydi Depresyonu Konuşalım!


7 Nisan
Dünya Sağlık Günü

 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Anayasası 7 Nisan 1948’de yürürlüğe girmiştir.
Türkiye, Birleşmiş Milletlerin (BM) sağlıkla ilgili teknik uzmanlık kurumu olan DSÖ’ne üye olmak için, DSÖ’nün kuruluş sözleşmesini (Anayasasını) TBMM’de 1947’de 5062 sayılı yasa olarak kabul etmiştir. Bu yöntem, ülkemiz BM’nin kurucu üyelerinden olurken de uluslararası hukuk kuralları gereği BM Ana Sözleşmesini TBMM’de yasa olarak onamıştır.

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

Bu nedenle her yıl 7 Nisan Dünya Sağlık Günü olarak, 7-13 Nisan tarihleri arası da Sağlık Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu tarihlerde Halk Sağlığı ile ilgili bir konu seçilerek, bu konu bağlamında tüm dünyada çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Önceki yılın teması Diyabet idi ve seçilen savsöz (slogan) “HAYDİ DİYABETİ YENELİM” idi..

Sağlıklı yaşam, her insanın doğumuyla birlikte elde ettiği ve insan olmaktan dolayı kazandığı temel insan hakkıdır. Bu hak, 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulunda benimsenen İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin 25. maddesinde de açıkça vurgulanmıştır.

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

Sağlık hakkı yaşamda başka hiçbir hakka tercih edilemez, değiştirilemez, ertelenemez
ve parasal karşılığı ölçülemez. Sağlıklı toplumlar için öncelikle toplumun temeli olan kişilerin sağlıklı olması gerekir. Kişiler sağlıklı olduğunda toplumlar da sağlıklı olur denir ama tek tek kişilere verilen sağlık hizmetinin basit aritmetik toplamı sağlıklı topluma denk değildir. Bu nedenle, özellikle risk altındaki toplumsal kümelere gereksindikleri koruyucu sağlık hizmetlerinin bütüncül (wholistic, integre) olarak etkin, yaygın, nitelikli ve sürekli olarak
kamu eliyle verilmesi zorunludur.

Bu hizmetler insanların yaşadıkları yerlere en yakın, hizmet gereğinde ayağa götürülerek, Basamaklı olarak verilmelidir… Birinci, İkinci ve Üçüncü Basamak Sağlık hizmeleri..

İnsan sağlığını büyük ölçüde etkileyen çevresel etmenlerin düzenlenmesi, sağlıklı yaşam hakkının korunması, insan sağlığının önemi konusunda toplumsal duyarlığın ve bilincin artırılması amacıyla her yıl 7 Nisan Dünya Sağlık Günü olarak kutlanmaktadır.
DSÖ bu yılın temasını ‘Depresyon’ olarak seçerek konuyla ilgili küresel bir ayrımında oluş (farkındalık) oluşturmayı amaçlamıştır. DSÖ 1996’dan bu yana her yıl böylesi bir temayı
öne çıkararak teknik bir yıllık rapora (World Health Report) bağlamaktadır.

  • Depresyon bir insanlık hakkıdır!

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm süreçleri ile 1980’lerden başlayarak dünyaya dayatılan ekonomo-politik düzen küresel toplumda başta gelir dağılımı olmak üzere eşitsizlikleri ciddi biçimde büyütmüş, derinleştirmiştir. Bu bağlamda DSÖ, 2001 yılında “Dünya Ruh Sağlığı” (World Mental Health) temasını seçmiş ve raporunu yayımlamıştı. O raporda bir İNTİHAR SALGINI (Suicide epidemics) temasına odaklanılmış; insanların baskı altında, istismar edildikleri, güvensiz – sağlıksız ortamlarda yaşadıkları… ve GELECEK UMUTLARINI YİTİRDİKLERİ vurgulanmaktaydı.

Son verilerle unipolar major depresyon, DALY yükü (pratik olarak hastalık yükü diyelim..) olarak 2. sıraya yükselmiş gözükmektedir. Üstelik 15-44 üretken yaş diliminde.. Nöropsikiyatrik bozuklukların küresel DALY yükü içinde payı son 20 yılda %9’lardan %14’e tırmanacak gözükmektedir.

Depresyon çok görülen, çok öldüren ve çok engelli bırakan / yeti yitimine neden olan önemli bir Halk Sağlığı sorunudur. KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm süreci ile birlikte koşut artış içindedir. Anti-depressan ilaç kullanımı çok önemli boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki, ABD’de “Prozac dependent society” kavramı öne çıkmıştır : Prozac bağımlısı toplum… Giderek ünlenen ve kullanımı çok yaygınlaşan anti-deprssan ilaç Prozac, neredeyse her 2 ABD’liden 1’inin cebindedir!

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

Oysa Devletin temel kamu görevlerini gereği gibi üstlenerek İNSAN HAKLARINA DAYALI – demokratik – laik – sosyal bir hukuk devleti olmasına ikincil politikalar ve toplumsal yaşam düzeni; gerçekte kişisel, giderek toplumsal depresyon sıklığını düşürecek, mutlu – sağlıklı – gönençli -esenlikli toplumlar yaratacak temel anahtardır. Ülkemizin halen yürürlükte olan 1982 Anayasasının 2. maddesinde Devletin bu temel nitelikleri sayılmıştır. Üstelik “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde” olmak üzere 3 temel koşula dayalı olarak.. Ne var ki bu hedef ve ülküler önemli ölçüde kağıt üstünde kalmaktadır.

