Etiket arşivi: hukukun üstünlüğü

HASUDER : 15 Temmuz darbe girişimi Cadı avına dönmemeli!

..HASUDER logosu

HASUDER :
15 Temmuz darbe girişimi Cadı avına dönmemeli!


Değerli Üyelerimiz,

Ülkemizde 15 Temmuz darbe girişimi ile devleti ele geçirmeyi amaçlayan FETÖ yapılanmasına karşıyız ve kınıyoruz.

FETÖ yapılanmasının devletten arındırılmasını destekliyoruz.

Buna karşın sürecin cadı avına dönüştürülerek bu yapılanma ile ilgisi olmayan, aralarında üyelerimizin de bulunduğu pek çok kişinin görevlerinden ihraç edilmesi kamu vicdanını yaralamaktadır.

Sürecin hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde, mağduriyetlerin önüne geçecek şekilde kısa sürede tamamlanmasını beklemekteyiz.

Bu kapsamda, 672 sayılı KHK ile görevinden uzaklaştırılan meslektaşlarımızın bir an önce görevlerine iade edilmesini bekliyor ve bu süreci yakından takip edeceğimizi beyan ediyoruz.

HASUDER Yönetim Kurulu

=============================================

Dostlar,

Kantarın topuzunun kaçırıldığı gözleniyor artık açık açık..
TSK daramadğın edildi ilk hedef olarak..
Amacını aşan düzenlemeler yapılıyor OHAL Kararnameleri ile..
Yasalarda değiliklik bile!
Oysa Anayasa Mahkemesi’nin kararlarından biliyoruz ki, OHAL Kararnameleri ile yasalarda değişiklik yapılamaz. Sonunda bir Bakanlar Kurulu (Yürütme) Kararnamesidir ve asıl Yasama yetkisi sahibi TBMM’nin çıkardığı yasaların üstünde bir hukuksal güce sahip olamaz OHAL Kararnameleri!

Tayyip bey hızla “aslına rücu” etmiş bulunuyor..

15 Temmuz’un üzerinden 1,5 ay geçmişken, kaçak saraydaki Yargı Yılı Açılışına son derece haklı gerekçelerle katılmayan CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu için “O beyefendi” nitemini kullanıyor ve “.. O’nun sözlerinin benim için bir kıymet-i harbiyesi yoktur..” türünden yersiz sözler ediyor. AKP Genel Başkanı psikolojisinden kurtaramadı kendisini. Devlet Başkanı gibi değil hala parti genel başkanı edasında. Kaldı ki bir parti başkanına da yakışmaz bu biçem (üslup)..

Yaratılan mağduriyetler bumerang gibi yarın geri döner..

AİHS uyarınca AİHM’nde açılacak davaların sayısını ve sonuçlarını düşünmek istemiyoruz.. Hukuksuzluğa – AKP gadrine uğradığını düşünen binlerce insan toplumsal barışa ve AKP – RTE’ye hizmet etmeyecektir kuşku yok..

AKP – RTE frene basmak ve HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNDEN – ADALETTEN zerrece ayrılmamaya en üst düzeyde özen gösternekle kesin bir yükğmlülü altındadır.

Sevgi ve saygı ile.
02 Eylül 2016, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

EMEĞİN HUKUKU KURULTAYI..


EMEĞİN HUKUKU KURULTAYI..

*****

Dostlar,

Bize heyecan veriyor bu Kurultay.. Ümidi yaşatmalıyız..

Hep söylenir “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ” diye.. (Rule of Law)
Kuşkusuz bu savsöze de saygı duyarız..
Ancak bize çok temel bir eksiği hep dokunur ve şu soru dilimizden dökülür :

– İyi de, kimin hukukunun üstünlüğü??

Egemenlerin hukuku olmamalı kodlanan ya da dayatılan..
Emeğe saygılı hukukun üstünlüğü olmalı kuşku yok..
Bu bakımdan, 21. yy’da Küreselleşme yaftası ile sermayenin emperyal egemenliğini dayatan bir yaklaşımdan Küresel sermaye geri durmalı..

Hukuk gemisi, ancak «Erdem denizinde» yüzdürülebilir..
Erdemli bir topluma gereksinim var, bu AKP ile olmuyor..
Dinci – yoz – kapitalizmin emrinde ılımı İslam ile sürüklendiğimiz bataklık ortada!
İnsest, tecavüz, kadın cinayetleri, cinsel sapmalar, çocuk gelinler… toplumu boğuyor!
Aydınlanmacı Denis Diderot taa 1774’te haykırmıştı :

  • “Ahlaksızlık ile dinsizliği karıştırmamak gerekir. Din olmadan ahlaklılık olabilir
    ve
    ahlaksızlıkla din bir arada bulunabilir ve çoğunlukla da böyledir..” *****
    Hedef; «emeğe saygılı hukukun üstünlüğü» dür.

Halkın «demokratik hukuk»unun üstünlüğüne dayalı hukuk devleti ve toplumu yaratmanın temeli, insanların bu üstün değerlere aşık ve «erdemli» yetiştirilmesine bağlıdır.

Bir büyük – kapsamlı uzlaşmaya gereksinim var emekçilerle sermaye arasında..
Bu yüzyılın, Küreselleşme ile demokrasi ve insan hakları getireceği kocaman bir masal..
Özellikle SSCB’nin çöktüğü 1991’den bu yana tek kutuplu kalan dünyada ABD’nin
dünyayı nasıl kana buladığını çeyrek yüzyıldır dehşetle izliyoruz..

Adam Smith’in torunları olarak O’nun 18. yy. sonu iktisadi Liberalizmini güncellediklerini savlayan Neo-Liberal yeni yetmeleri, sermaye birikimini daha da ağırlaştırdıkları bir vahşi sömürü düzeninde ödünsüz sürdürmekteler. Araçları çeşitlendi ve çoklaştı, güçlendi üstelik.

Finans kapital aşamasına, Nirvana’ya eriştiler adeta (!) Reel yatırım ve doğal türevi olan üretim yapmaksızın spekülatif sermaye hareketleriyle sermaye birikimini Kumarhane kapitalizmi sefaletiyle sürdürürken Küresel gelir dağılımını korkunç adaletsizleştirdiler, yoksulluğu yatay
ve dikey boyutlarda muazzam büyüttüler, yaygınlaştırdılar..

Çok doğallıkla bu ağır hastalıklı iktisadi düzen (!?) sıklıkla yatağa düşmekte :
Ardı arkası gelmeyen ekonomik bunalımlardan başımızı kaldıramıyoruz..
Açıkçası “sürekli kriz” durumundayız :

Status crisus diyebiliriz belki de bu sürgit (kronik) patolojik duruma..

Eğer iş – ekmek yoksa barış ve güvenlik de yok.. 
Sözcüklerle kurulması sakıncalı olmayan bir Deterministik denklem..

Türkiye, 24 Ocak 1980 Kararları ile Küresel sömürü düzenine Demirel – Özal eliyle bağlandı.
12 Eylül darbecileri süreci kurumlaştırdılar, 1982 Anayasasını yaptılar bu amaçla..
Bu anayasa 35 yıldır üzerine düşeni yaptı, aradaki değişiklik destekleri ile..
“Ufak tefek” pürüzleri küresel sermayeyi rahatsız edegelmekte… Bu yüzden DTÖ
(Dünya Ticaret Örgütü) “Tek bir küresel sistemin anayasasını yapıyoruz..” buyurmakta.
35 ülkede şablon anayasayı dayattılar.

Türkiye’deki sözde “Yeni Anayasa” sürecinin dinamikleri özde yurtdışında!

*****
Ülkemizde iş kazaları cinayetleri ve meslek hastalıkları dramı tüm yakıcılığıyla sürmekte..
Türkiye, iş – işçi sağlığı – güvenliğini sağlama amaçlı ILO Sözleşmelerinin yalnızca 1/4’ünü iç hukukuna aktarmış durumda.. Üstelik taa 1936’dan gelen kıdemli bir ILO üyesi iken!
İnşaat sektöründe ve madencilik alanında iş -işçi sağlığı ve güvenlğini öngören
ILO Sözleşmeleri (sırasıyla 167 ve 176  sayılı ILO Conventions) daha 2 ay önce 23 Mart 2016’da AKP iktidarınca kerhen iç hukuka katılabildi!

Küresel – yerel sermayenin çelikleşen monobloku, siyasal iktidarları net bir egemenlikle yönlendirmekte ustalığını sürdürüyor..ILO normları uygulansa üretim maliyetinin en çok %5’i dolayında bir maliyet artışı olacak.. İşveren bu giderleri vergiden düşebiliyor mevzuata göre. Ancak bu maliyet de sermaye güdümlü iktidarlarca halka yüklenmekte; ulusal gelirin %4-6,5’i arasında muazzam bir maliyet (ILO uzmanı Takala, 2005) topluma yansıtılmakta!

Daha yeni emeği köleleştiren – metalaştıran özel istihdam büroları, çalışma yaşamını olabildiğine esnekleştiren (=sermayenin isteklerine göre kesip – biçen) yasa TBMM’den geçti!
Emekçinin kıdem tazminatını hiç etmenin hin yöntemleri sermaye tarafından dinci (Müslüman?) AKP iktidarına dikte edilmekte..

İşsizlik sigortasında 90 milyar TL’yi aşan alınteri birikim aslanın midesinde işsiz kalan emekçilerin yararlanabilmesi bakımından.. Emekçinin sigortası olan bu fonlar, bambaşka alanlarda faizsiz kredi kaynağı olarak AKP iktidarınca kullanılmakta emeğin sırtından..

****
Küresel sermayenin, 1776’dan günümüze Adam Smith’in tarihsellik sakatlığını taşıyan ideolojini (The Wealth of Nations) sürdürme olanağı kalmadı gibi.. KüreselleşTİRmeciler, 21. yy’ın Marx’ın 1850’lerinin proleteryasına hiç benzemeyen ama onu aşkın yeni emekçi sınıflarla uzlaşması kaçınılmaz görünüyor..

– Üniversite mezunu – nitelikli işgücüi
– Birkaç dil ve bilişim bilen
– İşsiz ve yoksul
– İşi olan ama yoksun
– Gelecek güvencesi olmayan – umutları çalınmış…

yüz milyonlarca genç! Nüfus artışı ile, Özelleştirmelerle daha da çoğalıyor, bilinçleniyor ve örgütleniyorlar..

Buyurun başedin Adam Smith’in zavallı neo-liberalleri ve CFR’nin ücretli sipariş akilleri! 

İlk adım, yıllardır yazar – söyleriz; “maksimum kâr” tunç yasasını dayatma ilkelliğini bırakmak..
21. yy’ın reel politiğinin buna elvermediğini artık görmemekte direnmemek..
“Maximum profit” (en çok kâr) akılsızlığı yerine “reasonable profit” (makul kâr) anlayışına terfi! Hani ağzınızdan hiç düşürmediğiniz galatınız “win – win” var ya, işte onun gibi bir şey..

****
Dileriz, TBB (Türkiye Barolar Birliği) öncülüğünde 3 işçi sendikası konfederasyonu ve hukukçular, yukarıdan beri özetleyegeldiğimiz makro ekonomo-politik sorunları irdelerler ve yepyeni – ufuklu, sıradan olmayan yaratıcı çözümler koyarlar ortaya.. Sermaye de uzlaşmacı davranır ve mutlak vesayetleri altındaki siyasal iktidarlara birazcık manevra alanı tanırlar..

Çare, Kanada’dan Prof. M. Chossudovsky’nin hep vurgulayageldiği gibi :

  • DİRENİŞİ KÜRESELLEŞTİREBİLMEK!

Hiç kimse unutmamalı, “Adalet Mülk’ün (Ülkenin) temelidir” özlü sözü,
Küre için de geçerlidir.. Öyle ya, küreselleşip tek topluma – devlete evrilmiyor muyuz?
Öyleyse,

“Adalet Kürenin (Küresel ülkemizin, Dünyamızın) de temelidir!”

Sevgi ve saygı ile.
23 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yazımızın pdf biçimi : EMEGIN_HUKUKU_KURULTAYI_ve_DUSUNDURDUKLERI

 

Kılıçdaroğlu 1 Kasım seçim bildirgesini açıkladı

 

Kılıçdaroğlu 1 Kasım seçim bildirgesini açıkladı

Zeynep GÜRCANLI – Aysel ALP / Fotoğraflar: Selahattin SÖNMEZ – ANKARA

Kılıçdaroğlu seçim bildirgesini açıkladı

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ATO Kongre Merkezi’nde partisinin Seçim Bildirgesi ve Aday Tanıtım Toplantısı’na katıldı. Kılıçdaroğlu, CHP iktidar olduğu takdirde gazilerin milletvekillerinin yararlandığı sağlık haklarından yararlanacağını söylerken,
“Her şeyden tasarruf edilir, gazinin taleplerinden, şehit yakınlarının taleplerinden tasarruf edilmez.” dedi. CHP bildirgesinde İran’la ilişkilere ayrılan bölümde ilginç ifadeler yer aldı. Bildirgede isim verilmedi ama İran’la Türkiye arasındaki ticari ilişkilerden bahsedilen bölümde
Reza Zarrab’a atıf yapıldı.

KILIÇDAROĞLU İSİM VERMEDİ AMA REZA ZARRAB’IN BAHSİ GEÇTİ

İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşması:

Bugün 30 Eylül 2015. Seçimden bu yana 5 ay geçti. 5 ay sonra yeni bir seçim bildirgesi ile karşınızdayız. Bu seçim bildirgesini gençlere adıyoruz. Gençler yarının umududur. Ama gençler bugünün de ortaklarıdır. Baskıya karşı direnen, özgürlüğü savunan gençlere adıyoruz bu seçim bildirgesini. ‘Ali İsmail’lere, ‘Özgecan’lara adıyoruz bu seçim bildirgesini.

Öğrenci, memur, işçi, işsiz, çiftçi… bütün gençlere. Taşeron işçisi olan gençlere, merdiven altı atölyelerde çalışmak zorunda olan gençlere, asgari ücrete mahkûm gençlere, mevsimlik işçi gençlere adıyoruz bu seçim bildirgesini.  Soma’da yaşamını yitiren genç maden işçilere adıyoruz bu seçim bildirgesini. Üniversitelerimizde okuyan 6 milyon üniversite öğrencisine adıyoruz bu seçim bildirgesini.

TOMA’lara biber gazlarına karşın polis barikatlarının önünde elinde karanfille bekleyen kitap okuyan yarattığı mizahla bir diktatöre diz çöktüren gençlere adıyoruz bu seçim bildirgesini.


Fotoğraf: Selahattin Sönmez

“ÜVEY EVLAT MUAMELESİ ÇEKTİLER”

Neden gençler? Büyüklerin kabahatlerinin faturasının gençlere ödetildiği için gençler diyoruz. Ve bugün ülkemizin nüfusunun yarısı gençlerden oluşuyor. En ciddi sorun olarak işsizlik duruyor. 13 yıldır iktidar olanlar gençlerin hangi sorununu çözdüler? Üvey evlat muamelesi çektiler. Gence sen sus senin konuşma hakkın yok dediler. Oysa o babalarından daha iyi yetişmişti. Daha iyi sorguluyordu. O nedenle biz gençleri baş tacı yapacağız. Gençleri bu ülkenin umudu olmanın yanında ortağı yapacağız.

Genç erkeklerde işsizlik oranı yüzde 18,9, genç kadınlarda yüzde 22,6. 6 milyon 62 bin üniversite öğrencilerinden söz ettim. Mevcut yurtlar yüzde 10’nunu bile karşılayamıyor. Yüzde 90’ının nerede barındığını iktidar bile bilmez. Adım bile atmadılar

CHP BİLDİRGESİNDE ‘ESAD’ ÇIKIŞI

“BİZ GENÇLERİ BAŞ TACI YAPACAĞIZ”

Oysa gençlik, genç potansiyelimiz bu ülkenin en büyük üstünlüğü. 2035’e kadar bu üstünlüğümüz devam edecek. Sonra Türkiye yaşlılar grubuna girecek. Onlar gençleri göz ardı ettiler, biz gençleri baş tacı yapacağız.

“GENÇLERİ OLAĞAN ŞÜPHELİ SIFATINDAN ÇIKARACAĞIZ”

Bir süreç başladı. 12 Eylül hukukuyla başladı. Gençler olağan şüpheli olarak görünüyorlar. Bakın gençlerle ilgili maddeye orada da aynısı var. Gençleri olağan şüpheli sıfatından çıkaracağız. Onları olağan şüpheli olarak değil onları olağan yurtsever olarak göreceğiz.

Gençlerden ne bekliyoruz? Beklediğim bir şey var. İster burada, ister sokakta caddede, ister işyerinde olan bütün gençlere sesleniyorum. Görülmeyen gençler var, merdiven altı atölyelerde çalışanlar, çöplerden kağıt toplayanlar var, yeraltında yüzlerce metre çalışan alın teri döken işçiler. Bu gençler var.

“SİYASETİ DİNOZORLARDAN TEMİZLEYİN”

Bir gördüğümüz gençler var. Üniversite gençleri. O zaman yapmamız gereken şu. Biz bu gençlerden ne bekliyoruz? Sizlerden istediğim sadece bir şey var. Siyasete ilgi gösterin. Siyaseti dinozorlardan temizleyin. Siyasette aktif olarak yer alın.

Eğer sizler siyasete girerseniz emin olun Türkiye’de bugün yaşananların hiçbiri olmazdı. Ülkeye barışı sizler getirirdiniz.

Yüzde 10 gençlik kotası getirdik. Oran az diyorsanız önümüzde kurultay var. Gelin kurultaya oranı yükseltin ben size destek vereceğim. Siyasete girin aktif unsur olarak öne çıkın diyorum. Biliyorum içinizden şunu söylüyorsunuz. “Su başlarını devlet tutmuş nasıl gireceğiz? Babamız amcamız bize izin vermiyor siyaset yapalım.”

