Etiket arşivi: İtilaf Devletleri

19 MAYIS DİRENİŞİ…


19 MAYIS DİRENİŞİ…
    

Portresi

 

 

 

 

 

Mustafa Gazalcı
mgazalci@gmail.com 
www.gazalci.net

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 95. yılını kutluyoruz
bu yıl.

          Doksan beş yıl önce 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk,
bir avuç yurtseverle birlikte Samsun’a çıktığında memleketin genel durum ve
görünüşü (manzarai umumiye) şöyleydi:

           Genel savaşta yenilerek koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış,
halk yorgun ve yoksul düşmüş, ordunun elinden silahları alınmış, bizi savaşa sürükleyen Osmanlı yöneticileri kendi başlarının kaygısına düşmüş, İtilaf Devletleri
uydurma nedenlerle yurdun dört bir yanını işgal etmeye başlamışlar… 

          Kısaca ülkeyi kara bulutlar kaplamış.

          19 Mayıs 1919’da başlayan bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşı
1922’de başarıyla sonuçlanmış.

          Cumhuriyetin Parlak Yılları

          1920’de TBMM açılmış,1923 yılında Cumhuriyet duyurulmuş, aynı yıl
Lozan Barış Antlaşmasıyla bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devleti bütün dünyaya
kabul ettirilmiş.

          Artarda yapılan devrimler, atılımlarla çağdaş, bağımsız, laik, saygın bir ülke yaratılmış.

          Atatürk ve İsmet İnönü dönemleri yeni Türkiye Cumhuriyetinin parlak ve onurlu yılları olmuş.

          Öğretim Birliği (1924), ardından yeni abece (1928) ile eğitim seferberliği yapılmış. Halkevleri ile kültür ve sanat her yaştan insana ulaştırılmaya çalışılmış.
Türk Tarih Kurumu (1931), Türk Dil Kurumu (1932) ile tarihimiz,
dilimizin incelenmesi, geliştirilmesi bilimsel bir temele oturtulmuş.

          Köy Enstitüleri (1940) gibi çağdaş eğitim kurumları uygulanmış.

          Ekonomik, toplumsal, kültürel birçok reform yapılmış.

          Ödünler ve Sapmalar Dönemi

          Sonra Cumhuriyet devrimlerinden ödünler başlamış.

          1946’da başlayan ödünler 1950 iktidar değişimiyle artmış.

          Köy enstitüleri kapatılmış. Yerine köy ve yoksul aile çocuklarına
İmam Hatip Okulları, Kuran kursları açılmış.

          Osmanlı devletinden kalan borçlar kuruşuna kadar ödenirken,
yeniden borçlanmaya gidilmiş.

          Yaklaşık 60 yıldır ülke sağ iktidarlar tarafından yönetiliyor.
Bunun son 12 yılı AKP’nin tek başına iktidarı.

          Bu sürede yollar, köprüler yapıldı, teknolojik yenilikler geldi.
Gelir dağılımı çarpık da olsa kişi başına düşen ulusal gelirimiz arttı.

          Ancak sağlıklı, adaletli bir gelişme olmadı. Dış ve iç borç yükü arttı.
“2013 yılında toplam borç yükü 995.9 milyar TL düzeyine tırmanarak
Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) %70’ine ulaşmıştır.” (1)

           Neredeyse tüm komşularımızla ilişkilerimiz bozuldu. 2012’de getirilen 4+4+4 sistemiyle Öğretim Birliği ortadan kaldırıldı. Yargı siyasallaştırıldı. Güçler ayrımı bozudu. 17 Aralık 2013’te kimi bakan ve çocuklarının yolsuzluğa, rüşvete adı karıştı. Gazeteciler, aydınlar içeriye atıldı.

          Özetle 2014’te yine memleketin genel görünüşü kötü mü kötü.

          Yeniden Ulusal Bir Direniş

          İşte bu kötü koşullarda Haziran 2013’te İstanbul’da Gezi Parkı’nda gençlerin başlattığı direniş yeni bir umut yarattı toplumda. Bu demokratik direniş ruhu
kısa sürede bütün ülkeye yayıldı.

          Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler, bağımsızlıktan, çağdaşlıktan yana olanlar,
gençler, kadınlar mitingler, yürüyüşler düzenledi.

          İktidar ulusal bayramları geçiştirirken halk bu günlere sahip çıktı.
Hukuk dışı baskılar karşısında Atatürkçü düşünceye daha çok sarıldı.

          Gençler, 1919’tan 95 yıl sonra Ata’sının kendisine emanet ettiği
laik Cumhuriyeti, koşullar ne olursa koruyup geliştirecektir.

1) Ali Nejat Ölçen. Türkiye Sorunları, Eylül 2013, sayı 97, AKP’den Kurtuluş Sorunu, Sayfa:14.

AMERİKA TÜRKİYE’Yİ BÖLMEK Mİ İSTİYOR?


AMERİKA TÜRKİYE’Yİ BÖLMEK Mİ İSTİYOR?

 Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan 

1950’li yıllarda ilkokul öğretmenimiz sınıfta bir gün şöyle demişti:

Her Rus’un evinin duvarında “Parçala kolay yutarsın” yazılı bir levha asılıymış.”

Çocukluk işte! Bir Rus’un evinin duvarında asılı bu levha gözlerimin önünde canlanır, Rus’un her gün bu levhaya bakarak Türkiye’yi parçalama görevini hatırladığını düşünürdüm.

Bu, bir NATO ve Amerikan yalanı olmalıydı. Öğretmenimin söylediklerinin sorgulanmaya muhtaç olduğunu düşünemezdik. Fakat kimi yalanlar
vardır ki, büyüklerin çoğu da bu konuda söylenenlerle yetinir ve
ona inanırlar. Çünkü buna ihtiyaçları vardır. 
 

Bir süreden beri, Amerikan emperyalizminin Türkiye’yi bölmeye çalıştığı gibi bir düşünce yediden yetmişe herkesin dilinde, pek çok gazete sütununda yer alıyor. Bu düşünce o kadar çok tekrar edilmektedir ki artık bunun doğru olmadığını söylemek bile güçleşmiştir. Herhalde Türkiye’de en uzun süre dolaşımda kalan komplo teorisi budur. 

Bu yaygın kanıya göre ABD bizi başka herhangi bir yerimizden değil, Kürtlerin yaşadığı Güneydoğu bölgesinden bölecektir. Birçok insana bu düşüncenin mantıklı görünmesi, baş emperyalist ABD’den her kötülüğün beklenebileceğinden,  Batılıların bizi daha önce de Sevr Antlaşmasıyla bölmeye çalışmasından kaynaklanıyor olsa gerektir. 

Ezberci eğitime karşı çıktığımıza, sorgulamaktan, tartışmaktan yana olduğumuza göre, konu üzerinde irdeleyici bazı sorular sormakta yarar vardır:

– ABD bizi niçin bölecektir?
– Bunda ne gibi çıkarları vardır?

ABD’nin, Türkiye’yi alt üst edecek, başta hangi hükümet olursa olsun onun düşmanlığını da üstüne çekecek böyle bir politika gütmesi için
çok esaslı nedenleri olmalıdır. NATO’dan çıkarak Amerika’ya savaş açmak, Saddam’ın Irak’ı, Esat’ın Suriye’si, Kuzey Kore, Vietnam, Küba ve İran gibi Amerikan karşıtı bir politika gütmek gibi. 

Mütareke döneminden değiliz 

1918 yılında değiliz. İtilaf devletleri Osmanlı devletini bölme planları yapmışlardı ama Osmanlı devleti kendisini koruyamayacak bir hasta adam durumuna gelmişti. Bu da yetmiyormuş gibi Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletlerine savaş açmış ve bu savaşta yenilmişti.
O’na şimdi bu yenilgisinin cezasını vereceklerdi. Millet, bu palanları Kurtuluş Savaşı’yla bozdu ve Türkiye dünya devletleri arasında onurlu yerini aldı. Milletler Cemiyeti’ne, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Birleşmiş Milletlere girdi. Amerika’nın müttefiki, NATO’nun üyesi oldu. Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşı gerek toprak bütünlüğünü ve gerekse kapitalist rejimini Batının güvencesi altına verdi. Bu koşullarda Amerika ve NATO, değil Türkiye’yi bölmek, onu Sovyetler Birliği karşısında ve şimdi de Ortadoğu’da güçlendirmekten başka nasıl bir politika güdebilirlerdi? Amerika Türkiye’ye silahları süs olarak veriyor değildi? NATO, Türk ordusunu iş olsun diye eğitmiyordu. Durum bu kadar açıkken onların Türkiye’yi bölmek, parçalamak, Türkiye topraklarından yeni devletler çıkarmak istediğini söylemek doğru olabilir mi?
 

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden beri tercihini Amerika’dan yana yapmış, onun ilgisini çekmek için Kore’ye asker göndermiş,
Türkiye’yi Amerikan üsleriyle donatmıştır. Amerikan sermayesi Türkiye’ye serbestçe dolaşmaktadır. Gelen geçen bunca hükümete karşın,
Türkiye egemen sınıfları bu statüyü bir amentü gibi korumuşlardır.
Bütün Türkiye topraklarını denetimi altında bulunduran ABD,
bu ülkeyi niçin bölsün? Bunun için mantıklı bir neden var mıdır?

Tartıştığım kişilere bu soruyu sorduğum zaman doyurucu yanıtlar alamıyorum.  Kimilerinin ileri sürdüğüne göre, Türk Hükümeti Amerikancı olmakla birlikte devlette ve halkta buna karşı direniş vardır. Halk ileride iktidar olabilir ve ABD’ye kapıyı gösterebilir. Bu ihtimali düşünen ABD, şimdiden Türkiye’yi bölerek kendilerine bağımlı bir Kürdistan yaratmaya çalışmaktadır! 

İçerdeki sorunu dışarıya atmak

Sorun, Türkiye’de Kürt sorununu tarihsel bir iç sorun olarak görmeye yanaşmamaktan kaynaklanıyor. Eğer Kürtler Türk devletinden birtakım kimlik istemlerinde bulunuyorlarsa, bu mutlaka bir dış kışkırtmanın eseridir! Gerçekte bir Kürt sorunu yoktur ve olamaz!
İç sorunlarını bir dış gücün üzerine atmak tarihte de günümüzde de çok rastlanan bir tutumdur. Stalin, yok etmek istediği karşıtların birer ajan olduklarını ileri sürermiş. Soğuk Savaş döneminde ne zaman emekçiler hak arama mücadelesine kalkışsalar,
bu komünist Rusya’nın kışkırtması olarak görülürdü. Bu komplo teorisini AKP hükümeti devralmış ve Gezi eylemlerini birçok dış odağa bağlamıştır. Çünkü halkın kendisini protesto etmesi için bir neden yoktu! Bu hareket olsa olsa… 

İşin gerçeği şudur         :

Gerek ABD, gerek AB, Türkiye’yi hem askeri bir müttefik, hem de sermayeleri için bir açık pazar olarak tutma politikasını gütmektedirler. Bunun için Türkiye’nin bütünlüğü kendileri için de önemlidir, bunu dile de getirmektedirler. Kaç ABD yetkilisi Türkiye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunu söylemedi? En son ABD eski Ulusal Güvenlik danışmanı Stephan Hadlley, Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşide
şöyle diyor: 

“Türkiye’de son 50 yılda en çok pirim yapan argümanlardan biri,
ABD’nin Ortadoğu’da büyük bir Kürdistan kurmaya çalıştığı iddiası oldu.
ABD bu konuda çok net. Türkiye, Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünden yana.
Çok uzun yıllardır Amerikan politikası bu olmuştur ve bu tavırda bir değişiklik görmüyorum.” (
25 Kasım 2013)

Ortaya sürülen bir Orta Doğu haritasını da ABD yetkilileri
kendi politikalarını yansıtmadığını belirterek kaç kez reddettiler.