DSÖ, son onyıllarda sağlık giderlerinin rakamsal (nominal) ve oransal olarak (ulusal gelirdeki payı) önemli ölçüde arttığını ama küresel sağlık sorunlarının krizler yaratacak düzeyde patlamalar gösterdiğine özellikle dikkat çekmektedir. Kaynaklar verimsiz kullanılmakta;
– ilaç tekelleri,
– tıbbi teknoloji tekelleri,  
– hastane zincirleri, 
– sağlık sigortacılığı 
sektörleri her yıl 8 trilyon Doları aşan (toplam küresel gelirin yaklaşık %10’u) küresel sağlık harcaması pastasına el koymaktadır! Bu harcamaların sürekli tırmanmasını da “ustalıkla” başarmaktadırlar. Ancak küresel toplumun sağlık düzeyi göstergeleri, sağlık sektöründe harcanan kaynaklarla uyumlu değildir.. Kaynaklar verimsiz kullanılmaktadır ve sağlıkta özelleştirme bu olguda temel belirleyicidir.

Hükümetler, küresel sermaye tarafından rahatlıkla yönlendirilebilmektedir bu insanlık dışı tabloda! SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM (Health Transformation), 1992’den bu yana DB – IMF tarafından dayatılmaktadır. Ne yazık ki Türkiye de Haziran 2003’ten bu yana, AKP iktidarıyla kesintisiz ve büyük hızla bu dış güdümlü vahşetin içine sürüklenmiştir.

Son birkaç yıldır iyice Türkiye gündemine sokulan ŞEHİR HASTANELERİ, ne yazık ki soygun – talan düzenini ağırlaştırarak sürdürecek “görkemli” (!) araçlar olarak toplumsal bilinci kuşatıp teslim almada sahneye sürülen çoook pahalı araçlardır.
*****
DSÖ’nün uluslararası web sitesinde (www.who.int) epey bilgi – belge var..

Depression: let’s talk

7 April 2017 – WHO is leading a global campaign on depression for World Health Day 2017, celebrated today. Its goal is to enable more people with mental disorders to live healthy, productive lives. Depression is the leading cause of ill health and disability worldwide. More than 300 million people are now living with depression, an increase of more than 18% between 2005 and 2015.

Depression: let’s talk

7 April 2017 – WHO is leading a one-year global campaign on depression. The highlight is World Health Day 2017, celebrated today. The goal of the campaign is that more people with depression, everywhere in the world, both seek and get help. Depression is the leading cause of ill health and disability worldwide. More than 300 million people are now living with depression, an increase of more than 18% between 2005 and 2015.

Depression among older people is common. Yet is it often overlooked. Loneliness and loss of independence are among the causes. Depression can impact on people’s ability to carry out even the simplest everyday tasks, with sometimes devastating consequences for relationships with family and friends. At worst, depression can lead to suicide. Yet depression can be prevented and treated. A better understanding of depression will help reduce the stigma associated with the condition, and lead to more people seeking help.

This short video, focusing on depression among older people, highlights some of the causes of depression in this age group and the importance of talking as the first step towards getting help.

This video has been produced as part of the World Health Organization’s “Depression: let’s talk” campaign, which began on 10 October 2016 and runs for one year.

Find more information on the campaign website
http://www.who.int/depression/en and
online app:
http://apps.who.int/depression-campai… #LetsTalk

*********
İlginç biçimde ILO (Uluslararası çalışma Örgütü) 28 Nisan 2016 “World Safe Day” bağlamında yılın İş Sağlığı ve Güvenliği teması“Worksite Stress” (İşerinde Stres) olarak belirlemişti.

Temel çözüm paylaşımcı / dayanışmacı bir toplumsal düzen kurmaktan geçiyor..
Yabanıl emperyal kapitalizmin günümüzde geldiği utanılası kumarhane kapitalizmi evresi
hızla aşılmak durumundadır. DSÖ’nün hatırına, gelecek 7 Nisan’a dek 1 yıl boyunca

  • Haydi depresyonu konuşalım..

Sevgi ve saygı ile. 7 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Not : Önceki yıllarda web sitemizde yer verdiğimiz Dünya Sağlık Günü yazılarımıza da bakılmasını dileriz…

  • http://ahmetsaltik.net/2015/04/07/7-nisan-2015-dunya-saglik-gunu/
  • http://ahmetsaltik.net/2014/04/07/dunya-saglik-gunu-ve-cagristirdiklari/

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası-1

Prof. Dr. Emre Kongar

Önce Temel Tanımı Anımsayalım: Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ortaya çıkan Küreselleşme, ya da yabancı terminoloji ile, “Globalleşme” biri siyasal, biri ekonomik, biri de kültürel olarak üç boyutlu bir kavramdır.
Küreselleşme’nin siyasal ayağı, Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal egemenliği ve dünya üzerindeki siyasal jandarmalığıdır.
Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğidir.
Küreselleşmenin kültürel ayağı, birbirinden farklı hatta, biri ötekine zıt iki ayrı oluşuma işaret eder.
Birinci oluşum, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” biçiminde ortaya çıkmıştır.
Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu, özellikle tüketici davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel birörnekliğin önünü açmış olmasıdır.
***
Birinci Safha, Sahte Cennet:
1991’de Sovyetler Birliği resmen çöktükten sonra “Tarihin sonu geldi” , “Sınıf çatışmaları ve ulus devletler arası savaşlar bitti, sınırlar kalkacak”, “Silahlara akıtılan fonlar refahı arttıran üretime gidecek” gibi sonradan hepsinin palavra olduğu anlaşılan birçok beklenti dile getirildi.
Oysa bu Sahte Cennet söylemleriyle dolu olan safhada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da devlet yapıları yıkıldı ama yerlerine mikromilliyetçilik ve mikrodincilikten etkilenen, yıkılanlardan daha “ulusal devletler” kuruldu.
Üstelik de Huntington’un kuramsal olarak dile getirdiği, Batı-İslam uygarlıkları çatışması evresi, bizzat ABD’nin yarattığı Radikal Siyasal İslam Terörizmi uygulayan örgütlerle tüm dünyaya egemen oldu; böylece 10 yıl süren Birinci Safha bitti.
İkinci Safha, Küresel Terörün Yaygınlaşması ve Eşitsizliklerin Artması:
Başlangıcı 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısı ile simgelenen İkinci Safha, Küreselleşme rüyasının hiç de pazarlandığı gibi olmadığını gösterdi.
Düşmanı Sovyetler çökünce hedefsiz kalan askeri olarak örgütlenmiş olan Radikal Siyasal İslam, tüm dünyada ABD’ye ve Batı’ya karşı saldırıya geçti.
Buna karşılık, liderliğini ve egemenliğini, değişen dünya koşullarında Avrupa ve Rusya ile paylaşmak istemeyen ve arkadan hızla gelen Çin’e karşı korumak isteyen ABD, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı “Arap Baharı” denilen bir illüzyonla kana buladı. Yüz binlerce insan hayatını kaybetti ve milyonlarca mülteci, uygar dünyanın sorunu oldu.
Bu arada gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki fark da açılıyor, insanlık daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyordu.
Küreselleşmenin, insan ve uyuşturucu ticaretini engelleyemediği, yoksullukla başa çıkamadığı ve uluslararası terörizme dur diyemediği anlaşılmış, yeniden ulus devlet modeline geri dönülmesi gündeme gelmişti.
Bütün bu olumsuzluklar, dünya halklarının Küreselleşmeyi savunan mevcut yönetimlere karşı, mikrodinci ve mikromilliyetçi eksenlerde tepkiler oluşturmasına yol açtı.
Böylece Küreselleşme, kendi içinde, askeri/siyasal ve ekonomik ayağıyla, kültürel/ideolojik/siyasal ayağı arasında çelişkiler yaşamaya başladı ve bu bizi üçüncü safhaya getirdi.
Üçüncü Safha, Mikromilliyetçilik ve Mikrodincilik Küreselleşmeye Karşı;
Brexit ve Trump.

