Etiket arşivi: işsizlik

Halk Sağlığı Uzmanları Seslerini Yükseltmelidirler


Halk Sağlığı Uzmanları Seslerini Yükseltmelidirler
 

Prof. Dr. Necati Dedeoğlu
Emekli Halk Sağlığı Öğretim Üyesi

Necati_Dedeoglu_portresi

Ülkemiz zor günlerden geçiyor. Bir yandan tüm topluma dayatılan gericilik, ortaçağ karanlığı, öte yandan giderek artan
eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk. Bütün bunların üzerine eklenen
baskılar, anti-demokratik uygulamalar, adaletsizlikler.
Toplumun ruh ve beden sağlığı örseleniyor,

Ülkemizde olanlar en çok hekimleri etkiliyor; hem bu çarpık düzenin meslekleri açısından yaşattığı sıkıntılar hem de halkın sağlık sorunlarının doğrudan hekimlere yansıması nedeniyle.

Bir şeyler yapılması gerektiği açık ama kim yapacak, ne yapacak?

Bence “Kim?” sorusunun karşılığı “Hekimler“dir.

Hekimler meslekleri gereği insanla uğraşırlar, sağlık sorunlarıyla her gün boğuşurlar,
toplumsal sorunlara duyarlıdırlar.

Elbette hekimler arasında da öncülüğü Halk Sağlığı Uzmanları alacaktır.

Çünkü onlar sağlık sorunlarının toplumsal kaynağını daha yakından görmektedirler.
Çünkü onların öbür hekimlerden daha çok toplumu aydınlatma, önderlik etme görevi vardır.

Peki, Halk Sağlığı Uzmanları ne yapmalılar?

Yaşanan iş cinayetlerini, çevre cinayetlerini, sağlık hizmetlerindeki aksaklığı saptayıp
bunları duyurması elbette gereklidir ama yeterli midir?

Halk Sağlığı Uzmanı hekimler bu olayların temelinde yatan sosyo-politik etmenleri de belirleyip, bunları açıklamalı, yetmez, bunlarla mücadele etmelidirler.

Bu işleri becerebilecek eğitimi almış; Ekonomi, Toplumbilim, Toplum Eğitimi.. gibi disiplinlerde yetkinleşmiş olmak, hekimler arasında Halk Sağlığı Uzmanlarını
öne çıkarmaktadır.

Bir HES inşaatının çevreye vereceği zararı saptayıp, halkı bilgilendirmek, yürüyüşlere katılmak, yargıya başvurmak çok bir etki yapmamaktadır. 1 yerde başarılı olunsa 5 yerde sonuç alınamaz. Her yerde başarılı olunabilse bile bu kez bir nükleer santral, SİT Alanı içinde
bir turistik kuruluş, atıklarını göle akıtan bir fabrika… gündeme gelecektir.

Halk Sağlığı Uzmanı, hükümetlerin bütün bu çevre politikalarının altında yatan
temel amaçlarının ülkeyi ve bu ülkede yaşayan insanlarını yerel ve dış kaynaklı
sermayenin sömürüsüne açmak olduğunu bilmelidir.

Önemli bütün halk sağlığı sorunlarını yaratan da zaten hükümetlerin bu görevidir.

Çevre sorunları da, iş sağlığı sorunları da, sağlık örgütlenmesi sorunları da
bu sermayeci tutumun sonucudur.

Kapitalizmin sömürüye dayandığı ve sağlığa zararlı olduğu 1850’lerden beri bilinmektedir.

Halk Sağlığı Uzmanı, bütün öbür hekimlerden önce, sivrisinekle değil bataklıkla mücadele etmelidir.

Yazılarımızda, konuşmalarımızda, derslerimizde
– kapitalizm,
– emperyalizm,
– sosyalizm,
– sömürü,
– sınıf… gibi kavramlara değinmek zorundayız.

Yalnızca cinayeti gösterip katili saklamak ahlaki değildir.

Bizleri “Politika yapmak” ile suçlayacaklardır. Elbette politika yapmalıyız.
Sağlık alanında şu anda yapılanların hepsi politik, ideolojik değil mi?

Ben yaşamım boyunca “politik” bir Halk Sağlığı Uzmanı oldum.

Gözlerim daha mesleğimin ilk yılında, Erzurum’un köylerindeki sefaleti görünce açıldı,
bir daha da kapanmadı. Ben,

Halk Sağlığı Uzmanlarının hepsinin ilerici, adil, sermayeden değil
emekten yana olmasını
bekliyorum.

Aynı biçimde cesur olmalı, doğru bildiklerini söylemekten çekinmemeli,
baskıdan yılmamalıdırlar.

Bu karanlık ortamda örgütlenelim, birbirimize ve öbür hekimlere destek olalım.

Laiklik, eşitlik, adalet, demokrasi, barış, sağlık konularında sesimizi yükseltelim,
mücadeleye bizler önderlik edelim.

Yoksa hiçbir şey değişmeyecek ve gelecek kuşaklar Halk Sağlığı Uzmanlarının üstlerine düşeni yapıp yapmadığını sorgulayacaklardır.

=====================================================

Dostlar,

Değerli meslektaşımız, Halk Sağlığı Uzmanı ağabeyimiz, örnek bilim ve eylem insanı
Sayın Prof. Dr. Necati DEDEOĞLU‘nun çok önemli çağrısını paylaşıyoruz.

Türkiye Halk Sağlığı Uzmanları’nın meslek – uzmanlık derneği olan
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği – HASUDER  iletişim ortamına yollanan bu iletiyi
aynen paylaşıyoruz..

Biz de 1977’den bu yana 38 yıllık hekimlik meslek yaşamımızda,
35 yıllık Halk Sağlığı Uzmanlığı dönemimizde hemen hemen aynı çizgide olduk.

Bir eklemeyle; Yüce ATATÜRK’ün Anadolu Aydınlanma Devrimi’nin içten – sadık bir savunucusu – eylemcisi olduk. Hep ama hep bedeller ödedik, ödemekteyiz, ödeyeceğiz de….

Bu web sitesini yıllardır yürütüyoruz büyük güçlüklerle, bedellerle..
Arada Ankara Üniversitesi’nin akademik elemanlarının e-iletişim ortamında 6 bini aşkın
çalışma arkadaşımızla paylaşıyoruz. Sitemizde 50 dolayında yazımız biriktikçe ayda 1-2 kez gibi bu paylaşımı yapıyoruz..