Komplo teorisinin ne zararı var? 

Gazeteci bir arkadaşa, gazetesinin ve TV kanalının Amerika’nın Türkiye’yi bölmeye çalıştığı yolundaki yayınının aslı olmadığını söylediğimde
bana verdiği yanıt şu olmuştu: 

  • “Amerika’nın o kadar suçu var ki, bunu da kaldırır!”

Fakat hiçbir komplo teorisi sonuna kadar ayakta kalamaz. Gerçeğe dayanmayan
hiçbir politika başarılı olamaz. İşin en önemli sonucu, bu tip aslı olmayan teorilerle Atatürkçülük, ulusalcılık, solculuk gibi sıfatlar takınan Türk milliyetçiliğinin geleceğin Türkiye’sini yönetme şansını giderek elinden kaçırmasıdır. Bir doktor, hastalığa
doğru tanı koyamazsa onu nasıl tedavi eder? Neyse ki, bilim, gerçeklik ve sağduyu var. Bu komplo teorisi hakkında yazı yazacağımı söylediğim bir arkadaş dedi ki;

“Buna inanmayanlar da var. Geçenlerde Tevfik Çavdar’ı anmak için yapılan bir panelde üç konuşmacının üçü de bu konuya senin gibi baktıklarını söyledi.”

Biraz olsun rahatladım. (28.11.2013)

Lozan Barış Antlaşması : Bir Ulusun Yeniden Doğuş Belgesi

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sayın Altan Arısoy birikiml, bir aydınımızdır.
İntrnet ortamında sıklıkla değerli yorumlarına rastlanır.
ADD’nin açtığı 90. Yıl Lozan Yazı Yarışmasında, aşağıdaki kapsamlı makalesi 3.lük ödülü aldı. Kendisini kutluyor ve bu değerli yazıyı paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
29.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 ==============================


Lozan Barış Antlaşması :
Bir Ulusun Yeniden Doğuş Belgesi

portresi

Altan Arısoy
Öğretmen, Anamur

 

 

 

20. YÜZYIL BAŞINDA OSMANLI DEVLETİ

17. 18. Ve 19. yüzyıllarda Avrupa Ortaçağ’dan kurtulup bilim ve teknikle,
Aydınlanma ve Endüstri (Sanayi) Devrimi ile dev adımlarla ilerlerken;
Osmanlı devleti baş aşağı gidiyordu.

Kapitalizmle birlikte ulusçuluk akımları, başta dönemin gelişmiş ülkelerini etkisi altına aldı. İspanya, Fransa, İngiltere, ABD derken, 1870’lerde Almanya ve İtalya
ulusal devletlerini kurarak çok güçlü bir konuma yükseldiler.

Kapitalizm; büyük devletler arasında her alanda amansız bir yarışa neden oluyordu. Özellikle sömürgecilik alanındaki rekabet, Avrupa devletlerinin iki büyük blok oluşturmasına yol açtı.

Ulusçuluk (ulusalcılık) akımları 200 yıldır dünya tarihini belirleyen başlıca etkendir.
Osmanlı Devleti bütün bunlara bir anlam veremedi. Durumu düzeltmek için, özellikle askeri alanda Avrupa’yı taklit etmeye çalıştıysa da, başarılı olamadı. Yabancıların
askeri sistemlerini taklit etmek ve onlardan malzeme almak hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü; uygarlık yolundaki ilerlemeler, bütün alanları kapsayan bir bütündür.

Tek ayakla yarış kazanılmaz.

Özetle; Osmanlı Devleti 1830’lardan başlayarak büyük devletlerin oynattığı bir
kukladan ibaretti. Sürekli olarak azınlık isyanlarıyla boğuştu. Rusya ile savaştı.
Her isyana İngiltere, Fransa ya da Rusya karışıyor, imparatorluk küçülüyor ve çöküyordu.

DENENEN KURTULUŞ YOLLARI

Osmanlı Devleti dağılırken birçok kurtuluş yolu denedi. Hepsi de hüsranla sonuçlandı:
Tanzimat Dönemi aydınları; Saltanat yetkilerinin korunması koşuluyla, bir parlamento açılmasının ve her etnik kümeye eşitlik tanınmasının devleti kurtaracağını düşündüler. Adına “Yeni Osmanlıcılık” dediler. Anayasa yapıldı. Meclis açıldı.
Ama dağılma sürdü.

Özellikle II. Abdülhamit İslamcılık (Panislamizm) ideolojisine sarıldı.
Sırbistan, Romanya, Mısır, Kıbrıs gitti. Ruslar Erzurum’a geldi. Hilafet sancağı açıldı. Yine olmadı.

İttihat ve Terakki Derneği‘nin devlete egemen olmasının, özellikle de
Balkan Savaşı‘nın ardından pompalanan Türkçülük- Turancılık ideolojisi
romantik bir imge olmakla kaldı. Almanya ile ittifak yapıldı. 1. Dünya Savaşına girildi. Yüz binlerce insanımız ve 3.500.00 km karelik ülke toprakları yitirildi…
Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla teslim olundu. Düşman gemileri İstanbul’a
demir attı.

Savaştan sonra ise düşünülebilen tek çözüm; ya İngiltere’nin ya da ABD nin güdümünde (mandasında) yaşama şansı aramak oldu. Dönem aydınlarının ezici çoğunluğu ve yönetici kadrolar birdenbire İngiliz hayranı olup, onların insafına sığındılar.
Osmanlı; savaşta yenildi. Çare olarak ülkesini işgal edenlere sığındı.

  • Vahdettin, Osmanlı Devletinin bir süre İngiltere tarafından yönetilmesini bile önermiştir!

Osmanlı Devleti; 10 Ağustos 1920 günü imzaladığı Sevr Antlaşmasıyla, imparatorluğun çökmesini, ülkenin paylaşılmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Ankara’da ulusal savaşın merkezi olan TBMM ise; aynı günlerde aldığı bir kararla
bu teslimiyet anlaşmasını reddettiğini bütün dünyaya duyuruyor, imzalayan ve onaylayanları “vatan haini” ilan ediyordu. (19 Ağustos 1920)

Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma dönemlerinde temel bir anlayış vardı. Avrupa’ya öykünmek, onlardan akıl ve yardım almak…Bu öykünmecilik Lale Devri ile başlamıştı. Tanzimat Dönemi’nde doruğa çıktı. Ülke, yabancıların oyun alanı oldu. Saltanat makamı İngiliz, Fransız, Rus büyükelçilerinin emirlerini uygulamak zorunda kaldı. Sonuçta ise en büyük nedeni “Şark Meselesi” yani Osmanlı ülkesinin paylaşılması olan 1. Dünya savaşıyla tasfiye edildi. Tarihe gömüldü.

  • Sevr Antlaşması bu yok oluşun belgesidir…

Son üç yüz yılda “biz adam olmayız” fikri o kadar yerleşmiştir ki; işbirlikçilik ve yabancı hayranlığı bugün bile son dönem hükümetlerimizin dayandığı temel bir politikadır.
Kurtuluş savaşımız böyle bir ortamda yapıldı.
Lozan Antlaşması ile taçlandı.

LOZAN KONFERANSI

Öncelikle Lozan Barış Konferansı’na ilişkin kimi bilgileri yeniden anımsamakta yarar var:
Lozan’a giden kurula TBMM tarafından 14 maddelik bir yönerge verildi. Yönergede hangi konularda ödün verilmeyeceği belirtildi. Genellikle sınırlar üzerinde duruldu.

Kapitülasyonlar 
borçlar
azınlıklar ve
Boğazlar konularında alınacak kesin tavırlar belirlendi.

Konferans; 20 Kasım 1922’de başladı. Anlaşma olmadı ve 4 Şubat 1923’te dağıldı. Ancak diplomasi sürdü. Bu arada Sovyetler Birliği Türkiye’ye açık destek verdi. Eğer yeniden savaş çıkarsa; bu kez Türkiye’nin yanında savaşa gireceğini duyurdu. Türkiye ise; İzmir İktisat Kongresi gibi etkinliklerle kesin tavrını ortaya koydu. Konferans, 23 Nisan 1923’te yeniden başladı. 24 Temmuz 1923’te barış antlaşması bağıtlandı

Antlaşma; 143 madde ve 17 ek protokolden ibarettir. Gizli saklı maddeleri yoktur. Olması da olanaksızdır. Gizli anlaşmalar ancak iki devlet arasında yapılır.
Uluslararası konferanslarda olmaz.

Lozan Barış Antlaşması taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923’te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923’te, İtalya tarafından
12 Mart 1924’te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924’te imzalanmıştır. İngiltere’nin anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onaylarında ilişkin belgeler resmi olarak Paris’e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir. (1)

Japonya Lozan Konferansına katıldı. Çünkü; 1. Dünya Savaşının taraflarından biriydi. ABD ise Türklerle savaşmadığı için konferansta taraf olmadı. Yalnızca gözlemci bulundurdu. Taraflar, 1. Dünya savaşına katılan “itilaf devletleri” ile Türkiye’dir.
Bu yüzden; ABD’nin antlaşmayı imzalaması söz konusu değildir. Türkiye’de son yıllarda sürdürülen “ABD Lozan Antlaşmasını imzalamadı” diye sürdürülen savın dayanağı yoktur.

Lozan Antlaşması; yukarıda sıraladığımız Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi, tarih içinde iflas ettiği görülen anlayışlara karşı olduğu kadar; bütün dünyaya karşı da, ulusumuzun gerçek kimliğini tescil ettiren bir belgedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi ve yurdumuzun tapusu olan Lozan Antlaşması’nı eleştirenler; önceki yüzyıllardan beri sürüp gelen eski ve geri anlayışların temsilcisidirler. Bilinmelidir ki; Lozan Antlaşması’na karşı olanlar
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanlardır…

Lozan Antlaşmasını nankörce eleştirenleri birkaç kümede toplayabiliriz:

1. Kürtçü ayrılıkçılar
2. Saltanat ve Hilafet yanlıları, İslamcılar…
3. İşbirlikçiler, etki ajanları
4. Her dönemde görülen iktidar dalkavukları

Bu kümelerin amaçları başka olsa da;. ortak noktaları Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlıktır. Eleştiriler arasında “doz” farkı vardır. Bazıları, “Lozan Bir Hezimettir” diyecek denli ileri gitmişlerdir. Karşı çıktıkları noktalar hemen hemen aynıdır.
Hepsi de dezenformasyon (yanlış bilgilendirme, yanıltma) yoluyla insanları
Kurtuluş savaşı, Cumhuriyet, Atatürk ve devrimler konusunda kuşkuya düşürmek isterler. Böylelikle; Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin sarsılacağını ve iktidarı
ele geçirebileceklerini düşünürler(!)

KÜRTÇÜ AYRILIKÇILAR

Kürtçüler Lozan yerine Sevr antlaşmasını doğru bulurlar. Irak’ın kuzeyindeki
kukla Kürt oluşumunun anayasası Sevr Antlaşması’na gönderme (atıf) yapar.
Varlığını o antlaşmaya dayandırmaya çalışır! Lozan ile Kürtlerin devletleşme hakkının gasp edildiği iddiasındadırlar.

Onlara göre Lozan Antlaşması; “Kürdistan’ı işgal devletleri arasında bölüşen bir emperyalist anlaşma” dır! ‘Misakı milliye’ sahip çıkmak, Sevr anlaşmasını kötülemek ve Lozan’ı savunmak açıkça Kürtlerle dalga geçmektir.
Kürdistan’ın parçalanmasına alkış tutmaktır.

Daha da ileri gidip “açılım ya da çözüm” Lozan’ın Kürtler için bir bozgun olduğunu; bugünkü “çözüm” projesinin de 2. Lozan Bozgunu” diyenler var…

Oysa; Kürtlerin büyük çoğunluğunu temsil eden kuruluşlar Lozan konferansına başvurarak, Türklerden ayrılmak istemediklerini ifade etmişlerdi. İsmet Paşa da;
“Kürtler bizdendir, Turan soyundandır, dolayısıyla Musul vilayetindeki Kürtler de Türkiye’ye bağlanmalıdır.” şeklinde bir direniş göstermişti.

