Etiket arşivi: IMF ve Dünya Bankası

FED; AKP’yi şimdilik kurtardı


FED; AKP’yi şimdilik kurtardı

 
YURT Gazetesi, 22.3.2015
“Tünelin Sonu Kriz Yeniden Kalkınma”
kitabında Türk ekonomisinin son 10 yılını inceleyen UNDP Türkiye eski Direktörü Bartu Soral,

“AKP iktidarında ekonomi için pembe tablolar çizildi ancak
ülke ciddi bir ekonomik krize doğru gidiyor.”
dedi.


Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)
Türkiye eski Müdürü ve kalkınma ekonomisti Bartu Soral’ın yeni kitabı ‘Tünelin Sonu Kriz Yeniden Kalkınma’:

Genel seçimler yaklaşırken, AKP iktidarı döneminde sürdürülen ekonomik programları
mercek altına alıyor. Amerika Merkez Bankası (FED), IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların analizlerinden ve raporlarından yararlanılarak hazırlanan kitapta, gelişmekte olan ülkelerde risklerin yükseldiğini, yeni küresel krizin bu kez gelişmekte olan ülke kaynaklı olacağı belirtiliyor. Kitabında özellikle AKP döneminde Türkiye’de büyüme konusunda
Lale Devri’nin yaşandığını
ama işin özünde ekonominin içten içe çöktüğünün çerçevesini sunan Bartu Solar ile Merkez Bankası’nın attığı son adımları ve Türkiye’yi bekleyen olası kriz senaryolarını konuştuk.

AKP 12 yılı aşan iktidarı döneminde Türkiye’ye ekonomik anlamda çağ atlattığına vurgu yapıyor. Ancak BM İnsani Kalkınma Endeksin’de 69. sırada yer alıyoruz. Gayrisafi millî hasıla (GSMH) balonu ile İnsansal Gelişmişlik İndeksi (HDI) arasında önemli bir fark var. Suudi Arabistan gibi körfez ülkelerinde GSMH çok yüksekken IGI (İnsansal Gelişmişlik İndeksi) çok geride yer alıyor. Siz Türkiye’yi bu durumda nerede konumlandırıyorsunuz?

Birincisi kalkınma hiçbir zaman büyümeye endeksli olarak anlatılamaz. İktidarın söylediği gibi Türkiye’nin 3 katı büyüdüğünün hiçbir bilimsel gerçekliği yok. Benim kalkınmadan anladığım şudur: Kalkınmış bir ülke, insanların kendi projelerini yaşama geçirebileceği bir ülkedir.
Şişli’de doğan varlıklı bir ailenin 10 yaşındaki evladıyla ülkenin Orta Anadolusunda geri kalmış bir ilçesinde ya da köyünde doğan 10 yaşında bir çocuğun eşit koşullarda yaşama başlaması ve kendine kurduğu düşü (hayali) gerçekleştirebilecek olanaklara sahip olması gerekir. Bu durum da asla büyüme ile açıklanamaz.

AKP iktidarı büyüme rakamlarında halkı yanıltıyor.

‘10 yılda 3 kat büyüdük’ sözü, içinde enflasyonu da barındıran aldatmacalı bir hesaptır.
Nominal olarak yaptığınız hesapla bunu ilan ettiğinizde, uluslararası camiada ciddiye alınmıyorsunuz. Uluslararası ekonomik kuruşlar büyümeyi böyle ölçmüyor. Ayrıca,
Türkiye’de 2003- 2013 yılları arasında büyüme oranı 3 kat değil, toplamda yalnızca 0.60’tır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakanlığı döneminde ekonomik krizin güçlü kurumlar
ve bankacılık sistemi ile Türkiye’yi teğet geçtiğini söylemişti. Çizilen bu tabloyu
gerçekçi buluyor musunuz?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘kriz bizi teğet geçti’ diyor ama bilmediği bir şey var.
O da şudur ki; kriz gelişmekte olan ülkelerin tamamını teğet geçti. Fakat gelişmekte olan ülkelerin büyüme ortalamasına baktığınızda Türkiye’ye göre daha yüksek olduğunu görebilirsiniz. Türkiye gelişmekte olan ülkelerin büyüme ortalamasının daha altında bir performans sergiledi. Erdoğan’ın krizin Türkiye’yi teğet geçtiğini söylediği 2009- 2013 arasında gelişmekte olan ülkelerin ortalama büyümesi %5,33 iken Türkiye’nin %3,91’dir.