ADD Genel Başkanı hanımefendi, yazılarımıza – etkinliklerimize Genel Merkez webinde
yer vermiyor.. Dilekçelerimize de yanıt vermiyor… Oysa bir yüksek yargıç kendileri..
Aklımıza 3 olasılık geliyor :

1. Yazı ve etkinliklerimizin içeriğini paylaşmıyor iseniz
sizin ATATÜRKÇÜLÜK anlayışınız nasıl bir şeydir?
2. İçerik sorunu yok ise neden engelliyorsunuz, size seçimlerde potansiyel rakip olmasın diye
adını unutturmak mı istiyorsunuz?
Bu sıradan durumuyla ADD ve web sitesi, şu kritik koşullarda üzerine düşeni yapıyor mu??
3. Yoksa siz çok özel bir misyon mu yerine getiriyorsunuz???

Ve de bu sorulara, dilekçelere yanıt vermeyerek / veremeyerek nereye koşuyorsuuz??

*****

İşte böyle Necati ağabey

Gericillikle – akıldışılıkla ve akılsız karşıtları = dolaylı yandaşlarıyla
evrensel savaşım sürüyor, sürecek..
Kaç vakte dek, bilemiyorum.. Sanırım hiç durmayacak..
Senin de durmadığın gibi..

Yıllarca çooook nitelikli Halk Sağlığı hizmetleri verdin bu caaanım ülkeye..
Halk Sağlığı bilimlerine çok değerli bilimsel katkılar koydun..
Emekli oldun ama yüreciğin insan – emek – yurt sevgisiyle çarpıyor hala..
Köşende, ayağını uzatarak oturamıyorsun..

Aydın sorumluluğu böyle bir şey olmalı…

Rahmetli yazarımız – ozanımız Rıfat Ilgaz, “AYDIN MISIN?” adlı şiirini şöyle bağlıyordu..

Tam çağı ise başlamanın doğan günle 
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden 
Her satırında buram alın teri 
Her sayfası günlük güneşlik 
Utanma suçun tümü senin değil 
Yırt otuzunda aldığın diplomayı 
Alfabelik çocuk ol 
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış 
Tel örgüler çevirmiş yöreni 
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende 
Benden geçti mi demek istiyorsun 
Aç iki kolunu iki yanına 
Korkuluk ol

*****

Emeğini ve eylemini saygı ile selamlıyorum Necati Ağabey..

Sevgi ve saygı ile.
04 Şubat 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Yaızının tümünün pdf biçimi :
Prof._Necati_Dedeoglu’na_Yanit

Döviz açığı ulusal gelirin yarısını aştı ve RTE’nin TCMB’na Çatmasının Arka Yüzü


RTE’nin TCMB’na Çatmasının Arka Yüzü

Döviz açığı ulusal gelirin yarısını aştı!

Türkiye’nin döviz varlıkları Kasım ayında 2014 yıl başına göre %3.9 arttı. Yükümlülüklerdeki artış da %8.6 oldu.
Böylece döviz açığı 438.1 milyar dolara çıktı ve
ulusal gelirin %54.7’sine ulaştı.

TÜRKİYE Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), 2014 Kasım sonu itibarıyla Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonu (UYP) verilerini açıkladı.

Buna göre, Türkiye’nin yurt dışı varlıkları, 2014 Kasım ayı itibariyle bir önceki yıl sonuna göre, % 3.9 artarak 234.9 milyar dolara ulaştı. Aynı dönemde yükümlülükleri ise %8.6 artışla 672.9 milyar $ olarak gerçekleşti.

AÇIK %11 ARTTI

Türkiye’nin yurt dışı varlıkları ile yurt dışına olan yükümlülüklerinin farkı olarak tanımlanan net uluslararası yatırım pozisyonu 2013 yıl sonunda 393.5 milyar $ açık vermişken 2014 yılı Kasım sonunda bu açık, 438.1 milyar dolara çıktı. Böylece açık 11 ayda %11.3 artış gösterdi.

Türkiye ekonomisinin 2014 yılında %3 oranında büyüdüğü tahmin ediliyor. Dolar kurundaki gelişmeler ve TÜİK tarafından açıklanan ilk 9 aya ilişkin dolar temelli ulusal gelir rakamlarına baktığımızda, Mart ayında açıklanması beklenen ulusal gelir 800 milyar $ dolayında olarak gerçekleşecek. Buna göre 438 milyar doları aşan döviz açığı ülkemizin toplam ulusal gelirinin %54.7’sine ulaşmış durumda.

MEVDUATLAR AZALDI

Açıklanan rakamlardaki varlıklar alt kalemleri incelendiğinde, rezerv varlıklar kalemi
2013 yıl sonuna göre 2.4 milyar $ artışla 133.4 milyar dolara çıkarken,
öbür yatırımlar kalemi 445 milyon $ azalışla 59.9 milyar dolara geriledi.

Öbür yatırımlar alt kalemlerinden bankaların yabancı para ve Türk lirası cinsinden efektif ve mevduatları, 2013 yıl sonuna göre yüzde 6.3 azalışla 21.8 milyar dolar oldu.

YATIRIMLARDA ARTIŞ VAR

Yükümlülükler alt kalemleri incelendiğinde de, Kasım 2014 itibarıyla, doğrudan yatırımlar (sermaye ve diğer sermaye) piyasa değeri ile döviz kurlarındaki değişimlerin de etkisiyle
2013 yıl sonuna göre %15.6 artışla 172.9 milyar dolara yükseldi. Portföy yatırımları
Kasım 2014 itibarıyla, 2013 yıl sonuna göre 29.1 milyar $ artış gösterdi.

Yurt dışı yerleşiklerin hisse senedi stoku 2013 yıl sonuna göre %25 artışla 65.4 milyar dolara çıktı. Borç senetleri alt kalemleri olan yurt dışı yerleşiklerin mülkiyetindeki DİBS stoku %3.9 artışla 54.1 milyar dolara, Hazine’nin tahvil stoku (yurt içi yerleşiklerce alınan tahvil stoku düşüldükten sonra) ise %1.8 artışla 38.5 milyar dolara çıktı.

MERKEZ’DE HESAP KAPATILDI

Aynı dönemde, öbür yatırımlar 2013 yıl sonuna göre 928 milyon $ artış gösterdi.
Kasım 2014 itibarıyla, diğer yatırımlar altında yer alan yurt dışında yerleşik
Türk vatandaşlarının Merkez Bankasındaki kredi mektuplu döviz tevdiat hesapları
2013 yıl sonuna göre %49.7 oranında azalışla 2.6 milyar dolara geriledi.
Bu durum genelde gurbetçi yurttaşların daha önce Merkez Bankasında tuttukları
döviz mevduatlarını özel bankalara yatırmasından kaynaklanıyor.

BORÇ ARTIŞI SÜRDÜ

Öte yandan söz konusu dönemde, yurt dışı yerleşiklerin yurt içi yerleşik bankalardaki
yabancı para mevduatı, 2013 yıl sonuna göre %2.9 azalışla 35.8 milyar $ olurken,
TL mevduatı da %21 artışla 13.4 milyar $ oldu. Bankaların toplam kredi stoku %9.3 artışla 94.7 milyar $ olurken, diğer sektörlerin toplam kredi stoku ise %2.4 azalarak 93.8 milyar $ düzeyinde gerçekleşti.