Ama İngiltere Musul sorununun daha sonra iki devlet arasında dostane görüşmelerle çözülmesini kabul ettirmiş ve Lozan’da Irak sınırı çizilememiştir. Tarihte hiçbir zaman Kürdistan denilen büyük bir bölge olmamıştır. Osmanlının son döneminde sadece kısa bir süre için “Kürdistan” olarak adlandırılan bölge, bugün Kürdistan olduğu iddia edilen alanın küçük bir parçasıdır.

Son Osmanlı Meclisi; işgal edilen ülke topraklarını kurtarmak amacıyla bir dizi karar aldı. Bu kararlara Misak- Milli (ulusal ant) denildi. Türkiye Cumhuriyeti bu sınırlar ötesinde hiçbir iddiada bulunmadı. Oralar zaten imparatorluktan kalan topraklardır. O alanın da bir bölümünü terk etmek zorunda kaldı. Bu durumda kurtuluş savaşı ve Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin bir ülkeyi işgal etmesi söz konusu değildir. “Lozan ile T.C. Kürdistan’ı sömürgeleştirdi” demek, dayanaksız bir iddiadır.

Azınlıkların dilediği dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulmamıştır.
(Lozan Ant. md. 39) Lozan Barış Antlaşması’nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi.

Kürtçülerden bazıları, Lozan Antlaşmasının 39. maddesine göre; azınlıkların her alanda istedikleri dilleri kullandığını; Kürtlerin bu haktan yoksun olduğunu, kendilerine haksızlık yapıldığını söylerler. Oysa Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl sahibidirler.
Bundan büyük bir hak olabilir mi? Azınlık olmayanların, azınlıklara verilen haklardan yararlanmaları söz konusu değildir. Lozan Antlaşmasına dayanarak böyle bir sorun yaratılamaz…

Üstelik, Kürtçenin; resmi dil dışındaki her alanda özgürce kullanılmasında artık hiçbir engel de yoktur. Azınlıklar bile kendilerine verilen bu haklardan 17 Şubat 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ile vazgeçmişlerdir…

SALTANAT – HİLAFET YANLILARI VE İSLÂMCILAR

Günümüz İslamcıları, yoğun olarak “Lozan hezimettir” derler. Lozan konusunda en çok iftira atan kesimdir. Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’nun iftira ve iddialarını sürdürürler. Gerekçeleri ise şunlardır:

1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklâl Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınmadı.
Savaş giderimi (tazminatı) olarak yalnızca Meriç ırmağı batısındaki Karaağaç kasabası alındı. Giderim (Tazminat) yalnızca para değildir. Kurtuluş savaşı aynı zamanda
1. Dünya savaşının devamı gibidir. Lozan Antlaşması da taraflar arasındaki
son Antlaşmadır. İngiltere savaş galibi olarak giderim (tazminat) istiyordu.
Daha büyük ödence (tazminat) isteminden bu yüzden vazgeçilmiştir.

Misak-ı Milli sınırları içinde Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngiltere’ye;
Hatay Fransa’ya bırakıldı.

“Türkiye ile Irak arasındaki sınır dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük Britanya arasında dostça belirlenecektir.” (Lozan Ant. md.(3)

Görüldüğü gibi Musul Lozan’da verilmedi. Arkasından İngiliz desteğiyle Nasturi ve Şeyh Sait ayaklanmaları çıktı. Cumhuriyet yönetimi zor durumda kaldı. Irak’ta İngiltere ile savaşamazdı. Bu sınır Lozan’da çizilmedi. Milletler Cemiyeti‘nin de İngiltere yanlısı olması üzerine 1926 yılında çizildi.

Suriye sınırı da 21 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Antlaşmasıyla belirlenmiştir. Lozan’da değil. Karşılığında Fransa işgal ettiği yerlerden çekildi.
Hem kurtuluş savaşı içinde, hem de Lozan’da Türkiye’ye diplomatik destek verdi.
Ama mücadele devam etti. Hatay 1939 yılında anavatana katıldı.

12 ada İtalyanlar’a, İmroz, Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a, 1571’den beri Türkler’e ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.

Yalan…

12 Adayı İtalya Balkan Savaşları sonunda kendi ülkesine kattı. Doğu Ege adalarını Balkan savaşında Yunanlar işgal etti. Savaş sonunda Atina Antlaşmasıyla Yunanistan’a verildi.

Lozan’la Çanakkale Boğazı’nın güvenliği için Bozcaada ve Gökçeada Türkiye’de bırakıldı. Doğu Ege adalarının silahsızlandırılması kararlaştırıldı (md.12).
Kıbrıs ise 2. Abdülhamit döneminde, 1878 yılında elden çıktı. 36 yıl boyunca İngiltere işgalinde kaldı 1914 yılında ise ilhak edildi.. İngilizlere teslim eden Osmanlı yönetimidir. Lozan Antlaşması ile pazarlık konusu olmamıştır. Durum not edilmiştir. Dahası;
Misak-ı Milli sınırları içinde de değildir. Son olarak; denizci olmayan, deniz filosu olmayan, oralarda savaşmayan, adaları nüfuslandıramayan, zaten işgal edilirken bile
en küçük bir direniş örgütleyemeyen Osmanlının teslim ettiği Oniki adanın
geri alınamamasını eleştirmek vicdan işi midir?

Türkiye’nin Lozan’da tam bağımsızlığına kavuştuğu iddia edilirken, ağır bir borç altında bırakılarak yabancı şirketlere imtiyazlar verilmiş ve tam bağımsızlık bir kenara itilerek Batı blokunda yer almaya zorlanmıştır.

Borçların sahibi; İslamcıların övündüğü, özlem duyduğu Osmanlı hanedanıdır.
Yeni Türkiye, Osmanlı borçlarının yalnızca kendine düşen payını ödemeyi yüklenmiştir.
Lozan’ı eleştirenler; Türk delegeler kurulunun devlet borçlarının üzerine yatabileceğini ve Osmanlı’nın geçmiş yüzyıllardan beri yitirdiği bütün toprakları geri alabileceğini sanıyor olmalılar! Son nefesini vermemek, canını kurtarmak için savaşan bir ulusun Osmanlı’yı eski günlerine döndürmesi istenebilir mi?

Yabancı şirketler zaten büyük ayrıcalıklara sahipti. Bu ayrıcalıklara Lozan’da son verildi.

Kapitülasyonlar kaldırıldı.

Ancak; bu şirketler daha sonra millileştirildi. Millileştirme; Lozan Barış Konferansının konusu değildir.

Lozan Antlaşması nasıl bir hezimettir ki; ülkesi paylaşılmış, bağımsızlığı yok edilmiş, tutsak edilmiş bir ulusun varlığını bütün dünyaya kabul ettirmiştir?

Kadir Mısıroğlu, “Lozan, muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır.
Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak, bütün bir İslâm dünyasının
başsız bırakılmasıdır.” diyor…

Yalnızca o büyük imparatorluğu kimlerin yağmalayıp batırdığını, dünyadan uzak kalarak, parçalanmasına neden olduğunu söylemeye dili varmıyor!

“İslâm” dediği dünyanın Osmanlı halifesini nedense hiç takmadığını;
dahası halifeliğin o dünya sömürgeleşirken bir ses bile veremediğini unutuveriyor…

Necip Fazıl; DP’den aldığı güçle çıkardığı Büyük Doğu Dergisi‘nin 29 Mayıs 1946 günlü sayısında; “Hahambaşı Hayim Nahum Kuran’ın hükümlerini kaldırıp milleti
dinsiz yapmak için bir başka Yahudi olan Lord Curzon’a ‘siz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul edin. Ben onlara İslâmiyeti ve hilafeti ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum” önerisini kabul ettirdiğini yazdı. (Özakman; Vahdettin, Mustafa kemal ve Milli Mücadele, sf. 591)

Kadir Mısıroğlu baştan sona yalanlarla dolu olan “Sarıklı Mücahitler” adlı kitabında “Hayim Nahum aracılığıyla Lozan Antlaşması’nın meşhur gizli 24 maddelik kısmı
tanzim edilmiştir” (2) diye bir yalan uydurmuştur.

Koskoca devletlerin bir Yahudiye güvendiğini ve Türkiye’nin işinin böylece bitirildiğini uydurmak, ancak paranoyak bir aklın ürünü olabilir! Ruh sağlığı kendisi kadar sakat olanlar da inanır. Anlatılanların hiçbiri tarihsel olarak yaşanmamıştır. Tarihler, kişiler, olaylar uydurulmuştur.. Bir ulusun varlık-yokluk sorunu çocuk oyunu mudur?

Akit Gazetesi’nin 24 Temmuz 1996 günlü sayısının ana başlığı:
“Musul Sarhoş Kurbanı”

Sonra da bunu ABD elçisine dayandırıyorlar:

“John Grew, anılarında İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasında zil zurna sarhoş olduğunu söyledi.”

Böyle bir ifade yok… Yalan, iftira, hakaret, aldatma, saptırma din tacirlerinin
ana mesleğidir. Neresini düzeltelim.

ABD delegesinin adını bile yanlış yazmışlar. Ama önemli değil.
Nasılsa, din adına ne yazsalar yuttururlar…
Büyükelçinin adı Joseph Grew’dir. Anılarında akşam yemeklerinde her konu hakkında birçok dedikodunun dolaştığını, İsmet’in Curzon’la yediği bir akşam yemeğinde, “şampanyanın keyiflendirici etkisi altında Musul’u İngilizlerin elde tutmalarında
hiçbir sakınca görmediklerini söylemiş.’ diyor.

Grew olayın tanığı bile değil. Bir dedikodu aktarıyor. Tescilli Türk devrimi düşmanları bunu hemen tarihi değiştiren kesin bir bilgi gibi yutturmaya çalışıyorlar!
“Zil zurna sarhoş, Musul sarhoş kurbanı” gibi yalanlar ekliyorlar. Diplomatik yemeklerde ince espriler yapılır. Gerçek olsa bile, bu esprilerden sonuç çıkarmak akıl işi değildir.
Grew; sonra asıl gerçeği anlatıyor: “Türkler Musul’u almak istiyor, fakat İngilizler oradan toprak vermeyi kesinlikle reddediyorlar…”

Grew devam ediyor; “Curzon birden bağırdı. ‘Dört korkunç saatten beri burada oturduk. İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap verdi:

BAĞIMSIZLIK VE ULUSAL EGEMENLİK…’

Her şey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içindeydi…” (2)

Demek ki İsmet paşa muhatabını çıldırtacak kadar sıkı bir görüşmeciymiş!..
Din maskeli sahtekârların işi, yalan ve iftira üretmektir.

Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” adlı yapıtında iki roman kahramanı siyasal tartışmaya girer. Bunlardan biri; son dönem zaferlerinin bin yıllık koca tarihin küçük bir parçası olduğunu, eskiden kopmamak gerektiğini, Lozan’da 5 ay içinde koca imparatorluğun tasfiye edildiğini anlatır. Geçmişte çok daha büyük dünya imparatorlukları kurduğumuzu, bugünkü başarının ise büyük tarih karşısında küçük kaldığını ve abartıldığını iddia eder. Bunda çok kovuşturmaya uğramasının ve uzun yıllar cezaevinde kalmasının etkisi göz ardı edilemez.