Türkiye yabancı sermaye akımı ile mi ayakta kalabilmeyi başardı?

AKP iktidarı 2003 ile 2007 yılları arasındaki finansal konjonktürden yararlandı.
Bu dönemde sınır ötesi sermaye akımlarının dünyada bugüne dek görülmemiş biçimde artmasıyla Türkiye’de büyüme konusunda Lale Devri yaşandı.

Aslında özünde her geçen gün ekonomi içten içe çöküyordu.

2000’li yıllara dek eksikleriyle birlikte süren üretim, yerini ithalata bıraktı ve ithalat arttıkça da dış borçlanma yükseldi. AKP iktidarına dek 129 milyar $ olan dış borç stoku, 12 yılda 402 milyar $’a çıktı. AKP iktidarında Türk ekonomisi deyince akılda kalan 3 temel öğe;

1. Borçlanma,
2. Dış ticaret açığı ve
3. Cari açık olacak.

Elbette bu üç öğenin ortaya çıkardığı yıkım ve çürüme, çöküş yaşanınca bütün çıplaklığıyla görülecek.

FED de muhalif değil ya!

Türkiye’deki bankaların bütün varlıklarının %62’sini krediler oluşturuyor. Şu anda 1 trilyon 350 milyar TL olan kredi miktarının %68’ini KOBİ’ler ve şirketler kullanıyor. Bu kredileri kullanan şirketler kurdan etkilenenlerdir. Türkiye’de brüt kârı borç faizinin iki katı ve altında olan firma sayısı bütün firmaların %40’ını oluşturmakta. Yani şöyle düşünün; 100 firmanın 40 tanesinin
2 liralık brüt kârı var ve borcuna ödediği faizi 1 lira. Türkiye’deki firmaların %40’ının brüt kârı ancak borç faizini karşılıyor. FED söylüyor bunları. FED’i de muhalif diye suçlayamazsınız herhalde…

ABD Merkez Bankası (FED) faiz artırımına giderse Merkez Bankası’nın tutumu
nasıl olur? Aynı şekilde faiz artırımına gider mi?

Dolar kurunun geldiği nokta bakımından önümüzdeki dönemde ABD’nin faiz artırım süreciyle birlikte Türkiye’nin önünde 2 farklı senaryo var.

“Bunlardan ilki; FED, Hazirandan sonra faiz artırımına başlıyorum derse,
Merkez Bankası da Dolardaki yükselişe faiz artırımına giderek müdahale etmeye çalışır.
Bu da zaten durgunlaşmakta olan ekonomiyi iyice durgunluğa sokar.

2. senaryo ise siyasal baskılar yüzünden faiz artırılmadığı zaman gerçekleşir.
Dolar kuru yükselişini sürdürür. Bu durum, finansman açığı olan şirketlerde kambiyo zararlarına neden olur.

Türkiye’de 182.5 milyar dolarlık döviz açığı var.

Son dönemde %13’lük artış bile kabaca 23 milyar dolarlık zarar oluşturdu.
Bankacılık kredilerinin %62’si bu şirketlere verilen paralar. Zarar eden şirketler iflas edince
bu bankacılık sektörünü de krize sokacak boyuta ulaşır. Bu durumda

2001 krizinden çok daha kötü ve tüm Türkiye’ye yayılan bir hal alır.

Türkiye küresel dünyadaki finansal bolluğu çok kötü kullandı ve
kriz ile yüzleşmek zorunda kalacak.

FED, AKP için şans oldu

FED önceki gün faiz oranlarını artırmaya hazırlandığının sinyalini verdi. Ve toplantı sonrası açıklanan tutanaklarda faiz oranlarının artırılması konusunda ‘sabırlı’ olunacağı taahhüdü
yer almadı. FED yalnızca faiz beklentisini 2015’te %1.25’ten 0.60’a indirdi. Dolar 2.53’e falan düşer diye beklendi ancak 2.60’larda kaldı. FED’in bu kararı, AKP’yi Haziran seçimine
daha az yıpratarak götürecek bir pozisyon açtı ve kapıya gelen krizi yalnızca biraz öteledi. Ancak, Eylül ayında yoğun bir şekilde hissetmeye başlayacağımız bir krizden kaçışımız olmayacak.