Buna göre, Türkiye’nin döviz açığındaki artışta özel sektörün borç artışı etkili oldu.

=======================================

Dostlar,

Gerek ülkemizin gerekse dünyanın ekonomik göstergeleri hiç ama hiç iç açıcı değil.
Davos’taki çırpınmalar (!) anlamlı çözümler üretemiyor.
2007’de başlayan küresel ekonomik bunalım 8. yılına girerek bir rekor kırdı.
Daha önceki periyodik ekonomik bunalım dönemleri hem yatay hem de dikey boyutlarda
bunca bunaltıcı olmamıştı. Kapitalizmin onmaz hastalığının ürünü bu bunalımlar, yapısal!

Küresel kapitalizm, sonuna dek tüm kartlarını oynama kararlılığında anlaşılan.
Gidebildiği yer dek.. Bölgesel, denetimli sıcak savaşlar dahil..
YoksullaşTIRma, işsizlik, küresel gelir dağılımında bozulma akıl almaz bir biçimde,
üstelik hızla sürüyor.. Son verilerle dünya nüfusunun en varlıklı %1’i yani 73 milyon
süper elit
, küresel gelirin (>72 trilyon $) yarısına el koyuyor.
Dolar / Avro milyarderlerinin hem sayısı artıyor hem sahip oldukları servet büyüyor..

Davos’ta küresel firavunlar bu vahşi sömürünün nasıl durdurulacağını değil,
nasıl sürdürülebileceğini irdeliyor kapalı kapılar ardında.

12. CB – Yarıbaşkan Bay RTE, her türlü devlet terbiyesini ve nezaketini ayaklar altına alarak, yasa gereği özerk olması gereken TCMB’na çok ağır biçimde saldırıyor ve
“.. uyarılardan nasibinin almamış görünüyor..” diye dehşet veren bir tümce kuruyor..
Yetki sınırlarını da aşıyor bu arada. Bu sözlerin ardından Dolar 2.27 – 2.28 TL’den
2.38 TL üstüne fırlıyor. 10 kuruş pahalanmak ne demek??

10 krş / 2,27 TL = % 4,5 devalüasyon demek!..

Peki yetkililer bu sözlerinin nereye varacağını hesaplayamaz mı,
hesaplamak zorunda değil mi?

“Öfkeli 1 kısa azar tümcesi”, 1 günde yaklaşık % 4,5 devalüasyon getirdi.
Devalüasyon yoksullaşma demektir, enflasyon demektir, halkın cebinden çalma demektir.
İktisat okumuş bay RTE ve danışmanları kendisini uyarmamış olabilir mi??

*****
Kim yüksek faizden yana olabilir ki?

Ama 12 yıldır AKP, yüksek faiz – düşük kur ile ülkeyi muazzam borca boğup
sanal bir iyileşme yanılsaması sağlamadı  mı? Şimdi ne değişti?
Hem İslam dininde faiz haram değil mi?
Bay RTE bunu dillendirebilir mi, bu bağlamda “faizsiz bir ekonomik düzen” önerebilir mi?
Hadi canım sen de.. Dostlar alışverişte görsün..
TCMB faiz oranını yarım puan değil de 1 puan+ düşürmeliymiş..
%4,5 devalüasyon ülkemizin toplam 400 milyar Doları aşan dış borçlarını bu oranda büyüttü. Yani Bay RTE’nin o sorumsuz (?!!?) tümcesinin bedeli 400 x % 4,5 = 18 milyar $ olmuştur.

Ayrıca 260 milyar $ dolayındaki dışalımımızı (ithalatımızı) yine % 4,5 oranında pahalılaştırmıştır; 260 x % 4,5 = 11,7 milyar $.

Dışsatımımız aynı oranda ucuzlatılmıştır; 160 milyar $ x % 4,5 = 7,2 milyar $..

Bu arada Bay RTE’nin bu yönde bir açıklama yapacağını öngören, açıklamanı sızdırıldığı kesimler (insider traders) Dolar alımı yaparak, 1 gecede servetlerine % 4,5 değer katmışlardır. Bay RTE, bu sorumsuz (!?) demeciyle “birilerine” 1 günde %4,5 faiz ödetmiştir ulusal servetten, garip – gurebadan… Bunların bir bölümü vakıflar, AKP’ye zoraki – koşullu bağışlar ve cemaatler üzerinden; yoksullaştırılan kitlelere aktarılarak, üstüne üstlük
politik avantaja dönüştürülmeye çalışılacaktır hiç kuşku yok. Doğrusu yaman plan, pes!

Bu 3 görünür kalemi toplarsanız, 36,9 milyar $ gibi muazzam bir “doğrudan” maliyet bulursunuz. 2014 için toplam ulusal gelir 800 milyar $ denirse, o tutarın yaklaşık %5’i!
Yandaşlara aktarılan haksız rantın yaratacağı yoksullaşma ve gelir dağılımının daha da bozulması cabası.. Yandaşların 100 milyar $ bir portföyü olsa, bir günde 4,5 milyar $ avanta kazanım demektir. Bu, faizden de beter bir spekülatif ve “külliyen haram” aktarım / gasp
değil midir??

Müslümanlıkta, İslamiyette, Kuran’da, ahlakta, hukukta yeri var mıdır??
Hiçbirinde olmadığına göre (!?) nerede vardır?

  • AKP’nin kutsal kırmızı kitabında vardır;

  • Türkiye bir Dar-ül Harp Alanıdır ve şeriat düzeni kurulana dek her şey ama her şey mübahtır!

*****

Dostlar; bu dehşet verici bir durumdur..

Ülke kravatlı mollaların demir pençesi altında inin inim inlemektedir.

Bu durum sürdürülemez..

Tüm bunları ülkesini – halkını seven, yurtsever ve sorumlu bir yönetici yapabilir mi?

Yapıyorsa bu davranışlara ne ad verilecektir?
Nasıl durdurulacaktır? Kim/ kimler engelleyecektir?

Ensenizde bol sıfırlı maddi – manevi tazminat davası ile durup dururken hakaret suçlaması ile hapis cezası açılması tehdidi Demokles’in kılıcı gibi tutulurken daha öte hangi sözcükler kullanılabilir ki??

TBMM’deki muhalefet partileri bu ciddi sorunun üzerine eğilmelidir, hem de hızla!

Sevgi ve saygıyla.
23.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

REFERANDUM ve İŞÇİ HAKLARI


Dostlar
,

Merhum Alpaslan IŞIKLI‘nın 12 Eylül 2010 günü yapılan 26 maddelik Anayasa değişikliği halkoylaması öncesinde yazdığı uyarı yazısıdır. Aradan geçen 3 yıla yakın zaman,
Prof. Işıklı’yı doğrulamıştır. Sendikal örgütlenme daha da güç yitirmiştir.