Saltanat ve Hilafet yanlıları, bir roman kahramanının abartılı sözlerini referans alarak “Kemal Tahir de Lozan’ı yenilgi olarak görmektedir.” diyerek savlarına dayanak yaparlar.
Kemal Tahir’in babası Abdülhamit’in yaveri, annesi de Saraydan çıkmadır. Osmanlıcıdır. Kemal Tahir’in böyle düşünmesi özneldir. Kendine göre haklıdır. Savunduğu şey, Saltanat ve Hilafet değildir. Daha çok, yaşanan travmanın etkisiyle eski görkemli dönemlere ait özlemlerini, çöküşten duyduğu üzüntüyü anlatır. Bu türden uzun diyalogları, öteki kitaplarında da vardır.

Ahmet Kekeç, Star gazetesindeki 12 Mart 2013 günlü “Bir De Lozan vardı” başlıklı yazısında, İsmet Paşa’nın yan bir figür olduğunu, Lozan heyetinin deneyimsiz olduğunu, hükümetten yardım almadığını, görüşmelerin sürdüğünü, neden yalnızca Osmanlı ülkesinin tarumar edildiğini sorguluyor (3).

Yanıtı basittir; 1. Dünya Savaşı’nın ilk amacı zaten Osmanlı ülkesinin paylaşılması idi. Lozan görüşmeleri Türk heyetinin direnmesi yüzünden uzun sürdü. Türk heyeti deneyimsiz değildi. O dönemin en yetkin kişileri vardı. İsmet Paşa da adı parlayan kişiydi…

Ahmet Kabaklı; “Rivayete göre Lozan’ın 12 veya 24 gizli maddesi vardır ki, bunları bilmiyoruz… Lozan’da misak-ı milli gerçekleşmemiştir. (Ekim 1988, Sur dergisi)

Gizli maddeler, açıkça sırıtan bir yalandır. Yazanlar da biliyor. Bu saçmalıklara,
Türk Devrimine düşman olunduğu için devam ediliyor. “Çamur at izi kalsın…”

Lozan’da Misak-ı Millinin tam olarak gerçekleşmediği doğrudur. Misak-ı milli
Son Osmanlı meclisinin kararlarıydı. Mücadelenin genel amaçlarını ve ulusal sınırlara ulaşılmasını hedefliyordu. Lozan’da; misakı milli kararlarındaki üç önemli sorunun çözümü ertelendi. Sonraki yıllarda Musul dışındaki bütün amaçlara ulaşılmıştır.

DÖNEKLER, İŞBİRLİKÇİLER, ETKİ AJANLARI

Günümüzde, kendine liberal yakıştırması yapan, AB ve ABD hayranı, özellikle solculuktan vazgeçen, dış kaynaklı çeşitli fonlardan beslenen kesimdir. Genel tavırları; özellikle ulusal konularda atıp tutmak, bağımsızlığı küçümsemektir. Osmanlı dönemiyle de çok barışık değildirler. Ama cumhuriyet tarihini karalamayı görev edinmişlerdir.
Halil Berktay bunlara tipik bir örnektir.

Cumhuriyet döneminin eleştirisi en sevdikleri konulardandır. Kimi cemaatin hizmetindedir. Kimi Kürtçülüğün… Ulusal düşünceye karşıdırlar. Ulusal tarihi basit bir
olaylar zinciri olarak görürler.

Kendilerine “aydın” (!) sıfatını yakıştırarak, AKP iktidarını desteklediler.
Bunlardan bir olan Ayşe Hür; “Lozan ne yenilgi ne hezimet” diyor. Müslüman azınlıklara da, öteki azınlıklara uygulanan hakların verildiğini iddia ediyor ki; bu bütünüyle bir saptırmadır. (4)

Cemaat tarihçilerine bir örnek; Mustafa Armağan
Zaman gazetesinde şunları yazmış:

”19 Şubat 1920 tarihli İngiltere Genelkurmay Başkanı’nın talepnamesinde, vazgeçilebilecek topraklar belirtilmişti zaten. Nitekim bu belgede açıklanan asgari sınır, İngilizlerin Lozan’da bize bıraktıkları topraklarla neredeyse birebir örtüşüyordu” (5)

Okuyucu buradan; “demek ki Kurtuluş savaşını yapmasaydık, İngiltere zaten şimdiki sınırlarımıza kadar çekilecekti !” sonucunu çıkarabilir ki; Armağan’ın bilim insanı olmak yerine, dezenformasyon (bilgi kirliliği yaratma, çarpıtma, yanıltma) görevlisi olması
çok düşündürücüdür. Oysa; bu rapordan birkaç ay sonra Sevr koşullarını zor yoluyla kabul ettiren İngiltere’dir. Öylesine ki; Osmanlı heyetinin İstanbul’dan onay almasını bile engelleyerek… “Biz sizi imza için çağırdık. İstanbul’a danışamazsınız! “ diyebilmişlerdir.
Mustafa Armağan saptırıyor. Armağan; “İngiltere’nin başını çektiği uluslararası camia tarafından tanınmazsak ne olacaktı?” diye olmayacak bir varsayım üretiyor! Oysa; TBMM’ni konferansa zaten o dönemin “uluslararası camiası” çağırmıştı. Üstelik Türkiye hükümeti Fransa, Sovyetler Birliği, İtalya tarafından zaten tanımıştı. İngiltere de daha 1921 başında Londra konferansında tanımıştı. Kaldı ki; tanıma olayı bir lütuf değildir. Güçle, zorla, utkuyla elde edilmiş bir haktır.
Böyle uydurmalara başvurmanın amacı ne olabilir? (5)

İKTİDAR DALKAVUKLARI

Bu grupta olanlar genellikle mevcut iktidarların davulunu çalmayı uygun görürler.
Bunlar çoğunlukla sağcı kalemlerdir. Sonradan liberal olanlar da vardır.
Önemli olan iktidarı destekleyip maddi ve manevi alanlarda kazanım elde etmektir.
Örneğin; Lozan görüşmeleri sırasında başbakan Rauf Orbay’dır.
Rauf Orbay Lozan konferansında Türk kuruluna başkanlık etmek istiyordu.
Mondros Ateşkes anlaşmasını imzalayan kişiydi. Rauf Bey, bu konferansa katılarak geçmişine ait bir olumsuz eleştiriden kurtulmak istiyordu. Bu yüzden Lozan’da mücadele veren Türk kuruluna, görüşmelerin gelişmesine muhalefet etti. İsmet Paşa çok zor durumda kaldı. Hükümetten destek bulamadı. Dönüşünde başbakan tarafından karşılanmadı.

İstanbul basını bu süreçte hükümeti destekledi. Sonraki yıllarda da bu eleştiriler
devam etti. DP, AP, Özal, AKP dönemlerinde hep iktidarın görüşlerine yakın yorumlar yapılmıştır.

Taha Akyol, bunlardan biridir. Hatta en ılımlılarından biridir. Bütünüyle nesnel olmak yerine kuşku uyandırmayı ve yalpalamayı uygun görür. Lozan konusunda sıkça yorum yapmaktadır. Bir yazısından alıntılayalım:

“Lozan’da hedeflerimiz: Lozan’da ana hatlarıyla milli hedeflerimize ulaşmışızdır.
Gerçi Lozan’da Ege adalarını ve Kıbrıs’ı geri almış değiliz! Misak-ı Milli içindeki Musul’u (Kuzey Irak’ı) kaybettik, Boğazlarda tam egemenliğimizi kuramadık, Hatay’ı alamadık!..
Öyle ama Ege adaları ve Kıbrıs zaten dosyamızda yoktu, o defterler çok daha önce kapanmıştı. Musul’u İngilizlerden bütünüyle almaya gücümüz yetmezdi. Sadece Mustafa Kemal değil, Karabekir ve Rauf Bey dahil bütün kadro bu görüştedir. Onun için, Musul’u ‘ikinci derecede hedeflerimiz arasına koyarak masaya oturmuştuk.
Boğazlarda tam egemenliğimizi ise dünya dengeleri elverişli hale geldiğinde Montrö Antlaşması’yla 1936’da sağlayacak, sonra da Hatay’ı anavatana katacaktık.
Lozan’da güç dengesi: Lozan’da karşımızdaki asıl güç İngiltere idi. İsmet Paşa,
İngiliz siyasi gücünün Yunan askeri gücünden önemli olduğunu söylemiştir haklı olarak. İngiltere’yle savaşmak noktasına gelindiğinde, orada durmak zorunda kalan Türkiye olmuştur. Bu iki açıdan bakıldığında, Lozan başarılıdır…”

Taha Akyol, yazısının sonunda “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” zorunda kalmış:
“Musul dışında, Lozan’ın sağladığı ve yol açtığı başarılar büyüktür. Lozan fevkalade öğretici bir diplomasi kitabıdır; cepheden masaya, bütün yazanlarını saygı ve rahmetle anıyorum.” (6 )

Türkiye Cumhuriyeti’ni genel olarak sağ iktidarlar yönetti. Sağcı yazarlarda iktidar gibi düşünmek genel bir eğilimdir. Bilimden çok yandaşlık yapılır. “Mütareke Dönemi”nde (1918- 1922) sırtını iktidara dayamış, köşklerde oturan ve ahkâm kesen Babıali yazarları vardı. Günümüzde de bunlardan çok sayıda bulunmaktadır. Hem iktidara biat ederler, hem de akıl hocalığı yaparlar.

SONUÇ

Bütün bilim alanlarında olduğu gibi, tarihi konularda da gerçeği ulaşmak için nesnel olmak zorunludur. Lozan Barış Antlaşması konusunda; Rıza Nur gibi ruh hastalarının rivayetlerine, devrim düşmanlarının ve ihanetleri kesin olduğu için
yurt dışına sürgün edilmiş 150’liklerin iftiralarına dayanarak hiçbir gerçeğe ulaşılamaz.

Konferansın binlerce sayfalık tutanakları (A. Saltık : Seha Meray çevirisi, 8 cilt), Antlaşmanın kendisi, günü gününe yayınlanan basın haberleri, delegelerin demeçleri ve sonradan yapılan değerlendirmeler gerçeği apaçık oryaya koymaktadır.

İsmet Paşa Lozan eleştirilerin nedenini şöyle açıklıyor:

“Lozan’a yapılan eleştiriler büyük ölçüde yeni rejime itirazdan kaynaklanmaktadır.” diyor.

Devam ediyor:

“Mudanya Mütarekesinden sonra Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye medeni âlem ortasında, davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve siyasi bir seviyede midir?…
Lozan imtihanında işte bu suallerin cevabı verilmiştir.” (2)

ABD elçisi Grew; gerçek fikrini anlaşma yapıldıktan sonraki zamanda bir resmi toplantıda belirtmiştir:

  • “İsmet paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır…
    Belki bu tarihte kazanılmış en büyük diplomatik zaferdir..” (2)

Lloyd George; kabinesindeki savaş yanlısı bir bakan, Lozan Antlaşması konusunda 14.08.1923 günlü Evening Standard gazetesinde şunları yazdı:

”Türkleri her savaşta yendik. Savaşı (1. Dünya savaşını) büyük zaferle sona erdirdik. Ama şimdi her şey yitirildi. Uğrunda savaştığımız her şey teslim edildi. (2)
(S.R. Sonyel, İngiliz Gizli servisi, syf. 335-6)

Lozan zaferine iftira atanların başvurdukları kaynaklardan biri de Rauf Orbay idi.
Rauf Orbay “Yakın Tarihimiz” adlı anılarında gerçeği itiraf etmiştir: “Hülasa Lozan’da İsmet paşayla aramızda hasıl olan anlaşmazlıklara rağmen memleket hesabına yapılması imkanı olanın en iyisi yapılmıştır. (2)

Mustafa Kemal’in Lozan değerlendirmesi:

  • “Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın çöküşünü anlatan bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.” (Söylev)

Lozan Barış Antlaşması konusunda bir internet sitesinden alıntıladığım şu yoruma katılmamak elde değil:

“Sevr mağlup Osmanlının son günlerinin ürünüyken Lozan muzaffer Türkiye’nin dünya sahnesine çıkışını simgeler. Muhtemelen Sevr Antlaşması uygulanmış olsaydı günümüzde tıpkı Arap Dünyası gibi ve 2300 yıl önceki Helenistik Krallıklara benzeyen tarzda birkaç devletten oluşan bir Anadolu ve Trakya Türklüğü ile karşı karşıya kalınacaktı. Sevr’i imzalayan müflis ve işbirlikçi İstanbul hükümetinin bir başka vahim hatası, Yunanlar ve Ermenilerin durumuyla ilgilidir. Sevr Antlaşması sadece İngiltere, Fransa ve İtalya’ya manda ve nüfuz alanları tahsis etmekle kalmıyor, Yunanistan’a Batı Anadolu ve Trakya’da geniş topraklar sunduğu gibi, doğuda da büyük bir Ermenistan kuruyordu. Belki İngiliz, Fransız ve İtalyanların öninde sonunda “gidici” oldukları söylenebilir, ama Yunanlar ve Ermeniler için bu asla söylenemez.
(Mehmet Hasgüler, usakgundem.com 10 Aralık 2007)

Osmanlı Devletinin son 150 yılı parçalanma tarihidir. 1.Dünya savaşı sonunda ise kalan son yurt parçası Anadolu da parçalanmıştır.