Gençler, Kılıçdaroğlu ile selfie çekti

“SİZDEN SADECE SİYASETE GİRMENİZİ İSTİYORUM”

Mücadele ruhunuzu kaybetmeyin, kesinlikle başaracaksınız. Peki biz size ne vaat ediyoruz? Sizden sadece siyasete girmenizi istiyorum. Zaman zaman şikayet ediyordunuz, partiye üye olmak istiyoruz ama kabul etmiyorlar. Hiçbir partinin yapmadığını yaptım. Buradan bütün gençlere sesleniyorum. CHP’nin internet sitesine girin internet üzerinden partiye üye olun. Hiçbir engel yok önünüzde siyaset için.

“ANNEYE BABAYA ASLA YÜK OLMAYACAKSINIZ”

Biz size ne vaat ediyoruz? En büyük sorun işsizlik miydi, evet. Üniversiteyi bitiren işsiz, liseyi bitiren işsiz. İşsizlik diz boyu. Düşündük taşındık. İşsizlik sadece bugünün değil geleceğin de sorunu ve çözmemiz gerekiyor. O zaman dedik ki iş garantili eğitim yapacağız. Bütün organize sanayi bölgelerinde yatılı meslek liseleri olacak. Anneye babaya asla yük olmayacaksınız. Üçüncü sınıftan itibaren fabrikalarda staj yapacaksınız. Mezun olduğunuz gün işiniz hazır.  Bütün anne babalara sesleniyorum. Oğlunuzu meslek lisesine gönderdiniz işsiz. Ama bizim getireceğimiz düzende oğlunuz kızınız asla işsiz olmayacak, asla.

 CHP’NİN EKONOMİK VAATLERİ

“TAŞERON İŞÇİLERİN TAMAMI KADRO ALACAK”

800 bin taşeron işçi var. Bunların yüzde 80’i genç. İş güvenceleri yok. Ömür boyu asgari ücrete mahkum. Geçen seçim bildirgesinde de söylemiştim. Sözümün kapı gibi arkasındayım. Taşeron işçilerin tamamı kadro alacak. Sendikalı olacak.

“ASGARİ ÜCRET CHP İKTİDARINDA NET 1500 LİRA OLACAK”

Yine işçilerin yüzde 80’i asgari ücretle çalışıyor. Şu anda mevcut asgari ücretle çalışanların yüzde 80’i genç. 1054 liraya çalışıyorlar, aldıkları para bu. Söz verdim, sevgili gençler size sözüm söz. Asgari ücret CHP iktidarında net 1500 lira olacak. Bunun yeterli olmadığını ben de biliyorum. Ama bir adım atıyoruz. Mali disiplini bozmadan bu işi çözeceğiz. Herkes rahat yaşayacak, bir nefes alacak. Bin liradan 1500 liraya çıkması rahat nefes almanızı sağlayacak.

“İŞ BULDUKTAN SONRA PARAYI SİZDEN İSTEYECEĞİZ”

Burada bitmiyor, daha devamı var. Üniversitede okurken öğrenim için kredi alıyor. Mezun olunca devlet yakasına yapışıyor. Borcunu öde… İyi de işi yok. İcraya veriyor. Sevgili gençler CHP iktidarında iş buluncaya kadar bu borçların tahsili engellenecek. İş bulduktan sonra parayı sizden isteyeceğiz, faizler de silinecek.

“CHP İKTİDARINDA BÜTÜN MEYDANLAR SİZİN OLACAK”

Ve sevgili gençler, bir ülkede diktatöre diz çöktüren sevgili gençler sizinle gurur duyuyoruz. CHP iktidarında bütün meydanlar sizin olacak. Meydanlarda özgürce gezeceksiniz. Biber gazı CHP iktidarında olmayacak. Çünkü biz düşünceden korkmuyoruz. Yasaklar, yasaklar da kalkacak. Gençler özgür bir ülkede olmanın havasını teneffüs edecekler.

Az önce söyledim. 6 milyon 62 bin üniversite öğrencimiz var. Sadece yüzde 10’u yurtlarda kalabiliyor. Sadece gençlere değil, çocuklarını üniversiteye gönderen bütün anne babalara söylüyorum. 13 yıldır çözemediler bu sorunu. Sözüm söz 1 yıl içinde hiçbir üniversite öğrencisi benim yurdum yoktur demeyecektir, herkesin yurtta yeri olacaktır. Yurtlar öyle koğuş sistemine göre de değil. birer ikişer kişilik odalar. İnternet erişimi olacak ve dolayısıyla her anne baba benim oğlum kızım güvenli bir ortamda okuyor diyecek.

PASSOLİG VAADİ: SÖZ KALDIRACAĞIM BU BELAYI

Ve önemli bir uygulama. Gençler maça gitmek istiyor. Passolig nedeniyle maça gidemiyorlar. Söz kaldıracağım bu belayı. Özgürce maçlara geleceksiniz. Niye getirdiler? Efendim slogan atılıyor da beyefendiler rahatsız oluyorlar. İyi de o sloganlar boşuna atılmıyor ki orada, bir nedeni var. Sormuyor nedenini. Passolig’i kaldıracağız herkes özgürce maça gidebilecek, istediği sloganı da atabilecek.

“YÖK BELASINI KALDIRACAĞIZ”

Üniversite öğrencileri, mezun oluyorsunuz, kaymakam, vali oluyorsunuz. Polis oluyorsunuz, doktor oluyorsunuz. Ama üniversitedeyken sizi yönetimin dışında tutuyorlar. Biz YÖK belasını kaldıracağız ve öğrencilere üniversite yönetiminde söz ve karar imkanı sağlayacağız. Sizin söz hakkınız olacak.

Mevsimlik tarım işçileri hepsi sigortasız çalışıyor, tamamının sosyal güvencesini sağlayacağız.

“SON SINIF ÖĞRENCİLERİNE LİSEKART GETİRECEĞİZ”

Lisekart. Aile sigortası kapsamında lise öğrencileri, son sınıf öğrencilerine lisekart getireceğiz, tamamını sosyal devlet karşılayacağız.

“İKİNCİ ÖĞRETİM HARÇLARINI KALDIRACAĞIZ”

Ve atama bekleyen öğretmenler. İkinci öğrenimde harçlarınız var onları da kaldıracağız. Eğitimi parasız yapacağız. Göreceksiniz gençler için düşündüğümüz her şey aslında ülkenin geleceği için düşündüklerimizdir. Sizin için aldığımız her karar ülkemizin geleceği için alınmış bir karardır.

“BİRİSİ GELİP SİZE, “İNANÇ ÜZERİNDEN SİYASET” YAPARSA BİLİN Kİ…”

Ve gençler sakın tuzağa düşmeyin. İster üniversitede, ister meydanda, ister caddede eğer birisi gelip size, “inanç üzerinden siyaset” yaparsa bilin ki o bu ülkeye en büyük ihaneti yapan insandır. Yine birisi gelir “etnik kimlik üzerinden” siyaset yaparsa o kendi ülkesini seven birisi değildir. Ayrıştırıcıdır bölücüdür.

Ve bir başka konu. Yaşam tarzı. Herkesin yaşam tarzına saygılı olacağız. Herkesin inancına saygılı olacağız. Bunları siyasette kullanılan araçlar olmaktan çıkaracağız. Etnik kimlik üzerinden, inanç üzerinden, yaşam tarzı üzerinden siyaset. Bunları kabul etmeyin. Ülkenin dünya kadar sorunu var. Onlara odaklanın. Ama şunu unutmayın, herhangi bir yurttaşımız inancı dolayısıyla ötekileştiriliyorsa onun sorununu çözeceğiz. Etnik kimliğinden ötürü ötekileştiriliyorsa eşit yurttaşlığı savunuyoruz diyeceğiz.

Daha önce bu salonda 19 nisan 2015’te “yaşanacak bir Türkiye” adıyla seçim bildirgemizi açıklamıştık. Bunu açıkladıktan sonra yurtiçi ve yurtdışında ciddi yankıları oldu. CHP’nin ürettiği politikalarının çok önemli olduğu, tutarlılığı pek çok çevre tarafından vurgulandı. Çünkü seçim bildirgesiyle biz, var olan sorunları çözmeye yönelik ciddi öneriler üretmiştik.

“HEMEN HEMEN BÜTÜN SİYASİ PARTİLER ÖRNEK ALDILAR”

Bizim seçim bildirgemizi hemen hemen bütün siyasi partiler örnek aldılar. Bunu da alacaklar göreceksiniz. Örnek aldılar diye üzülmüyoruz, tam tersine mutluluk duyuyoruz. Bu şunu gösteriyor demek ki ülkenin sorunlarını en iyi analiz en iyi çözüm üreten parti CHP’dir. Demek ki devlet yönetiminde en iyi kadrolar CHP’de var. İktidar olduğumuzda diyorlar ya CHP’nin kadroları var mı, evet CHP’nin kadroları var. Eğer bu seçim bildirgesini diğer partiler bizi örnek alıyorlarsa, bundan gurur duyuyoruz.

“HER KURUŞUN HESABINI YAPTIK”

Ve biz ayrıca sadece üreten değil hakça bölüşen bir stratejiyi de izledik. Bir şey daha politikamızı açıkladık önce “kaynak nerede nerede” diye sordular. Onlar da baktılar ki kaynak var, “en iyisi biz alalım biraz değiştirip bunu uygulamaya koyalım” dediler. Seçim bildirgelerimizin ne kadar büyük bir ciddiyetle hazırlandığını gösteriyor bu. Her kuruşun hesabını yaptık. Uygulanması mümkün olmayan bir projeyi asla gündeme getirmedik.

“KOALİSYON KURULACAKTI KİM ENGEL OLDU?”

Şu soru akla gelebilir. Beş ay önce bildirgeyi açıkladık. 7 Haziran’da sandığa gittik. 1 Kasım’da gidiyoruz, neden? Hangi gerekçeyle gidiyoruz? Birinci soru bu. İkinci soru, kim engel oldu buna? Koalisyon kurulacaktı kim engel oldu?

Önce şunu söyleyeyim. Düne kadar hep milli irade milli irade derlerdi. Biz de saygılıyız. Hiçbir zaman sandıktan çıkan oylara saygısızlık etmedik. Halk kimi iktidara taşıdıysa ona saygı gösterdik. Ama demokrasinin gereği olarak varsa bir yanlışları onları gündeme getirdik. Haksızlıkları gündeme getirdik. Bu bizim görevimizdi. Bütün ülkelerde iktidar vardır, ama sadece demokrasilerde muhalefet vardır.

Seçimden çıkan sonuç… Bir, halk diyordu ki ben başkanlık sistemini kabul etmiyorum, tek adam yönetimini de kabul etmiyorum. İkinci sonuç, 13 yıldır tek başına yönetiyorlar Türkiye önemli bir noktaya geldi, ciddi sorunları birikti, oturun kendi aranızda anlaşın ve ülkeyi yönetin. Peki bunu en iyi okuyan parti hangisi?

“OYUNA SAYGI GÖSTERDİK, HEMEN SEÇİM DEMEDİK”

Buradan bütün yurttaşlarıma söylüyorum. Sizin oyunuzu yani milli iradeyi, yani sizin hedefinizi en iyi okuyan parti CHP’dir. Oyuna saygı gösterdik, hemen seçim demedik. Ülkenin biriken sorunları var. Bakın bu seçimde sloganımız “Önce Türkiye” biz bir sonraki seçimi düşünmedik hiçbir zaman. Türkiye ciddi sorunlarla karşı karşıya ve bu sorunların önemli bir kısmı bir partinin çözebileceği sorunlar değil. En iyi okuyan biziz, mütevazı değiliz. En iyi okuyan bizsek sandığa giderken elinizi vicdanınıza koyun ve öyle oy kullanın.

Bu süre içinde MYK’nın il başkanlarını, belediye başkanlarını topladık, çıkan sonucu değerlendirdik. Ve yeni bir anlayışla yol almamız gerektiğini düşündük. Madem ki vatandaşımız, “gerginliklerden uzak durun, siz kavga ediyorsunuz zararı biz çekiyoruz” diyorsa, o zaman yeni bir anlayışı egemen kılmamız lazımdı. Bu toplantılardan sonra dedik ki, “evet ülkenin koalisyona ihtiyacı var.”  14 madde halinde koalisyon ilkelerini belirledik ve paylaştık. Dedik ki “bakın bizim ilkelerimiz bunlar. Sizler de koalisyon yanaysanız sizler de belirleyin. Kimin kiminle koalisyon kuracağı değil, hangi ilkelerle kurulacağı önemli.”

“MHP’NİN MALUM NEDENLERİYLE BU GERÇEKLEŞMEDİ”

Ve şunu da söyledik: “Bizim gönlümüz, yüzde 60’lık blokun ki 292 milletvekili ediyor, hükümet olmasıdır.” Bunu da paylaştık. Ama siz de biliyorsunuz, vatandaşlarımız da biliyor. MHP’nin malum nedenleriyle bu gerçekleşmedi. Daha sonra görev Sayın Davutoğlu’na verildiğinde, sayın Davutoğlu geldi. Biz bir ilki daha gerçekleştirdik. Dedik ki “14 ilkeden yola çıkıyoruz, 5 temel sorunu var. Bunları çözmemiz lazım. Eğer bunları yapabiliyorsak koalisyonu kuralım.” Kendilerine bütün ayrıntıları anlattık. Öyle  30 -35 gün değil, YAŞ ve bayramın girmesi nedeniyle koalisyon görüşmelerinin süresi 10 gündür.

“KOALİSYON HÜKÜMETİ NEDEN KURULAMADI?”

Sonra dediler ki “üç aylık seçim hükümeti kuralım.” Biz bunu kabul etmedik. Milli iradeye duyduğumuz saygı nedeniyle kabul etmedik. O zaman seçim ne olacak? Seçimden sonra aynı tablo çıkarsa bir daha mı uzlaşamayacağız? Bunu gayet açık şekilde ifade ettik. Koalisyon hükümeti neden kurulamadı. Neden kurulamadı? Biliyorsunuz herhalde? Bilmiyor musunuz?

“SARAY’DA OTURAN ZATIN BASKISINI OMUZUNDA, SIRTINDA, DÜŞÜNCESİNDE HİSSEDİYORSA O KİŞİ LİDER OLAMAZ”

Eğer bir siyasi lider, özgür iradeye sahip değilse, eğer bir siyasi lider kendi iradesini bir başka iradeye ipotek ettiyse o lider koalisyon kuramaz ve o ülkeyi yönetemez. Tablo bu.

Saray’da oturan zatın baskısını omuzunda sırtında düşüncesinde hissediyorsa o kişi lider olamaz. Lider vesayeti reddeden kişi demektir. Özgürce karar alan kişi demektir. Arkadaşlarıma söyledim, “görüşmelerde ne soruyorlarsa bütün samimiyetinizle cevap verin.” Ve görüşmelerin tamamını tutanaklara aldık. Çünkü biz zaman zaman bize yöneltilen iftiralardan çok rahatsızdık. Bakın tutanakları aldık kimse bize yönelik eleştiri dile getirmiyor. Varsa eleştiri, bizim söylediklerimiz kamuoyunu rahatsız edecek söylemlerse zaten çoktan paylaşırlardı. Bu nedenle koalisyon gerçekleşmedi.

“MİLLİ İRADEYİ BİR KİŞİNİN DUDAĞINDAN ÇIKAN SÖZ OLARAK
KABUL EDİYORLAR”

Ülkenin cumhurbaşkanı meydan meydan dolaşıp “400 vekil verin, vermezseniz bu tablo çıkar” dedi. Toplumun önüne acı kan ve gözyaşı şantaj malzemesi olarak konmuştur. Şimdi buradan, bütün vatandaşlarıma sesleniyorum. CHP olarak biz üstümüze düşen görevleri yerine getirdik, kıl payı kadar saygısızlığımız yoktur. Ama onlar senin iradeni kabul etmediler. Önüne bir şantaj tablosu koydular, ya oy verirsin ya ben hep seçime giderim diye. Çünkü onlar milli iradeyi bir kişinin dudağından çıkan söz olarak kabul ediyorlar. Ben milli iradeyi senin iraden olarak kabul ediyorum.

“EĞER KOALİSYON KURULSAYDI EMEKLİLERİMİZ İLK İKRAMİYELERİNİ ALMIŞ OLACAKLARDI”

Eğer koalisyon kurulsaydı. Geçen kurban bayramında emeklilerimiz ilk ikramiyelerini almış olacaklardı. Halka ne söz verdiysek, tamamını kendilerine söyledik. Bunlar bizim olmazsa olmazlarımızdır. Ne veriyoruz emekliye zaten? Asgari ücretliye ne veriyoruz? Bizi işverenlere şikayet ettiler, CHP’ye niye karşı çıkmıyorsunuz diye? Aslında iktidarsız olan bir iktidar, tablo bu.

“NEDİR O BEŞ TEMEL SORUN?”

Bir ilki daha başardık. Dedik ki ülkenin 5 temel sorununa çözüm üretmemiz gerekiyor. Nedir o beş temel sorun?

1. Türkiye’de demokrasinin hukukun üstünlüğü.
2. Ekonomi. 13 yılda buraya getirdiler.
3. Dış politika.
4. Eğitim, ve
5. Toplumsal barışımız yani Kürt sorunu.

Şimdi buradan diğer siyasetçilere sormak istiyorum. Bizim dışımızda, Türkiye’nin 5 temel sorununu dillendiren başka bir siyasi parti var mı? Herkes bir ucundan tutuyor. Oysa sorunu bileceksiniz. Neden bizim seçim bildirgelerimiz örnek alınıyor? Çünkü bunları yapacak kadroları yok, bilgileri yok, birikimleri yok. Bilgi birikim ve kadro sadece ve sadece
CHP’de var.

Hukukun üstünlüğü… Eğer siz 12 Eylül darbe hukukunu değiştirmezseniz hangi demokrasiden söz edeceksiniz? Darbe hukukunu tahkim ederseniz hangi demokrasiden söz edeceksiniz? Yargı bağımsızlığının olmadığı ülkede demokrasiden mi söz edeceğiz? Bir kişi konuştuğu  zaman bütün savcıların harekete geçtiği ortamda demokrasiden mi söz edeceksiniz? Lise öğrencilerinin hapse atıldığı ülkede demokrasiden mi söz edeceksiniz?