1980’de Türkiye nüfusu 44.4 milyon, toplam istihdam 16.5 m ve sendikalı işçi sayısı 2.2 m idi. Ocak 2013’te Türkiye nüfusu 75,6 milyon, toplam istihdam 24.4 milyon ve
sendikalı işçi sayısı 960 bine indirilmiştir.

1980 – 2012 arasında nüfus % 70+ artarken, istihdam % 48 büyümüş, sendikalı işçi sayısı dramatik olarak düşürülmüştür!

Bugün öyle bir noktadayız ki; toplu-iş sözleşmesi yasasındaki kurallar uygulanırsa,
Türkiye ölçeğinde toplu-iş sözleşmesine oturabilecek sendika sayısı salt 11’dir.
Kimi iş kollarında toplu-iş sözleşmesi olanağı kalmamıştır.

“Yetmez ama evet” çi sözde aydınlar bu olası gelişmeleri göremediler mi?
Hiç ama hiç sanmıyoruz..

O zaman bu güruha gerçekte hangi sıfat yakışır ki??

Sendika_yoksa_ISG_de_yok

 

 

 

 

Sendikal_orgutlenme_eritiliyor

 

 

 

 

 

 

 

 

Alpaslan hocanın yazısı aşağıda.. 

Sevgi ve saygı ile.
16.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

portresi

 

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı

Tüm Öğretim Elemanları Derneği
(TÜMÖD) Genel Başkanı

İlk Kurşun Gazetesi, 17 Ağustos 2010

 

REFERANDUM ve İŞÇİ HAKLARI 

12 Eylül’de (2010) halkoyuna sunulması öngörülen Anayasa değişikliği metninin genel olarak demokratik düzen ve özellikle de demokratik düzenin başlıca temellerini oluşturan yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesi açısından içerdiği ögeler ve doğurması olası ciddi tehlikeler, önemli ölçüde açıklık kazanmıştır.

Kuşkusuz, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesine ilişkin hükümler ve düzenlemeler, tüm yurttaşların yanı sıra -emeğinden başka satacak şeye sahip olmayan bir kesim oluşturmaları dolayısıyla-  özellikle işçilerin gereksinim duydukları temel haklarla yakından ilgilidir. Bununla birlikte, halkoyuna sunulacak metin, işçi haklarını doğrudan ilgilendiren bazı hükümler de öngörmüştür. Bu hükümlerin, bazı siyasal iktidar temsilcileri tarafından sanki sosyal haklarda önemli genişlemeler sağlanacakmış gibi sunulmaları dolayısıyla, üzerlerinde ayrıca durulması gerekli görünmektedir.

Asıl Sorun Ekonomik

Bu konuda öncelikle bir gerçeği belirlemekte yarar vardır. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz en temel sorun, özellikle bizimki gibi ülkelerde varlığını duyuran küresel ekonomik bunalımın uzantısı olarak, giderek ağırlaşan işsizlik olgusudur. İşsizlik, yoksullaşmanın ana nedenlerinden birisini oluşturduğu gibi, çalışan kesimin en temel dayanağı olan sendikaların altını oyan ve mücadele gücünü zayıflatan başlıca etkendir. Kuşkusuz, bütün bunların gerisinde yatan ve ülkemize de dayatılmış olan ekonomik modele karşı bir direnmeyi, siyasal iktidarın genel olarak izlediği politikada ve önerdiği Anayasa değişikliği çerçevesinde aramak, boşuna bir çaba olur.

Unutmamak gerekir ki ağırlaşan ekonomik sorunların çözümü, her ülkeden çok bizim yabancısı olmadığımız bir seçeneği hayata geçirmekle sağlanabilir. Bu seçenek, ülkemizde Cumhuriyetin kuruluş yıllarında denenmiş ve hem 2. Dünya Savaşı öncesinde dünyayı kasıp kavuran Büyük Depresyon’un ve hem de ardından gelen 2. Dünya Savaşı felâketinin dışında kalabilmemizi mümkün kılmıştır. Anayasa değişikliği girişiminin bir tür yan sonucu da, bu gerçeklerin gündem dışına itilmesine katkı sağlanması yönünde kendisini göstermektedir.

Bu bakımdan, halkoyuna sunulacak metninde öngörülen işçi haklarıyla doğrudan doğruya ilgili değişikliklerin gerçek niteliğinin açıklık kazanması önem taşımaktadır.

Kamu Görevlilerinin Toplu Sözleşme Hakkı 

Halkoyuna sunulacak metin, geniş anlamda işçi kesiminin bir parçasını oluşturan kamu görevlilerinin toplu sözleşme hakkını tanıyan bir değişiklik getiriyormuş gibi görünmektedir. Gerçekte ise, bu konuda yeni bir hak tanınmadığı gibi,
mevcut düzenlemeye göre daha kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkmaktadır.

Anayasa değişikliği metninde belirlenen düzenlemeye göre, “Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde, taraflar Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na başvurabilir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir”. Grev hakkı getirilmiş değildir. Dolayısıyla, adına toplu sözleşme denilen süreçte belirleyici olan, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun kararıdır. Oluşumu ve işleyişi yasayla belirlenecek olan bu Kurulun, mevcut iktidar döneminde, söz gelimi, en fazla YÖK kadar nesnel esaslara bağlı bir yapı ve işleyişe sahip olacağını tahmin etmek yanlış olmaz.

Buna karşılık, yürürlükteki düzenlemeye göre, toplu görüşmenin sonucunda taraflar anlaşmaya varamazlarsa, uyuşmazlık Uzlaştırma Kurulu’na intikal etmektedir. 4688 sayılı Kanunda açıklık olmamasına karşın, son sözün Bakanlar Kurulunda ve TBMM’de olduğunun kabul edilmiş olması yanlış değildir. Kanuna göre, uyuşmazlık konusu olan ilişkileri düzenlemek üzere “Bakanlar Kurulu (…) uygun idarî ve icraî düzenlemeleri gerçekleştirir ve [gerekli] kanun tasarılarını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunar”.
Bu süreç içinde, kamu görevlilerini temsil eden sendikal kuruluşların, gerektiğinde yargıya başvurmaları ve/veya kamuoyu desteğini de arkalarına alabildikleri ölçüde
belli bir demokratik baskı grubu işlevi gerçekleştirmeleri mümkündür.
Getirilen değişiklik bu yolları da kapatmaktadır.

Demek oluyor ki, yapılmak istenen değişiklik, “toplu görüşme” yerine “toplu sözleşme” sözcüklerinin kullanılmasından ibaret değildir. Daha da geriye götürücü bir düzenleme söz konusudur.