Sevr; Türk Ulusunun belleğinde karanlığın, ihanetin, tutsaklığın, parçalanmanın, dağılmanın, tükenişin bütün dünyaya itiraf edildiği belgedir.

Lozan Antlaşması; son yurt parçasının kurtarıldığını, bağımsızlığın ve özgürlüğün yeniden sağlandığını dünyaya kabul ettiren bir belgedir.

Misak-ı milli sınırlarına büyük ölçüde ulaşılmıştır.
Hatay ve Boğazlar sorunu da sonradan Türkiye’nin kazanımıyla çözülmüştür.

Lozan Antlaşması; hukuksal, siyasal, ekonomik bir bağımsızlık belgesidir.
Altyapısı sağlam gerekçelere dayandırılmıştır. Dünyada bir yüzyıl boyunca bozulmayan tek uluslararası Antlaşmadır.

Lozan Antlaşması; Türk Ulusu’nun tarihte yeniden doğuş belgesidir.

Lozan Antlaşması; Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarının Türkiye’ye özgü bir çözüm olmadığının daha yüz yıl önce kanıtlandığını gösterir.

  • Türkiye’nin çözümü Kemalizm’dedir.

KAYNAKÇA
(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1#cite_note-3http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1#cite_note-3
(2) Vadettin Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Turgut Özakman
(3) http://haber.stargazete.com/yazar/oyle-ya-bir-de-lozan-vardi/yazi-735039http://haber.stargazete.com/yazar/oyle-ya-bir-de-lozan-vardi/yazi-735039(4) http://bianet.org/bianet/siyaset/108532-herkesin-lozan-i-farklihttp://bianet.org/bianet/siyaset/108532-herkesin-lozan-i-farkli(5) http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/lozanin-gizli-maddeleri_1324551.htmlhttp://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/lozanin-gizli-maddeleri_1324551.html
(6) http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=970499http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=970499

Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a Gelişi ve Kongre’nin Toplanması


Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’a Gelişi ve Kongre’nin Toplanması

portresi_genc

Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi
Başkent Üniversitesi ATAMER Md.

 

Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmasının ardından hızla Anadolu içlerine ilerlemeye başlamıştır. Havza üzerinden Amasya’ya gelen Mustafa Kemal Paşa
21-22 Haziran 1919 tarihinde bizzat yaveri Cevat Abbas’a dikte ettirdiği ve İstanbul Hükümeti’ne karşı başkaldırının kanıtı olan Amasya Bildirgesi’nin son maddesini uygulamaya sokmak için harekete geçer .Bu son maddenin içeriği şöyledir :

“Doğu illeri adına, 23 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi’nin
üyeleri de Sivas Genel Kongresi’ne katılmak üzere hareket ederler.”

Ancak kongre O’nun istediği biçimde Sivas’ta değil Erzurum’da toplanmıştır.
Bunun nedenini İstanbul Hükümeti’nin Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında yaptıkları engellemeler, yayınladıkları beyannamelerin Vilayat-i Şarkiyye Müdafaay-ı Hukuk Cemiyeti üyeleri üzerinde yaptıkları etkilerde aramak gerekir.

Kemalistlere Karşı iç ve dış engellemeler

Anadolu’da coşkuyla karşılanan genelgenin İstanbul’da yaptığı etki iyi değildi.
Harbiye Nazırı Ali Kemal bir yandan 23 Haziran’da bütün valiliklere gönderdiği gizli bir telde Mustafa Kemal’in azledildiğini ve kendisinin resmî bir sıfatı kalmadığını bildirerek emirlerinin dinlenilmemesini istiyordu. Öbür yandan da Elazığ’a vali tayin ettiği Ali Galip ve adamlarına, Mustafa Kemal’i tutuklatmak için Sivas’ta tezgâhlar hazırlatıyor ve aleyhinde propagandalar yaptırıyordu.

Mustafa Kemal Paşa Erzurum’da 

Bütün bu engelleri aşan Mustafa Kemal Paşa 28 Haziran sabahı kurmay heyeti ile birlikte hareket ederek bir hafta süren yorucu bir seyahatten sonra 3 Temmuz’da Erzurum’a geldi. 5 Temmuz’da bütün komutanlıklara İstanbul hükümeti tarafından yapılması olanaklı bütün girişimlere karşı dikkatli ve hazırlıklı olmalarını bildirdi.
Hemen çalışmalarına başlayan Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesi şöyle idi:

”… Her vilayette bir cemiyet olur ve böyle ayrı ayrı harekete girişilirse başarı şüphelidir. Memleketin kurtarılması amacı ile hareket eden cemiyetleri birleştirmek,
onlara genel bir şekil vermek, bir merkezden idare etmek lazımdır.”

Aslında bunlar daha İstanbul’daki ikameti sırasında yaptığı ve gerçekleştirmek istediği değerlendirmelerdi. Bir iki gün sonra da Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın çekirdeğini teşkil edecek olan asker-sivil lider kadro ile yaptığı ilk toplantısında durumu şöyle özetledi:

“Büyük bir vatan ve millet davasına atılıyoruz; bütün bir milletin maddi ve manevi seferberliği, mücadelesi. Böyle muazzam bir dava gizlice görülemez ve yürütülemez. Millet davası ancak millet huzurunda görülüp yürütülebilir.
Bunun için ortaya çıkmak,bir millet ferdi olarak çalışmak icap edecektir.”

Toplantıya: 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir, Hüseyin Rauf Bey, Erzurum Valisi Münir Bey, İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey, Ordu Müfettişi Kâzım Bey, Erkanı Harp Binbaşısı Hüsrev Bey, Doktor Binbaşı Refik Bey katılmış ve Mustafa Kemal Paşa’yı başkan olarak seçmişlerdir.

Erzurum Kongresi’nin toplanmasını engellemek için yapılan iç ve dış baskılar

İstanbul Hükümeti’nin baskıları

İngilizler Erzurum’da bir kongre toplanmasını engellemek için her yolu denemekten
geri kalmamışlardır. İlk olarak İstanbul Hükümetini devreye sokmuşlar ve Dahiliye Nazırının yayınladığı bir seri genelgelerle kongre üyelerini baskı altına almaya çalışmıştır. Bu nedenle hükümet, “Memurların siyasetle uğraşmalarının kesinlikle yasak olduğunu” ve bu yüzden Erzurum Kongresi’ne katılma girişimlerinin cezalandırılacağını hatırlatan bir genelge yayınlamıştır. Bu konudaki çalışmalarını aralıksız sürdüren Dahiliye Nazırı, 25 Temmuz 1919’da Erzurum Vilayeti’ne çektiği telgrafta,

“Erzurum’da toplanan Kongre’nin Kanun-ı Esasi’ye karşı olduğu,
vatan için zararlı olacağı ve engellenmesi gerektiğini” vurgulamıştır.

Bununla da yetinmeyerek Mustafa Kemal’in tutuklanmasıyla ilgili emri
15. Ordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’ya gönderdiyse de bu reddedilmiştir. .
Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal paşa, Erzurum Kongresi’nin açılışını
10 Temmuz’dan 23 Temmuz’a erteleme kararını almıştır.

İngilizlerin Baskıları 

Ancak İngilizler engelleme girişimlerine devam etmek kararında oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü,Mustafa Kemal’in Erzurum’da bir kongre toplamak için çalışmalar yaptığı günlerde Samsun, Kars ve Erzurum çevresindeki İngiliz subayları da hummalı bir istihbarat faaliyeti içindeydiler.

Mustafa Kemal’in Anadolu’daki görüşmelerini İstanbul Hükümeti aracılığıyla önlemeyi başaramayan İngilizler, 5 Temmuz 1919 günü Samsun’a asker çıkararak Kongrenin toplanmaması için baskıları artırma yolunu denediler. Ancak bu girişimlerin istenilen sonuçları getirmemesi üzerine İngilizler yeni çözümlemelere yönelmeyi denediler.

Lord Curzon‘un yeğeninin kocası Albay Rawlinson’u, Mustafa Kemal Paşa ile görüştürerek O’nu kongrenin iptali yolunda baskı unsuru olarak kullanmayı denemişlerse de bunda da başarılı olamamışlardır. Çünkü, 9 Temmuz 1919’da gerçekleşen bu görüşmede Mustafa Kemal Paşa Kongrenin toplanmasındaki kararlılığını kesin bir dille Rawlinson’a ifade etmiştir. Buna karşın Rawlinson’un aynı yıl içinde birkaç kez Mustafa Kemal Paşa ile görüştüğü bilinmektedir.

İlk görüşmenin, Mustafa Kemal Paşa’nın 7-8 Temmuz 1919 akşamı bütün görevlerinden istifa etmesi sonrası olduğunu da anımsamakta yarar var.

Erzurum Kongresi

Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum Şubesi’nin isteği üzerine kurulan heyetin başkanlığına seçilen Mustafa Kemal Paşa’nın, kongreye katılabilmesi için delege olması gerekmiştir. Erzurum delegeleri Binbaşı Kazım Bey ve Cevat Bey’in (Dursunoğlu) istifası üzerine Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey delege olmuşlardır. İstanbul hükümetinin ve İtilaf Devletleri’nin bütün engellemelerine karşın
10 Temmuz’da toplanması plânlanan Erzurum Kongresi 23 Temmuz’da toplanabilmiştir. Bitlis, Erzurum, Sivas, Trabzon ve Van’dan gelen 56 delegenin katıldığı Kongrenin başkanlığını, bu göreve seçilen Mustafa Kemal yaptı. Kongrede, Sivas Kongresi’ni günlerce meşgul edecek olan Manda Meselesi tartışılmaya açılmışsa da ileri bir tarihe ertelenerek kapatılmıştır. Kongre çalışmalarını tamamlayarak 7 Ağustos’ta aşağıdaki kararları yayınlamıştır :

Erzurum Kongresi Kararları                                :

1. Milli sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür. Birbirinden ayrılamaz.

2. Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükümetinin dağılması halinde, millet topyekun kendisini savunacak ve direnecektir.

3. İstanbul Hükümeti vatanı koruma ve istiklali elde etme gücünü gösteremediği takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.
Bu hükümet üyeleri Millî Kongrece seçilecektir, Kongre toplanmamışsa bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır.

4. Kuva-yı Milliye’yi tek kuvvet olarak tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak esastır.

5. Hıristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.

6. Manda ve himaye kabul olunamaz

7. Millî Meclis’in derhal toplanmasını ve hükümetin yaptığı işlerin Meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.