“YÜZDE 10 SEÇİM BARAJINI KALDIRACAĞIZ”

“Ben anayasaya uymuyorum, anayasayı bana uydurun” denilen bir ülkede demokrasiden mi söz edeceksiniz? Yasama yargı ve yürütme organlarının, güçler ayrılığı ilkesini getireceğiz. Yüzde 10 seçim barajını kaldıracağız, YÖK’e tamamen sona erdireceğiz. Anayasayı değiştireceğiz. Eşit yurttaşlığı getireceğiz. Hiç kimse etnik kimliğinden ötürü ötekiyim diye düşünmeyecek. Siyasi ahlak yasası getireceğiz. Her kuruşun hesabını siyasetçi vermek zorundadır.

“KESİN HESAP KOMİSYONUNU KURACAĞIZ”

Ödenen vergiyi vatandaş ödüyor. Gençlerimiz de ödüyor, otobüse binerken vergi ödüyorlar. Vergi ödüyorsam, verginin nerelere harcandığının hesabını vermek zorunda. Kesin hesap komisyonunu kuracağız.

“CUMHURBAŞKANI, BAŞBAKANDAN GİZLİ ÖRTÜLÜ ÖDENEĞİ NASIL KULLANACAK?”

İki örtülü ödenek kullanan makam var. Biri cumhurbaşkanlığı, biri başbakan. Cumhurbaşkanı, başbakandan gizli örtülü ödeneği nasıl kullanacak? Ne için kullanacak? Aklınız kabul ediyorsa bir sorun yok. Ya böyle bir şey olmaz diyorsanız elinizi vicdanınıza

“TAMAMINI ÇÖP SEPETİNE ATACAĞIZ”

Bu garabete beraber son vereceğiz. Can ve mal güvenliğinin olmadığı bir yerde üretim olmaz. Demokrasinin olmadığı bir yerde üretim olmaz. İş adamının elinde vergi sopasıyla üretim olmaz. Makul şüpheyle iş adamını, öğrenciyi, genci içeri atacaksın. Dosyaya gizlilik kararı koyacaksın, avukat savunamayacak. Kaldıracağız bunları. Tamamını çöp sepetine atacağız.

Benim insanım neden üçüncü sınıf demokrasiye layık olsun? Neden bu ülkenin insanları düşüncelerini özgürce dile getirmesinler? Düşünceyi kabul eder etmeyiz, ama mutlaka birinci sınıf demokrasiyi getireceğiz.

“BU SEÇİMLERDE CHP’YE OY VERMEK ZORUNDASINIZ”

Ayrıca eğer Türkiye bölgesinde ve dünyada saygınlık kazanmak istiyorsa birinci sınıf demokrasiyi getirmek zorundadır. Yabancı sermaye Türkiye’den kaçıyor. Neden? Mal güvenliğimiz yok. Hatta bazı Türk işadamları şirketlerinin merkezlerini yabancı ülkeye taşıdılar. Buradan iş dünyasına da sesleniyorum. Bu seçimlerde CHP’ye oy vermek zorundasınız. Üretmek istiyorsanız, çalışmak istiyorsanız, düşüncelerinizi özgürce dile getirmek istiyorsanız oy vermek zorundasınız. Ha vermeseniz ne olur? Bize bir şey olmaz, biz maaşımızı alırız. Nasıl olsa vergiyi sen ödüyorsun, dert senin derdin olacak. O derdi çözmek istiyorsan, demokrasi istiyorsan CHP iktidarında CHP’yi açık yüreklilikle açık net eleştirme özgürlüğüne kavuşmak istiyorsan oyunu CHP’ye vereceksin.

EKONOMİ

Bunlar bunu görmüyor, göremiyorlar. Türkiye ekonomisi “orta teknoloji” ve “orta gelir” tuzağına yakalanmış durumdadır. 10 bin Dolar olan kişi başına milli gelir 9 bin dolara düştü. Teknoloji? İleri teknoloji yok. Katma değeri yüksek ürün yok. Üretemiyoruz, çakıldık kaldık. Güven endeksi yerlerde sürünüyor, güvenmiyorlar. Türkiye iyi yönetilmediği için, iki başlı bir yönetim olduğu için Türkiye toparlanamıyor. Toparlamak mı istiyorsun adres belli. Adres CHP.

Bakın size Haziran 2015’ten rakamlar vereyim.

Tüketici kredisi ve Kredi kartı borcu: 396 milyar TL.
Bankalara borcu bulunan vatandaş sayısı: 24 milyon 800 bin. Bunun adı iyi ekonomi mi?
Bankaların takibe aldığı kişi: 2 milyon 600 bin. İcra dairelerinden kaçıyor bunlar, yakalanıp içeri atılmayalım diye.
Son 7 yılda vatandaşların Tüketici kredisi ve kredi kartları için bankalara ödediği faiz: 205milyar TL.

“DOLAR 3 LİRAYI GEÇTİ, KİM İKTİDARDA?”

Ne diyorlardı? Sakın ha CHP’ye oy vermeyin, iktidar olursa dolar fırlar. E dolar 3 lirayı geçti, kim iktidarda? CHP’ye oy vermeyin sakın faizler fırlar… E faizler fırladı kim iktidarda? Biz bunları biliyorduk. Kendisi sorun olan bir siyasal iktidar sorunlara çözüm bulamaz.

“EKONOMİDE EN İYİ KADROLAR BİZDE”

Vatandaş borç batağında. Kim borç batağından kurtaracak? Bir daha sorayım vatandaşı kim kurtaracak? Buradan tüketici kredisi ve kredi kartı borcu dolayısıyla sizin omuzlarınıza yüklenen faizlerin en az yüzde 80’ini silme sözü veriyorum. Diyorlar ya nasıl? Şimdi diyemiyorlar. Biz dünya uygulamalarına da baktık, hiç endişe etmeyin. En az yüzde 80 diyorum.  Ekonomide en iyi kadrolar bizde. Türkiye’yi krizden çıkaran kadrolar şu an CHP’de.

“EĞER SEN BORCUN DAHİ OLSA HASTANELERDE İNSANCA TEDAVİ OLMAK İSTİYORSAN, OY VERECEĞİN TEK PARTİ VAR CHP”

Esnaf kardeşim, o da beni dinlesin. Çalışıyor, emekli oluyor. Emekli maaşıyla geçinemiyor, dükkanda devam edecek. Vay sen misin devam eden, sosyal güvenlik destek primi kesiliyor. Esnaf kardeşim, maaşını tam almak istiyorsan oyunu CHP’ye vereceksin.
Prim borcu olan esnaf… Sağlık hizmeti alamıyor yasak. Böyle bir kanun çıkardılar. Eşine de bakmıyorum diyor. Eğer sen borcun dahi olsa hastanelerde insanca tedavi olmak istiyorsan, oy vereceğin tek parti var CHP.

“CUMHURİYET TARİHİNİN EN BÜYÜK BÜROKRATİK DEVRİMİNİ YAPACAĞIZ”

Buradan bürokrasi konusunda yapacağımız bir değişiklikten söz ediyorum. Cumhuriyet tarihinin en büyük bürokratik devrimini yapacağız. Bir iş veren düşünün. Yanında çalıştırdığı işçiler için beyannameyi SGK’ya veriyor. Vergiyi gelir idaresine, işçilerin beyanlarını da veriyor. Esnaf da iki ayrı yere veriyor. Niye iki ayrı yere veriyorlar? Milyonlarca kağıt harcanıyor. Milyonlarca harcamalar yapılıyor. Biz bütün gelirleri sadece ve sadece gelir idaresi başkanlığının toplayacağı bir düzenleme yapacağız. En büyük kağıt tasarrufunu gerçekleştirmiş olacağız. Bir yere muhatap olacaklar.  Yeminli mali müşavirler, muhasebeciler sizin de eliniz rahatlayacak.

“MAZOTU SADECE DOLARDAKİ ARTIŞ NEDENİYLE 1 LİRA 80 KURUŞTAN VERECEĞİZ”

Ve çiftçi kardeşim. Ekonomide biliyorum sorun olduğunu. Mazotu sana 1,5 liradan vereceğimizi söylemiştim. Çiftçi kayıt sistemine göre. Kimin ne kadar ekeceği, ne kadar yakıt kullanacağı belli. Buna göre mazotu sadece dolardaki artış nedeniyle 1 lira 80 kuruştan vereceğiz. Her kuruşu hesaplıyoruz.

Bugüne kadar orman köylüsüyle ilgili hiçbir şey denmedi. Kişi başına gelirin en az olduğu kesimdir orman köylüleri. orman genel müdürlüğü kaçak işçi gibi çalıştırır onları. Bu uygulamaya son vereceğiz, orman genel müdürlüğü seni çalıştıracak, sigortalı yapacak ve sen çalışacaksın ve zamanı geldiğinde emekli olacaksın. San bu hakkı biz vereceğiz.

Bir ülke nasıl güçlü olur? Bir ülkenin gücü üretmesiyle olur. Eğer üretmiyorsanız güçlü Türkiye olmaz. Tüketen hiçbir toplum güçlü olmamıştır. Saygınlık kazanmamıştır.

Birinci soru şu… Türkiye nasıl rekabetçi bir ülke olacak? Üreterek. İki, uluslararası alanda güçlü olması için neyi üretmesi gerekiyor? Katma değeri yüksek ürün üretmesi gerekiyor. Soru üç, katma değeri yüksek ürünü nasıl üreteceğiz? Türkiye’yi bilgi toplumuna taşıyarak öğreteceğiz. Soru, bilgi toplumuna nasıl taşıyacağız? Üniversiteleri bilgi merkezi haline dönüştürerek. Neden YÖK’ü kaldıracağız diyoruz, üniversitelerde her türlü düşüncenin özgürce tartışıldığı her görüşün özgürce dile getirildiği mekanlar haline gelmesi lazım.

Bizim bir projemiz var. KOBİ’lere ve esnafa, sigorta ve prim borcu olmayanlara ödediği vergi ve sigorta primi kadar sıfır faizli kredi açacağız. Alacak, işini büyütecek. Bütün işveren kardeşlerim dinlesinler. Bir tahsilat sorunu kalkacak. İki, kayıt dışı kalkacak. Üç, yatırım artacak. Krediyi alıp ne yapacak, yatırım yapacak. Dört, işsizlik azalacak. Yatırım yapınca işsizlik azalmış olacak. Beş, devlet daha az borçlanacak ve faiz ödemeyecek. Bir taşla üç kuş değil, beş kuş.

“EĞİTİMSİZ BİR TOPLUMUN DEMOKRASİYİ YAKALAMA ŞANSI YOKTUR”

Üçüncü sorun alanımız eğitim, milli eğitim. Ne kadar milli onu bilmiyorum. 12 yılda 13 kez eğitim politikaları değişmişse orada millilikte sorun var. Bakın şuradan söylüyorum, hiçbir anne ve baba bu eğitim sisteminden memnun değildir. Bir sefer anne baba çocuğunu hangi okula göndereceğin bilmiyor. Çocukların neyi nasıl okudukları da belli değil. Velilerin isyanlarını zaman zaman görüyoruz. Eğitim aklın özgürleşmesi demektir. Eğitim dünyayı iyi okumak demektir. Eğitim bir ülkenin geleceği demektir. Eğitimsiz bir toplumun demokrasiyi yakalama şansı yoktur.

“ÜÇÜNCÜ SINIF YURTTAŞ KONUMUNA GETİRİLDİ ÖĞRETMENLER”

Hele öğretmenler… Üçüncü sınıf yurttaş konumuna getirildi öğretmenler.  Toplumun lideri ve önderi olacak öğretmenler. Gençlerimize iyi eğitim vermiyoruz… OECD PİSA sonuçlarına göre bizim çocuklarımız matematik, okuma becerisi ve fen alanlarında en sonlarda.

“ANKARA’DAKİ BEYLER ÖĞLE YEMEĞİ YER, TAŞRADAKİ ÖĞRETMENE YASAK. NİÇİN YASAK?”

Taşımalı eğitime son vereceğiz. Nerede öğrenci varsa, öğretmen orada olacak. Tam gün eğitim yapacağız, tam gün. Çocuk öğle yemeğini okulda yiyecek, beslenme çantası değil. Öğretmeniyle beraber oturacaklar, ücretsiz yemeklerini yiyecekler. Sonra okullarına devam edecekler. Ankara’daki beyler öğle yemeği yer, taşradaki öğretmene yasak. Niçin yasak? Çocuklarımızı teslim ettiğimiz kişidir öğretmen. Boşuna demiyoruz, öğretmeni toplumun lideri yapacağız diye.

“HER YIL EN AZ 15 BİN ÜNİVERSİTE BİTİREN ÇOCUĞUMUZU YURTDIŞINA DOKTORAYA GÖTÜRECEĞİZ”

YÖK’ü kaldıracağımızı söyledim. O beladan kurtaracağız. Her yıl en az 15 bin üniversite bitiren çocuğumuzu yurtdışına doktoraya götüreceğiz. Bu politikayla beş yıl, sonra Türkiye çok farklı bir noktaya gelecektir. Biz şu hedefi güdüyoruz. Şu anda insani gelişmişlik endeksinde Türkiye 69’ncu sırada, biz yirmi yıl içinde Türkiye’yi ilk yirmiye sokmak istiyoruz. Amaç ne? Türkiye’yi uygar dünyanın parçası haline getirmek.

Okul aile birlikleri. Onlarla da toplantı yaptık. Bir dokunun bin ah işitirsiniz. Yasal statüye kavuşturacağız. Öğretmen ve aile bir arada çocukları yönetecekler. Okulu da beraber yönetecekler.

“İMAM HATİPLERİ AÇAN PARTİ CHP’DİR”

Özellikle bir kesimin beklediği, zaman zaman bize suçlama olarak yöneltilen İmam hatipler… Hep bize diyorlar ki, CHP gelecek imam hatibi kapatacak. Hayatımda duyduğum en büyük iftiralardan birisidir. Hiç kimse şunu unutmasın, imam hatipleri açan parti CHP’dir. Orada okuyan çocuklarımız bizim çocuklarımız. O çocukların da öğle yemeklerini okullarında yemesini isteriz, oradaki öğretmenlerin de toplumun lideri olmasını isteriz. Hiçbir okulun bir siyasi partinin arka bahçesine dönmesini kabul edemeyiz. Bizim imam hatipleri kapatma gibi bir düşüncemiz asla ve asla yoktur.

Sayın Davutoğlu geldiğinde de söylemiştim, dış politikanın 180 derece değişmesi gerekir.  Biz Cilvegözü’nü unutmadık. Biz Reyhanlı’yı unutmadık. Niğde’yi unutmadık. Biz Suruç’u unutmadık. Tamamı yanlış dış politikanın bedelidir. Bu dış politikanın değişmesi lazım.

“SURİYE POLİTİKASININ YANLIŞLIĞINI ANLATAN BİR MEKTUBU
24 AĞUSTOS 2012’DE DÖNEMİN BAŞBAKANINA GÖNDERDİM”

Suriye konusu… İki milyonu aşkın mültecimiz var, onlara bakıyoruz. Suriye’de barışı inşa ettikten sonra, Suriyeli kardeşlerimizi göndereceğiz. Bunu hemen çarpıttılar. Evet göndereceğiz, Suriye’de barışı sağlayacağız. Suriye’de de Ortadoğu’da da barışı sağlayacağız. Yurtta sulh, cihanda sulh. Kural budur. Suriye politikasının yanlışlığını anlatan bir mektubu 24 ağustos 2012’de dönemin başbakanına gönderdim.

“BUGÜN AĞIR AĞIR DÖNÜŞ YAPMAYA ÇALIŞIYORLAR”

Bize dediler ki “hayır biz bildiğimizi okuruz.” Bugün ağır ağır dönüş yapmaya çalışıyorlar. Sanki beylerin gücü yetkisi var da bunu yapacaklar. Şimdi onu kaybettiniz, trenden ayrıldı Türkiye. Kuzey Irak dışında hiçbir yere mal satamıyoruz. Böyle bir dış politika olabilir mi? Herkesle kavgalı bir Türkiye. Herkesin içişine

“ONLARIN İÇİŞLERİNE DOĞRUDAN MÜDAHALEYİ ASLA KABUL ETMİYORUZ”

Sana ne Mısır’dan kardeşim sana ne. Biz demokrasiyi savunalım, kim baskı yapıyorsa eleştirelim. Ama onların içişlerine doğrudan müdahaleyi asla kabul etmiyoruz. Doğru değil. sözde biz oyun kurucu olacaktık, hadi buyur git bakayım Ortadoğu’ya. Beş ülkede büyükelçimiz yok. Cumhuriyet tarihinde bir ilktir. Biz gönderiyoruz, onlar almıyorlar. Türkiye’yi bu hale soktular. Ürettiğimiz ürünleri satamıyoruz.

“Yurtta sulh cihanda sulh” Atatürk’ün sözü. Ömrünün büyük kısmı savaş meydanlarında geçmiştir. Savaş ve savaşın getirdiği acımasızlığı en iyi bilen kişi odur. O savaşın yarattığı atmosferi çok iyi bildiği için yurtta barış dünyada barış demiştir. Ama şimdi bu sözcüğün içi bile boşaltılmaya başlandı. Avrupa Birliği, tamamen unuttuk. Yurtdışındaydım, Strazburg ve Brüksel’de yetkililerle görüştük. Bizim taşıdığımız bütün kaygıları onlar da taşıyorlar.

Biz espri için de soruyoruz ya “ne olacak bu memleketin hali” diye, inanın onlar da soruyorlar. Şimdi ağır ağır U dönüşü başladı. AB yetkililerine şunu söyledim, “Türkiye 2 milyon mülteciyi alarak görevini yaptı. Ama siz sesinizi kestiniz, Türkiye’yi sadece alkışladınız. ne zaman ki mülteciler Avrupa kapılarına dayandı, o zaman bağırmaya başladınız. Suriye’de kan akarken siz de ses çıkarmıyordunuz. Şimdi mülteciler geldiler, aman önlem alın.”
Sordular nasıl çözülür? “Önce iç savaş bitecek” dedim, “sonra yıkılan kentlerin tekrar yapılması lazım. Sonra Suriyeliler kendi ülkelerine dönerler” dedim. Ve şu cümleyle bitirdim “mülteci sorunu Türkiye sorunu değil artık Avrupa dünya sorununa dönüşmüştür” neden? Nedeni sizsiniz dedim.