 Grev Yasakları Kaldırılıyor mu?

Yürürlükteki Anayasanın 54. maddesinin 7. paragrafında “Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.” hükmü yer almaktadır. Kamuoyuna sunulması öngörülen metinde, bu paragraf kaldırılmıştır.

Ne var ki, aynı maddenin ilk paragrafında yer alan, grevin ancak “toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde” yapılabileceği hükmü korunmaktadır. Yani, hakları kâğıda geçirmek için grev serbesttir. Ancak kâğıda geçirilmiş olan hakları hayata geçirmek için grev yasaktır. Bir başka deyişle, yalnızca “menfaat grevi”ne müsaade edilmekte; dolayısıyla yukarıda zikredilen 7. paragrafta öngörülen diğer grev türleriyle ilgili yasak devam etmektedir.

Aynı maddede yer alan “Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan” sendikanın sorumlu olması hükmü kaldırılmaktadır. Bu değişiklik, sendika yönetimlerine, işçiler aleyhine bir tâviz verilmiş olması olasılığını akla getirmektedir.

Birden Fazla Sendikaya Üye Olmak 

12 Eylül Anayasası ile birden fazla sendikaya üye olma yasağı getirilmiştir.
Bununla güdülen amacın, o döneme özgü yöntemlerle hizaya getirilmiş (!) olan sendikalara rakip sendikaların kurulmasını zorlaştırmak olduğu tahmin edilebilir.
Bugün güdülen amacın ise mevcut sendikal yapı içinde, yandaş sendikaların gelişmelerine ortam hazırlamak olduğunu tahmin etmek yanlış görünmemektedir.
Böyle bir tahmini haklı kılan örnekler, mevcut iktidarın bugüne kadarki uygulamaları çerçevesinde fazlasıyla vardır.

Denilebilir ki, 12 Eylül rejimi döneminde tanık olduğumuz, Anayasaya konulan ayrıntılı düzenlemelerle sendikal yaşamı düzene sokma eğilimi, aynen sürmektedir.

Yukarıda sıraladığımız örneklerden bir kez daha anlaşılacağı üzere, asıl yapılmak istenen, 12 Eylül’e karşı çıkmak görüntüsü arkasında, 12 Eylül’ün izlerini daha da derinleştirmekten ibarettir. Bir başka deyişle, aşılamayan ekonomik sorunların sonuçlarını baskı altında tutabilmek için, Anayasal yapıyı demokrasi dışı yollara sürükleme eğilimi bir kez daha canlanmış bulunmaktadır.

KADÜKLEŞEN “YENİ ANAYASA” TASARIMI ÜZERİNE SAPTAMA ve ANIMSATMALAR


KADÜKLEŞEN “YENİ ANAYASA” TASARIMI ÜZERİNE

SAPTAMA ve ANIMSATMALAR

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net 

“Elsiz ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyor Kemal!”
Attila İlhan

Anayasalar, klasik olarak “Toplumsal Sözleşme” biçiminde tanımlanır

(JJ Rousseau; Du Contrat Social ou Principes du droit politique, 1762).

Sözleşmede tarafların özgür istençleriyle yer almaları vazgeçilmezdir.
Tersi durumda sözleşme yok hükmündedir.

Anayasa “yapılırken” taraflar kimlerdir? Devlet ve toplumdur.

Tarafların temsilcileri kimlerdir?
Devleti Hükümetin, halkı da TBMM’nin temsil ettiği söylenir.

Première édition, Amsterdam, 1762.

Ancak AKP Hükümetinin, TBMM üzerinde belirgin bir denetimi, yönlendirmesi açıktır.
Dahası, Prof. Ayman’a göre “TBMM, AKP Usulü Darbeyle Askıya Alınmıştır!”
(http://ahmetsaltik.net/tbmm-akp-usulu-darbeyle-askiya-alinmistir/, 8.7.13)

Yürürlükteki Anayasanın temel aldığı Güçler Ayrılığı ilkesi ayaklar altındadır. Başbakan RT Erdoğan, güçler ayrılığının kendisine “ayak bağı” olduğu kanısındadır (18.12.12, basın).

Öte yandan halkımızın TBMM’de adil temsili de söz konusu değildir!

“Geçerli” oyların % 49,83’ünü (toplam oyların ise yalnızca %40’ını) alan iktidar partisi AKP, Meclis’te 327 / 550 = % 60 temsil ağırlıklıdır. 10 oydan 4’ünü almış ama TBMM’de 10 sandalyeden 6’sını ele geçirmiştir. 3 Kasım 2002’de ise toplam 42,4 milyon seçmenden 10,808 milyon oy alarak, % 25,5 oranında oy yani 1/4 oy ile TBMM’de 363 / 550 vekille, %66 ya da 1/3 oranında temsil edilmiştir.

Bu durum, ağır temsil adaletsizliği üzerinden son derece sakıncalı bir meşruiyet sorunu doğurmaktadır. Platon‘dan bu yana geçen yaklaşık 2400 yılda (MÖ 427 –
MÖ 347) demokrasinin hala “doğrudan demokrasi“ye geçemeyişi bir yana,
temsili demokraside bile bu denli sorunlu oluşunun sürmesi acı bir ironidir.

Söz konusu sayısal tablo ile AKP, hiçbir uzlaşmaya girmeden, halkoylaması ile dilediği gibi Anayasal düzenleme yapabilecek durumdadır. Anayasa’nın 175. maddesi,
anayasa değişikliklerinin nasıl yapılacağını düzenlemektedir. Buna göre 3/5 oy,
-330 kabul- halk oylamasında da onanmak koşulu ile anayasa değişikliği için yeterlidir. AKP’nin 4 oy eksiği vardır ki, bu durum pek sorun olacağa benzememektedir.

Oysa bırakalım kökten “yeni Anayasa” yapmayı, sınırlı değişiklik için de meşru zemin yoktur. Basın susturulmuş, öncü aydınlar ve askerler yaygın olarak gözaltına alınmıştır. 4-6 yılı da aşan tutukluluk süresi (!) peşin cezaya dönüştürülmüştür. Bu insanlarımız “rehin, tutsak” alınmış, adeta canlı kalkan olarak tutulmaktadırlar. İkiyüzlü Batı, bunca insan hakları çiğnemine (ihlaline) suskundur. Ne hikmettir ki, 3 adet yargı paketi çıkarılmış ama azılı katiller sebest kaldıkları halde yurtsever asker – sivil aydınlar hala tutukludur. TBMM, ucube “özel yetkili mahkemelerin” bu tutsakları tutuksuz yargılamasını sağlayacak netlikte yasal düzenleme yapmaktan aciz midir?
(Son olarak Temmuz 2013 başında Anayasa Mahkemesi’nin yargılamada terör suçları için 10 yıllık tutukluluk süresini Anayasaya aykırı bulup iptal etmesi bile, 4-6 yıldır tutuklu yargılanan sanıkların serbest bırakılmasını ne hikmetse sağlayamamıştır!?)