Yine Erzurum Kongresi, Kongre kararlarını yürütmek üzere dokuz üyeyi görevlendirerek Heyet-i Temsiliye’nin çekirdeğini oluşturmuştur. Bu temsilciler şunlardır :

Mustafa Kemal Paşa (Erzurum), Hoca Raif Efendi (Erzurum), Mutki Aşireti Reisi Hacı Musa Efendi (Bitlis),Sadullah Bey (eski mebus, Bitlis), Rauf Bey (eski Bahriye Nazırı, Sivas), Bekir Sami Bey (eski Beyrut Valisi, Sivas), Servet Bey (eski mebus, Trabzon), İzzet Bey (eski mebus, Trabzon), Şeyh Hacı Fevzi Efendi( Erzincan).

Bu temsilcilerin ancak beşi Mustafa Kemal Paşa ile Sivas’a hareket etmiştir.

Sonuç      :

Kongre kararları genel olarak değerlendirildiğinde iki temel kavram kayıtsız koşulsuz olarak Ulusal boyutta başlatılacak eylemin hareket noktasını oluşturmaktadır.
Bunlar

– Bağımsızlık ve
– Ulusal Egemenliktir.

Buna koşut olarak işgalci ve yayılmacı güçlere vatanın sınırları belirtilerek, vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı bunun kabul dahi edilemeyeceği açık bir şekilde vurgulanmaktadır. Gerektiğinde bu eylemi eşgüdümlü bir çalışmayla götürecek bir
tür yürütme gücü görevini üstlenecek Temsilciler Kurulu’nun çekirdeği oluşturulmuştur.

Bilindiği gibi Sivas Kongresi’nde bu kurulun üye sayısı on altıya yükseltilmiş
ve 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclis’in açılmasına kadar başarıyla görevini yürütmüştür.

Teknolojik iletişim-ulaşım olanaklarının sıfırın altında olduğu, yokluklar ve yoksulluk içinde ne yapacağını bilemeyen bir ulusun hiçbir umudunun olmadığı en elverişsiz koşulların egemen olduğu bir ortamda Ulu Önder Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde başlattığı bu başkaldırının işaret fişeği Amasya Bildirgesi’nde verilmiş eyleme ise Erzurum Kongresi ile geçirilmiştir. Bu yüce ulusun vatanının işgaline, bağımsızlığından ödün vermeyeceğine olan kararlılığının somut ifadesi olmaktadır.

Günümüzde bu olumsuzlukların hiçbiri yok görünüyorsa da daha büyük ancak artık
sinsi değil açık ve pervasızca oynanan uluslararası bir oyunun iç aktörlerle birlikte sahneledikleri bir büyük suikastla karşı karşıyayız. Bu büyük suikastın hedefi ülkeyi ve ulusu bölerek birbirine kırdıracakları bir iç savaş ortamı hazırlamak böylece
Laik-Demokratik-Cumhuriyeti yıkarak Osmanlı Devletini tekrar yaşama geçirmek(!). Bunun asla ve asla gerçekleştirilmeyecek bir hayal olduğu ve buna izin verilmeyeceği son aylardaki direniş eylemleri ile anlaşılmış olmalıdır. Bugünlerin sahip olduğu teknoloji 94 yıl öncesinden çok daha ileridir daha da ötesi vatanımıza, Türklüğümüze, Bayrağımıza, Dilimize ve Atatürkümüze ve O’nun Devrimi ile ulaştığımız çağdaşlık düzeyine yürekten bağlı ve sahip çıkmada kararlı, çağın teknolojik olanaklarını doruğunda kullanan ve başarılı olan kararlı bir gençliğin yetişmiş olmasıdır.

Güvencemiz tüm güncel tehlikeler karşısında 7’den 70’e tüm ulus bireylerinin alkışlanacak ve saygı duyulacak birliktelik sergiledikleri ulusal dirençtir.
Bunun, 94 yıl öncesini anımsatan özlemini duyduğumuz bir oluşum olduğuna
kuşku yoktur.

Seçilmiş Kaynakça

Doğanay, Rahmi. Milli Mücadele’de Türk-İngiliz Esir değişimi. F.Ü. Sos. Bil. Der. X/1, Ocak-Haziran 2000.
Jaschke, Gotthard.K urtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri.Ankara,1986.
Kansu, M. Müfit. Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber. C.1, Ankara,1966
Karabekir, Kazım. İstiklal Harbimiz. İstanbul, 1988.
Sonyel, Salahi R. Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika. C.I., Ankara, 1987.
Şimşir, Bilal. İngiliz Belgelerinde Atatürk. C.I, Ankara, 1973.

19 MAYIS 1919 GÜNÜ NELER OLDU?


19 MAYIS 1919 GÜNÜ NELER OLDU?

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Türkiye’de ve Türkiye ile ilgili olarak dünyada olup bitenler şunlardı:

1.       9. Ordu Birlikleri bölgesinde asayişi sağlamak ve Mondros Ateşkes Antlaşması‘nın uygulanmasını denetlemek üzere 16 Mayıs günü İstanbul’dan
Bandırma Vapuru ile  ayrılmış olan 9. Ordu Birlikleri Müfettişi Mustafa Kemal Paşa
ve yanındakiler, sabah saat yedide Samsun’a ulaştılar. Mülki ve askeri ileri gelenler tarafından karşılandılar. Paşa, kendisi için ayrılmış bir Rum otelinde karargâhını kurdu. Teftiş bölgesinde bulunan idareci ve komutanların bölgelerindeki asayiş durumunu
bir telgrafla sordu.

2.       İstanbul’daki İngiliz karargâhı, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilmesinden tedirgin olmaya başladı. Karadeniz Orduları Başkumandanı General Milne, Osmanlı Harbiye Nezareti’ne “Mustafa Kemal Heyeti’nin Samsun’a gönderilme nedeni nedir?” diye sordu.(Bu yazıya 24 Mayıs’ta “Ateşkes hükümlerini denetlemek üzere gönderildi.” yanıtı verilecektir.)

3.       Türkiyeli bütün Müslümanlar, 15 Mayıs günü Yunanların İzmir’i işgalini
protesto etmeye devam ediyor. Bugün Fatih’te işgali kınayan bir miting yapıldı. Konuşmacılardan Halide Edip Hanım “Her gecenin bir sabahı vardır” dedi.
Devletler Hukuku Profesörü Profesör Selahattin Bey “Milletler uyanıyor,
devlet oluyorlar, hakkını isteyen bir millet ortadan kaldırılamaz.” 
diye konuştu.
Gazeteci Hüseyin Ragıp Bey, “Hiçbir milletin bize efendi olmasını kabul edemeyiz” dedi. İstanbul’da dükkânlar beş gün süre ile kepenklerini kapattılar. İngilizler miting alanı üzerinden uçaklar uçurarak halkı korkutmak istediler. Üniversite’de ve Türkocağı’nda da gösteriler yapıldı. İngilizler, Sadrazam Damat Ferit Paşa’dan mitinglere karşı
önlem alınmasını istediler. Niksar’da yapılan mitingde de Wilson İlkelerinin uygulanmayışı protesto edildi. (ABD Başkanı Wilson, Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerin Türkiye’ye bırakılacağını barış programında açıklamıştı). Gece Alaşehir’in Ulucami’sinde yapılan kalabalık bir toplantıda Kuvayı Milliye kurulması kararlaştırıldı. Edirne’den çekilen telgrafta şöyle denildi:

“İzmir’in işgali Edirne’de duyulunca, bütün memleket yaslı bir ruh haleti içinde
gece gündüz baştan başa titredi. Bugün yapılan halk toplantısında bu açık haksızlığın büyük devletlerin kendi koydukları formüller içinde düzeltilmesini dileriz.”

Babaeski’den çekilen telgrafta da on bin kişinin miting halinde bulunduğu belirtilerek “İşgal operatif amaçla geçici ise İtilaf Devletlerince yapılsın..” denildi.

4.       İzmir’in işgali üzerine müşkül durumda kaldığı için 16 Mayıs’ta istifa eden ve Padişah tarafından yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen Damat Ferit Paşa’nın
İkinci Hükümeti açıklandı. Kendisi Sadrazamlığın yanında Dışişleri Bakanlığını da üstlendi. Kamuoyunu yatıştırmak için, ünlü bazı devlet adamları da sandalyesiz bakan olarak yeni hükümete alındı. Mustafa Sabri Efendi yeniden Şeyh-ül İslamlığa,
Birinci Damat Ferit Paşa kabinesinde Eğitim bakanı olan gazeteci Ali Kemal
bu kez İçişleri Bakanlığı’na, Şevket Turgut Paşa Harbiye, Sait Bey Eğitim Bakanlıklarına getirildi. Şakir Paşa, Reşit Akif Paşa, Abdurrahman Şeref Efendi, Haydarizade İbrahim Efendi, Ahmet Abuk Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa, İsmail Hakkı Paşa, Rıza Paşa, Sadık Bey de bu “Büyük kabine”de sandalyesiz bakan oldular.

5.       Damat Ferit Paşa, İkinci hükümetini kurma vesilesiyle yayımladığı bildiride

“Bu felaketli devrede Padişah’ın kalbi, milletin kalbi ile beraber çarpıyor.
Ben tekrar sadrazam oldum. Fakat icap ederse yarın vatanın bir eri olarak
vazife yapmaya hazırım!” 
dedi.

6.       İtilaf devletleri arasında işgal yarışı devam ediyor. İtalyanlar 28 Mart’ta
işgal ettikleri Antalya’dan sonra Burdur ve Bucak’ı, Yunanlar Torbalı’yı işgal ettiler. İngilizler de İzmit’i işgal etti.

7.       Aydın-Denizli bölgesinde İzmir’in işgali üzerine yapılan moral kırıcı propaganda, askerlerde panik yaratmaya devam ediyor. Kaçışlara engel olmak için 57. Tümen komutanı Mehmet Şefik Bey, vur emri çıkardı.

8.       İzmir Jandarma Kumandanı Süreyya Bey, Jandarma Genel Komutanlığı’na gönderdiği raporda, İzmir’in işgali günü Yunanlar tarafından nasıl gözaltına alındıklarını ve uğradıkları hakaretleri anlattı. Dün harabe haline dönmüş dairedeki  görevlerine döndüklerini fakat kendisinin artık burada görev yapamayacağını bildirdi, başka bir yerde görevlendirilmesini istedi.  Urla’daki Türk subay ve er aileleri bir Yunan muhribiyle İzmir’e sevk edildi.

9.       Hindistan Müslümanları ileri gelenlerinin önceki gün Paris Barış Konferansı’nda Türkiye lehine yaptıkları uyarı üzerine Dört Büyükler (İngiltere, Fransa, İtalya, ABD), Türkiye ve Padişah’ın geleceğini yeniden tartıştılar. İngiliz Başbakanı yeni bir manda planı sundu. İtalyan temsilci, bütün Anadolu’nun İtalyan mandasına verilmesini istedi. Yunanistan’ın işgal edeceği bölge İzmir ve Ayvalık’la sınırlandı. Dört büyükler ayrıca Macaristan’da proletarya diktatörlüğünü nasıl yıkacaklarını tartıştılar.

10.   ABD, İngiltere ve Fransa, Paris Barış Konferansı’nın yeni İtalyan delegesi Sannino’dan Anadolu kıyılarına yaptıkları çıkarma konusunda bilgi istediler. Sannino, Londra ve St. Jean Anlaşmalarındaki İtalyan haklarının gözetilmediği ve sözü edilen yerlerde karışıklık olduğu için çıkarma yaptıklarını söyledi. ABD Başkanı Wilson,
İngiliz Başbakanı Lloyd George ve Fransa Başbakanı Clamenceau, İtalya’nın böyle bir hakkı olmadığını söylediler.

11.   Venizelos, İzmir’i işgal eden kuvvetlerin komutanı Zafiriu’ya düzenin sağlanması ve göçmenlerin dönüp yerleşebilmesi için memleket içine girilmesini emretti. Yunanistan’ın İzmir’e siyasal temsilci olarak atadığı Steryadis, Yanya’dan Atina’ya geldi. Bakanlar Kurulu’nun toplantısına katıldıktan sonra İzmir’e gitmek üzere Pire’ye
hareket etti.