Piyasa Merkez Bankası’nı takmıyor!

Merkez Bankası Cumhurbaşkanı’nın müdahalesinden sonra bağımsızlığını
koruyabilir mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkez Bankası’na yüklendiği son 2 aydan beri,
Merkez Bankası 0.75 oranında faiz indirdiği halde piyasadaki kredi faizleri %2 puan yükseldi. Bu gelişme piyasanın artık Merkez Bankası’nı takmadığının göstergesidir. Çünkü piyasanın ve Merkez Bankası’nın risk algılaması farklıdır. Erdoğan, Merkez Bankası’na “faiz indir
baskısı yaptığında, piyasanın artık Merkez’i dinlenemediğini de göz önünde bulundurmalı.

Şirketler iflas ertelemeye başladı!

Yaklaşan ekonomik kriz toplumun en üst gelir katmanının ilk %5’inin altından başlayarak
orta gelirli, beyaz yakalı ve dar gelirli herkesi olumsuz etkileyecek.

En başta da şirketler etkilenecek gibi gözüküyor. Çünkü Baro yetkililerinden aldığım bilgiye göre iflas erteleme başvuruları yağmur gibi gelmeye başlamış.

Bunun yanında ekonomik riskler tavanda.

Üretim zayıf, teknolojimiz yok.

Hane halkı borcu bizim durumumuzda bir ülke için yüksek. Kısa vadeli dış sermaye hareketleri, denetlenmediği takdirde ulusal paramız üstünde olumsuz etkiler yaratacaktır.
İthalatı körükleyen ve işsizliği artıran bu durum karşısında kurun gerçek düzeylerde kalması için aktif bir döviz ve para politikası izlemeyi tercih etmeliyiz.

*****

Bartu Soral kimdir?
1970’de Ankara’da doğan Bartu Soral orta ve lise öğrenimini Ankara Anadolu Lisesinde tamamladı. Kanada Saint Mary’s Üniversitesi İşletme Fakültesinden lisans, Kanada Dalhousie Üniversitesi Ekonomi Bölümünden kalkınma ekonomisi alanında yüksek lisans derecesi aldı.. 2003’te Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na (UNDP) katılan Soral, 2005’te UNDP Program Müdürlüğü görevine yükseldi. 2009’a dek sürdürdüğü Birleşmiş Milletler (BM) kariyeri süresince küresel ekonomik gelişmeler, gelişmekte olan ülkelerin finans sistemleri ve kalkınmaları üzerine çalışmalar yaptı. 2009’da BM’deki görevinden ayrılan Soral,
halen hem akademik çalışmalarını sürdürmekte hem de serbest danışmalık yapmaktadır.

======================================

Dostlar,

Sayın Bartu Soral’ın açıklamaları çok çarpıcı..
AKP’nin ekonomideki balonunu kezlerce patlatacak sağlam veriler içermekte.
Örn. ekonominin 12 yılda 3 kat büyüdüğü masalı..
Basit “nominal” hesapla kendini ve halkı aldatmanın bir sonu olmalı..
“Reel” hesap ise % 300 değil, bunun 1/5’i olan .60 (%60) düzeyinde!
Yani Türkiye ekonomisi AKP döneminde, 2002 sonunda 1 iken 2014 sonunda 3 olmadı!
1 iken 1,60 oldu! 12 yıla bölerseniz yıllık ortalama büyüme hızının %5’in altında kaldığını
bir çırpıda görürsünüz.. (%60 büyüme 12 yıllık birikimli – kümülatif olduğundan..)

Dolayısıyla 2023’te ilk 10 ekonomi içine girme de (!) hamların hamı bir hayal,
daha doğrusu kendinden kendine ve de “fukara” halkımıza utanmazca,
rezilce bir başka yalandır.

“..ekonominin içten içe çöktüğünü..” Sayın Soral birkaç kez yineliyor.

Dileriz AKP kurmayları da bu acı verileri okuyup değerlendiriyor olsunlar..
Devekuşu mantığıyla 80 milyonluk bir ülkenin devasa sorunları yönetilemez, çözülemez.