Her yeni toplumsal, kültürel ve siyasal oluşumun tohumları bir önceki dönemde atılır; Üçüncü Safha için de böyle oldu…
Tohumları Soğuk Savaş döneminde atılmış olan ve Birinci ve İkinci Safhalarda güçlendirilen, ABD tarafından pompalanan mikrodinci ve mikromilliyetçi akımlar, Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına karşı tepki duyan halkların bu tepkilerini kanalize eden ideolojiler oldu.
Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan, Avusturya’da Heider, Fransa’da Le Penn, Avrupa’da yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı süreçleri, bu mikrodinci ve mikromilliyetçi akımların sonuçları olarak dünya sahnesine çıktılar.
Birleşik Krallığın (İngiltere’nin) Avrupa Birliği’nden çıktığı ve ABD’de Trump’ın seçildiği 2016 yılı, bu Üçüncü Safhanın başlangıç tarihi olarak görülebilir.
===================================

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası-2

Batı dünyası (yani ABD), Sovyetler Birliği’ne karşı olan Soğuk Savaşta, dinciliği ve milliyetçiliği etkin ideolojik ve siyasal silahlar olarak kullandı.
1991’de Sovyetler resmen dağılınca, bu birikim, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” olarak Küreselleşme sürecine damgasını vurdu, devletleri parçaladı, sınırları değiştirdi
Ortaçağ’daki Din/Tarım toplumunun dinci/mezhepçi ve Yakınçağ’daki Endüstri Devrimi’nin Irkçı/milliyetçi kimlikleri…
“Neoliberal Neoemperyalizmin”, “Küreselleşme” adı altında dayattığı “Yeni Dünya Düzenine” ideolojik/siyasal açıdan egemen oldu…
İnsanlar ve devletler arası ayrışmanın, yabancılaşmanın, düşmanlığın temellerini oluşturdu.
***
Sovyetler’in dağılmasıyla hem zafere ulaşmış görünen hem de düşmansız kalan Radikal Siyasal İslamcı örgütler:
ABD/Suud tarafından kurulmuş olmalarına karşın…
Arap-İsrail savaşından hareketle…
Huntington’un ileri sürdüğü kültürel/ideolojik “Uygarlıklar Çatışması” çizgilerinde…
İnsanların ve devletlerin, din/ mezhep ve ırk/milliyet ayrımlarında düşmanlaştığı bu ortamda… Teröre başladılar.
***
Küreselleşme ise, insanlığa, barış, refah, adalet ve güven yerine…
Savaş, yoksulluk, sömürü ve güvensizliğin egemen olduğu…
Zenginin daha zenginle
ştiği, yoksulun daha yoksullaştığı siyasal/askeri/ekonomik bir düzen getirdi.
Bu düzen, özellikle de, ABD’nin değişen dünyada liderliğini sürdürebilmek amacıyla başlattığı Ortadoğu savaşıyla her yere yayılan terör ve mülteci sorunları, bütün dünyayı tedirgin etti.
Bu durum, dünya halklarının, gözden geçirilmiş yeni liberalizmin ürettiği, gözden geçirilmiş yeni Küresel emperyalizmin, yani “Neoliberal Neoemperyalizmin” savunucuları olan iktidarlara karşı tepkiler oluşturmasına yol açtı:
Ekonomik sorunların, terör, güvenlik, sömürü ve adalet sorunlarıyla bütünleştiği bu tepkilerin kanalize olduğu ideolojiler ise zaten sürekli pompalanmakta olan “mikromilliyetçi” ve “mikrodinci” çizgiler oldu.
***
Önce Ortadoğu’da ve Avrupa’da kendini gösteren bu Anti Küresel tepkiler, sonunda Kıta Avrupası’nı da aşarak Brexit ile Britanya’ya ve en sonunda da Atlantik ötesine, Trump ile ABD’ye ulaştı.
Böylece Küreselleşme kendi yarattığı çelişkiler içinde çırpınan bir süreç haline geldi.
Küreselleşme sürecini başlatan ve bu süreçten en büyük yararı sağlayan ülke olarak ABD’nin, Küreselleşme karşıtı tepkilere hedef olması doğal ve olağandı…
Ama aynı Amerika’nın Trump’ı seçerek, “mikrodinci” ve “mikromilliyetçi” ideolojik çizgilerde “korumacı bir ekonomiye” dönüş işaretleri vermesi…
Sonuç olarak, kendi başlattığı ve en büyük yararı sağladığı bu Küreselleşme sürecinin doğurduğu “karşı tepkilere”, kendi iç politikasında teslim olması tam bir çelişkiyi yansıtmaktadır.
Trump’ın iç ve dış politikada ne yapacağının pek kestirilememesinin önemli nedenlerinden biri, söylemlerindeki aşırılık kadar bu nesnel çelişkidir.
===========================
Dostlar,