AKP iktidarının Türkiye’yi içine sürüklediği açık dinci faşist iklim; özgürce, demokratik ortamda bir anayasa değişikliği yapılmasına asla ve asla elverişli değildir.

Bu asimetrik küresel oyuna gelinmemelidir.

Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu’na eşit üye verilmesi aldatıcıdır. Bu Komisyon’da oybirliği yöntemi getirilmesi tuzaktır. Anayasa değişiklikleri kapsamı bakımından bir sınırlama yoktur. Dolayısıyla Komisyon’da uzlaşılamayan konular, asıl Komisyon olan Anayasa Komisyonu’nda, AKP’li üyelerin oylarıyla dikte edilebilecektir. Acı örnekleri yaşanmıştır.. Son olarak 4+4+4 ucube yasa teklifi ilgili TBMM Komisyonunda görüşülürken Başkan Nabi Avcı (şimdi Milli Eğitim Bakanı!) muhalefet milletvekilleri
fiilen salonda yok sayılarak, konuşturulmayarak, dahası kaba güçle salondan çıkarılarak, hatta darp edilerek geçirilmiştir!

Ayrıca, hükümetin Genel Kurul’da ezici bir çoğunluğu olduğundan, bu aşamada da
son söz pratik olarak AKP’nindir. 330 oy, halkoylamasına sunulmak koşuluyla
Anayasayı değiştirmeye yetmektedir.

Federasyon, yerel özerklik, vatandaşlık tanımı konularında BDP vd. ile pazarlık temelli açık / örtük işbirliği yapılabilecektir. Nitekim BDP, önceki tümcede değinilen istemleri karşılanırsa Başkanlık rejimi için AKP’ye destek verebileceğini açıklamıştır.
Bu partinin TBMM’de 30 üyesi vardır (+5 vekil de tutuklu).

Bu durumda, gizli oylamada MHP ve CHP’den örtük desteklerle 367 eşiği bile geçilebilir ve Cumhurbaşkanı götürmezse, halk oylamasına bile gidilmeksizin Anayasa,
dış merkezlerin de istediği ve hatta dayattığı yönde, kritik biçimde değiştirilebilir.

  • Ülkenin yazgısı asla tehlikeye atılamaz! 

12 Eylül Anayasası, 1982’den bu yana 3 onyılda Türkiye’yi küresel ekonomiye dönüşümsüz biçimde eklemlemiştir. Gerekli “yumuşatma” ekonomik – politik – düşünsel eksenlerde başarılmıştır.

Ulusal mevziler yeterince dövülmüştür. Artık tabanda (altyapıda) yabanıl (vahşi) piyasa ekonomisi, tepede ise (üstyapıda) yer yer kısık tonda bile olsa sosyal devletten
söz eden bir Anayasaya tahammül yok! Toptancı biçimde hem alt – üstyapı uyumu sağlanacak hem de BOP kapsamında Türkiye tekil – ulus devletten koparılacak, özerk bölge – federasyon üzerinden bölünmeye hazırlanacaktır. Muhalefet edebilecek asker – sivil güçler zindanlarda tutsak – rehindir yıllardır! Balyoz’da 16 -20 yıl ve yaşamboyu hapis cezaları yağdırılmıştır; Ergenekon’da ise karar duruşması 5 Ağustos’a 1 ay kala çıkan ve 1 haftadır hüküm doğurmamış olan yukarıda değindiğimiz Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı düşündürücüdür..

Bu bağlamda muhalefet partilerinin Uzlaşma Komisyonu’na üye vermeleri, demokratik ve hukuksal meşruiyeti olmayan Anayasa değişikliği sürecini meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. CHP ve MHP masadan kalkan taraf olmayacaklarını kezlerce açıklamışlardır. BDP ise açık pazarlık içinde kritik dengelerde maksimum avantaj peşindedir. İstediği ödünler bellidir :

  •  Öcalan’a af, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hatta özerklik,
    yeni vatandaşlık tanımı, 2. resmi dil ve giderek Kürdistan kurarak federasyona gitme ve Büyük Kürdisan ile de ülkemizden kopma..

AKP’nin de BOP Eşbaşkanlığı kapsamında benzer misyonlara atandığı apaçıktır.
MHP ve CHP, AKP’nin Başkanlık isteminden vazgeçmesini, Anayasa Değişkikliği Partilerarası Komisyonu’nun sürmesi için yeterli bulmaktadırlar. Peki BDP istekleri
ne olacaktır? Onlara bir itirazları yok mudur? Aşağıdaki BOP haritası günümüze dek yalanlanmamıştır, anlamı nedir?

BOP_haritasi

İdeolojisiz Anayasa ne demektir? Yeryüzünde böyle bir anaysa var mıdır?
Açıkçası ATATÜRK’ün ve ideolojisi 6 Ok’un ilkelerinin yadsınması mıdır?
Böyle bir Anayasa’ya CHP ve MHP “evet” diyecekler midir?

1982 Anayasası 17 kez değişiklik geçirmiş ve neredeyse 2/3’ü değiştirilmiştir. Dolayısıyla, “Darbe Anayasası” polemiğine artık yer yoktur. Kaldı ki, asıl anayasal darbe, 12 Eylül 2010 halkoylaması ile yapılmış, 26 madde değiştirilerek yargı bağımsızlığı yok edilmiş ve 3 ana erkten biri olan yargı, büyük ölçüde siyasal iktidarın yönlendirmesine açılmıştır. Öte yandan İktidarın başı, geçen yıl değiştirilen
26 maddeye “dokundurtmayacağını” belirtmektedir. Elde 1’dir.

Bu durumda girişimin “yeni anayasa” değil, “anayasa değişikliği” olacağı da netleşmiştir.

İktidarın niyeti bellidir; AB-ABD’ye verilen sözler, açık-gizli anlaşmalar doğrultusunda ülkemizin tekil (üniter) yapısı federasyona dönüştürülerek Başkanlık / Yarı Başkanlık rejimine geçilmesi, yurttaşlık tanımının değiştirilmesi, ilk 3 maddenin yeniden düzenlenmesi ile de Cumhuriyet’imizin değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek
temel niteliklerinin dokunulmazlığının kaldırılması,

AB Parlamentosu’nun kezlerce dayattığı üzere Atatürk’süz (ideolojisiz!?) bir anayasa yapılması (!).. (Yeryüzünde ideolojisi olmayan tek bir anayasa varmış gibi!?..)
AKP’nin başlıca görevlerdir. Batı’nın AKP’ye, BDP’ye havucu – sopası ise
Anadolu Federe İslam Devletidir.