Ekonomi bir şeytan üçgenine sokulmuş :

1. Borçlanma
2. Dış ticaret açığı
3. Cari açık 

Türkiye’nin en seçkin kurumlarından Boğaziçi Üniversitesinde Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler olmak üzere 2 anadalda (double major) lisans diploması alan Profesör Başbakan
Ahmet Davutoğlu
, gönülden dileriz ki, hayal aleminde kendini ve ulusu kandıran Bay RTE’nin vesayetinden bir parça olsun kendini sıyırır ve acı gerçeklere karşı hızla önlemler alır..

Seçim öncesinde olsa bile!
Aslolan ülke ve halk değil mi? Siyaset bunun için yapılmıyor mu??

Sevgi ve saygı ile.
22.03.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ZORBA KADERİMİZE HÜKMEDİYOR!


ZORBA KADERİMİZE HÜKMEDİYOR!

CHP PM üyesi İzmir Milletvekili Dr. Aytun Çıray, Erdoğan’ı inanç simsarlığıyla suçluyor:

Partisine “Ak” dedirtmeye zorlayan bir inanç simsarı zorba, kaderimize hükmediyor.
Tek
 adam rejiminin son rötuşları yapılıyor. Dinimizin istismarına dayalı politikalar
son hızla ilerliyor.
 

Ne yazık ki içinden geçtiğimiz bu zorbalık ’64üzenine en büyük katkıyı başta “yetmez ama evet” kampanyacıları yaptı. Bir kısım aydınlar da kasıtlı olarak görmezden geldiler.

Haber görseli

CHP PM üyesi ve İzmir milletvekili Dr. Aytun Çıray, ülkenin içinde bulunduğu
zorbalık rejimine isyan ediyor.

“AKP 12 yılda milletin şuurunu Goebbels’e (Hitler’in Propaganda Bakanı) rahmet  okutacak bir propagandayla önemli ölçüde değiştirdi. Türkiye yıkılmış bir devlet görüntüsü veriyor” diyor. Çıray, içinden geçtiğimiz dehşet sürecini de şöyle değerlendiriyor:

“Partisine ‘AK’ dedirtmeye zorlayan bir inanç simsarı zorba kaderimize hükmediyor.
Ne yazık ki içinden geçtiğimiz bu zorbalık düzenine en büyük katkıyı başta ‘Yetmez ama evet’ kampanyacıları yaptı. AKP’nin izlediği bu siyasetlerle her türlü suçu işleyecek nitelikte gözü dönmüş kitleler yarattılar.”
 

– Fransa’da yaşanan terör olayının ülkemize yansımalarını değerlendirmeye geçmeden önce içinden geçtiğimiz süreçte nasıl bir Türkiye tablosu çizersiniz?

A. Ç. – Öncelikle ifade etmek isterim ki düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda tarihimizin en karanlık dönemini yaşıyoruz. Yaşadığımız nasıl bir Türkiye? Kavramların içi boşaltılarak kafası karıştırılmış bir Türkiye… AKP iktidarının 12 yıllık sürecinde her sabah şokla uyandırılmış, her gece şokla yatırılmış bir milletin kolektif şuurunun Goebbels’e rahmet okutacak bir propaganda ile önemli ölçüde değiştirildiği, reflekslerinin zayıflatıldığı bir Türkiye… Cumhurbaşkanı tarafından anayasası askıya alınmış, yargı bağımsızlığı dip yapmış, ülkenin büyük bir bölümünde bayrağı ve güvenlik gücü olmayan; yani bir terör örgütüne egemenlik devri yapmış bir Türkiye… Bu devlet krizinden öteye bir durumdur ve yıkılmış bir devlet görüntüsüdür. Devlet 2015’ten sonra yeniden kurulacaktır ama nasıl kurulacaktır? Bu açıdan 2015 seçimleri gerçekten tarihidir. Biz yetki istiyoruz.

Fransa’da yaşanan katliam birçok tartışmayı
gündeme getirdi. Başbakan Davutoğlu da terörü telin etmek için yapılan “Cumhuriyet” yürüyüşüne katıldı. Tüm dünya liderleri
bu cinayetleri sadece terör
olarak adlandırmak gerektiğini, “İslami terör” denmemesi gerektiğini söylediler. Bu bağlamda ülkemizde kutsal din değerleri ile özgürlükler arasında nasıl bir ilişki var?