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm ilginç bir tarihsel aşamaya erişti.
Özellikle son çeyrek yüzyılda neredeyse tüm dünyada derin altüst oluşlara neden oldu.
Demokrasi, barış, eşitlik, gönenç vb. değil tam tersine

– savaş ve kan
– ölüm ve gözyaşı
– ülke ve halkların bölünüp parçalanması
– demokrasi değil otoriter-totaliter rejimler
– insan hakları değil eşitsizliklerin derinleşmesi
– ekonomik gönenç değil yoksulluğun küreselleşmesi………

gibi çok ağır tersinir sonuçlar doğurdu.
“Küresel akillerin” tüm bu tersine gelişmeleri öngör(e)mediği söylenebilir mi??
Çeyrek yüzyılı aşan bir “küresel fetret devri” belki de “küresel deney” insanlığa dayatılmıştır. Fatura gerçekten çok ağırdır.
Şimdilerde “Olmadı, pardon..” denebilir mi Erdoğan’ın ülkemize ödettiği bunca ağır faturadan sonra “Milletim ve Allah bizi affetsin..” dayatması kabul edilebilir mi??

Biz kendi adımıza çeyrek yüzyıldır bu sürecin adının

  • “Küreselleşme” değil ama “küçük” bir “TİR” hecesi eklemesi ile “KüreselleşTİRme” olduğunu ısrarla yazıp söyledik.

Çok sayıda makale yazdık, konferans verdik, Tıp Fakültesinde “KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı” dersleri koyduk ve bu konuda tıpta uzmanlık tezleri yaptırdık…

Güzelim Türkçemizin hünerinden yararlanarak o minik “TİR” hecesi ile

  • söz konusu Küreselleşme sürecinin kendiliğinden ortaya çıkan bir süreç olmadığını,
  • tersine, bu süreci dayatan küresel emperyalist odakların kendilerini saklamak için
    kurgu içinde olduklarını,
  • algı yönetimi yaparak bu kuşatma sürecine direnç örgütlenmesini engellemeye çabaladıklarını,
  • retorik tuzakla zihinleri yöneterek utanmaksızın beyin iğfaline yöneldiklerini
  • 500 yılın vahşi kapitalizmi ile biriktirilen, insanlıktan alınan KAN VE CAN VERGİSİ ile yığılan sermaye dağlarının politikleştirilerek dünya hegemonyası için kullanıldığını,
  • gerçekte “Küreselleşme” sözcüğünü yıpranmış “emperyalizmin” imaj yenilemesinin aracı olduğunu,
  • Samuel Huntigton gibi siparişle yazan sefil ajan-yazarların “The Clash of Civilisation” adlı sözde tez ve kitaplarının kınanmasını ve ciddiye alınmaması gerektiğini,
  • “Tarihin sonu geldi” diyerek kendinden geçen kimi öforiklerin (Japon Francis Fukuyama gibi) hezeyan içinde olduklarını..
  • küresel toplumun görülmemiş ölçek ve derinlikte bir küresel şizofreniye sürüklendiğini..
  • ………………..
  • Reddettik pek çok öneriyi, dayatmayı, çıkarı, fonu, bursu, projeyi…. vs.

Ve insanlık tarihinin bu en büyük kumpasının tarihe, insanlığın ve yaşamın doğasına, diyalektiğe, tarihin olağan akışına, konjonktüre ve 21. yy’dan insanlığın beklentilerine….  uymadığını, SÜR-DÜ-RÜ-LE-ME-YE-CE-Ğİ-Nİ… sabır ve ısrarla, gelişmeleri nesnel olarak gözleyip somut verilere dayalı olarak analiz ettik..

Bu “karabasan” bitmiş değil elbette.. Davul çalınacak aşamada değiliz. İnsanlık emperyalistleşen yabanıl (vahşi) kapitalizm ile savaşımını sürdürecek. Post-modern sömürü yöntemlerini tanıyıp deşifre edecek ve mahkum edecek.

Selam olsun AYDIN SORUMLULUĞUNU ateşten gömlek giyerek yerine getirenlere!

Günümüzde “Kumarhane kapitalizmi” batağına saplanan finans-kapital, artık risk alarak yatırım yapmak üretimle, istihdamla reel “kâr” lar elde etmek yerine spekülatif moneter baskıcı araçlara yönelmiş bulunuyor. Bu da sürdürülemiyor doğallıkla ve diyalektik olarak kendi sonunu hazırlıyor..

YENİ DİN – YENİ TANRI yaratma gibi en ağır silahlarını çekse de!

Post-modern sömürü yöntemleri de duvara dayandı..
Ha gayret insanoğlu, post-modern sömürünün/sömürgenlerin
post-modern proleterya ile devrilmesi pek uzak olmasa gerek..

Tarih ya da tarihsel zaman epey hızlandı; Zamanın kanatlarını rüzgarlamanın vaktidir.

İNSANLIK SÖMÜRGECİLİĞE MAHKUM DEĞİL!

“ Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine
uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve
uyum çağı
egemen olacaktır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Sevgi ve saygı ile.
04 Şubat 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı –
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

DİSK – KESK – TMMOB – TTB : Sıra kimde? Türkiye nereye?

DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün “MİT TIR’ları” soruşturması kapsamında tutuklanmalarına ilişkin 27 Kasım 2015 tarihinde ortak bir basın açıklaması yaptılar. (27 Kasım 2015)

BASIN AÇIKLAMASI

Sıra Kimde? Türkiye Nereye?

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül “MİT TIR’ları” soruşturması kapsamında tutuklandılar.