Yeni anayasa yapılması ise “asli kurucu iktidar” gücü ve meşruiyeti gerektirmektedir.
Bu açık, yalın ve kesin siyasal ve hukuksal zorunluk karşısında herhangi bir ödün verilmesi düşünülemez. Kaldı ki, yukarıda da belirtildiği üzere AKP zaten 12 Eylül 2010 değişikliklerine “Dokundurtmam!” demektedir. Şimdilik, toptancı bir girişimle “yeni bir anayasa” yapılması gündemde değildir. Rejimi parça parça başkalaştırma,
izlenen başlıca yol olarak gözükmektedir.

A Planı, bize göre, AKP ile masaya oturmamaktı. Bu taktik hata yapılmıştır.
Ancak yine de, dokunulmaz ilk 4 madde, bölünme riski doğuracak maddeler,
yerel özerklik, federasyon, başkanlık rejimi, tek resmi dil, vatandaşlık tanımı, laiklik, Devrim Yasaları gibi maddeler gündeme getirildiğinde, muhalefet partilerinin masadan kalkması kesin zorunluktur.

Fakat bunlar yapılmayacaksa, geri kalan da AKP – BDP – BOP süreci için asla “doyurucu” olmayacaktır. Dolayısıyla muhalefetin, Uzlaşma Komisyonu’na katılmasının hiçbir tutarlı yanı bulunmamaktadır.

Yine de yukarıda sayılan, Atatürk Türkiye’sinin sonu anlamına gelebilecek içeriklerin dayatılması durumunda muhalefetin gecikmeksizin durumu kamuoyu ile paylaşarak görüşmelerden tümüyle çekilmesi ve halkımızla birlikte meşru direnme hattı örmesi kaçınılmaz olacaktır.

AKP’nin kimi “oltalama” tuzaklarına kesinkes düşülmemelidir. Sıkı durulması durumunda, asıl örtük niyetini gerçekleştiremeyeceğini gören iktidar partisinin
yüz geri çekilmesi bile olasıdır!

B planı bağlamında, büyük iyi niyetle (açıkçası ham hayalcilikle!) 1982 Anayasası’nda 12 Eylül’ün izlerini silme ve daha çağdaş bir içerik yaratma olanağı yakalanabilirse -ki bunun ilk koşulu, 12 Eylül 2010 değişikliği ile yok edilen
yargı bağımsızlığı başta olmak üzere yitirilenlerin geri alınmasıdır-  kimi temel önermelerde bulunulabilir.

Örn. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “akla ve bilime dayalı” bir devlet olarak da tanımlanarak yeni bir nitem (sıfat) daha kazandırılabilir. Dahası; Yasama, Yürütme, Yargı’ya ek olarak 4. bir erk olarak “Bilimsel akılcılık” gündeme getirilebilir. Anımsayalım, Büyük Atatürk bize tinsel (manevi) kalıt (miras) olarak akıl ve bilimi bırakmıştı.

Ayrıca tüm yurttaşlara insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak siyasal – sosyal – ekonomik – kültürel hakları güvenceleme gündeme getirilebilir. Somut örnek vermek gerekirse, sağlık-sosyal güvenlik-eğitim hizmetleri herkese hak; Devlete yüküm olarak tanımlanabilir ve Sağlık Bakanlığı bütçesinin merkezi yönetim bütçesinin 1/10’undan
az olamayacağı kurallaştırılabilir (DSÖ önerisi).

AKP iktidarının “Hedef 2023” sloganının içeriği nedir, çok dikkatle sorgulanmalıdır…
TBMM’de bu konuda Başbakan RT Erdoğan’a soru önergesi verilerek, “bağlayıcı” açıklama istenmelidir.

Türkiye’nin yakıcı ve son derece kritik, potansiyel tehlike ve tehditler içeren bir gündemi vardır. Ekonomik bunalım; ulusal gelirin %10’unu bulan çok tehlikeli cari açık,
süregen ve yüksek oranlı işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı uçurumu,
derin bölgesel kalkınma ayrımları, ayrılıkçı Kürt isyan hareketi, 23 Ekim 2011’den bu yana Van depremi sorunu.. AKP 2002 Kasım’ında hükümet olduğunda cari açık yalnızca 0,6 milyar $ idi (<1Bn $!) ; 2013 başında 100 (yüz!) katına ulaşarak 60 milyar $’ı aşmıştır! Toplam borçlar 221 milyar $ iken 700 milyar $’a dayanmıştır. IMF borcunun ödendiği safsatası ile nereye varılabilir? IMF borçları yabancı bankalardan alınan yeni döviz borçlarıyla kapatılmıştır. AKP 2005’te IMF’den 10 (on) milyar $ kendisi borçlanmıştır.

Dış politikada emperyalizme uyduluk, taşeronluk yapılarak, Ülkemiz, kadim komşularıyla savaşa sürüklenmektedir.

Tarihte sayısız örneği vardır; iç sorunlarla baş edemeyen iktidarlar gündem oyunlarına başvurmakta, faşizme kaymakta, hatta ülkeyi savaşa sürüklemektedirler. AKP de benzer yoldadır iktidarının 11. yılında. Öte yandan AB ve ABD eski gücünde değildir, ciddi sorunlarla boğuşmaktadırlar. Bu durumları bizim için hem lehte hem de aleyhte sonuçlar doğurabilir.

AKP’yi sürgit kullanma olanakları ve güçleri kalmamıştır. Duvara dayanılmıştır.
Sıra yaşamsal ödünlere gelmiştir. Bunlar da sözde Anayasa değişiklikleri ile
“ileri demokrasi” sanrıları (hezeyanları) içinde toplumu kandırarak  ve / veya dayatma ile kotarılmak istenmektedir.

BOP eşbaşkanı sadakat ve vefa borcunu eda edecek, Ortadoğu’da-Kuzey Afrika’da sınırları değişerek küçülen ülkelerden biri de Türkiye olacaktır. Çırılçıplak söyleyelim :

Vatan ve ulus bölücülüğü misyonu yerine getirilecektir. Ödülü (!), ANADOLU FEDERE İSLAM DEVLETİ olacaktır. Bu konjektür de iyi değerlendirilerek, içeride yükselen
halk muhalefeti akıllıca örülmeli ve yaratılacak sinerji  ile

  • AKP hükümeti erken seçime / istifaya zorlanmalıdır.

Son kamuoyu yoklamalarında AKP iktidarının oyları azınlık hükümeti düzeyine inmiştir.
Politik terminolojide geçtiği üzere RT Erdoğan “topal ördek” tir (lame duck).

Milyonlarca insan 40 gündür sokaklardadır ve “Hükümet istifa!” diye haykırmaktadır.
İktidarı geçelim, muhalefet 3 maymunları oynamayı daha ne denli sürdürebilir?