A. Ç. – Doğru olan budur. Barış ve kardeşlik dini olan İslamı (AS: çoook ciddi soru işaretlerimiz var… Kuran’dsa bir yığın ayet tam da bunun tersini yazıyor!) terörle ilişkilendirmek gerçek Müslümanlara zulümdür. Ancak biz Müslümanlara düşen de dinimizi siyasetin çamurlu sahasına çekmek isteyenlere izin vermemektir. Aksi karanlıktır. Bugün ülkemiz böyle bir dönemden geçmektedir. Partisine “AK” dedirtmeye zorlayan bir inanç simsarı zorba, kaderimize hükmediyor. Tek adam rejiminin son rötuşları yapılıyor. Ne yazık ki içinden geçtiğimiz bu zorbalık düzenine en büyük katkıyı başta “yetmez ama evet” kampanyacıları yaptılar. Bir kısım aydınlar ise kasıtlı olarak görmezlikten geldiler. Bir zorbanın dinimizin kutsal değerlerini evrensel ve insani değerlerle ters düşüyormuş gibi takdim etmesinin yolunu açtılar.

– “Din istismarcılığına dayanan zorba bir rejim”e gittiğimizi neye dayanarak söylüyorsunuz?

A.Ç. – Erdoğan’
ın medya tarafından efsaneleştirilen Hamas-Müslüman kardeşler merkezli Mısır-Ortadoğu politikalarını hatırlayın. Dinimizin istismarına dayalı bu politikalar esasen anayasal düzenimizin kendisini dinle meşrulaştırmaya kalkışacak bir tek adam rejiminin
ön hazırlıklarıydı. Anti-semitist “One Minute” tiyatrosu bunun içindi. İçlerinde gerçekten samimi hayırsever dindarların da bulunduğu insanlarımızın Mavi Marmara’yla bile bile ölüme gönderilmesi bunun içindi. Başımıza açacağı muazzam felaketleri henüz idrak edemediğimiz kanlı Suriye politikalarındaki barbarca mezhepçilik bunun içindi. Bize maliyetinin belki de henüz binde birini bile hissetmediğimiz bu politikalar, Müslümanların özünü ve saflığını da zehirlemektedir. Bu zehirli zihniyet elbette ifade ve düşünce özgürlüğünü de hedef alacaktı;
aldı. Cumhuriyet gazetesinin özgürlüğü destekleme girişimine Başbakan’ın tepkisinin altında yatan bu zihniyettir. Ancak yazar çizer takımının bir kısmı bu zalimliği görmezden geliyorlar.

Türkiye’nin çıkış yolu laiklik

Bazıları, dindar insan laik olamaz, laik de dindar olamaz, diyor. Ne büyük cehalet,
“İslamla
laiklik bağdaşamaz”, diyen selefi anlayışı yanlıştır, kandır, gözyaşıdır,
bölünmedir, zorbalıktır.

– Peki bu sürecin devamını nasıl görüyorsunuz?

A.Ç. – “Anayasal tek adamlık” tesis etmeyi amaçlayan bir zorba
nın din istismarında çıtayı daha da yükseltmesi mukadderdir. Batılıların “çok kültürcülük politikaları” başarılı olamadı ve üstüne üstlük bir de ekonomik krizin ortaya çıkardığı işsizlik sorunları var. Bütün bunların bir sonucu olarak Müslümanlara karşı incitici bir kolektif bakışı yansıtan İslamofobi gelişmeye başladı. Zorba zihniyetin temsilcileri de bunu insanlarımızı yönlendirmek için bir fırsat olarak değerlendiriyorlar. Zorba, bu olguyu radikal bir İslamist anlayışını kamufle etmek için kullanıyor. Bu niyeti geç de olsa anlaşılmaya başlandı diye düşünüyorum.

Charlie Hebdo dergisine yapılan baskına karşı Sayın Başbakan ve
Sayın Cumhurbaşkanı’nın tepkilerini
nasıl değerlendiriyorsunuz?


A.Ç.
Erdoğan’ın ve gölge Başbakan’ı Charlie Hebdo katliamının kurbanları için düzenlenen büyük yürüyüşün aynasında artık Türkiye sınırları ötesinde hiçbir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını gördüler. Erdoğan, bu yüzden kibirli küstahlığıyla Batı’ya güya ders vermeye kalkıştı.