Bizzat Cumhurbaşkanı’nın, bu haberi (haberi yapılan suçu!) kişiselleştirip suçüstü psikolojisiyle gazetecileri hedef göstererek “Bunun bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu” demesinden sonra beklenen oldu.

Böylece, bir kelepçe daha takıldı “basın özgürlüğü”ne ve bir kilit daha vuruldu halkın
doğru haber alma hakkına.

Bu tutuklamalarla birlikte cezaevlerindeki gazeteci sayısı 30’u buldu. Gazetelerin bombalanıp gazetecilerin yargısız infazlarda, faili meçhullerde katledildiği; gazete/dergi/tv baskınlarının, sansürün, yasaklamaların, kapatmalarının, kayyumlarla el değiştirmelerinin artık “olağan”
sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Yani durum bu anlamda “yeni” değil. Yani iktidar karşıtı
her muhalif düşünce “tehlikeli” görülerek hep bastırılmaya ya da“nötralize edilmeye” çalışıldı. “Devlet” bunu hep yaptı ve devletin bugünkü sahipleri de bunu yapıyorlar!

“Vatan, millet, güvenlik” edebiyatı eşliğinde bizzat Cumhurbaşkanı’nın şikayetçi olduğu bir soruşturma sonucunda, hukukun paspas yapılarak alınan tutuklama kararının ardından
“Bu sır devlete ait bir sır mı? Kendi şahsi sırrı mı?” sorusu da sorulmaya başlandı.
Bu sorunun altında yatan “ortak kabul”, kurumlarının ağır aksak da olsa işlediği bir devlet yapısının “yürütme”den göreceli bağımsızlığının ortadan kalkmış olduğunu görmektir.

Yine görülmesi gerekiyor ki, ortada Yasama, Yürütme, Yargı kalmadığı gibi bunların bağımsızlığından da söz edilemez artık! Recep Tayyip Erdoğan’ın “İster kabul edilsin
ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir.”
 sözüyle bütünleşen gerçeklik parlamenter sistemin gömüldüğü, “başkanlık” rejiminin işlerlik kazandığıdır.

Bunun artık bir “ima” değil, “ilan” olduğu“fiili başkan”ın habere konu olan MİT tırlarını kastederek “Silah olsa ne olur, olmasa ne olur” demesinde açıkça gözükmektedir.
Yani şaşırmamız gereken şey, şeytanı utandıran hukuksuzluklarla gerçeklerin tersyüz edilmeye çalışılması, dünyanın gözünün içine baka baka “yalan” söylenmesi değil, aksine,
tüm fütursuzluklarıyla “doğrunun” söylenmesidir. Bu, malumun ilanıdır ve adı da faşizmdir!

Kendisinin de her fırsatta belirttiği gibi, artık devlet O’dur, O, devletin kendisidir!
O’nun, devletin tüm yetkilerini elinde tutan, ağzından çıkanın yasa sayıldığı tek adam olduğunu Gezi’de, Roboski’de, Reyhanlı’da, Diyarbakır’da, Suruç’ta ve Ankara Katliamı’nda gördük. O’nun Ortadoğu halklarının kırıldığı savaştaki katkılarını ve “tarafını” da gördük.

13 yılda hukuksuzluğu, yolsuzluğu, adaletsizliği, yobazlığı, şiddeti, cinsiyetçiliği, mezhepçiliği, ötekileştirmeyi iktidarın vazgeçilmez karakteri haline getirerek devlet olanlar, sorumluluğuna ortak oldukları suçları açığa çıkarmayacakları gibi, bunu açığa çıkartanlarla da, hesap sorulmasını isteyenlerle de savaş halinde olacaklardır. Çünkü iktidarda kalmalarının tek dayanağı budur.

Fiili başkanlığın ilan edildiği, Yasama, Yürütme ve Yargıyla birlikte basının da susturulup sindirildiği bir sistemde, özgür haberlere de, halkın haber alma hakkına da, demokratik muhalefete de nefes alma hakkı tanınmayacaktır. Dün başkalarımızı aldılar,
bugün suçlarını teşhir edenleri aldılar, yarın da yine içimizden birilerine el uzatacaklardır.

“Hukuk tanımam, istediğimi yaparım, herkese dokunurum” pervasızlığına, tek adam diktatörlüğüne, Saray darbesine karşı demokrasi, özgürlük ve adalet mücadelesini yılmadan, usanmadan, kararlılıkla ve sıranın kime geldiğine aldırmadan sürdürmeliyiz.
Demokratik toplumsal muhalefetin de tek dayanağı budur; birleşik bir mücadele!

DİSK-KESK-TMMOB-TTB olarak; Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Can Dündar ve yazarı Erdem Gül’ün tutuklanmasını kınıyor, iktidarın tüm baskı ve gözdağlarına rağmen, halklarına ve mesleklerine karşı duydukları sorumluluk ve kararlılıkla görevlerini yapan tüm onurlu gazetecileri desteklediğimizi, yanlarında olduğumuzu bildiriyoruz.

DİSK – KESK – TMMOB – TTB
http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/ortak-5771.html 
================================

Dostlar,

Basın açıklaması son derece net ve keskin saptamalar içeriyor..
Savaşım (mücadele) kararlılığı vurguluyor : BİRLEŞİK MÜCADELE!

  • “Bu sır devlete ait bir sır mı? Kendi şahsi sırrı mı?”
  • Bunun bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam O’nu
    (RTE, 
    haberi yapılan suçuörtbas için Can Dündar’ı hedef gösteriyor..)
  • RTE: “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir.”
  • RTE, MİT tırlarını kastederek “Silah olsa ne olur, olmasa ne olur?”
  • .. Parlamenter sistemin gömüldüğü, “Başkanlık rejiminin işlerlik kazandığıdır.
  • Kendisinin de her fırsatta belirttiği gibi, artık devlet O’dur, O, devletin kendisidir!
  • O’nun, Devletin tüm yetkilerini elinde tutan, ağzından çıkanın yasa sayıldığı
    tek adam
    olduğunu..
  • Fiili Başkanlığın ilan edildiği.. “Hukuk tanımam, istediğimi yaparım,
    herkese dokunurum”
     pervasızlığına, tek adam diktatörlüğüne, Saray darbesi..