12.   İstanbul’da 60’tan çok parti ve derneğin oluşturduğu
Millî Kongre, ABD Başkanı Wilson’a bir muhtıra gönderdi.

O’na adil bir barış için koyduğu ilkeleri ve sözlerini anımsattı. İzmir’in işgalinin bu ilkelere aykırı olduğunu bildirdi. 1500 yıllık varlığı olan Türk milletinin imha siyasetine
boyun eğmeyeceğini belirtti.

Muhtırada “Silahlarımızı, prensiplerinizin doğruluğuna güvenerek terk ettik.
Sesimiz galiplerin süngüleri altında boğuldu.
Ümitlerimiz boşa çıktı.
Son karar bizimdir ve o karar, şeref ve namusla ölmektir.”
 denildi.

13.   İstanbul’da Divan-ı Harpte, İttihat ve Terakki Fırkası bakanları ve
genel merkez yöneticilerinin yargılanmasına, İzmir’in işgali üzerine bir süre ara verildi.

14.   Mondros Ateşkes Antlaşması‘nın uygulanmasını denetlemek ve çıkacak pürüzleri gidermek amacıyla 13 Kasım’da Türkiye ve İtilaf Devletleri temsilcilerinden kurulmuş olan Ateşkes Karma Komisyonu Başkanı Galip Kemali Bey,
İzmir’in işgali üzerine “İtilaf devletlerinin aleti olamam” diyerek istifa etti.

15.   İngiliz Yüksek Komiserliği’nden Amiral Webb’in raporu:

“İzmir’in işgali bütün ülkede fırtına kopardı. Sükûnetle yapılan gösterilere izin veriliyor.”

Webb’in başka bir raporu:

“Ferit Divan-ı Harp yargılamalarından memnun değil. Tutukluların Malta’ya götürülmesini tavsiye ediyor!”

Webb’in Milne’e mektubu:

“Tutuklular, Türk Hükümeti’nin rızası olmaksızın Malta’ya götürülebilir. Liste eklidir.”

Yüksek Komiser Calthorpe’un İzmir’den raporu:

“İzmir tahkimatı Yunanlara teslim olundu. 21 Mayıs’ta İstanbul’a döneceğim.”  

16.   Kuzey Irak’taki Süleymaniye’de Kürt aşiret reislerinden Şeyh Mahmut,
Kürtlerin istiklalini isteyerek İngilizlere isyan etti. (İngilizler tarafından Hindistan’a sürgüne gönderilecektir.)

17.   Fransız Hükümeti’nin yarı resmî organı Le Temps’ın yazısı:

“İngiltere Ortadoğu’da Fransız etki alanını daraltıyor.
İmparatorluğun parçalanması Fransız çıkarlarına uymaz.” 

Marsilya gazetesi ise şöyle yazdı:

“Mademki Türkiye parçalanıyor, ziyafete geç kalanlardan olmayalım.”

18.   İzmir’de Yunanlar basını sansür koydu.

19.   Bugünkü İstanbul gazetelerinin manşetleri ve kimi köşe yazılarının özeti şöyle:

*Hadisat: “Ahalimizin millî dayanışması.”, “İşgal hakkında tafsilat.”, “Zafiriu’nun bildirisi.”   Süleyman Nazif: “İnsaf ve basiret.”

*Memleket: “İstanbul dün matem içindeydi. Bütün mektepler, müesseseler, ticarethaneler, mağazalar, dükkanlar kapalı, bütün yüzler hüznün ve kasvetin
timsali idi. Bütün gözler ağlıyor, fakat yaşlarını kalplerine gömüyorlardı.”, “ Darülfünun’un azmi.”

*İkdam: “Heyecan ve buhran devam ediyor.”, “İzmir olayının İstanbul ve illerdeki tesirleri.”

*Zaman: “Dünkü matem münasebetiyle.”,
“İzmir’in işgali ve milletin üzüntüleri, Anadolu’nun gözyaşları.”

*Sabah: “Dünkü millî matem.”, “ Taşradaki gösteriler.”

*İstiklal’de İzmir işgali karşısında halkın tepkisi ile ilgili haberler. Rauf Ahmet, Hükümetin kurulmasındaki gecikmeyi eleştiriyor: “Tehlikeli tereddütler: Yegâne selamet çaresi hilafet makamının, Osmanlı tahtının etrafında yekvücut olarak hükümetimize yardım etmek, dünya medeniyetine karşı millî varlığımızı sükûn ve azimle göstermektir.”

*İleri: “Hükümet buhranı.”,  “Dün bütün Anadolu’da olduğu gibi şehrimizde de
İzmir’in işgalinin doğurduğu üzüntüyle birçok millî gösteri olmuştur.”
“Türkler İzmir’i unutamaz.” “Türk milleti zindedir.”

*Vakit’te M. Asım: “Milletin matemi”, “Darülfünun’da heyecanlı bir toplantı.”,
”İzmir beşiğimiz, yatağımız ve mezarımızdır.”

*Tasviriefkâr’da Velit Ebüzziya: “Bütün bu gösteriler, memleketin gerçek evlatlarının vatanının devam ve varlığına ait meselelerde nasıl sağlam ve azimli olduğunu göstermektedir. Millî kitlenin gösterdiği birlik öyle bir kuvvettir ki, o kuvvet her halde ve her zaman tesir ve hükmünü icra edebilir.

*Alemdar’da, Hürriyet ve İtilaf’ın İzmir işgali üzerine tepkisini dile getiren millete teşekkürü.

(Toplu kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. I, Ankara 1993,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 255-9)

II. İNÖNÜ MUHAREBESİ : 92. Yıldönümü

Dostlar,

Kurtuluş Savaşı tarihimizde önemli bir kavşak olan 2. İnönü Muharebesi,
92 yıl önce bu gün, 31 Mart 1921’de başarıyla sonlandırılmıştı.
Başlangıcı ise 23 Mart 1921 idi. 23 Mart 2013 günü de bu Muharebe için bir yazı koymuştuk web sitemize.

Bir kez daha, başta İsmet Paşa‘ya, O’nun ve ordu birliklerimizin ardında vargüçleriyle duran Kemal Paşa ve Büyük Millet Meclisi’ne (1. Meclis) , şehit ve gazilerimize,
bu muharebede savaşan tüm rahmetli askerlerimize sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.

II. İNÖNÜ MUHAREBESİ : 92. Yıldönümü

(23 – 31 Mart 1921)

İnönü asker

Londra Konferansı‘nın bir sonuç vermemesi, Sevr projesini uygulamak için
İtilaf Devletlerini yeni bir çabaya yöneltmiş ve bu amaçla Yunan işgal ordusunu savaşa teşvik etmişlerdi. Bundan yararlanan Yunanlar, 23 Mart 1921’de Bursa’dan
İnönü yönüne ilerlemeye başladılar. Türk Ordusu’nun yüksek azim ve imanla savaşması, 31 Mart 1921 akşamına dek süren kanlı çarpışmalar sonunda düşmanı İnönü’de 2. Kez perişan etti.

Yaptıkları iki saldırının da püskürtülmesi üzerine Yunan kuvvetleri, 31 Mart 1921 gecesinden başlayarak çıkış mevzilerine çekilmeye başladılar. Çekilen düşman,
süvari birliklerimizle izlenmiş ve düşmana çekilirken de kayıplar verdirilmiştir.

Fevzi Paşa’nın (Çakmak) Meclis’te bu savaştan söz ederken söylediklerinden anlaşıldığına göre, Yunan ordusunun amacı mutlaka yenmekti. Başkumandanları Papulas, bu nedenle Karaköy’e gelmiş ve alaylarını bizzat birbiri ardınca savaşa sokmuştur. Düşman bir yandan kesin olarak Türk Ordusu’nu yenmek ve 4-5 günde Eskişehir’e, bir ayda da Ankara’ya gelerek Sevr Antlaşması‘nı kabul ettirmek amacındaydı. Düşmanın hareketlerinden amacını anlayan Türk Kumandanlığı,
gereken önlemleri almıştı.

İsmet Paşa bir yandan düşmana umduğu yerde değil, bizim istediğimiz yerde
savaşı yaptırmak suretiyle, düşmanın savaş planını başarısızlığa uğratmıştır.
Milli Kurtuluş Savaşı‘nda bu utku, Mustafa Kemal‘in güzel anlatımıyla,
“Milletin maküs talihini” (tersine dönmüş, aksi giden talihini) de yenen bir utku olmuştu.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 31.3.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

E. Tümg. Naci BEŞTEPE : İkinci İnönü Savaşı (23 Mart -1 Nisan 1921)

E. Tümg. Naci BEŞTEPE

Naci_Bestepe_portresi

İkinci İnönü Savaşı (23 Mart – 1 Nisan 1921)

ÖNCESİ

Birinci İnönü Savaşı (6 – 11 Ocak 1921)’nda,  yeni kurulmakta olan düzenli ordumuza karşı iki katı kuvvetle taarruz eden Yunan kuvvetleri üstünlük sağlayamayarak
BURSA-KOCAELİ bölgesindeki mevzilerine çekilmişti.

İtilaf (Anlaşık) Devletleri, SEVR Antlaşması’nın koşullarını kabul etmeyen
TBMM Hükümetini kimi düzenlemeler yaparak razı etmek için 23 Şubat 1921’de
Londra Konferansı’nı toplamış ve TBMM hükümetini de davet etmek zorunda kalmıştı.
TBMM Hükümeti hiçbir koşulu kabul etmedi. Konferans 12 Mart 1921’de dağıldı.
İtilaf Devletleri, koşullarını kabul ettirmek için Yunan işgal ordusunu savaşa teşvik ettiler.

SEBEPLERİ

Yunanların, Birinci İnönü Savaşı’nda yitirdikleri prestiji ve İtilaf Devletleri’nin güvenini yeniden kazanmak,
Türkler düzenli orduya tam olarak geçip güçlenmesine fırsat vermeden ağır kayıplar verdirmek,
ESKİŞEHİR – AFYON bölgesini ele geçirerek ANKARA yolunu açmak,
Türkleri SEVR’in koşullarını kabule zorlamaktı.

OLUŞUMU

Yunan İşgal Ordusu, iki kat üstün kuvvetle, 23 Mart 1921’de ileri harekata başladı.
Örtme kuvvetlerimizin oyalaması sonucu asıl savunma hattımızla 27 Mart’ta temasa geçti.
28 Mart’ta METRİS Tepe ve AFYON’u ele geçirdi.
30 Mart’ta ANKARA’dan gelen Meclis Muhafız Taburu’nun takviyesi ile
Yunan taarruzu durduruldu.

İsmet Paşa, kuvvetlerimizi karşı taarruza hazırlarken, Yunan ordusu ummadığı direnç ve kayıpları nedeniyle 31 Mart – 1 Nisan 1921 gecesi geri çekildi.

Çok büyük sayısal fark olmamasına karşın, Yunanlar daha çok kayıp verdi.

ZAFER VE ATA’NIN KUTLAMASI

İsmet Paşa’nın zafer haberi üzerine TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa,

  • “Siz orada sadece düşmanı değil;
    ulusun makus talihini(ters giden yazısını) de yendiniz.”
sözlerini de içeren bir telgrafla kutladı.
İsmet Paşa da ordunun ve kendisinin Meclis’e ve Ata’ya şükranlarını sundu.

SONUÇLARI

Askeri bakımdan;
Yunanlar KOCAELİ Bölgesi’ni boşalttı,
Düzenli orduya olan güven arttı.
Türk Ordusu’nun taarruz gücünün yetersiz olduğu anlaşıldı.