Ancak daha dehşet verici olan Başbakan’ın tavrıydı. Başbakan hem kulağı geçen boynuz olmak, hem seçimleri bir nefret ve kutuplaşma kampanyasına oturtacağı mesajını vermek için medeni evrenselliğin bir parçası olmayı seçen Cumhuriyet gazetesini hedef aldı.

  • Başbakan “Alçaklık ve İslam dinine hakaret” nitelemesiyle Cumhuriyet’i ve yazarlarını
    radikal teröristlerin açık hedefi haline getirmiş ve El Kaide lideri Eymen El Zevahiri’nin pozisyonuna düşmüştür.

Bu Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en korkunç fikir ve ifade özgürlüğü ihlali ve skandalıdır. Bunu başbakan adına utanç verici düşüklükte bir çıta sayıyorum. Burada bizi ciddi ciddi düşünmeye sevk etmesi gereken olgu, dini değerlerimizi bir propagandist oyuncu ustalığıyla kullanan saray zorbalarının her türlü suçu işleyecek gözü dönmüş kitleler yaratmış olmalarıdır. Bunlar hepimizin tüylerini ürpertecek şekilde Charlie Hebdo katliamcılarını şehit sayacak, onların şahadet namazlarını gıyaplarında kılacak fanatik cani adaylarıdır.

– Peki, çare nedir veya bu yaşananlardan nasıl bir ders çıkarılmalı?

A.Ç. – Çare; özellikle başı secde görmemişlerin küçümsediği laikliktir. Cumhuriyet laikliği, seküler bir anlayışa dayanır. Dini reddetmez. Tam aksine dinimizin gerçekten olduğu gibi anlaşılması ve öğrenilmesi için çaba gösterir. Nitekim Atatürk’ün talimatı ile Hanefi amele ve Maturidi itikada dayanan Kuran tercümesi ve tefsiri yapılmıştır.

Türkiye, kuruluş sürecinin ilk deneyimi olmasından kaynaklanan bazı hatalara rağmen laiklik ilkesini başarıyla uygulayan tek Müslüman ülkedir. Bunda imam Hanefi, imam Şafi ve imam Maturidi’nin akılcı ve Aleviliğin hoşgörülü çizgisi asıl rolü oynamışlardır. Çünkü bu mezheplerin temsilcileri yaşadıkları çağlarda “Din devletin emrine giremez” diyerek her türlü çıkar ilişkisini ellerinin tersiyle itmiş, daha o zamanlarda bir tür laik anlayışı ortaya koymuşlardır. Bireysel özgür iradenin vazgeçilmez olduğunu kitaplarında ortaya koymuşlardır. “Kâinatın yaratıcısı aklı da yaratmıştır.” demişlerdir.

Bazıları dindar insan laik olamaz, laik de dindar olamaz diyorlar. Ne büyük bir cehalet.
Hanefi-Maturidi ve Alevi Türk İslam geleneği varken “İslamla laiklik bağdaşmaz” diyen
Selefi anlayış yanlıştır. Kandır, gözyaşıdır, bölünmedir, zorbalıktır.

– Tartışmalar yapıldı, raporlar yazıldı ve sonunda AKP’li dört bakanın Yüce Divan’a gitmesi için gerekli oya ulaşılamadı. Yine de AKP’nin hiç küçümsenmeyecek bir sayıdaki milletvekilleri muhalefetle birlikte oykullandılar. Bunun siyasal sonuçları ne olabilir?

A. Ç.
– 17-25 Aralık sadece Cumhuriyet tarihimizin değil, bütün geçmişimizin en büyük yolsuzluk olayıdır. Bu niteliğiyle de yaşanmış belki de en büyük cürümdür. Çünkü bu cürme ilişkin kanıtlar devletin adeta bir suç üretme ve üretilen suçu örtme-kamufle etme mekanizmaları haline getirildiğini düşündürmektedir. Bilirsiniz; bazı seri katillerin işledikleri cinayetlerin sayısı ancak onlar yakalandıktan ve bir şekilde cesetlerin yerlerini göstermeye ikna edildikten sonra anlaşılır. Bizim de bir seri yolsuzlukla karşı karşıya olduğumuzdan endişeleniyorum.
Bugün kurtulduğunu zannedenler bizim iktidarımızda bağımsız yargının önüne çıkarıldıklarında gerçeği göreceğiz. Fakat bu konuda çok hayati bir sorunumuz var.