Demokratik toplumsal muhalefetin tek dayanağı birleşik bir mücadele!
Biz de katılıyoruz bu açıklamaya..

Kanada’dan Prof. M. Chossudovsky’nin YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ adlı
görkemli kitabına yazdığı önsözde, ABD’den Prof. Noam Chomsky‘nin büyük isabetle vurguladığı gibi,

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizmle savaşımın yolu;

DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİ dir!

Sevgi ve saygı ile.
30 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ATATÜRK diyor ki :”.. hep bir ırkın evlatları – hep aynı cevherin damarları” yız..

ATAM

Atatürk diyor ki                              :

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı..
hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır
Bizim yeni işimiz budur

Bu damarlar birbirini duysun ve birbirini tanısınBu dediğim şey hakikat olacak, çünkü hakikattirBu dediğim şey, olduğu zaman başka bir âlem görülecek ve bu âlem dünyaya hayat verecek,
nur ve feyzini insanlığa saçacaktır

Hakikat güneşi durmazdaima yükselecekTürk’ün varlığı bu köhne âleme
yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek

Bu karmaşık işlerin içinden çıkıp yükselebilmek için, bize dirlik gerektir.
Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk Milletidir, birliği ortaya koyan da Türk’tür, dirliğin ne olduğunu anlatan da Türk’tür, çalışalım…”

Kaynak: 8 Eylül 1932, Dolmabahçe Sarayında,
Atatürk’ün Bütün Eserleri
(ATABE), 25. Cilt

==================================

Dostlar,

Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün yukarıdaki sözleri ne denli insancıl,
ne denli bütünleştirici değil mi??

Bu durumda “ÇÖZÜM SÜRECİ- AÇILIM” ne anlama geliyor?
Ürkülecek – korkulacak bir içeriği yoksa, kamuoyunda büyük tepki – patlama – isyan .. doğurmayacaksa… neden AKP – CHP – HDP, birtakım enteller  yıllardır geveleyip duruyorlar?

Çıkar; Mustafa Kemal Paşa gibi apaçık fikrinizi söylersiniz.
Bu durumda artık biz de AP-AÇIK görüyoruz ki,

– Bu sözde “ÇÖZÜM SÜRECİ- AÇILIM” politikası ülkemizi ve halkımızı ayrıştırıcı – bölücüdür!

Bu durumda Halkımızın = Türk Ulusu’nun böylesine kökü dışarıda Sevr çağrıştıran
bir ihanet girişimine onay vermeyeceği ap-açıktır.

Irk temelli, etnik kökene dayalı, din – mezhep ekseninde inanca dayalı siyaset çağdışıdır.

İNSAN HAKLARINA dayalı, ülkenin tüm insanlarının hak ve özgürlüklerini demokrasinin en üst standartlarına kavuşturmak günümüz çağdaş siyasetinin omurgasıdır. Siyasal Partileri ancak bu evrensel amaca giden yolda izleyecekleri
politika ve araçlarda ayrışabilirler. 

Dolayısıyla İNSAN HAKLARI olgusunu kötüye kullanarak insanları mikro-milliyetçilik
başta olmak üzere olağan farkılıkları üzerinden ayrıştırmaya ve uzun yüzyıllar boyunca
kanlı süreçlerle kaynaşarak (integrasyon) ULUSLAŞMIŞ HALKLARI birbirine düşürerek
sözde özgürleştirme – özerkleştirme adına bir çarpık insan hakları anlayışına izin verilemez.

Bu  politika olsa olsa, dünyayı karakol – istasyon devletçiklere bölerek emperyalizmin buyruğuna KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm süreci üzerinden sunmaktır.
Ap-açık kökü dışarıdadır, kanlıdır, kardeşi – kardeşe kırdırmaktır ve en azından
son çeyrek yüzyıldır Ortadoğu’da gözler önündedir.. Adı da süslü – püslü, zihinlere tuzak (retorik) Büyük Ortadoğu Planıdır (BOP) !

Ne hazindir ki; Türkiye’de 12,5 yıldır iktidarda olan AKP’nin kurucu başı, kendisini
“BOP Eşbaşkanı” ilan ederken en azından vahim bir yanılgı içindedir ve “BOP’un Ortadoğu barışına hizmet” olduğunu ileri sürebilmektedir!? Fakat tarihsel pratik Erdoğan’ı yalanlıyor. Ortadoğu Irak’ın 1. işgalinden bu yana (1990; 1. Körfez Harekatı diyorlar!) bölge kan – revan içindedir. Dahası Erdoğan bu gelişmelerden hiç ders almış da değildir.

Komşumuz Suriye’de iç isyan ve savaşı kışkırtan politikalar izlenmiştir ve örneğin son olarak “Eğit – Donat” projesiyle ABD ile “ortaklaşa” (!?) bu kanlı serüven sürdürülmektedir.
Bu bağlamda Erdoğan’ın “BOP Eşbaşkanlığı” ödevinin saflık – iyi niyetle – kandırılma (!?) ile açıklanamayacağı bu kez ap-açık olmanın çooook ötesinde çırılçıplak ortadadır.

*****
Sonuç olarak                                   :

1. Türkiye’de ırk – etnik köken – dinsel inanç – bölgecilik.. bağlamında ilkel politikalar
derhal terk edilmelidir.
2. HDP vb. partiler bu bağlamda Kürtçülük – Kürt hakları gibi ilkel siyaseti bırakarak
programını kökten değiştirmeli ya da bunu yap(a)mayacaksa kendisini feshetmelidir.
3. Kökü dışarıda ve amacı kanlı bölücülük -kardeş kavgası – iç savaş olan AÇILIM – ÇÖZÜM SÜRECİ masalı ve çoooook tehlikeli oyuncağı Türkiye gündeminden düşürülmelidir.
4. Çözümü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu insancıl önder Mustafa Kemal Paşa
8 Eylül 1932’de, 83 yıl önce dile getirmiş.. Yukarıya aktardık.. Tekrar tekrar okunması ve
üzerinde düşünülmesi gerek.