KÜRT SORUNU…

İki baldırı çıplak hikayesiyle başladı. Bu sorun da bir siyasi partinin çözebileceği sorun olmaktan çıkmıştır. Daha ciddi ele alınması gereken sorundur.

Soru 1                      :
Kürt sorunu güvenlik politikalarıyla çözülür mü? Hepimiz biliyor ki çözülmez,
30 yıllık tecrübe bunu gösterdi.

Soru 2                      :
S
iyasal partilerin ilk duruşları ne olmalıdır? İlk duruşları, bütün siyasi partilerin teröre karşı ortak tavır takınmalarıdır. Ama fakat lakin olmayacak. Biz teröre, terör örgütüne de karşıyız diyecekler, korkmayacaklar.

Kürt sorununu nasıl çözeceğiz?

Toplumsal uzlaşmayla çözeceğiz. Birlikte çözeceğiz.
Dört, toplumsal uzlaşmanın merkezi neresi olacak? Onun merkezi TBMM’dir.
Soru beş, bu temel sorunu çözmek için siyasi partiler hangi ilkelerden hareketle yola çıkmalı? Onu da söyledim, samimi ve dürüst olacaksınız. Gizli kişisel bir ajandanız olmayacak. Üç, halka hesabını veremeyeceğiniz angajmanlara girmeyeceksiniz, muhalefete ve topluma bilgi vereceksiniz. Birilerinin gizli ajandası vardı, birilerinin halka hesabı veremeyeceği yükümlülüklerin altına girdiklerini biliyoruz. Tutanakları açıklayamıyorlar. Bu sorunu çözmeye talibiz, CHP dışında kimse çözemez, açık ve net söylüyorum.

“CHP DIŞINDA HİÇBİR PARTİ BU SORUNU ÇÖZEMEZ”

Sorunun çözümüyle ilgili 6 haziran 2012 yol haritasını dönemin başkanına götürdüm, elden teslim ettim. Parlamentoda uzlaşma komisyonu, parlamento dışında akil adamlar, oturup çalışmalıyız. Kabul etmediler, kanun teklifi verdik. Onu da kabul etmediler. Sorunun çözümüyle ilgili bizim kadar çalışan, emek harcayan, yol yöntem öneren ikinci bir parti yoktur. Bu sorunu kim çözer? Açık net söylüyorum, CHP dışında hiçbir parti bu sorunu çözemez.

Neden biz çözeriz? Bizim gizli ajandamız yok. Bizim halka hesabını veremeyeceğimiz angajmanlara girme düşüncemiz yok. Biz bu ülkenin kurucu partisiyiz, bayrağımız ortak ve bu sorunu çözeceğiz.

“ŞEHİDİN OLDUĞU HER EVE ATEŞ DÜŞÜYOR”

Bugün müziğimiz yoktu, şehitlerimiz olduğu için. Şehidin olduğu her eve ateş düşüyor. Anneler ağlıyor. Düne kadar ne söylüyorlardı, bugünkü tablo ne? Ben şehit yakınları ve gazilerle zaman zaman bir araya geliyorum. Hep şikayet ediyorlar, bir protezi almak için ne tür zorluklarla karşılaştıklarını bana anlatıyorlar.

“MİLLETVEKİLLERİNİN SAĞLIK HAKLARI NEYSE AYNI HAKLARI GAZİLERE TANIYACAĞIZ”

O gazi kardeşlerime sesleniyorum. CHP iktidarında milletvekillerinin sağlık hakları neyse aynı hakları size tanıyacağız. Hatta mümkün olsa daha ilerisini sağlamak zorundayız. Bu ülke için canını bedenini veren insandan ne fedakârlık bekliyoruz? Her şeyden tasarruf edilir, gazinin taleplerinden, şehit yakınlarının taleplerinden tasarruf edilmez. Hepimizin onlara minnet borcu var. ve yine şikayet ediyorlar, derdimizi anlatacak makam bulamıyoruz diyoruz. beni iyi dinlesinler, başbakanlığa bağlı, şehitler ve gaziler yüksek kurulu oluşturacağız. Ve bütün sorunlar buradan çözülecek. Öyle kapı kapı kimse dolaşmayacak.  Bu kadar açık ve net. Tedavi mi? Kapı kapı dolaşmak yok, dert anlatmak yok. Milletvekili nereye gidiyorsa aynı haklar sağlanmış olacak.

Beş sorun alanı birbiriyle bağlantılıdır. Toplumsal barışı sağlayamazsanız, ekonomide, dış politikada sorunlar çıkar. Dış politikayı sağlam temele oturtamazsanız, ekonomide, AB’de sorunlar çıkar. Siz eğitim sorununu çözemezseniz, dünya lideri Türkiye’yi yaratamazsınız. Bütün bunlar hepsi iç içe geçen mekanizmalar. Beş sorun alanını bizim kadar açık ve net ortaya koyan ikinci bir parti yoktur. Sizin önünüze bir siyasetçi geldiğinde ona şu soruyu sorun. Türkiye’nin beş temel sorununu sayın kardeşim deyin. Biz bütününü görmek zorundayız.

“CHP İKTİDARININ İLK YÜZ GÜNÜNDE NE YAPACAĞIZ?”

Emeklilere Ramazan ve Kurban Bayramlarında birer maaş ikramiye verilmesine dönük düzenleme yapılacak
Aile Sigortası Kanunu TBMM’den çıkacak. Hiçbir ailenin geliri 720 liradan az olmayacak.
Kamuda taşeron işçiliğe son verilecek, mevcut taşeron işçiler kadroya alınacak.
Kredi kartı ve tüketici kredisi borçlarında faizlerin en az % 80’inin silinmesine dönük düzenleme yapılacak.
Siyasi Ahlak Yasası çıkacak.
TBMM’de Kesin Hesap Komisyonu kurulacak. Siyasiler vatandaştan topladığı her kuruşun hesabını verecekler.
Passolig uygulaması kalkacak. Her gencimiz maçlara istediği gibi girecek.
Üniversite mezunlarının okurken aldıkları kredilerin faizleri silinecek ana para geri ödemesi iş buluncaya kadar ertelenecek.

İLK BİR YILINDA…

Çiftçiye mazot 1 lira 80 kuruşa verilmeye başlanacak.
Asgari ücretin vergisi kalkacak net asgari ücret 1500 Liraya çıkacak.
Esnafın emekli aylığından kesilen Sosyal Güvenlik Destek Primi kaldırılacak.
Yüzde 10 Seçim Barajı kalkacak.

Bir yıl içinde öğrencilerin yurt sorunu çözülecek.
Teşvik sistemi değişecek. Katma değeri yüksek üretimi özendiren sektörel teşvik politikası uygulanacak.
Vergi ve sigorta prim borcu olmayan KOBİ’lerin, ödedikleri vergi ve sigorta primi kadar sıfır faizli krediye erişimini sağlayacak düzenleme çıkarılacak.
Vahidi fiyat uygulamasına son verilecek, orman köylüsü sigortalı işçi statüsüyle çalıştırılacak. Böylece emeklilik hakkı kazanacak.

=================================

Dostlar,

CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu,  1,5 saat süren bir konuşma ile Partisinin
1 Kasım 2015 seçim bildirgesini kamuyoyuna açıkladı. HÜRRİYET, oldukça kapsamlı bir özet verdi. (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/30195510.asp)

Umut veren bir program.. Yapılabilir pek çok vaat içeriyor.
Ülkemize hayırlı olsun diliyoruz..
Türkiye’yi AKP belasından kurtaracak her adım, her girişim desteklenmelidir.

SEÇİM İŞBİRLİĞİ için ne yazık ki GEÇ oldu..
Keşke yapılabilseydi.. Altın bir fırsat kaçırıldı.
Şimdi hedef seçime katılımı artırarak AKP’nin oy oranını düşürmekte..

7 Haziran’da seçime aktılmayan 9,1 milyon seçmenin yarısı bu seçimde CHP’ye oy verse CHP 1. parti bile olabilir, olmalı!

Sevgi ve saygı ile.
01 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

14 sayfalık pdf biçimi :. 1_Kasim_2015_secim_bildirgesi

TÜRKİYE’DE İHTİLAL ve DARBELER


Dostlar
,

Sevgili Suay Karaman, 27 Mayıs Devrimcilerinden, MBK (Milli Birlik Komitesi) üyesi
Sayın Suphi Karaman‘ın oğludur. Babası gibi yiğit bir devrimci ve yazardır.

Halen Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisidir ve bizim de üyesi olduğumuz
TÜMÖD (Tüm Öğretim Elemanları Dermeği) Genel Yazmanıdır.

Sayın Karaman, ADD Genel Yazmanlığı da yapmıştır.

Her yıl 27 Mayıs Devrimi adına mutlaka birkaç etkinliğe katılır.

ODTÜ Tarih Topluluğu‘nun 21 Mayıs 2013 günü düzenlediği

“50. Yılında 21 Mayıs 1963” konulu açıkoturumda kapsamlı bir konuşma yapmıştı.

5 sayfalık bu konuşmayı, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 53. yılına da değinmesi nedeniyle
sizlerle pdf olarak paylaşmak istiyoruz..

Yazı, “TÜRKİYE’DE İHTİLAL ve DARBELER” başlıklı..

portresi2

Şöyle başlıyor :

  • “Batı ülkelerinde asker, bizde olduğu gibi kurtuluş savaşı vermemiş ve devrimlere öncülük işlevini üstlenmemiştir. Üstelik sömürgecilik ve emperyalizmin uygulayıcısı olmuştur. Ülkemizde ise, demokratik ve laik cumhuriyet, askerin öncülük ettiği, asker ve sivil aydınların başında bulunduğu bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. Türk ordusu, Türk ulusu adına Cumhuriyetin kurulmasına öncülük ederek,
    1923 Aydınlanma Devrimi’nin yaratıcısı olmuştur. Türk Ordusu, kurucu düşünce olan Atatürkçülüğü korumak ve kollamak görevinin bir ifadesi olarak da, Türk ulusu adına
    27 Mayıs 1960 tarihinde bir müdahale gerçekleştirmiştir..”

Devamla;

  • “…27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir “ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Bu işe soyunanlar eğer başarısız olsalardı,
    bunu yaşamlarıyla öderlerdi. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir..”

diye sürmekte ve

  • “..Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak
    her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. Bu yüzden ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir…”

şeklinde bağlanmakta.. (İlk Kurşun Gazetesi, 27 Mayıs 2013)

Sevgili Suay Karaman‘ın babası MBK Üyesi Sayın Suphi Karaman;
DP hükümetinin başı ve 2 bakanı

– Başbakan Adnan Menderes
– Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 
– Makiye Bakanı Hasan Polatkan’ın

Yassıada Mahkemesince verilen idam kararlarının MBK’de oylanmasında “hayır” oyu kullanmıştır.

Rahmetli Baba ve yaşayan oğul Karaman’a teşekkürlerimizle..

Yazının tümünü okumak için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

 TURKIYE’DE_IHTILALLER_ve_DARBELER_27.5.2013_Suay_Karaman

Geçen yıl bu gün yayımladığımız yazıyı bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

27 Mayıs 1961’de, bir “askeri darbe” ile, kan dökerek diktatörleşen DP iktidarının
tasallutundan Türkiye kurtarılarak demokrasinin önü açılmıştır.

1961 Anayasası, yeryüzünün en özgürlükçü anayasalarının başında geliyordu.
Ülkeye kattığı kurumlar günümüzde hala demokrasiyi korumayı sürdürüyor.
Saymakla bitmez..
O yüzden önce 1971’de 35 maddesi değiştirilerek gericileştirildi,
sonra da 1982 Anayasası ile kökten rafa kaldırıldı..

27 Mayıs 1961, klasik askeri darbeden çok öte, ondan çok ayrışan,
ilerici bir Devrime dönüşen çok özgün bir devinimdir.

Sevgi ve saygı ile.
27.5.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

Gezi Hukuksal İzleme Grubu Gezi raporu açıklandı

Gezi Hukuksal İzleme Grubu
Gezi raporu açıklandı

Gezi'nin_simgesi_yuzune_gaz_SIKILAN_KIZ

DHA, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27870157.asp, 31.12.2014

Gezi Hukuki İzleme Grubu tarafından hazırlanan ‘Gezi Raporu’nda,
Türkiye’nin giderek otoriter, hatta totaliter rejime doğru hızla yol aldığı belirtildi.

Gezi Hukuki İzleme Grubu‘nun bir süredir üzerinde çalıştığı

‘Demokrasi ve Totalitarizm Sarkacında Türkiye’

başlıklı ‘Gezi Raporu’ tamamlandı. Akademisyenler, avukatlar, Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Tabip Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve DİSK başta olmak üzere çok sayıda kişi, meslek odası ve sivil toplum örgütünün çok yönlü olarak katkı sunduğu belirtilen raporu, Taksim Hill Otel’de düzenlenen basın toplantısıyla Gezi Hukuk İzleme Grubu Başkanı
Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu açıkladı.

Kaboğlu,

“Türkiye’de seçimlerin demokrasi açısından anlamını, yargının demokrasi içindeki yerini,
dil-devlet ilişkisine dek, din özgürlüğüne dek, demokratik rejim, hukuk devleti veya
hukukun  üstünlüğü bağlamında bu konularını tartıştık. Bunları tartışırken, demokrasi anlayışı bakımından esasen çoğunlukçu demokrasinin öne çıktığını ve çoğunluk = milli irade şeklinde bir görünümün 2013-2014 Türkiye’sinde karşımıza çıktığını ve çoğu zaman hukukun üstünde
bir görüntü yansıttığını saptamış bulunuyoruz.” dedi.

Prof. Kaboğlu, söz konusu milli iradenin, hukuk ve siyaset arasındaki çelişkinin ana eksenini oluşturduğunu ifade etti.

ibrahim_kaboglu


“TANZİMAT’TAN BU YANA…”

Prof. İbrahim Kaboğlu, demokratik devlet açısından bakıldığında din-devlet ilişkisinde yaşanan, dinin siyasete alet edilmesi şeklindeki uygulamaların, son Milli Eğitim Şurası’nda alınan
tavsiye kararlarıyla iyice gün ışığına çıktığını belirterek,

“Hatta Tanzimat’tan bu yana tanık olunan laikleşme yönündeki hareketler ilk kez bu kadar açık ve büyük bir dalgayla, dinselleşmeye doğru, dinsel eğitime doğru kayış şeklinde bir görünüm ortaya çıkmıştır. Burada demokratik rejim ve hukukun üstünlüğü üzerinde 3 yönlü tehdit
veya kıskaç saptamasında bulunulmuştur.

– Birincisi, anayasal fren ve denge düzenekleri giderek bozulmuştur.
– İkincisi; merkeziyetçi eğilimle yani yetkilerin tek kişi üzerinde toplanması yönündeki eğilimle ülkedeki çevresel bozulma arasında tam bir paralellik saptanmaktadır.
– Bir tür yeşil neo-liberalizmin, kural tanımaz neo-liberalizmen çevresel ve doğal değerler üzerinde merkezileşme eğilimiyle birlikte musallat olduğunu söyleyebiliriz” dedi.

“GEREKLİ KORUMA ANAYASAMIZDA VARDIR”

Kaboğlu, hak ve özgürlükler alanının giderek daraltılması ve bunun da belirli bir mezhep bakış açısının belirleyici olmasının raporun 1. bölümünün nedenini oluşturduğunu belirtti. Kaboğlu, 1. bölümde Gezi’ye giden sonuçları tartıştıklarını ve Gezi’nin bir sonuç olduğunu ifade ederek,

Esasen Gezi ekseninde meydana gelen olayların bir daha meydana gelmemesi için gerekli koruma anayasamızda vardır (AS: Anayasa md. 56). Çok eleştirdiğimiz, karşı çıktığımız
1982 Anayasası asgari güvenceleri koymaktadır. Sağlıklı ve düzenli bir kentleşmeden ormanların korunmasına kadar asgari güvenceleri koymaktadır. Bu çerçevede yurttaşlara
yalnızca hak tanımamakta, ödevler yüklemektedir.” dedi.

RAPOR…

Gezi Raporu’nda şu ifadeler yer aldı                         :  

“2013 yazında bir kent ve çevre savunması hareketi olarak başlayan Gezi protestoları
kısa zamanda toplumun değişik kesimlerinden gelen siyasal tepki ve istemleri içine alarak
güçlü bir toplumsal muhalefete dönüşmüştür. Bu muhalefetin siyasal iktidar tarafından
şiddetle bastırılmaya çalışılması, temel hak ve özgürlüklerin sürekli bir şekilde ihlal edildiği, hukuk devleti ve demokrasiyle bağların koparıldığı bir siyasal ortam yaratılmıştır.
Barışçıl sokak gösterileri ile dile getirilen demokratikleşme ve özgürleşme istemleri
siyasal iktidar tarafından bir darbe girişimi olarak topluma sunulmuş, bu suçlama göstericilere karşı hazırlanan iddianamelerde de yer almıştır. Bu ve Gezi sonrası meydana gelen öbür  gelişmeler demokrasiden uzaklaşılarak otoriter, hatta totaliter bir rejime doğru hızla yol alındığını göstermektedir.

Gezi’de gün yüzüne çıkan toplumsal muhalefet bizzat iktidarın politikaları sonucu şekillenmiştir.

Özellikle kentsel ve ekolojik talan, kişi özgürlüğü ve özel yaşama müdahaleler,
kadın bedeni üzerinden siyaset, toplumu muhafazakarlaştırma çabası, artan polis şiddeti gibi etmenlerden beslenen Gezi muhalefetinin, ulusal irade karşıtlığı, darbe savunuculuğu
veya komplolarla ilişkilendirilmesi mümkün değildir. Anayasa ve uluslararası insan hakları hukuku ışığında bakıldığında, Gezi protestoları geneli itibariyle  barışçıl eylemlerdir.

Bu eylemlerin sistematik bir şekilde yasaklanması, zor kullanılarak bastırılması,
anayasa ve hukuka aykırıdır.