Siyasal bakımdan;
TBMM’nin otoritesi pekişti,
İtilaf Devletleri, tarafsızlığını açıkladı,
Fransızlar Zonguldak’ı boşalttı ve TBMM ile ilişkiye girdi,
İngilizler, MALTA Sürgünlerini geri vermeye başladı,
İtalyanlar, Anadolu’da girdikleri yerleri boşalttı.

DEĞERLENDİRME

İnönü savaşları işgalden kurtuluşumuzun dönüm noktasıdır.
Düzenli ordu ile mücadelenin başlangıcıdır.
Hem içerdeki bölücü ve gericilerle hem işgal güçleri ile savaşacak güç ve inancın pekiştiği dönemdir.

“İNÖNÜ SAVAŞI OLMAMIŞTIR” denmesinin ardında yatan bir neden de bu olsa gerektir.

ATATÜRK – İNÖNÜ silah arkadaşlığı, dostluğu ve devlet adamlığı anlayışının
en güzel örneği bu savaşta ve sonrasında sergilenmiştir.

Bugün eksikliğini duyumsadığımız devlet adamı nitelikleri bu iki büyük insanda fazlası ile vardı.

Bu iki güzide devlet adamına olumsuz sıfatlar uydurmaya çalışanlara, yalnızca iki telgraf metnini okumalarını öneririm.

Naci BEŞTEPE

18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Utkusu

Dostlar

18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Utkusu, tarihin akışının değişti(rildi)ği bir destandır,

Haklı bir gururla anıyoruz..

Çok değerli bir derlemeyi Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan aldık..
Kendisi Kara Harp Okulu kökenli bilindiği gibi.
Ricamızı kırmayarak hem yazı yazdı bu konuda hem de bir konferansının yansılarını bizimle paylaştı. 2 değerli dosyayı da size sunmuş oluyoruz.

Bu büyük zaferi bizlere kazandıran kahramanları ölççüsüz bir minnet ve şükranla anıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.3.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================

18 MART 1915..

portresi

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
ADD Bilim Kurulu Başkanı

Değerli arkadaşlar

Çanakkale savaşında Anlaşık (İtilaf) Devletlerin deniz kuvvetlerine vurulan büyük darbenin 98. inci yıl dönümündeyiz. İstanbul’u işgal etmek ve Osmanlı Devleti’ne son noktayı koymak üzere yola çıkmış olan Anlaşık Devletlerin (İngiltere-Fransa) tarihin gördüğü en büyük armadası 18 Mart 1915’te Türk denizcilerinin Çanakkale Boğazı’na akıllıca döşedikleri mayınlara çarparak ve Boğaz’ı savunan Türk topçu ateşi altında isabet alarak çok ağır yitiklere uğradı. O zamana dek görülmedik boyutlarda inşa edilmiş uzun menzilli toplarıyla 3 ay boyunca Gelibolu Yarımadası’nı savunan askerlerimiz üzerine ateş yağdırmış olan bu büyük ve donanımlı savaş gemileri, Çanakkale Boğazı’nı geçemeden battılar.. Bu gemilerden on binlerce askerimizin üzerine ölüm yağdıran bombardıman, ateş gücü ölçeğinde, Japonya’ya atılan Atom bombaları ile kıyaslanabilir ağırlıktadır.

Ancak, 18 Mart (1915) savaşın bitimi değil, çok daha ölümcül kara savaşlarının başlangıcı sayılır… Yalnızca Deniz gücü kullanarak Çanakkale Boğazı’nı rahatlıkla geçemeyeceklerini anlayan

Anlaşık (İtilaf) Güçler Gelibolu yarımadasını ele geçirmek üzere 25 Nisan‘da çıkartma harekatına başladılar. Bundan sonrası 8 ay sürecek olan Kara savaşlarıdır ve Mustafa Kemal‘in tarih sahnesine çıkışıdır.

Değerli arkadaşlar,

En az 18 Mart kadar, Gelibolu yarımadası üzerindeki kara muharebelerinin başlangıcı 25 Nisan 1918 gününün de aynı coşku ve heyecanla yaşanması gerektiğini, özellikle de 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramımızın bir yandan yapay “kutlu doğum haftası” öbür yandan  her 24 Nisan’da yinelenen “Ermeni hezeyanlarıyla” karartılmak istenmesine karşı, 25 Nisan’da daha yoğun etkinlikler düzenlenmesi gerektiğini değerlendiriyorum.

Aradan bir asır geçmesine karşın değişen bir şey yok.. Yine o zamanlardakine benzer uluslararası / küresel hesaplaşmalar sürecini yaşıyor, Emperyalizmin yeni kurgularına tanık oluyoruz.

Emperyalizme direnişin görkemli örneği Çanakkale ruhuna büyük özlem ve gereksinim duyduğumuz bugünlerde tüm  Atatürkçü, çağdaş, aydın, yurtsever arkadaşları saygı ve sevgiyle selamlıyorum..æ

Not : Ekte, İzzet Baysal Üniversitesinde verdiğim “18 Mart” konulu konferans yansılarını gönderiyorum.. (Ahmet Saltık : web sitemizde yayımladık..)

***

Almanya’da inşa edilen ve 1912’de Nusret adı ile Osmanlı donanmasında hizmete alınan 360 tonluk bu gemi 40 m boyunda ve 7,5 m enindedir. 40 mayın taşıyabilen geminin üst hızı 15 mildir. (26 km/saat)

Nusret-mayin_gemisi

NUSRET MAYIN GEMİSİ ve 26 MAYIN ÖYKÜSÜ

Çanakkale Boğazı’nda önceden Boğazı kesecek biçimde dikine döşenmiş mayın hatlarının büyük bölümü düşmanın mayın arama-tarama gemileri tarafından saptanarak imha edilmişti.

Düşman zırhlılarının hareketlerinin incelenmesi sonunda yeni bir yöntem kararlaştırıldı. Bu kez mayınlar Boğaz’ı kesecek biçimde değil de kıyıya paralel olarak dökülecekti;
çünkü düşman zırhlıları Boğaz’a guruplar halinde giriyor ve ikmal için geri dönen gurup,
Boğazın en geniş yeri olan Erenköy bölgesinde kıyıya dik manevra yapmak durumunda kalıyordu.

6 Mart 1915 gecesi, Çanakkale müstahkem mevki komutanı Yarb. İsmail Cevat Bey, mayın gurup komutanı Nazmi Bey’e “Çok önemli bir göreviniz var. Vatanın selameti bu görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Yarın akşam, Nusrat‘la son 26 mayını Erenköy bölgesinde kıyıya paralel olarak dökeceksiniz.” buyruğunu verdi. Nazmi Bey, ertesi gün Nusret mayın gemisinin komutanlığını yapacak olan arkadaşı Tophaneli Yüzbaşı Hakkı’yı buldu. Nusret’in Kaptanı Yüzbaşı İsmail hakkı Bey İki gün önce kalp krizi geçiren Yüzbaşı Hakkı Bey, Cevat Bey’in uyarısına karşın, görevi üstlendi.

Nusret_mayin_gemisi_Kaptani_Yuzb._Ismail_Hakki_bey

7 Mart’ı 8 Mart’a bağlayan gece yarısı, Nusret demir alarak Çanakkale’den uzaklaştı. Deniz sakin, gece zifiri karanlıktı. Uzaklarda dolaşan düşman devriye gemileri projektörleri ile suyun yüzünü aydınlatmaktaydı. Nusret bütün ışıklarını söndürmüş, hatta kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmış, maskeli ışıklar altında rota izleyerek, daha önce döşenen mayın hatları arasından Erenköy bölgesindeki hedefine doğru ilerliyordu. Son denetimler bittikten sonra ilk mayın platforma alınmış ve atış anı beklenmeye başlamıştı. Heyecan doruktaydı. Vatanın selameti için gerekli olan zafer kilidi Nusret‘in elindeydi. Onu mutlaka sessizce yerine bırakmalıydı.

Sonunda Anadolu yakasındaki Akyarlara, yeni mayın hattının hazırlanacağı noktaya geldiler. Elde kalan son 26 mayını teker teker sessizce suya bırakmaya başladılar. Suya düşen her mayın belli bir sıra halinde kendisini asılı tutacak ağırlığın gerdiği teller üzerinde yer almaya başladı. Birkaç dakika sonra tüm mayınlar belirlenen rota doğrultusunda dökülmüştü. Tehlikeli geri dönüş yolculuğu başlamıştı. Daha önce dökülen mayınlara çarpmadan ve düşman devriye gemilerine görünmeden Nusret
yol alıyordu.

Bir an için Nusret’in çok yakınında bir karaltı ortaya çıktı. Düşman gemisi olmalıydı bu. Ara verdikleri projektörle taramaya yeniden başladıkları zaman Nusret‘i görecekler ve her şey bitecekti. Bütün personelden buz gibi terler boşanıyordu. Nihayet korktukları başlarına geldi ve düşman gemisinin projektörleri yandı.. Karanlığı yaran projektör ışığı az öteden, hızla, üzerlerine doğru, denizi tarayarak geliyordu. Işık huzmesinin içine girmelerine saniyeler kala, Türk kıyılarında yanan projektör bir mucize yarattı. Kıyıdaki projektör düşman projektörünü deniz üstünde yakaladı. Ortalığı sise yakın yoğun bir beyazlık kapladı. İki projektör arasındaki bu beklenmedik ışık kavgası Nusret’e yaşam umudunu geri verdi. İki projektör, birbirini köreltmek için olağanüstü bir mücadeleye girişmişlerdi… Düşman projektör, kurtulmak için yoğun çaba harcıyor, bir türlü başaramıyordu. Nusret, bu ışık kavgası altında sessizce sıyrıldı, Çanakkale yönünde yol almaya başladı. Tehlike geçmiş, verilen görev büyük bir başarıyla yerine getirilmişti.

Nazmi Bey büyük bir sevinçle, kaptan köşküne çıktı, yazgı arkadaşını kutlamak istedi. Ancak Kaptan Hakkı Bey yanıt veremedi, Nazmi Beyin kucağına yığıldı.. Nusret mayın gemisinin kahraman kaptanının hasta kalbi bu ışık savaşındaki heyecan kasırgasına dayanamamış ve durmuştu.

***

Bu olaydan on gün sonra İtilaf güçleri donanması saldırıya geçmişti. Savaş tam istedikleri biçimde, denetimli olarak sürmekteydi ki; birden, ikmal için geri dönen gemilerde büyük patlamalar meydana gelmişti. Bunların nedeni, 7-8 Mart gecesinde dökülmüş ve bundan sonra da gerek düşman pilotlarının fark edemediği; gerekse
17-18 Mart gecesi mayın arama gemilerinin yaptığı mayın denetiminde bulunamayan Nusret’in mayınlarıydı. Düşmanın yüzen kaleleri birer birer batmaya başlamıştı. Önce Bouvet 639 kişilik mürettebatı ile denizin derinliklerine gömüldü. Bu andan başlayarak her şey ters gitmeye başlamıştı. Bouvet’in battığı yerin yakınında manevra yapmakta olan Inflexible bir mayına çarptığını rapor etti ve çok tehlikeli bir şekilde yan yatmaya başladı. 3 dakika sonra Irresistable‘ın da yana yatmakta olduğu ve sancak tarafından mayına çarptığını bildiren yeşil filamanın sancak seren cundasında dalgalandığı görüldü. Mürettebatı kurtarılan gemi, Boğaz’ın sularına gömüldü.

İtilaf Devletleri 3 büyük savaş gemisini (Irresistable, Ocean, Bouvet) yitirmiş,
3 tanesi de (Inflexible, Golois, Souffren) ağır yaralanmış biçimde eldeki gücünün üçte birini yitirmişti. Nusret‘in yapmış olduğu bu görev tarihin akışını değiştirdi. (16.3.13)

İtilaf donanması, 18 Mart günündeki yenilginin tüm faturasını, son keşfini yapıp “mayın yoktur” raporunu veren pilota çıkardılar ve bu pilotu kurşuna dizerek
idam ettiler.