Reçete hiç de karmaşık değil.. Yine O’nun hepimize akıllıca uzlaşı çağrısı yapan sözleriyle :

“Türkiye Cumhuriyetini kuran halka / ahaliye (AS: “Halklar” diye ayrıştırmak çok yersiz değil mi!?) TÜRK MİLLETİ denir..”

Ülkemizin bu anlayışa öyle çok gereksinimi var ki…
7 Haziran 2015 “kritik” seçimlerine giderken de, sonrasında da..

Sevgi ve saygı ile.
29 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

7 Nisan 2015 : DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ

“7 Nisan Dünya SAĞLIK Günü”

Logo_WHO_DSO

 

 

 

 

Nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü (WHO/DSÖ) Anayasası’nın yürürlüğe girdiği
7 Nisan (1947) günü tüm dünyada ‘Sağlık Günü’ olarak kutlanmaktadır.
2015 Yılıı Dünya Sağlık Günü’nün teması

‘Tarladan Tabağa Gıda Güvenliği’

olarak belirlenmiştir. Dünya genelinde “Gıda Güvenliği” konusunda farkındalık oluşturulması hedeflenmektedir.

Gıdalar ve beslenme, insanların en temel ve vazgeçilmez gereksinimlerinden biridir. Herkes güvenilir, nitelikli, uygun bedelle ve sağlıklı besinleri sürekli olarak
satın alabilme ve tüketme hakkına sahiptir.

Bu temel insanlık hakkı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde de güvence altına alınmıştır (md. 259.

Gıda güvenliği; gıda ürünlerinin tarladan sofraya dek üretimin ve dağıtımın
her basamağında gerekli denetimlerin düzenli yapılmasıdır.
Kimyasal, Fiziksel, Biyolojik ve Nütrisyonel bakımlardan alınan önlemler bütünüdür.

Sağlıklı toplum için, toplumun en küçük birimi olan tüm insanların sağlıklı olması gerekir.

Her – kes, dünyanın neresinde olursa olsun, gereksindiği besinlere ulaşma
ve nitelikli bir yaşam sürdürme hakkına sahiptir.

7 Nisan 2015 – 7 Nisan 2016 arasında 1 yıl boyunca bu yakıcı konuyu / sorunu
öncelikle konuşacağız.
Dileriz, küresel ölçekte yaygın beslenme hatta AÇLIK sorununun çözümünde yol alırız..

  • DSÖ / FAO verileriyle Dünyada 805 milyon insan karnını doyuraMAmaktadır =  AÇTIR! Bu, her 9 kişiden birinin
    AÇ olduğu anlamına gelmektedir; insanlık için yüz karasıdır!

Hemen hemen 5-6 ölümden biri (yaklaşık 10 milyon / yıl) AÇLIK nedenlidir
ve bu verilerle AÇLIK Dünyada 1 numaralı “temel” ölüm nedenidir!

Dünya Sağlık Günü, bu önemli hatta utanç verici halk sağlığı sorununun çözümüne anlamlı katkı sağlasın dileriz. Bunun için küresel emperyalizmin geriletilmesi ve
odağına kârı – sermayeyi değil; insansı – toplumu koyan bir yeni Dünya Düzenine
gerek var. Daha adil, daha sosyal, daha paylaşımcı bir dünya düzeni ve bu olanaklı!

Güney Amerikalı yoldaşlarımızın her yıl Porto Allegre‘de, Davos kepazeliğine seçenek olarak meydan okudukları gibi haykıralım :

  • OTRO MUNDO ES POSSIBLE!… OTRO MUNDO ES POSSIBLE!
    Başka Bir Dünya Mümkündür.. Küresel emperyalizme mahkum değiliz!

3. Bin Yıl Kalkınma Hedefleri (3rd Miilenium Developmental Goals – 3rdMDG) arasında 2000’den  2015’e 15 yılda Dünya’da AÇ insanların sayısını 400 milyonlara indirerek yarılama da vardı.. Olmadı, başarılamadı..

Temel nedeni KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizmden başka ne olabilir ki??

*****

Dünya Sağlık Örgütü / CENEVRE                :
– “Her yıl çoğu çocuk 2,2 milyon kişi gıda ve su kaynaklı hastalıklılar nedeniyle yaşamını yitiriyor”
– “Güvensiz gıdalar; böbrek ve karaciğer yetmezliği, beyin ve sinir hastalıkları,
uzun süreli engellilikler ve kanser de içinde 200’den çok hastalığın temel nedeni.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Dünya Sağlık Günü’nde güvenilir gıda tüketilmesi önerisinde bulunarak, her yıl 2,2 milyon kişinin güvenilir olmayan gıda ve su kaynaklı hastalıklılar nedeniyle yaşamını yitirdiğini bildirdi.

DSÖ, bu yıl Dünya Sağlık Günü’nün temasını “Gıda Güvenliği” olarak belirledi.

DSÖ’nün Cenevre’deki merkezinde düzenlenen basın toplantısında konuşan DSÖ
Genel Müdür Yardımcısı Keiji Fukuda; bakteri, virüs, parazit ve kimyasal maddeler içeren güvensiz gıdaların 200’den çok hastalığa neden olduğunu söyledi.

7_Nisan_2015_DUNYA_SAGLIK_GUNU

Fukuda, “Her yıl çoğu çocuk 2,2 milyon kişi gıda ve su kaynaklı hastalıklılar nedeniyle yaşamını yitiriyor.” dedi.

Gıda kaynaklı hastalıklar arasında en yaygın sorunun ishal olduğunu belirten Fukuda, güvensiz gıdaların böbrek ve karaciğer yetmezliği, beyin ve sinir hastalıkları, uzun süreli engellilikler ve kansere neden olabildiğini ifade etti.