Toplumsal muhalefetin tekrar canlanmasını önlemek amacıyla ifade ve örgütlenme özgürlüklerini kısıtlayıcı yeni düzenlemeler ivme kazanmıştır. Özgürlükler alanı daralırken, yasalaşma aşamasında olan iç güvenlik paketiyle (AS: Bu yasa Nisan 2015’te yürürlük aldı
ne yazık ki!) Kolluğun yetkileri genişletilmek istenmektedir.”

========================================

Dostlar,

Önceki gün Halit Çelenk anma töreni izlenimlerimizi bu sitede sizlere sunarken,
söz konusu  Rapor’un 1. lik ödülü aldığını ve 240 sayfalık kapsamlı bir kitap olarak
Türkiye Barolar Birliğince bastırılarak ücretsiz dağıtıldığını belirtmiştik.
(http://ahmetsaltik.net/2015/05/06/6-mayis-1972-6-mayis-2014-42-yil-sonra-3-fidan-a-ozlemle/)
Prof. İbrahim Kaboğlu da bu törende çalışmayı özü ile katılımcılara tanıtmıştı.Bir özeti biz de sitede sizlere sunalım iistedik.
Tam metin elimize geçerse onu da paylaşacağız..

Emek veren herkesi şükran ve saygı ile karşılıyoruz.
GEZİ şehitlerini – gazilerini içimizin sızısıyla hürmetle selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
7 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Savcı Mehmet Selim Kiraz Öldürüldü!


Savcı Mehmet Selim Kiraz Öldürüldü!

istanbul_barosu_ndan_aciklama_h54996_c9f17.png (625×325)

İstanbul Barosu Başkanlığı, Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı’nda gerçekleşen rehine operasyonunda şehit olan Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın ölümüyle ilgili açıklama yaptı.

Baro’dan yapılan açıklama şöyle              :

“Öncelikle Cumhuriyet savcımızı, meslektaşımızı yitirmemiz nedeniyle çok üzgün olduğumuzu belirtmek isteriz. Hukuk camiasının ve milletimizin başı sağolsun.

Bu bir terör eylemidir
.

Bir meslektaşımıza ve dolayısıyla hepimize yönelen bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz.

Bilinmesini isteriz ki, gerek İstanbul Barosu başkanı gerekse baromuz mensubu
avukat meslektaşlarımız bu süreçte müzakereler sırasında olayın kan dökülmeden
sona ermesi için olağanüstü bir çaba göstermişlerdir.

Ancak daha henüz meslektaşımızın acısını bile yaşamamıza izin verilmeden,
birtakım medya organlarında olayın sıcaklığı içinde olaydan avukatları,
onların adliyeye giriş biçimlerini sorumlu tutmaya yönelen haksız ithamları ve
kara propagandayı kabul etmek mümkün değildir.

Saldırganlar avukat değillerdir ve bu bir terör eylemidir.

Varlık nedeni hukukun üstünlüğünü, hak ve özgürlükleri korumak olan avukatların
bu müessif olaydan hareketle hedef haline getirilmesi, sorumlu tutulmaya çalışılması
kabul edilemez. Bu anlamda biz avukatlar her türlü teröre ve şiddete karşı olduğumuz gibi, meslektaşlarımızın, hukuk camiasının içinde ve yanındayız.

  • TCK 6. maddeye göre, avukatların da tıpkı hâkim ve savcılar gibi
    yargı görevi yapan kişiler olduğu unutulmamalıdır.

Bu anlamda avukatlar hukukun, adaletin ve adliyenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu gerçekler ışığında herkesin açıklamalarında çok dikkatli ve soğukkanlı olması,
eksik ve yanlış birtakım bilgilerle hukuk camiasının kenetlenmesine zarar verebilecek, bütün bir avukat camiasını rencide edebilecek haksız ve zamansız açıklamalarda bulunulmaması gerekir.

Hepimizi ilgilendiren adliyelerin güvenlik sorunu ortak bir akıl ve diyalog çerçevesinde ele alınmalıdır.

Şimdi birlik zamanıdır.”

==================================

Dostlar,

“Her türlü teröre ve şiddete
karşı olduğumuzu” 

biz de,

İstanbul Barosu Başkanı Sayın Doç. Dr. Ümit Kocasakal gibi,

bir kez daha en yüksek perdeden ve dev puntolarla haykırıyoruz.

Ancak saptamak ve altını çizmek zorundayız, çiziyoruz                 :

  • Ülkemizin içine sürüklendiği şiddet iklimini ilmek ilmek dokuyan, AKP iktidarıdır.

Tarihsel ve siyasal sorumluluk, başta Erdoğan olmak üzere bu kadronundur.

  • Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın gerçek katili, bu siyasal kadrolar ve
    baştan sona hatalı, dış güdümlü körü körüne teslimiyetçi politikalarıdır.

Şimdi                                    :

Bütün “şiddet” eken, şiddete bulanmış hatta

şiddet – nefret – kin’den başka hiçbir şey olmayan hatalı – iğrenç politikalarınızı


tümüyle gözden geçirin ve seçime giderken toplumsal gerilimi derhal,
hızla düşürün..

Başkaca hiçbir reçeteniz ve kurtuluşunuz yok!

Hemen, anlıyor musunuz??

Beylik demeçlerle değil, cenazede timsah gözyaşlarıyla da değil..

Aklınızı başınıza –artık– almazsanız, “bu kan” kesin ve mutlak olarak sizi de boğacaktır!
Tarihsel pratik bu öngörümüzün kanıtlarıyla doludur.

Derin kaygıyla.. çoğu da sizin adınıza – yerinize üstelik;
anlıyor musunuz ey sorumsuz ama giderek büyüyen ağır suça ortak AKP’liler ??!

Sevgi ve saygı ile.
01.04.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

ZORBA KADERİMİZE HÜKMEDİYOR!


ZORBA KADERİMİZE HÜKMEDİYOR!

CHP PM üyesi İzmir Milletvekili Dr. Aytun Çıray, Erdoğan’ı inanç simsarlığıyla suçluyor:

Partisine “Ak” dedirtmeye zorlayan bir inanç simsarı zorba, kaderimize hükmediyor.
Tek
 adam rejiminin son rötuşları yapılıyor. Dinimizin istismarına dayalı politikalar
son hızla ilerliyor.
 

Ne yazık ki içinden geçtiğimiz bu zorbalık ’64üzenine en büyük katkıyı başta “yetmez ama evet” kampanyacıları yaptı. Bir kısım aydınlar da kasıtlı olarak görmezden geldiler.

Haber görseli

CHP PM üyesi ve İzmir milletvekili Dr. Aytun Çıray, ülkenin içinde bulunduğu
zorbalık rejimine isyan ediyor.

“AKP 12 yılda milletin şuurunu Goebbels’e (Hitler’in Propaganda Bakanı) rahmet  okutacak bir propagandayla önemli ölçüde değiştirdi. Türkiye yıkılmış bir devlet görüntüsü veriyor” diyor. Çıray, içinden geçtiğimiz dehşet sürecini de şöyle değerlendiriyor:

“Partisine ‘AK’ dedirtmeye zorlayan bir inanç simsarı zorba kaderimize hükmediyor.
Ne yazık ki içinden geçtiğimiz bu zorbalık düzenine en büyük katkıyı başta ‘Yetmez ama evet’ kampanyacıları yaptı. AKP’nin izlediği bu siyasetlerle her türlü suçu işleyecek nitelikte gözü dönmüş kitleler yarattılar.”
 

– Fransa’da yaşanan terör olayının ülkemize yansımalarını değerlendirmeye geçmeden önce içinden geçtiğimiz süreçte nasıl bir Türkiye tablosu çizersiniz?

A. Ç. – Öncelikle ifade etmek isterim ki düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda tarihimizin en karanlık dönemini yaşıyoruz. Yaşadığımız nasıl bir Türkiye? Kavramların içi boşaltılarak kafası karıştırılmış bir Türkiye… AKP iktidarının 12 yıllık sürecinde her sabah şokla uyandırılmış, her gece şokla yatırılmış bir milletin kolektif şuurunun Goebbels’e rahmet okutacak bir propaganda ile önemli ölçüde değiştirildiği, reflekslerinin zayıflatıldığı bir Türkiye… Cumhurbaşkanı tarafından anayasası askıya alınmış, yargı bağımsızlığı dip yapmış, ülkenin büyük bir bölümünde bayrağı ve güvenlik gücü olmayan; yani bir terör örgütüne egemenlik devri yapmış bir Türkiye… Bu devlet krizinden öteye bir durumdur ve yıkılmış bir devlet görüntüsüdür. Devlet 2015’ten sonra yeniden kurulacaktır ama nasıl kurulacaktır? Bu açıdan 2015 seçimleri gerçekten tarihidir. Biz yetki istiyoruz.

Fransa’da yaşanan katliam birçok tartışmayı
gündeme getirdi. Başbakan Davutoğlu da terörü telin etmek için yapılan “Cumhuriyet” yürüyüşüne katıldı. Tüm dünya liderleri
bu cinayetleri sadece terör
olarak adlandırmak gerektiğini, “İslami terör” denmemesi gerektiğini söylediler. Bu bağlamda ülkemizde kutsal din değerleri ile özgürlükler arasında nasıl bir ilişki var?

A. Ç. – Doğru olan budur. Barış ve kardeşlik dini olan İslamı (AS: çoook ciddi soru işaretlerimiz var… Kuran’dsa bir yığın ayet tam da bunun tersini yazıyor!) terörle ilişkilendirmek gerçek Müslümanlara zulümdür. Ancak biz Müslümanlara düşen de dinimizi siyasetin çamurlu sahasına çekmek isteyenlere izin vermemektir. Aksi karanlıktır. Bugün ülkemiz böyle bir dönemden geçmektedir. Partisine “AK” dedirtmeye zorlayan bir inanç simsarı zorba, kaderimize hükmediyor. Tek adam rejiminin son rötuşları yapılıyor. Ne yazık ki içinden geçtiğimiz bu zorbalık düzenine en büyük katkıyı başta “yetmez ama evet” kampanyacıları yaptılar. Bir kısım aydınlar ise kasıtlı olarak görmezlikten geldiler. Bir zorbanın dinimizin kutsal değerlerini evrensel ve insani değerlerle ters düşüyormuş gibi takdim etmesinin yolunu açtılar.

– “Din istismarcılığına dayanan zorba bir rejim”e gittiğimizi neye dayanarak söylüyorsunuz?

A.Ç. – Erdoğan’
ın medya tarafından efsaneleştirilen Hamas-Müslüman kardeşler merkezli Mısır-Ortadoğu politikalarını hatırlayın. Dinimizin istismarına dayalı bu politikalar esasen anayasal düzenimizin kendisini dinle meşrulaştırmaya kalkışacak bir tek adam rejiminin
ön hazırlıklarıydı. Anti-semitist “One Minute” tiyatrosu bunun içindi. İçlerinde gerçekten samimi hayırsever dindarların da bulunduğu insanlarımızın Mavi Marmara’yla bile bile ölüme gönderilmesi bunun içindi. Başımıza açacağı muazzam felaketleri henüz idrak edemediğimiz kanlı Suriye politikalarındaki barbarca mezhepçilik bunun içindi. Bize maliyetinin belki de henüz binde birini bile hissetmediğimiz bu politikalar, Müslümanların özünü ve saflığını da zehirlemektedir. Bu zehirli zihniyet elbette ifade ve düşünce özgürlüğünü de hedef alacaktı;
aldı. Cumhuriyet gazetesinin özgürlüğü destekleme girişimine Başbakan’ın tepkisinin altında yatan bu zihniyettir. Ancak yazar çizer takımının bir kısmı bu zalimliği görmezden geliyorlar.

Türkiye’nin çıkış yolu laiklik

Bazıları, dindar insan laik olamaz, laik de dindar olamaz, diyor. Ne büyük cehalet,
“İslamla
laiklik bağdaşamaz”, diyen selefi anlayışı yanlıştır, kandır, gözyaşıdır,
bölünmedir, zorbalıktır.

– Peki bu sürecin devamını nasıl görüyorsunuz?

A.Ç. – “Anayasal tek adamlık” tesis etmeyi amaçlayan bir zorba
nın din istismarında çıtayı daha da yükseltmesi mukadderdir. Batılıların “çok kültürcülük politikaları” başarılı olamadı ve üstüne üstlük bir de ekonomik krizin ortaya çıkardığı işsizlik sorunları var. Bütün bunların bir sonucu olarak Müslümanlara karşı incitici bir kolektif bakışı yansıtan İslamofobi gelişmeye başladı. Zorba zihniyetin temsilcileri de bunu insanlarımızı yönlendirmek için bir fırsat olarak değerlendiriyorlar. Zorba, bu olguyu radikal bir İslamist anlayışını kamufle etmek için kullanıyor. Bu niyeti geç de olsa anlaşılmaya başlandı diye düşünüyorum.

Charlie Hebdo dergisine yapılan baskına karşı Sayın Başbakan ve
Sayın Cumhurbaşkanı’nın tepkilerini
nasıl değerlendiriyorsunuz?


A.Ç.
Erdoğan’ın ve gölge Başbakan’ı Charlie Hebdo katliamının kurbanları için düzenlenen büyük yürüyüşün aynasında artık Türkiye sınırları ötesinde hiçbir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını gördüler. Erdoğan, bu yüzden kibirli küstahlığıyla Batı’ya güya ders vermeye kalkıştı.

Ancak daha dehşet verici olan Başbakan’ın tavrıydı. Başbakan hem kulağı geçen boynuz olmak, hem seçimleri bir nefret ve kutuplaşma kampanyasına oturtacağı mesajını vermek için medeni evrenselliğin bir parçası olmayı seçen Cumhuriyet gazetesini hedef aldı.

  • Başbakan “Alçaklık ve İslam dinine hakaret” nitelemesiyle Cumhuriyet’i ve yazarlarını
    radikal teröristlerin açık hedefi haline getirmiş ve El Kaide lideri Eymen El Zevahiri’nin pozisyonuna düşmüştür.

Bu Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en korkunç fikir ve ifade özgürlüğü ihlali ve skandalıdır. Bunu başbakan adına utanç verici düşüklükte bir çıta sayıyorum. Burada bizi ciddi ciddi düşünmeye sevk etmesi gereken olgu, dini değerlerimizi bir propagandist oyuncu ustalığıyla kullanan saray zorbalarının her türlü suçu işleyecek gözü dönmüş kitleler yaratmış olmalarıdır. Bunlar hepimizin tüylerini ürpertecek şekilde Charlie Hebdo katliamcılarını şehit sayacak, onların şahadet namazlarını gıyaplarında kılacak fanatik cani adaylarıdır.

– Peki, çare nedir veya bu yaşananlardan nasıl bir ders çıkarılmalı?

A.Ç. – Çare; özellikle başı secde görmemişlerin küçümsediği laikliktir. Cumhuriyet laikliği, seküler bir anlayışa dayanır. Dini reddetmez. Tam aksine dinimizin gerçekten olduğu gibi anlaşılması ve öğrenilmesi için çaba gösterir. Nitekim Atatürk’ün talimatı ile Hanefi amele ve Maturidi itikada dayanan Kuran tercümesi ve tefsiri yapılmıştır.

Türkiye, kuruluş sürecinin ilk deneyimi olmasından kaynaklanan bazı hatalara rağmen laiklik ilkesini başarıyla uygulayan tek Müslüman ülkedir. Bunda imam Hanefi, imam Şafi ve imam Maturidi’nin akılcı ve Aleviliğin hoşgörülü çizgisi asıl rolü oynamışlardır. Çünkü bu mezheplerin temsilcileri yaşadıkları çağlarda “Din devletin emrine giremez” diyerek her türlü çıkar ilişkisini ellerinin tersiyle itmiş, daha o zamanlarda bir tür laik anlayışı ortaya koymuşlardır. Bireysel özgür iradenin vazgeçilmez olduğunu kitaplarında ortaya koymuşlardır. “Kâinatın yaratıcısı aklı da yaratmıştır.” demişlerdir.

Bazıları dindar insan laik olamaz, laik de dindar olamaz diyorlar. Ne büyük bir cehalet.
Hanefi-Maturidi ve Alevi Türk İslam geleneği varken “İslamla laiklik bağdaşmaz” diyen
Selefi anlayış yanlıştır. Kandır, gözyaşıdır, bölünmedir, zorbalıktır.

– Tartışmalar yapıldı, raporlar yazıldı ve sonunda AKP’li dört bakanın Yüce Divan’a gitmesi için gerekli oya ulaşılamadı. Yine de AKP’nin hiç küçümsenmeyecek bir sayıdaki milletvekilleri muhalefetle birlikte oykullandılar. Bunun siyasal sonuçları ne olabilir?

A. Ç.
– 17-25 Aralık sadece Cumhuriyet tarihimizin değil, bütün geçmişimizin en büyük yolsuzluk olayıdır. Bu niteliğiyle de yaşanmış belki de en büyük cürümdür. Çünkü bu cürme ilişkin kanıtlar devletin adeta bir suç üretme ve üretilen suçu örtme-kamufle etme mekanizmaları haline getirildiğini düşündürmektedir. Bilirsiniz; bazı seri katillerin işledikleri cinayetlerin sayısı ancak onlar yakalandıktan ve bir şekilde cesetlerin yerlerini göstermeye ikna edildikten sonra anlaşılır. Bizim de bir seri yolsuzlukla karşı karşıya olduğumuzdan endişeleniyorum.
Bugün kurtulduğunu zannedenler bizim iktidarımızda bağımsız yargının önüne çıkarıldıklarında gerçeği göreceğiz. Fakat bu konuda çok hayati bir sorunumuz var.


Sorun şu           : Biz, hukukun üstünlüğü konusunda her zaman problemleri olan bir ülkeydik. Ancak saray muktedirinin içine düştüğü çıkmazdan, ancak hukukun kurumlarını da yerle bir ederek kurtulabileceğini sanması bu problemlerimizi daha da derinleştirdi. Artık hukuk can çekişiyor. Yargıyı neden baskı altında tutuyor biliyor musunuz? Adı lekelenmesin diye değil, ölümüne kadar gücü kaybetmesin diye yapıyor. Bu sadece kendimiz için değil, inandığımız değerler adına da büyük bir tehdit.