Sorun şu           : Biz, hukukun üstünlüğü konusunda her zaman problemleri olan bir ülkeydik. Ancak saray muktedirinin içine düştüğü çıkmazdan, ancak hukukun kurumlarını da yerle bir ederek kurtulabileceğini sanması bu problemlerimizi daha da derinleştirdi. Artık hukuk can çekişiyor. Yargıyı neden baskı altında tutuyor biliyor musunuz? Adı lekelenmesin diye değil, ölümüne kadar gücü kaybetmesin diye yapıyor. Bu sadece kendimiz için değil, inandığımız değerler adına da büyük bir tehdit.

Zorbayla Peygamberimizi aynı kefeye koyuyorlar

– Yani siz laik rejim kadar İslamı da tehdit altında görüyorsunuz?

A.Ç.
– Evet ve laik bir Müslüman olarak “Din elden gidiyor” diye korkuyorum. Samimi,
has, sahici dindarlarımız da “laiklik elden gidiyor” diye korkmalılar. Bakın Kemal Bey son grup konuşmasında din suiistimalinin ibret verici örneklerini sıraladı. Şirk dahil, neler yok ki bu suiistimaller arasında. Bir zorbayı peygamber efendimizle aynı statüye sokmaktan tutun da onun komplo, kumpas ve entrikalarına ilahi bir anlam yüklemeye kadar her şey.


– Sizce bu tarz bir “dindar-laik” ilişkisi mümkün
mü?


A.Ç
. – Ben düşünce ve ifade özgürlüğünün önemli boyutunu din ve inanç özgürlüğünün oluşturduğuna inanan bir insan olarak dindarlarla hukukun üstünlüğü ilkesinin hayata geçirildiği bir anayasal çerçevede buluşacağımızı düşünüyorum. 2015 seçimleri ülkemizin kuruluş ayarlarına geri döneceği bir seçim olacaktır. Mutlak bir hukukun üstünlüğü, hukuk altında yönetim ve kuvvetler ayrılığı rejimini hep birlikte yaşadıklarımızdan dersler çıkararak tesis edeceğiz.


– Sağlık Bakanlığı’nın önceki müsteşarlarından
ve bir hekim olarak AKP’nin sağlık sistemiyle devlet hastaneleri ve özel hastanelerde muayene ücretlerinin ne olduğunu anlatır mısınız?


A.Ç.
– Geçmişte devlet ve üniversite hastaneleri SGK kapsamı içindeydi.
Ödeme gücü olmayan vatandaşların ödemelerini de Yeşil Kart üzerinden devlet yapıyordu.


– Yeşil kart o zaman da vardı. Yani bu
AKP’nin getirdiği bir yenilik değil…


A.Ç
. – Tabii ki vardı. Benim Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olduğum dönemde Yeşil Kart uygulamaya girdi. Yeşil Kart vatandaşı kaymakam kapılarından kurtarmıştır. Sosyal devletin gereği de budur. Fakat AKP, Sağlıkta dönüşüm projesi adı altında bir performans sistemi getirdi. Yani sağlık personeli sağlıkla ilgili ne kadar iş yaparsa, ne kadar film, ne kadar tomografi çektirirse, ne kadar ameliyat, sezaryen yaparsa o kadar para alacak.

Bu hem çağdaş değildi hem de tıp etiği açısından dejenerasyona yol açacak bir sistemdi. Ameliyatlarda yüzde 140’lara varan artış oldu. Özel hastanelerde ameliyat oranı yüzde 500’ü geçti. Bütün bunlar bir araya gelince sağlık sisteminin finansmanı çöktü.

Sağlık sisteminde vatandaş dolandırılıyor

– Nasıl?

A.Ç.
– Vatandaş hem sağlık primi öder hem de vergi verirken katkı payı denilen bir uygulama ortaya attılar. Yani hastanelerde yapılan bütün işlemler için ek ücret alınacak. Oysa AKP’nin iddiası muayenehaneleri kapatarak vatandaşın cepten sağlık harcamalarını düşürmekti. Tam aksi gerçekleşti. AKP döneminde vatandaşın cepten sağlık harcamalarında olağanüstü bir artış oldu.

2002’de vatandaş cebinden 92 dolarlık sağlık harcaması yaparken bu rakam şimdi 151 dolara çıktı. Bu sosyal devlet ilkesine de aykırı. Bu bir zamanlar “paran yoksa öl” siyasetinin yeniden canlanmasıdır. Bu noktada vatandaş kaliteli sağlık hizmeti almaktan çok uzaktadır.