Muhalefetin, 27 Mayıs’tan bu yana çok ağır bedeller ödenmesine karşın 40. gününe giren halk isyanını gereğince değerlendir(e)memesi çok ama çok düşündürücüdür.

İyi saatte olsunlar, bir yerlerden “sinyal” mi beklenmektedir?? Nereden ve ne??

Anayasa değiştirilecekse; ilk 4 madde, devrim yasaları (174. md.), laiklik (24. md.) ve vatandaşlık tanımı (Anayasa md. 66 : Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.) gibi Cumhuriyet’in vazgeçilmez temel niteliklerine dokunmamak koşuluyla bir anayasa yapmak üzere kamuoyundan yetki istenerek bu amaçla seçime gidilebilir ve temsil adaletine dayalı olarak %5’ten küçük seçim barajı, siyasal partilerde iç demokrasi, seçim ittifakı olanağı, sağlıklı seçmen kütükleri, oyların elle güvenilir sayımı.. sağlanarak oluşturulacak yeni TBMM
bunu yapabilir.

  • Gerçekte Türkiye, 2023’e, 100 yaşına varmadan bitirilip
    teslim alınmak istenmektedir.
  • Hedef Lozan’ın rövanşı ile yeni Sevr’in yaşama geçirilmesidir.

Etnik ve inanç temelli ayrışma çatışma toplumda tohumlanmaktadır ve fay hatları
kritik düzeyde derinleşmiştir. Türkiye hızla bir derlenme – toparlanma – rehabilitasyon sürecine girmek zorundadır.

Bu bağlamda tüm ulusalcı güçlerin bir büyük siyasal koalisyonu zorunludur.

Ülke ve ulus bütünlüğünü, iç ve dış barışı korumak en ivedi gündemdir.
Bunun dışında, Anayasa değişikliği / yeni anayasa yapımı,
Türkiye’yi bilerek oyalamaktan başka bir işlev görmez.

Sonuç                                    :

Anayasa değişikliği / yapımı güncel sorun değil, net bir gündem oyunudur.
Bu çok tehlikeli gidiş, AKP’nin ateşle dansı halkımıza yaygın olarak açıklıkla anlatılmalı ve bir ulusal muhalefet, güçbirliği hareketi yükseltilmelidir.
Yakıcı ve acil olan gündem ve gereksinim budur, gerisi sanaldır, oyalamadır,
gaflet (aymazlık) ve dalalettir (sapkınlık) ve hatta ihanettir..

MİLLİ MERKEZ olanağı,
ATATÜRK’te BİRLEŞTİK sloganı eşliğinde çok iyi değerlendirrilmelidir.

  • Atatürk’ün partisi CHP ve Türkeş’in partisi MHP, bu bağışlanmaz cürüme ortak olamaz, olmamalıdır! Bölücü anayasa tuzağına düşmemeli;
    dahası ülkemizi ve ulusumuzu bu görünür yıkımdam korumalıdır!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

Hüseyin Haydar şiri : KOMUTANIN ÖLÜMÜ..

KOMUTANIN ÖLÜMÜ..

Hüseyin Haydar
Cumartesi, 18 Şubat 2012 05:45

Komutan öldü. Tuğrul kuşu gökte öldü.
Beşikte bebek irkildi, onu sordu,
Yirmi iki asırlık han berkildi, yolu sordu.
Bu dert beni yedi, dert milleti yedi…
Yetmiş vaşak günde üç öğün yürek yedi.

Suikast! Ey ulus, suikast!
Oğlunun öcünü almayacak mısın?
Eğiliyorum önünde yüceliğinin, bilgeliğinin,
Hunhardan hesap sormayacak mısın?

Ey sü, ey kansu, konuşmayacak mısın?
Nazlı söğüt müsün, kara kayın mı?
Ülkün, türkü söyleyen bir orman değil mi?
Baltaladılar hayat ağacını, ne duruyorsun?
Kara yalanla mı saracaksın yaranı?

Ey kam, yan! Ey kamu dağlan!
Ölüm değil, ölüm göbek bağımızda bizim.
Düşen uçak değil, bir ordu cenin,
Tekmelenmiş anarahmi ana ecenin,
Ankara şehrinin buz tutmuş iç organları.

Komplo! Ey meclis, komplo.
Ay dolansa, gün tutulsa komplo bu.
Kuşluk namazıdır bizde alçaklarla düello.
Çekilse puştluk altın imbikten,
Ölümsüzlük için ölene olur mu hile?

Konuşsun Cengiz Han, Timur, Spartaküs,
Söylesin en üst savaşkanlar,
Söylesin Tonyukuk, Selahattin Eyyûbi:
Arslan kendi yavrusunu yer mi?

Utanç! Ey millet, utanç!
Düşmanların birleşti, sen dağılacak mısın?
“Topla dizginleri, tanı kendini!”
Dağların karı erise yıkayamaz bu kanı,
Demiri bir daha eritmeyecek misin?

Tehdit! Ey gençlik, tehdit!
Kuluydu Türk’ünün, Kürt’ünün.
Katığıydı işçisinin, toprağıydı köylüsünün.
Ordanın kılıncı yatağından çıktığı gün,
Baş kaldırıp bakmayacak mısın?

“Kavgaya girince silah alınmaz!”
Yıldırım misali fırsat verilmez.
Kabul olunmaz kör tedbirin kazası.
Söylesin bütün Roma, Pers komutanları:
Kararsız elle hedef vurulmaz.

Toplan! Ey halk, toplan!
Akıl yolu buzlanmış, buz gibi hıyanet.
Suça batmış sürüleri inine sür,
İncirlik’te gırtlağından yakala yılanı tez,
Çekicin başını gürzünle ez.

İntikam! Ey ordu, intikam!
Kudretinin önünde eğiyorum başımı,
Soruyorum: Bedir yüzlü o komutan nerede?
Faciayı “müttefik” bu, cinayeti cia,
Kâr mı koyacaksın katillerin avucuna?

Köroğlu Dağları kalktı dikildi,
Ozan Ata kopuz çaldı, yiğit silkindi:
Eşref Bitlis öldü mü, gök direğin göçtü mü?
Ödlek dönüp kaçtı mı? Şimdi, dünya yıkılır!

* Emperyalizmi yenen ve bir daha yenecek olan kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Atatürkçü birikimine ve 19 yıl önce (1993) şehit düşen Org. Eşref Bitlis ile diğer şehit komutanlarımızın devrimci anılarına şükranla.
Son Güncelleme: Cumartesi, 25 Şubat 2012 23:28

ABD tarafından 17 Şubat 1993’te uçağı düşürülerek şehit edilen Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis..

TÜRKİYE’de İŞ KAZALARI : Son Durum

Turkiye’de_is_kazalarinda_son_durum_8.5.12