Zorbayla Peygamberimizi aynı kefeye koyuyorlar

– Yani siz laik rejim kadar İslamı da tehdit altında görüyorsunuz?

A.Ç.
– Evet ve laik bir Müslüman olarak “Din elden gidiyor” diye korkuyorum. Samimi,
has, sahici dindarlarımız da “laiklik elden gidiyor” diye korkmalılar. Bakın Kemal Bey son grup konuşmasında din suiistimalinin ibret verici örneklerini sıraladı. Şirk dahil, neler yok ki bu suiistimaller arasında. Bir zorbayı peygamber efendimizle aynı statüye sokmaktan tutun da onun komplo, kumpas ve entrikalarına ilahi bir anlam yüklemeye kadar her şey.


– Sizce bu tarz bir “dindar-laik” ilişkisi mümkün
mü?


A.Ç
. – Ben düşünce ve ifade özgürlüğünün önemli boyutunu din ve inanç özgürlüğünün oluşturduğuna inanan bir insan olarak dindarlarla hukukun üstünlüğü ilkesinin hayata geçirildiği bir anayasal çerçevede buluşacağımızı düşünüyorum. 2015 seçimleri ülkemizin kuruluş ayarlarına geri döneceği bir seçim olacaktır. Mutlak bir hukukun üstünlüğü, hukuk altında yönetim ve kuvvetler ayrılığı rejimini hep birlikte yaşadıklarımızdan dersler çıkararak tesis edeceğiz.


– Sağlık Bakanlığı’nın önceki müsteşarlarından
ve bir hekim olarak AKP’nin sağlık sistemiyle devlet hastaneleri ve özel hastanelerde muayene ücretlerinin ne olduğunu anlatır mısınız?


A.Ç.
– Geçmişte devlet ve üniversite hastaneleri SGK kapsamı içindeydi.
Ödeme gücü olmayan vatandaşların ödemelerini de Yeşil Kart üzerinden devlet yapıyordu.


– Yeşil kart o zaman da vardı. Yani bu
AKP’nin getirdiği bir yenilik değil…


A.Ç
. – Tabii ki vardı. Benim Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olduğum dönemde Yeşil Kart uygulamaya girdi. Yeşil Kart vatandaşı kaymakam kapılarından kurtarmıştır. Sosyal devletin gereği de budur. Fakat AKP, Sağlıkta dönüşüm projesi adı altında bir performans sistemi getirdi. Yani sağlık personeli sağlıkla ilgili ne kadar iş yaparsa, ne kadar film, ne kadar tomografi çektirirse, ne kadar ameliyat, sezaryen yaparsa o kadar para alacak.

Bu hem çağdaş değildi hem de tıp etiği açısından dejenerasyona yol açacak bir sistemdi. Ameliyatlarda yüzde 140’lara varan artış oldu. Özel hastanelerde ameliyat oranı yüzde 500’ü geçti. Bütün bunlar bir araya gelince sağlık sisteminin finansmanı çöktü.

Sağlık sisteminde vatandaş dolandırılıyor

– Nasıl?

A.Ç.
– Vatandaş hem sağlık primi öder hem de vergi verirken katkı payı denilen bir uygulama ortaya attılar. Yani hastanelerde yapılan bütün işlemler için ek ücret alınacak. Oysa AKP’nin iddiası muayenehaneleri kapatarak vatandaşın cepten sağlık harcamalarını düşürmekti. Tam aksi gerçekleşti. AKP döneminde vatandaşın cepten sağlık harcamalarında olağanüstü bir artış oldu.

2002’de vatandaş cebinden 92 dolarlık sağlık harcaması yaparken bu rakam şimdi 151 dolara çıktı. Bu sosyal devlet ilkesine de aykırı. Bu bir zamanlar “paran yoksa öl” siyasetinin yeniden canlanmasıdır. Bu noktada vatandaş kaliteli sağlık hizmeti almaktan çok uzaktadır.

– Peki, bir reçete kaça mal oluyor?

A.Ç
. – Beş liralık bir diyabet ilacı almaya gidiyorsunuz. Bu katkı payları yüzünden bu size
30-35 liraya mal oluyor. Böyle saçma bir sistem olur mu? Vatandaş bunu vermemek için
sosyal hakkından feragat edip kendi cebinden ilaç parası ödüyor.


2002’de sağlık harcamaları 18 milyar liraydı. Bugün toplam sağlık harcaması 76 milyar liraya çıktı. Oysa AKP’nin iddiası sağlık harcamalarını düşürmekti. Kişi başına neredeyse bir milyar lira düşüyor. Bu paralarla kaliteli sağlık hizmeti vermek yerine vatandaş dolandırılıyor mu dolandırılmıyor mu?

– Haziran 2015’ten sonra özel hastanelerin SGK kapsamından çıkarılacağı dedikoduları var. Yoksa IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların bu konudabaskı ya da talepleri mi var?

A.Ç. – Bunu yapabilirler. Bakın, bunlar önce ihtiyaç fazlası özel poliklinik açılmasını
teşvik ettiler. Yurtdışından bunlara cihazlar ithal ettiler. Sonra bu polikliniklerin tekelleşmesine yol açacak genelgeler yayımladılar. O kadar çok poliklinik kapandı ki, Türkiye cihaz mezarlığına döndü. Bütün İngiltere’deki toplam tomografi sayısı İstanbul’dakine eşit.
Tomografi radyasyondur. Bizde o kadar çok gereksiz tomografi çekildi ki, birbirimize radyasyon yayar hale geldik. Gelecekte bu yüzden kanser riskinin çok yüksek olacağını söyleyebilirim.

IMF ve Dünya Bankası’nın özel hastanelerin SGK kapsamından çıkarılması için baskı yaptıkları doğru olabilir. Çünkü gereksiz sağlık harcamaları cari açığın önemli unsurlarından biri haline geldi. Batılılar ülkenizin borcunuzun geri ödeme kapasitesinin düşmemesine bakarlar.
Özel hastanelerin birçoğu yabancı bankalardan borçlanmış durumda.
Onlar kendi paralarını geri almanın hesabı içindeler. 

PORTRE 

DR. AYTUN ÇIRAY
 


İzmir, Bayındır, 1957
 doğumlu. 1988’de iç hastalıkları uzmanı oldu. 1989’da başhekimliğe, 1993’te Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı’na atandı. 1997’de
kendi isteğiyle
 müsteşarlıktan istifa etti. Bir süre sonra Başbakanlık danışmanlığına atandı. Ancak 2005’te istifa etti. PETKİM, ERDEMİR, İSDEMİR gibi kurumlarda
yönetim görevlerinde bulundu. Dünya Bankası’yla 2. Sağlık Projesi Anlaşması müzakerelerine başkanlık etti. Hüsamettin Cindoruk liderliğindeki DP’nin bir süre
genel başkan
 yardımcısı oldu. Daha sonra CHP’ye geçerek 2011 genel seçimlerinde
İzmir milletvekili seçildi. CHP PM üyesi.

========================================

Dostlar,

Bu gün Cumhuriyet’te Leyla Tavşanoğlu‘nun geleneksel pazar söyleşilerinden biri daha yayımlandı. Konuğu ise, sevgili meslektaşımız Dr. Aytun Çıray..

Sağlık sorunları da dahil, AKP’nin ve 12. CB – yarı başkan bay RTE’nin despotik gidişleri tartışılıyor.. Okunması gereken kapsamlı bir söyleşi.. Paylaşmak istiyoruz..

Geçmişte biz de Sayın Tavşanoğlu’nun Pazar Söyleşisi konuğu olmuştuk 2 kez :

  1. Sağlıkta Uganda Düzeni. Söyleşi, Leyla Tavşanoğlu ile, Cumhuriyet Gazetesi, 09.01.2000
  2. Hasta Müşteri Değildir. Söyleşi, Leyla Tavşanoğlu ile, Cumhuriyet Gazetesi, 18.04.2004

Sevgi ve saygı ile,
01.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TBB Paneli : “TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ve Son İhlaller..


TBB Paneli : “TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ve Son İhlaller..

Dostlar,

Ülkemizde gün geçmiyor ki, insan hakları en kaba ve kapsamlı – derinlemesine çiğnenmesin.. 10 Aralık günü başlayan İNSAN HAKLARI HAFTASI‘nda web sitemizde epey yazıya yer verdik. Hafta öncesinde 25 Kasım 2014 günü Ulusal Kanal’da
“halkımızın sağlık hakları” konusunu işledik (Püf Noktası, Gülgun Feyman,
programı YouTube’da yayımladık; http://youtu.be/dcq1it_Nz-4). 21 Aralık 2014 günü Alevi yurttaşların haklarını bir açık oturumda yine Ulusal Kanal’da 2 uzman ile birlikte paylaştık. AKP iktidarı, AİHM’nin zorunlu din derslerinin kaldırılması kararlarını (2. kez) görmezden gelerek temyize gidiyor.. Çocuklara zorla Sünni İslam öğretisi dayatılıyor!
(http://ahmetsaltik.net/2014/12/22/akp-alevi-haklarini-ve-aihm-kararlarini-neden-gormezden-geliyor/) 116. Sessiz Çığlık eyleminde Ankara’da net mesajlar verdik (http://youtu.be/zicxeKzYGLg)

Ancak AKP iktidarı dur durak bilmiyor..  17-25 Aralık Yolsuzluklar haftası içinde yeryüzünün belki de en büyük yolsuzluğu kapatıldı. Şüpheli 4 Bakan bir türlü
TBMM Komisyonundan Anayasa Mahkemesi’ne (Yüce Divan’a) yollan(a)mıyor.
AKP – RTE ve şüpheli Bakanlar da var güçleriyle Yüce Divan’dan kaçıyorlar.
Çıkıp yiğitçe, “veremeyeceğimiz hesap yok.. yargılanmak istiyoruz..” diyemiyorlar.
Başlı başına bu tablo, kamuoyunda aklanmalarını olanaksız kılıyor..

20 Aralık 2014 günü bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ üyesi öğretmenlere
Tandoğan Meydanı’nda uygulanan hukuksuz ve çok ağır polis şiddeti ülkemiz adına bizleri ve uluslararası kamuoyunu kaygılandıran bir başka olay olmuştur.

Son olarak dün (25.12.14) günü Konya’da tutuklanan 16 yaşındaki lise öğrencisi..
Cumhurbaşkanı’na hakaret (?!) suçlaması ile okulu basılarak sınıfından arkadaşlarının
gözü önünde alınıp götürülen ve jet hızıyla sorgulanıp yargıç kararı ile tutuklanıp
hapse konan çocuğun – gencin durumu.. Yasalar 18 yaşını bitirene dek herkesi kural olarak (evlenme gibi erginlik kazandıran durumlar dışında) “çocuk” kabul ediyor.. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi md. 1 de! Bu “sanık”, yasal deyimiyle “suça itilen çocuğun” ve okuldaki arkadaşlarının uğrayacağı ruhsal travmayı Konya’daki ilgili C. Savcısı ve güvenlik güçleri değerlendirmekten aciz midirler? Hiç çocuk psikolojisi bilmezler mi?
2 saat gecikmeden doğacak ne sakınca olabilirdi acaba bu “şüpheli yapılan çocuk”
anne-babası aracılığıyla Karakola / Savcılığa davet edilse idi, psikolog eşliğinde?
Bir hekim olarak yapılanların tıbben çok yanlış ve hukuk dışı olduğunu vurguluyoruz!

Yasal deyimi ile “Suça sürüklenen bu çocuk M.E.” kaçar mıydı, kanıtları mı karartırdı, başkaca suç mu işlerdi?? Hangi zorunluluk tutuklama gerektirmiştir?
“Kuvvetli suç şüphesi” gerekçesine dayanan mahkeme / Sulh ceza yargıçlığı kararı
hukuk dışıdır. Bu tutuklama için salt koşul ön koşuldur. Ek olarak kaçma / kanıtları karartma olasılığı – kuşkusu olmak zorundadır. Ayrıca eylemin karşılığı olarak öngörülen cezanın ağırlığının da (üst sınırının) tutuklama kararında dikkate alınması gereklidir.
Üst sınır 4 yıldır (TCK md. 299). Bunun 1/3’ü zaten “çocuk” olduğu için indirilecektir.

Yargıçlık görevi böylesine fütursuzca keyfi olarak kullanılamaz!
HSYK mutlaka gerekli yasal işlemi yapmalıdır.

“Tutuklama” kararı veren mahkeme / sulh ceza yargıcı, neden güvenlik önlemleri ile
tutuksuz yargılamayı seçmemiştir? Aynı soruları soralım :

16 yaşındaki Lise öğrencisi M.E. “suça itilen şüpheli çocuk” kaçar mıydı, kanıtları mı karartırdı, başkaca suç mu işlerdi?? Kamu düzenini tehdit mi ederdi tutuklanmasaydı?
Hangisi, hangisi? BM Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümleri Anayasa md. 90 / son fıkra uyarınca iç yasalardan (TCK md. 299) üstün hukuk normları değil midir?
Hatta bu yasal hükümlerin Anayasaya aykırılıkları bile öne sürülemiyor.

Çok ama çok vahim biçimde, temel kişi hak ve özgürlükleri bu olayda çiğnenmiştir.
Topluma, en barbar biçimde gözdağı verilmek istenmektedir. Tandoğan’da sayıları yüzü aşan öğretmenimiz yerlerde sürüklenerek, kış ortasında basınçlı soğuk suyla ıslatılarak, yüzlerine bolca biber gazı püskürtülerek yaka paça gözaltına alınması da gözdağı amaçlıdır. İktidar terörüdür..

Olayda yer alan savcı da, polis de, yargıç da bize göre görevlerini kötüye kullanmış, hukukun buyurucu nesnelliği yerine iktidara siyasal yaranma dürtüsüyle davranmışlardır. Ağır suç işlemişlerdir.

Yargıç ve savcının bu hukuk dışı ve yasa tanımaz eylemlerinin ivedilikle HSYK tarafından soruşturulması gerekmektedir. Polisin de yasal – idari soruşturulması / kovuşturulması gereklidir..

Önce “şüpheli”, ardından jet hızıyla “sanık ve tutuklu” yapılan gerçekte “suça itilen çocuk” 16 yaşındaki Konya’lı M.E. derhal serbest bırakılmalı ve yargılanacaksa bile
mutlaka tutuksuz yargılanmalıdır.

Başka türlü kamuoyunun adalet duygusunu tatmin etme ve yerle bir edilen hukuka güven duygusunu onarma olanağı yoktur.

*****

2. Abdülhamit 1876-1909 arasında saltanat sürmüş bir despottu. 1876 Anayasası ile getirilen Meşrutiyet’i, 2 yıl sonra Osmanlı – Rus savaşı gerekçesiyle askıya alan
Osmanlı Padişahı (Kızıl Sultan!), ancak İttihat Terakki‘nin silah zoruyla 30 yıl sonra 1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda bırakılmıştır. Kısa süre sonra da tahttan  indirilmiştir.

Benzer sonuçları şimdiki AKP iktidarı da yaşayacaktır;
sağduyulu halkımız 2015 seçimlerinde gereğini mutlaka yapacaktır.
Kadim Türkiye Cumhuriyeti 3-5 AKP’li tarafından teslim alınamaz!
Bu harami – bezirgan dönemi parantezi de mutlaka kapatılacak ve
ülkemiz tarihteki onurlu yoluna yüce Atatürk’ün ışıklı çizgisinde devam edecektir..

Bu gerekçelerle, TBB’nin (Türkiye Barolar Birliği) 2 hafta önce düzenlediği

“TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

panelinin özet notlarını da özellikle paylaşmak istedik..

Özenle okunması dileğiyle..

Türkiye artık apaçık AKP – RTE’nin İslami Faşist diktatörlüğü altındadır ve
uluslararası kamuoyu katında özellikle Bay RTE alay konusudur,
ağır biçimde aşağılanmaktadır.

Bu tablo, her şeye karşın ulusal onurumuzu zedelemektedir.
AKP – RTE’nin sağduyuları kalmamış gibidir.
Bir öfke seli ve suçluluk kompleksi içinde içinde gözleri kararmıştır ve sürekli,
giderek ağırlaşan hatalar yapmaktadırlar..

Bu gidişin sonu “hayırlı” değildir.
Bu siteden hep ama hep, büyük sabırla yaptığımız gibi
AKP – RTE’yi sağduyuya ve hukuk içine bir kez daha çağırıyoruz..

Değeri anlaşılsın; AKP – RTE’ye büyük bir katkıdır ülkemizin bunca sabrı.

Sevgi ve saygıyla.
26.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Tüm yazıya pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız:
Konya’da_tutuklanan_16_yasindaki_cocuk_sorunu..

===============================================

Türkiye Barolar Birliği’nce
İNSAN HAKLARI GÜNÜ ETKİNLİKLERİ KAPSAMINDA

“TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

BAŞLIKLI PANEL GERÇEKLEŞTİRİLDİ

10 Aralık İnsan Hakları Günü etkinlikleri kapsamında düzenlenen
“Türkiye’de İfade Özgürlüğü” başlıklı panel, 13 Aralık 2014 tarihinde Türkiye
Barolar Birliği’nde gerçekleştirildi.

Panelin açış konuşmalarını Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Koordinatör Üyesi Av. İzzet Varan ile Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Başkanı
Av. Serhan Özbek yaptı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 58 yıl önce (AS: 66 yıl önce 10 Aralık 1948) kabul edilen, insanların doğuştan ve eşit bir biçimde sahip oldukları hakları belirleyen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktası olduğunu söyleyerek sözlerine başlayan Av. İzzet Varan şöyle konuştu:

10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile adıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilen bu beyanname, ülkemiz tarafından 6 Nisan 1949’da imzalanarak onaylanmıştır. Atılan bu imza ile insan haklarının güvence altına alınması, geliştirilmesi, bu konuda ülkemizde ki her bireyin bilgilendirilmesi ve
insan hakları bilincinin yaygınlaştırılması açısından verilmiş bir taahhüttür.
Bu taahhüt nedeniyle 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü’nü ülkemizde de kutlamaktayız.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza atarak, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olduğunu ülke olarak kabul etmiş ve herkesin, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal
ya da başka bir görüş, tabiiyet ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin Beyannamedeki tüm hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanacağını kabul ettik.