– Peki, bir reçete kaça mal oluyor?

A.Ç
. – Beş liralık bir diyabet ilacı almaya gidiyorsunuz. Bu katkı payları yüzünden bu size
30-35 liraya mal oluyor. Böyle saçma bir sistem olur mu? Vatandaş bunu vermemek için
sosyal hakkından feragat edip kendi cebinden ilaç parası ödüyor.


2002’de sağlık harcamaları 18 milyar liraydı. Bugün toplam sağlık harcaması 76 milyar liraya çıktı. Oysa AKP’nin iddiası sağlık harcamalarını düşürmekti. Kişi başına neredeyse bir milyar lira düşüyor. Bu paralarla kaliteli sağlık hizmeti vermek yerine vatandaş dolandırılıyor mu dolandırılmıyor mu?

– Haziran 2015’ten sonra özel hastanelerin SGK kapsamından çıkarılacağı dedikoduları var. Yoksa IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların bu konudabaskı ya da talepleri mi var?

A.Ç. – Bunu yapabilirler. Bakın, bunlar önce ihtiyaç fazlası özel poliklinik açılmasını
teşvik ettiler. Yurtdışından bunlara cihazlar ithal ettiler. Sonra bu polikliniklerin tekelleşmesine yol açacak genelgeler yayımladılar. O kadar çok poliklinik kapandı ki, Türkiye cihaz mezarlığına döndü. Bütün İngiltere’deki toplam tomografi sayısı İstanbul’dakine eşit.
Tomografi radyasyondur. Bizde o kadar çok gereksiz tomografi çekildi ki, birbirimize radyasyon yayar hale geldik. Gelecekte bu yüzden kanser riskinin çok yüksek olacağını söyleyebilirim.

IMF ve Dünya Bankası’nın özel hastanelerin SGK kapsamından çıkarılması için baskı yaptıkları doğru olabilir. Çünkü gereksiz sağlık harcamaları cari açığın önemli unsurlarından biri haline geldi. Batılılar ülkenizin borcunuzun geri ödeme kapasitesinin düşmemesine bakarlar.
Özel hastanelerin birçoğu yabancı bankalardan borçlanmış durumda.
Onlar kendi paralarını geri almanın hesabı içindeler. 

PORTRE 

DR. AYTUN ÇIRAY
 


İzmir, Bayındır, 1957
 doğumlu. 1988’de iç hastalıkları uzmanı oldu. 1989’da başhekimliğe, 1993’te Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı’na atandı. 1997’de
kendi isteğiyle
 müsteşarlıktan istifa etti. Bir süre sonra Başbakanlık danışmanlığına atandı. Ancak 2005’te istifa etti. PETKİM, ERDEMİR, İSDEMİR gibi kurumlarda
yönetim görevlerinde bulundu. Dünya Bankası’yla 2. Sağlık Projesi Anlaşması müzakerelerine başkanlık etti. Hüsamettin Cindoruk liderliğindeki DP’nin bir süre
genel başkan
 yardımcısı oldu. Daha sonra CHP’ye geçerek 2011 genel seçimlerinde
İzmir milletvekili seçildi. CHP PM üyesi.

========================================

Dostlar,

Bu gün Cumhuriyet’te Leyla Tavşanoğlu‘nun geleneksel pazar söyleşilerinden biri daha yayımlandı. Konuğu ise, sevgili meslektaşımız Dr. Aytun Çıray..

Sağlık sorunları da dahil, AKP’nin ve 12. CB – yarı başkan bay RTE’nin despotik gidişleri tartışılıyor.. Okunması gereken kapsamlı bir söyleşi.. Paylaşmak istiyoruz..

Geçmişte biz de Sayın Tavşanoğlu’nun Pazar Söyleşisi konuğu olmuştuk 2 kez :

  1. Sağlıkta Uganda Düzeni. Söyleşi, Leyla Tavşanoğlu ile, Cumhuriyet Gazetesi, 09.01.2000
  2. Hasta Müşteri Değildir. Söyleşi, Leyla Tavşanoğlu ile, Cumhuriyet Gazetesi, 18.04.2004

Sevgi ve saygı ile,
01.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net