DSÖ’ye göre, güvensiz gıdalar arasında;

– Pişirilmemiş hayvansal ürünler,
– Dışkı ile kirlenmiş sebze ve meyveler ve
– Biyotoksin içeren kabuklu deniz ürünleri yer alıyor.

Güvensiz gıda kaynaklı bağırsak hastalıklarının en çok görüldüğü yerler arasında
Afrika bölgesi başı çekiyor. Afrika’yı Güneydoğu Asya ülkeleri izliyor.

DSÖ Genel Müdür Yardımcısı Fukuda, gıda güvenliliğinin önemine vurgu yaparken, güvensiz gıdanın doğurduğu ekonomik risklere de dikkat çekti. DSÖ verilerine göre,
2011’de Almanya’da ortaya çıkan ölümcül E. coli (EHEC) salgınında çiftçilerin yitiği
1,3 milyar $ olmuştu.

DSÖ Genel Müdürü Margaret Chan ise yaptığı yazılı açıklamada,

  • “Herhangi bir yerel gıda güvenliği sorunu, çok hızlı bir biçimde 
    uluslararası bir bunalıma dönüşebilir.” uyarısında bulundu.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda
10 yılı aşkın bir zamandan beri verdiğimiz bir ders olan

GIDA GÜVENİĞİ ve SANİTASYONU 

başlıklı ders notlarımızı güncelleyerek paylaşmak istiyoruz..
Lütfen tıklar mısınız 148 yansıdan oluşan bu güncel ve varsıl dosya için?

Gida_Guvenligi_ve_Sanitasyonu

Sevgi ve saygı ile.
07 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not   : Türkiye, DSÖ Anayasasını 5062 sayılı yasa ile 1947’de TBMM’de benimseyerek bu BM uzmanlık Örgütünee üye olmuştur..

==========================

 

DSÖ Açıklamasının
İngilizce tam metni aşağıdadır..

World Health Day 2015:
From farm to plate, make food safe

News release

New data on the harm caused by foodborne illnesses underscore the global threats posed by unsafe foods, and the need for coordinated, cross-border action across the entire food supply chain, according to WHO, which next week is dedicating its annual World Health Day to the issue of food safety.

World Health Day will be celebrated on 7 April, with WHO highlighting the challenges and opportunities associated with food safety under the slogan “From farm to plate, make food safe.”

“Food production has been industrialized and its trade and distribution have been globalized,” says WHO Director-General Dr Margaret Chan. “These changes introduce multiple new opportunities for food to become contaminated with harmful bacteria, viruses, parasites, or chemicals.”

Dr Chan adds: “A local food safety problem can rapidly become an international emergency. Investigation of an outbreak of foodborne disease is vastly more complicated when a single plate or package of food contains ingredients from multiple countries.”

Unsafe food can contain harmful bacteria, viruses, parasites or chemical substances, and cause more than 200 diseases – ranging from diarrhoea to cancers. Examples of unsafe food include undercooked foods of animal origin, fruits and vegetables contaminated with faeces, and shellfish containing marine biotoxins.

Today, WHO is issuing the first findings from what is a broader ongoing analysis of the global burden of foodborne diseases. The full results of this research, being undertaken by WHO’s Foodborne Disease Burden Epidemiology Reference Group (FERG), are expected to be released in October 2015.

Some important results are related to enteric infections caused by viruses, bacteria and protozoa that enter the body by ingestion of contaminated food. The initial FERG figures, from 2010, show that:

  • there were an estimated 582 million cases of 22 different foodborne enteric diseases and 351 000 associated deaths;
  • the enteric disease agents responsible for most deaths wereSalmonella Typhi (52 000 deaths), enteropathogenic E. coli (37 000) and norovirus (35 000);
  • the African region recorded the highest disease burden for enteric foodborne disease, followed by South-East Asia;
  • over 40% people suffering from enteric diseases caused by contaminated food were children aged under 5 years.

Unsafe food also poses major economic risks, especially in a globalized world. Germany’s 2011 E.coli outbreak reportedly caused US$ 1.3 billion in losses for farmers and industries and US$ 236 million in emergency aid payments to 22 European Union Member States.

Efforts to prevent such emergencies can be strengthened, however, through development of robust food safety systems that drive collective government and public action to safeguard against chemical or microbial contamination of food. Global and national level measures can be taken, including using international platforms, like the joint WHO-FAO International Food Safety Authorities Network (INFOSAN), to ensure effective and rapid communication during food safety emergencies.

At the consumer end of the food supply chain, the public plays important roles in promoting food safety, from practising safe food hygiene and learning how to take care when cooking specific foods that may be hazardous (like raw chicken), to reading the labels when buying and preparing food. The WHO Five Keys to Safer Food explain the basic principles that each individual should know all over the world to prevent foodborne diseases.

“It often takes a crisis for the collective consciousness on food safety to be stirred and any serious response to be taken,” says Dr Kazuaki Miyagishima, Director of WHO’s Department of Food Safety and Zoonoses. “The impacts on public health and economies can be great. A sustainable response, therefore, is needed that ensures standards, checks and networks are in place to protect against food safety risks.”

WHO is working to ensure access to adequate, safe, nutritious food for everyone. The Organization supports countries to prevent, detect and respond to foodborne disease outbreaks—in line with the Codex Alimentarius, a collection of international food standards, guidelines and codes of practice covering all the main foods.

Food safety is a cross-cutting issue and shared responsibility that requires participation of non-public health sectors (i.e. agriculture, trade and commerce, environment, tourism) and support of major international and regional agencies and organizations active in the fields of food, emergency aid, and education.

For more information, contact:

Paul Garwood, WHO
Telephone: +41-22-7911578
Mobile: +41-79 603 72 94
E-mail: garwoodp@who.int

Fadela Chaib, WHO
Telephone: +41-22-7913228
Mobile: +41-794755556
Email: chaibf@who.int

Olivia Lawe-Davies, WHO
Telephone: +41-22-7911209
Mobile: +41-794755545
Email: lawedavieso@who.int