Küreselleşen dünyada, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi sözleşme tarafı ülkelerin bir iç sorunu olmaktan çıkmış, tüm insanlığın ortak bir sorunu haline gelmiştir. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusundaki sorumluluk öncelikle devletlere ait olmakla birlikte, bu görev medyadan, sivil toplum örgütlerine kadar
tüm kuruluş ve bireylerin de işbirliğini gerektirmektedir.

İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin her ülkenin kabul etmesi ve uygulaması gereken evrensel değerler olduğu halde, bu gerçek ülkemizde de maalesef
tam anlamıyla içselleştirilmemiştir. Dünya ülkelerinin yıllar süren deneyimlerinden
insan hakları ile ilgili ciddi sorunları olan ülkelerin, ekonomik ve sosyal sorunlarının da buna paralel olarak doğru çözüme kavuşturulamadığıdır. Bir ülkede halen insan hakları ihlalleri yaşanıyorsa o ülkenin ekonomisi, siyasal yapısı sancılı ve demokrasisi ile hukukun üstünlüğü kavramları da tartışılır noktadır.

2014 yılında; kadın erkek eşitliğini bir fıtrat meselesi olarak gören, gebe kadının caddede yürümesini ayıplayan, eğitim kurumlarında daha çocuk yaştaki bu ülkenin gelecekteki kuşaklarını cinsel tema üzerinde ayrıştıran ve ayırmaya çalışan, çocuk yaştaki gelinleri
örf ve adet olarak benimseyen, yıl içinde iki yüzün üzerindeki kadın cinayetlerini önleyemeyen, artık ilkokulların önüne inen uyuşturucu trafiğini engelleyemeyen
bir anlayışın egemen olduğu Türkiye’de yaşıyoruz. Kadınların ve çocukların
yaşam haklarını ve özgürlüklerini hiçe saydık.

2014 yılında; vatandaşımızı bir torba kömüre oy versin diye aşağıladık,
vahşi kapitalizmin sömürü mekanizması daha iyi çalışsın diye yüzlerce madencimizi toprağa verdik. Soma’da, Ermenek’te, Zonguldak’ta ve diğer küçük ölçekli maden ocaklarında emeği ve yaşam hakkını hiçe saydık.

Yargıya yapılan müdahaleler ile adil yargılanma, bağımsız yargıç güvencesini
hiçe saydık. Bunlar yalnızca pencereden bakarken gördüklerimiz, ya da görmediklerimiz.

İnsan hakları savunucularını, kamu güvenliğini tehdit eden bir öge olarak gören anlayış hiçbir zaman demokrat olamaz. Asıl demokratlık, insanlara onurlu bir yaşamın
tüm koşullarını sağlanması toplumsal barış için bir güvencedir.

İçimiz buruk olsa da, insan hak ve özgürlüklerinin herkes için yaşama geçirildiği
bir dünya yaratılması umuduyla Dünya İnsan Hakları Günü’nü kutlarız.

Daha sonra kürsüye gelen Av. Serhan Özbek ise şunları söyledi:

İnsan haklarının tanınması, yaygınlık kazanması ve korunması için önemli bir kaynak oluşturduğu bilinen “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”, BM Genel Kurulu tarafından
– 66 yıl önce – 10 Aralık 1948 günü kabul edilmişti.

İnsan Hakları Günü olarak kutlanan bu günde, TBB İHM olarak, gündemde yer alan
ya da yer alması olası konularda bilimsel etkinlikler düzenlemeye özen gösteriyoruz.

Bu yıl toplantımızın konusu, Türkiye’de güncelliğini hiç yitirmeyen (son birkaç günkü operasyon haberleri ile yakıcılığı açığa çıkan) “İfade Özgürlüğü” konusu olarak belirlenmiştir. Düşünce özgürlüğünün bir görünümünü oluşturan ifade özgürlüğü;

– düşünce / görüş sahibi olma,
– düşünceye/bilgiye ulaşma,
– düşünceyi/bilgiyi açıklama/yayma özgürlüklerini içermektedir.

Bireyin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkının güvencesi olan bu özgürlük
aynı zamanda toplumun demokratikleşmesinde de temel bir rol oynamaktadır.

Alman Anayasa Mahkemesi ifade özgürlüğünün önemini şöyle vurgulamaktadır:

“İnsan kişiliğinin toplum içindeki en doğrudan ifade biçimi olan düşünceyi açıklama özgürlüğü, insan haklarının en önde gelenlerinden biridir.”

Bu özellik, ona başlı başına bir ağırlık kazandırır. Alman Anayasası’nın 5. maddesiyle güvence altına alınan, düşünceyi (söz, yazı ve resimle) serbestçe açıklama ve yayma, basın, radyo – TV ve film özgürlükleri, özgürlükçü demokratik bir devlet düzeni için doğrudan kurucu bir niteliğe sahiptir. Çünkü düşünceyi serbestçe açıklama özgürlüğü, kendi yaşamsal ögesini oluşturan sürekli zihnî hesaplaşma ile düşüncelerin mücadelesini sağlar. Bu anlamda her özgürlüğün de temelidir.

AİHS’nin girişinde sözü edilen insan haklarına saygılı gerçek siyasal demokrasilerde
ifade özgürlüğü, yalnızca bu madde kapsamında değil, koruma altına alınan

– “Özel Hayatın ve Haberleşmenin Korunması (m. 8)”,
– “Vicdan ve Din Özgürlüğü (m. 9)”,
– “Örgütlenme ve Toplantı Özgürlüğü (m. 11)”

gibi haklar açısından da etkili bir role sahip bulunmaktadır. Bu bağlamda AİHS, ifade edilen bilgi ya da düşünceyi, içerik yönünden (sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik vd.) olduğu gibi ifade yolu /yöntemi /aracı yönünden de korumaktadır. Böylelikle ifadenin kamuoyuna ulaşmasında kullanılan yöntem sözlü, yazılı, görsel ya da eylemsel olabileceği gibi, bunun için radyo, yazılı ve görsel basın, elektronik bilgi sistemleri, sanat eserleri gösteri, toplantı gibi araçlar da kullanılabilmektedir.

İfade özgürlüğünün her biri ayrı değerlendirme ve tartışma konusu olabilecek
bu başlıklarından güncellikleri ve özellikleri nedeniyle “Siyasi Eleştiri Özgürlüğü”, “İnternette İfade Özgürlüğü”, “Üniversitede İfade Özgürlüğü” bu yıl gerçekleştireceğimiz etkinliğin alt başlıkları olarak düşünülmüştür.

İnsan hakları kavramının gelişiminde, toplum kavrayışının, devlet odaklı toplum anlayışından, bireye ve doğal haklarına odaklı toplum kavrayışına dönüşmesinin
önemi bilinmektedir. Devam eden gelişmelere, bilimde ve teknolojide atılan dev adımlara karşın insanlığın refah ve barış özlemleri ne yazık ki yüzyılımızda da gerçekleşmiş değildir. Ancak her şeye karşın, özellikle son 50- 60 yıl içinde insan haklarının bir yandan yaygınlık kazanırken, yeni kuşak haklarla zenginleşmesi ve insan haklarının korunmasına ilişkin mekanizmaların oluşturulması kuşkusuz, insanlık adına önemli kazanımlar olmuştur. Bu evrimleşme süreci halen devam ediyor.

Günümüz Türkiye’si açısından ise, insan haklarının günümüzdeki modern yansımaları olan yeni kuşak haklar bir yana, 1. kuşakta yer alan en temel insan haklarına ilişkin kazanımların, karşı karşıya bulunduğu tehlikeler üzüntü vericidir.

“Özgürlüğün tarihinin devlet gücünün sınırlandırılmasının tarihi olduğu” söylenmiştir (Woodrow Wilson). Ancak günümüz Türkiye’sinde, devlet gücünün ve siyasal iktidarın sınırlandırılmasının en etkili aracı olan anayasal ilkeler bir kenara bırakılmıştır.

Bir hukuk devletinin amacı, yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini korku ve endişeden uzak bir şekilde kullanabilmeleri için, keyfilik riskinin en aza indirgendiği “hukuk güvenliği”ni sağlamaktır. Bu ilke, hukuk normlarının öngörülebilir olması kadar, devletin yasama faaliyetlerinde yurttaşlardaki güven duygusunu zedeleyici yol ve yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılmaktadır. Günümüzde yaşanan olaylar karşısında bu ilke ve kavramlardan bahsedebilmek olanağı kalmış mıdır?

Günümüzde tüm konularda olduğu gibi, hak ve özgürlükleri ilgilendiren konularda da, çoğulcu demokrasinin saydamlık ve katılımcılık kurallarından yoksun olarak “torba”
ya da “münferit” yasal düzenlemelere gidilmektedir. Bu düzenlemeler içerik yönünden olduğu kadar yöntem olarak da hukuk güvenliği ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırıdır. HSYK Yasası’nda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptali öngörülmesine karşın, salt geriye yürümezlik “avantajından” yararlanmak amacıyla yapılan
yasal düzenlemeler ve buna bağlı gerçekleştirilen idari tasarruflar da
bu anayasal ilkelere aykırıdır.

Tüm bu süreçlerin kaynağında kamusal değil, konjonktürel siyasal ihtiyaçların
ya da “güvenlik” kaygılarının yer aldığını olaylar doğrulamaktadır:

Özgürlüklerle doğrudan ilgili koruma önlemlerine (arama, el koyma, gözaltı, tutuklama gibi) soruşturma evresinde karar veren sulh ceza mahkemelerinin konjonktürel nedenlerle kaldırılmasının ardından, bu yetkilerin takipsizlik kararına itirazları karara bağlamak gibi kritik yetkilerle birlikte, yeni konjonktürde yapısı değişen HSYK tarafından atanan
sulh ceza hâkimliklerine verilmesi de birçok yönden haklı olarak eleştirilmiştir:
Kaldırılan ÖYM yetkilerinin ikame ediliyor olması; alt yapısı hazırlanmış keyfi kararlara kapı aralanması ve doğal yargıç ilkesine aykırılık bu eleştirilerden yalnızca birkaçıdır. Atanan yargıçların basına yansıyan özellikleri, öznel ve nesnel yansızlık ilkesi açısından güvensizlik kaynağıdır.

Bir köşe yazarı, birbiri ardına gelen 2 torba yasada, kimi koruma tedbirleri (dinleme, arama) konusundaki yasal düzenlemelerin “konjonktüre göre” birbiri ile çelişmeleri konusunda; “15 Şubat Yasası’nın gerekçesiyle, 14 Ekim Teklifinin gerekçesini hangi hukukçu, nefesi daralmadan yan yana koyarak okuyabilir?!” diye sormaktadır.

Yaşanan birçok olayda kamu görevlileri tarafından işlenen suçlar yaptırımsız kalırken yalnızca hak ve özgürlüklerini kullandıkları için insanlar haksız yaptırımlara uğramaktadırlar. Günümüz Türkiye’sinde “devletin tarafsızlığı” ilkesi bağlamında, ayrım gözetmeksizin tüm yurttaşların hukuk önünde eşit olduğu savunulabilir mi?

Örneğin hukuk devletinde hiç kimseye ayrıcalık tanınamayacağı için, yaşananlar karşısında artık, adaletin, – iktidar gücünü kullananlar dâhil olmak üzere – suç işlediğine dair kuşku bulunan herkese dokunabileceğini varsayabilir miyiz?

Yine – yaşanan trajik örnekler karşısında – siyasi, ideolojik ve ayrımcı nedenlerle haksız olarak kimseye dokunulmayacağına emin olabilir miyiz?
Ya da adaletin “dokunduklarının” keyfiliklere kurban gitmediklerini ya da bundan böyle gitmeyeceklerini savunabilir miyiz?

Özellikle devleti ilgilendiren ayrımcılık yasağı “dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep, ulusal veya sosyal köken farklılıklarını” kapsamaktadır. Hak ve özgürlüklerden, kamu hizmetinden ve kamuya arz edilen mallardan yararlanmayı, işe alınmayı, ekonomik etkinlikte bulunmayı vb. kapsamaktadır. AİHS tarafından düzenlenen yasak, bireyler açısından iç hukukumuzda “Nefret Suçu” olarak da düzenlenmiştir.

Eğitimde, anaokullarından üniversitelere kurgulanan ve yapılan düzenlemelerde sayılan ayrımcılık nedenlerinin etkili olmadığı düşünülebilir mi?

İşe alımlardan iş teminlerine, kamu mallarının satışından ihalelere uzanan siyasi ve ideolojik kayırmacılık ve yolsuzluk olgusu adeta bir “siyasi hak” olarak görülmeye başlanmışken, çıkar eşitliğinden söz edilebilir mi?

Devletin en üst katlarının söylemine yerleşen ayrımcı üslubun,
nefret uyandırmaya yönelik olmadığı savunulabilir mi?

Hukuk devletini, otoriter rejimlerden ayıran en temel özelliklerinden birisi,
hak ve özgürlüklere ilişkin uygulamasının etkili olarak denetleniyor olmasıdır.
Günümüzde hak ve özgürlüklere bağlılıktan ve bu bağlılığın yargısal, yönetsel,
sivil denetiminden söz edebilmek olanağı var mıdır?

Türkiye için insan haklarına ilişkin olarak, bu sorunlar ve sorular dizisinin çok uzatılması olanaklı olsa da konuşma çerçevemiz buna izin vermemektedir

Sonuç olarak    : Çoğunluk dayatması ile birbiri ardına gelen yargı paketleri ve
yasal düzenlemelere karşın, Türkiye’de insan haklarında gözlenen yaygın ve yoğun ihlâllerinin ortaya koyduğu gerileme, bağımsız ulusal ve uluslararası raporlarca da doğrulanmaktadır. Hukuksal güvenceden yoksun olan bir ülkede toplumsal, ekonomik
ve siyasal yönetimin de sürdürülebilir olamayacağı açıktır.

Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı da bir değerlendirmesinde;

  • “Hukuk güvenliğine olan talebin her zamankinden daha fazla seslendiriliyor olmasının, yaşanan hukuk güvenliği krizine işaret ettiğini… yasama, yürütme ve yargı organlarının bu gerçeği göremezlikten gelmesinin düşünülemeyeceğini..” dile getirmiştir.

Açış konuşmalarının ardından Av. Prof. Dr. Rona Aybay başkanlığındaki oturumda; “Siyasi Eleştiri Özgürlüğü” konusunda Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Oktay Uygun, “İnternette İfade Özgürlüğü” konusunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak,
“Üniversitede İfade Özgürlüğü” konusunda Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Tolga Şirin sunuş yaptılar.

Panelin ardından her yıl İnsan Hakları Günü nedeniyle Karikatür Vakfı işbirliğiyle hazırlanan karikatür sergisinin açılışı yapıldı.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun Adli Yıl Açılış Konuşması – 2014


Dostlar
,

TBB (Türkiye Barolar Birliği) Başkanı Sn. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu‘nun bu gün,
01 Eylül 2014 günü Yargıtay’da yaptığı nefis konuşmanın tam metni aşağıda..

Metin tek sözcükle “mükemmel” dir.

Son derece ılımlı, dengeli, kararlı ve cesurdur.

Günceldir, yüreklidir, umut verici ve yol göstericidir.

Dileriz arif olan herkes anlasın ve kendisine yollanan iletiyi alsın; gereğini de yapsın..
Konuşan kişi aynı zamanda yetkin bir ceza hukuku profesörüdür.
Sözlerine dikkatle kulak vermekte büyük yarar vardır.

12. CB / Yarı Başkan seçilen RTE ve ataması Başbakan Davutoğlu
bu törende yoklar..

Tanımlanması olanaksız ölçüde ayıp ve utandırıcı.
Bu ayıp ve utancı herhalde başka kimse üstlenemezdi..

Bir açıdan yokluklarıyla toplantıyı önemsizleştiriyorlar sözde..
Öte yandan da bu toplantılarda artık “olamıyorlar..”

RTE ve gölgesi, bir anlamda rest çekerek, gözdağı vererek TBB Başkanı’nın
(gerçekte Prof. Metin Feyzioğlu’nun) orada konuşmasını engelleyebileceklerini sandılar..

Yargıtay Başkanlar Kurulu resti gördü, “TBB Başkanının konuşması düşünce özgürlüğü açısından gereklidir..” dedi ve ..”savunma ayağı olmadan yargı olamayacağını..” vurguladı.. Oy çokluğuyla da olsa karar bu ve alkışlıyoruz
bu yargıçları. Ülkenin 2 tepe yöneticisi de demokrasiyi içlerine sindirmiş olsalardı salona gelir dinler, tahammül gösterirlerdi.. En kötüsünden, eğer sataşma varsa,
yanıt hakkı kullanırlardı.. (Teamüllerde yeri olmasa da..)
Bu dakikadan sonra, bu 2 tepe yöneticinin “demokrat” olduklarından asla söz edilemez..

RTE bu yüksek yargıçlara (Yargıtay Daire Başkanları Kurulu’na) “bir avuç haşhaşi” diyerek aslında iç dünyasını da, bulunduğu yeri de apaçık belli etti..
Bu tablodan büyük acı ve T.C. adına derin kaygı duyuyoruz.
Bu davranışın ayrıca açık hakaret olduğuna ve cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz.
12. CB / Yarıbaşkan RTE, Yargıtay Daire Başkanları Kurulu üyelerinin,

  • iddia sahibi olarak “bir avuç haşhaşi” olduklarını kanıtlamak zorundadır.

Bir Devlet Başkanının, ülkesinin yüksek yargı organının seçilmiş daire başkanı yüksek yargıçlarına genelleme ya da ayrım yaparak (Feyzioğlu’nun konuşması için olumlu
oy verenleri kastederek) “bir avuç haşhaşi” biçiminde son derece ağır bir suçlamada bulunması sanırız dünya insanlık tarihinde ilk kez görülmektedir.
Ülkemiz adına utandırıcıdır ve sanırız unutulmayacaktır, unutulmamalıdır.

  • Yargıtay kurumsal olarak davacı olmalı ve hukuk önünde hesap sorulmalıdır.

Ancak T.C. bunları da aşacak ve AYDINLANMASINI Büyük Atatürk’ün çizdiği yolda sürdürecektir. 90 yıllık Cumhuriyet birikimi buna kesinkes kadirdir.

Küçük bir dip notu                   :

Salonda en yüksek protokol Anamuhalefet Partisi Başkanına aittir. Sn. Feyzioğlu’nun bunu bilmemesi olanaksızdır. Yine de ilk seslenişinde 1. sırada Yargıtay başkanını anması hatalıdır. Sonraki seslenişlerinde Anamuhalefet Partisi Başkanını sıradanlaştırarak ya anmamış ya da Yargıtay Başkanına seslenişini sürdürmüştür.
Bu tavır Sn. Feyzioğlu’na yakışmamış ve görkemli konuşmanın içeriğine de
bu bağlamda ters düşmüştür (haydi gölge düşürmüştür demeyelim..)
Hele 12.CB – Yarıbaşkan RTE ve Başbakan Davutoğlu salonda yokken Anamuhalefet Partisi Başkanının orada varlığı daha da anlamlı ve kendisine açık destek iken..

Sevgi ve saygıyla.
1.9.2014, Denizli

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

===============================================

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun 
adli yıl açılış töreni konuşmasının metni : 1.9.2014

portresi

Sayın Yargıtay Başkanı,

Ana muhalefet partisinin Sayın Genel Başkanı,

Yurttaşlarımıza, “Ankara’da hâkimler var” dedirten yüksek yargı organlarının
sayın başkan ve üyeleri,

Her yurttaşın güvenli limanı olması gereken adliyelerimizin sayın hâkim ve savcıları,
Tarih boyunca özgürlükler mücadelesinin lokomotifi olmuş gurur duyduğum
avukat meslektaşlarım,
Sayın basın mensupları,
Sayın misafirler,
Hanımefendiler, beyefendiler;

Hepinizi, Türkiye Barolar Birliği’nin yönetim, disiplin ve denetim kurulları, 79 baromuz ve 84 bin hak savaşçısı avukat adına saygıyla selamlıyorum.

30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutluyor, bağımsızlığımızı, Cumhuriyetimizi ve Cumhuriyetin temsil ettiği çağdaş değerlerimizi borçlu olduğumuz Büyük Atatürk’ü, silah (AS:ve dava) arkadaşlarını, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm devlet adamlarını ve şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.

Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü.

Bölgemiz kan gölüne dönmüş durumda.

Mezhep savaşları almış başını gitmişken, mezhebi, dini ya da ırkı gerekçe gösterilerek insanlar katledilir, ırzına geçilir, köle yapılır, açlığa, susuzluğa, kavurucu sıcağa dünyanın gözü önünde terk edilirken, barıştan söz etmek ne kadar zor.

Yine de umudumuzu yitirmeyecek, barış için mücadeleye devam edeceğiz.
Bu noktada, önce sınırlarımızın hemen ötesine bakıp, başta mezhepçiliği reddeden, özgürlükçü laiklik ve eşit yurttaşlık olmak üzere sahip olduğumuz Cumhuriyet değerlerinin kıymetini bileceğiz.

Ardından çok özlediğimiz toplumsal barışa ulaşmak için konuşacağız, tartışacağız.

Ortak geçmişimizin ve geleceği birlikte yaşama ülkümüzün altını çizecek, ayrışmak yerine birbirimizi nasıl tamamladığımızı ortaya koyacağız. Bütün bunları, yargının güven altına aldığı temel haklarımızı kullanarak yapacağız. Bugün burada, bu çatı altında buluştuğumuz veya buluşamadığımız herkesle, aynı şanlı bayrağın altında, aynı vatan topraklarında birlikte yaşıyoruz. O yüzden, birbirimizi dinleyeceğiz, birbirimizden öğreneceğiz. Önerilerden ve eleştirilerden yararlanıp, ülkemiz adına el ele
daha güzel işler yapacağız.

Değerli Dinleyenler;

Adalet, mülkün yani ülkenin temelidir.

Demek ki yargının kurucu unsuru olan avukatlar, hâkimler ve savcılar bu ülkenin temel taşları arasındadır.

Adalet ülkenin temeli olduğuna göre; yargı camiasını, avukatları, hâkimleri, savcıları düşman ilan etmek, yargıyı itibarsızlaştırmak, devleti temellerinden sarsmaktır.
Bu güzel ülkenin kahraman, fedakâr, asil, namuslu, vicdanlı avukatları, hâkimleri, savcıları; Düşmanımız kin ve keyfiliktir bizim.

Biz ise kin tutmayız, keyfilik yapmayız.

Biz biliriz ki ilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder.
Oysa ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
Sanat olmazsa, hepimiz tek renge, tek sese mahkûm oluruz.
Aydınlık bir gelecek ancak bilimle, fenle ve sanatla mümkündür.
Adalet ise bütün bunların, öyleyse geleceğimizin güvencesidir.
Yargıya, dolayısıyla adalete, dolayısıyla ülkenin temellerine ve geleceğine yönelmiş
açık ve yakın en büyük tehlike “keyfilik”tir.

“Devlet benim” keyfiliğidir.

“Ben ne dersem o olur” keyfiliğidir.

“Sadece benim istediğimi düşünebilirsin, söyleyebilirsin, yazabilirsin” keyfiliğidir.

“Benim istediğim gibi karar vermez, benim işime geldiği gibi düşünmez,
benim dediğimi yapmazsan seni hain ilan ederim, hedef gösteririm” keyfiliğidir.

“Benim adamımsan idarenin her düzeyinde işin istediğin gibi yürür,
benden değilsen insanca yaşama hakkın dahi yoktur”
keyfiliğidir.

“Anayasa’yı tanımam, kanunu hiç tanımam” keyfiliğidir.

“Yasama da, yürütme de, yargı da benim olsun, benim değilse hain olsun” keyfiliğidir.

Çağdaş dünyada sınavsız avukatlık neredeyse kalmamışken, hukuk devleti açısından zorunlu olan avukatlık sınavını, Anayasa Mahkemesi’nin abide kararına rağmen
yeniden düzenlememe keyfiliğidir.

Avukatların yargının kurucu unsuru olduğunu bir türlü içe sindirememe keyfiliğidir.

Avukatı dışlamak yoluyla avukatın savunduğu yurttaşı sistem dışına çıkarma keyfiliğidir.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” demek yerine, vatandaşı devlete hizmetkâr yapma keyfiliğidir.

Her yapılan eleştiri ve öneriye “geçmişte de böyle değil miydi” diye cevap verip, vatandaşa daha iyiyi, daha güzeli çok görme keyfiliğidir.

Bu keyfiliklere karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumları dik duracaktır.
Yüksek yargısından ilk derece yargısına kadar, buralarda görev yapan binlerce vicdanlı ve namuslu avukat, hâkim ve savcı dik duracaktır. Binlerce cesur avukat, hâkim ve savcı, hukuk dışı her müdahaleye “hayır” diyecektir. Hayatlarını hukukun üstünlüğüne adamış binlerce avukat, hâkim ve savcı, bu güzel ülkenin her köşesinde, insanlarımıza “eşit yurttaş” olmanın mutluluğunu yaşatacaktır.

Binlerce meslektaşımız; Soma’daki ve yurdun dört bir yanındaki iş cinayetleriyle,

Gezi’de öldürülenler, gözlerini yitirenlerle,
baskıya uğrayan gazetecilerle,
istismar edilen, katledilen çocuk ve kadınlarla,
TEOG Sınavı’nın mağdur ettiği gençlerimizle,
yok edilen çevreyle ilgili davalarda ve yurttaşlarımızın açtığı ya da yargılandığı yüzbinlerce davada dik duracaklar, adalet dağıtacaklar.

Bizler, el ele vereceğiz; hep birlikte, insanlara güven veren, adalet dağıttığına inanılan bir sistemi inşa edeceğiz. Hâkim bağımsızlığını ve tarafsızlığını, savcı teminatını, avukatların mesleklerini Adalet Bakanlığı baskısı olmaksızın icra edebilmelerini sağlayacağız. Yargının kurucu unsurlarının birlikte çalışmalarını sağlayarak,
adil yargılama yapmalarını, böylece gerçeği gerçek olmayandan, suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksızdan ayırt etmelerini mümkün kılacağız.

Yargının kendi içindeki keyfiliklerin hesabını, yargı bağımsızlığı ilkeleri çerçevesinde verebilir hale gelmesini temin edecek bir düzeni kuracağız. Kişilere göre şekillenmeyen, çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına çözüm üreten bir yargı sisteminin zorunlu olduğunu
tüm topluma ve siyasi partilere anlatacağız. İşte bunu başardığımız gün, yargı mensuplarının ve kamu görevlilerinin cesaretine bel bağlayan bir toplum olmaktan çıkıp, her bireyin sisteme güvendiği, sistem içindeki kişilerin ne yapacağını bildiği ve böylece hukuki güvenliğe sahip olduğu çağdaş, demokratik bir toplum olacağız. İşte o gün, Cumhuriyet’in kuruluş idealini el birliğiyle gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşayacağız.

Sayın Başkan,
Sayın meslektaşlarım, hanımefendiler, beyefendiler;

Bugün, savunma hala baskı altındadır.
Avukatlar, mesleksel faaliyetleri nedeniyle soruşturulmakta ve kovuşturulmaktadır.
Avukatın görevi, insanların haklarını, onların kullanımına sunmaktır. Şu halde avukat, toplum içinde yaşayan insanı birey yapan meslek mensubudur. Avukatın hak ve yetkilerine veya avukatın doğrudan doğruya yaşamına ya da vücut bütünlüğüne yönelen her saldırı, aslında bu ülkede yaşayan herkesin temel haklarına yönelmiştir. Rejimi ne olursa olsun bütün devletlerde uyuşmazlıkları çözmek üzere kurulmuş mahkemeler vardır. Ancak sadece demokratik hukuk devletlerinde etkin ve yargının kurucu unsuru niteliğini taşıyan bağımsız savunmadan söz edilebilir. Etkin ve bağımsız savunmanın olmadığı rejimlerde, hâkimler ve savcılar idarenin memurlarından ibarettirler.

Değerli dinleyenler;

Avukatların meslek alanı sürekli olarak daraltılmakta, münhasıran avukatlar tarafından yerine getirilebilecek faaliyetlerin sayısı giderek azaltılmaktadır.

Etkili sosyal güvencemiz hala yoktur.
Kontrolsüz açılan hukuk fakültelerinden yeterli eğitimi almamış hukuk fakültesi mezunları sınavsız bir şekilde avukatlık stajına başlayıp kolaylıkla avukat olmakta, sonuçta hem hizmetin kalitesi düşmekte hem de avukatlar büyük ekonomik zorluklara sürüklenmektedir. Hukuk fakültelerinin açılması ve müfredatlarının belirlenmesi konusunda buradan Yüksek Öğretim Kurulu’na işbirliği çağrımızı tekrarlıyoruz.

Türkiye Barolar Birliği olarak geçtiğimiz dönemde, bütün baroların ve ilgilenen avukatların katkısını sağlayarak çağdaş bir kanun taslağı ortaya koyduk.
Bu taslak, yapılacak değişikliklerde esas alınmalıdır. TBMM’de katılımcı süreç işletilmeden, “ben yaptım oldu” zihniyeti ile karşımıza getirilecek kanun tasarısı veya gece yarısı teklifleriyle Avukatlık Kanunu’nun değiştirilmesinin, hukuk devletine ve huzurlu bir toplumsal yaşama ağır darbe vuracağını ifade etmek istiyorum.
Avukatlık Kanunu’nun 46/2. maddesinin açık hükmüne rağmen, avukatın Yargıtay’da dosya görmesini vekâletname ibrazına bağlayan Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun
hukuka aykırı idari işleminin geri alınmasını geçen yıl bu kürsüden talep etmiştik. Herhangi bir gelişme olmamasını üzüntüyle karşılıyorum.

Değerli meslektaşlarım;

Keyfilikten kaynaklanan sistemsizlik sorunu, bizim en önemli meslek sorunumuzdur.
İster avukat, ister hâkim, ister savcı olalım bütün meslek sorunlarımızın özünde,
hukukun üstünlüğünü tanımayanların, üstünlerin hukuku peşinde koşanların
sebep olduğu bu keyfilik vardır. Mesleğimizin itibarı, devletin tüm erklerinin
ve kurumlarının hukuka saygılı olmanın gereğine inanmış olmasına bağlıdır.

Alın terimizin değeri, hukuk devleti olmamıza bağlıdır.

Yatırımcının daha çok yatırım yapması, daha çok iş ve istihdam yaratılması,
işsizliğin ortadan kaldırılması, işçi, memur, köylü, kentli, öğrenci, kadın, erkek, genç, yaşlı, emekli herkesin geleceğe güvenle bakması, kendini güvende hissetmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanmasına bağlıdır. Ortadoğu kan gölüne dönmüş,
mezhep savaşları sınırlarımıza dayanmış, her gün insanlık katledilirken,
Türkiye’nin başka devletleri, onların kamuoylarını ve uluslararası örgütleri
harekete geçirerek bu vahşeti durdurması, kendi içimizde insan haklarını gerçekleştirmemize bağlıdır.

Değerli meslektaşlarım;

Devletleri, keyfilik yapan idareciler yok eder.Milletleri, keyfilik yapan idareciler felakete sürükler. Devlet idarecilerini tarihe altın harflerle geçiren; dönemlerinde yapılan yollar, köprüler, binalar değil, keyfilik yapıp yapmadıkları, adaleti hakim kılıp kılmadıklarıdır. Çünkü adaletsizlik nedeniyle insanların çektikleri acılar, yapılan inşaatları gölgede bırakır. Keyfiliğin panzehiri, hukukun üstünlüğünü savunmaktır. Haksızlıklara karşı, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın birlikte tavır almaktır.

Gün, bugündür.
Gün, hukukun üstünlüğü için avukat, hakim ve savcıların kenetlenmesi günüdür.
Gün, Cumhuriyet devriminin ışıklı yolunda demokrasi ve özgürlükler için omuz omuza mücadele etme günüdür.

Bu mücadele elbette kazanılacaktır.
Çünkü özgürlük daima kazanmıştır.

Yeni adli yılın tüm yargı mensuplarına, çalışanlarına ve
adalet bekleyen tüm yurttaşlarımıza hayırlı olmasını diliyorum.
En içten saygılarımla.” (1.9.2014)

Anayasa Mahkemesi Balyoz Davası Kararı ve Kısa Gerekçesi ve Düşündürdükleri


Anayasa Mahkemesi Balyoz Davası Kararı ve Düşündürdükleri

Dostlar,

AYM Genel Kurulu‘nun tüm üyeleriyle (17 üye) toplanarak kararlaştırdığı
(Anayasa md. 148) Balyoz davasında hak ihlaline / adil yargılanma hakkının ihlalinin saptanmasına ilişkin isteme olumlu yanıtı AYM’nin web sitesinde yayımlandı.
Kararın kısa gerekçesiyle ve gereği için ilgili mahkemeye (İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mhk.) kararın bir örneğinin gönderilmesini de karar metnine alarak…

pdf biçimindeki bu karar metni için lütfen aşağıdaki erişkeyi tıklar mısınız ??

AYM_Balyoz_karari_18.6.14

Biz bu gün sitemizde yer alan AYM’ne açık mektubu yazıp sitemizde yayımlanması için zamanladıktan sonra AYM’nin 17 kişilik Genel Kurulu’nda (AY md. 148) oybirliği ile verdiği tarihsel değerdeki

  • “Balyoz davası yargılamasında hak ihlali yapıldığı kararı” 

çok sevindirici olmuştur. Kısa karar UYAP’a (Ulusal Yargı Ağı Projesi) yüklenmiştir ve ilgili mevzuat gereği ilgililerine (başta İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi ve savcılığa) elektronik ortamda tebliğ edilmiş sayılmaktadır. AY md. 138/son fıkrasının der-hal
bu mahkeme ve savcılıkça yürütülmesi, 237 masum insan için hükme dayalı tutuklamanın infazının hemen kesilerek yeniden ve adil olarak yargılanmalarının
önünün açılması gerekmektedir..

Bu kurbanların arasında 77 muvazzaf askeri personel vardır ve hemen görevlerine döndürülmeleri gerekmektedir.
Yaklaşan YAŞ (Yüksek Askeri Şura) sürecinde terfileri de gözetilmek üzere..

Ne yazık ki, geçersiz – sahte – üretilmiş kanıtlarla (delilerle) “yeniden yargıla(n)ma” !? İşte Türk hukuk sisteminin içine düşürüldüğü derin açmazlar.. Verilen hukuk dışı hükümlerin tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılması biçiminde bir hukuksal karar vermeye elvermeyen bir hukuk sistematiği..

En yüksek yargı organının bile bu yönde onarıcı- köktenci karar kurmasına izin vermeyen usul hükümleri; kutsal mevzuat hazretleri..

Majesteleri egemen sınıfların = küresel / yerli sermaye ortaklıklarının kalkanı
mevzuat kurallarının..

Hani “hukukun üstünlüğü” diyor ve mutlak itaat istiyorlar ya, ona işte!

5+ yıldır de facto dayatılan zulmün yasal hesabı da mut – la – ka ama mut – la – ka sorulacaktır, sorulmalıdır. AY md. 138/son fıkra : ..

  • Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez

Umarız bu önemli ve kritik yüksek yargı kararı;

  • Türkiye’nin normalleş(tiril)mesi sürecinin

kapısını aralamaya da katkı sağlar. Böylesi bir “normalleşme sürecine” Yurtiçi ve dışı hemen tüm aktörlerin şiddetle gereksinimi olduğunu gözlemliyoruz..

  • Kartların yeniden karılması zamanıdır;
    “son saldırılar” şimdilik püskürtülmüştür. 
  • Herkesin son tabloyu “doğru” değerlendirmesi kaçınılmazdır.

Çok mu iyimseriz ya da tablo gerçekten öyle mi??

Sevgi ve saygı ile.
19 Haziran 2014,

Ankara Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

yazının pdf biçimi için :  Anayasa_Mahkemesi’nin_Balyoz_Davasi_Karari_ve_Dusundurdukleri