Etiket arşivi: gelir dağılımı adaletsizliğinin katlanarak arttığı yoksullaşan bir ülke olduğumuz

Prof.Dr. Tülay ÖZÜERMAN : Çizmelerimi çıkarayım mı?

Çizmelerimi çıkarayım mı?

Çizmelerimi çıkarayım mı?
Soma faciasından sağ kurtulan işçi Murat Yalçın, Türkiye’nin hafıza ve yüreğine,

– “Çizmelerimi çıkarayım mı?.. ..sedye kirlenmesin…” sözleri ile kazındı.

Soma faciasının yıl dönümündeyiz (AS: 2. yıl!).  Sarılamayacak, onarılamayacak büyük acıların üzerinden yılları deviriyoruz. Hamasetin ve dayatmanın öne geçtiği, büyük egoların yarıştığı siyaset, insanı ve insana dair her şeyi unuttu. İşçinin devlet ve devlet malını kendi canından öte görüşü kadar, kendi canının değerli olduğunu hissettirmeyen sistemi ifşa eden o sözlerden hepimiz nasıl da etkilendik… 301 işçimizi kaybettiğimiz faciadan kurtulan işçimizin hepimize verdiği insanlık dersi, insan ve haklarını anlatan tüm kaynaklardan daha etkili ve “her şey insan içindir, insanca yaşamak içindir” düşüncesini öne almamız için bir fırsattı.

Ne facia, ne de işçimizin insan odaklı düşünceden ne denli uzaklaştığımızı düşündürten sözcükleri etkili olmamış ki; her geçen gün biraz daha toplum ve sorunlarına odaklı yönetimden uzaklaşıyoruz. Kişi odaklı kurumsal yapılaşmanın önünü açmaya ve bir kişi üzerinden tanımlanacak bir rejim arayışını meşrulaştırma çabalarına girişenlerin işi hiç kolay değil aslında. Kimi Amerika’dan, kimi Fransa’dan, kimi kendimize özgü bir sistemden söz ederken, ne kadar zorlanıyorlar. Bir kişi yerine, hepimiz için düşünseler ne kadar kolay olacak işleri…

* Ne zor, ne yaman bir görev birisine yaranmak ve bu sayede bir yer edinmek, tutunduğu yerde kalabilmek, daha iyi bir yer beklentisiyle biat etmek…
Örnek verdikleri ülkelerin insan hakları karnesi ile Türkiye arasındaki derin farkları görmezden gelmeleri, gelir dağılımı adaletsizliğinin katlanarak arttığı yoksullaşan bir ülke olduğumuz gerçeğini atlamaları ne ironik… Tek kişi otoritesini meşrulaştıran bir sistem kurmayı yaşamsal temel sorunumuz gibi göstermeye çalışmaktalar. Oysa temel sorun, kurumsal geleneklere tutunarak gelen bir iktidarın her geçen gün, etki alanını genişleterek parti devlet bütünleşmesi yaratarak, tek parti devleti inşasını, tek kişiyi geniş yetkilerle donatarak yapmaya kalkışmasıdır. Bu, rejime karşı bir kalkışmadır.
* Yeni anayasa yapmaya kalkışmak, anayasa ihlalini meşru kılmaz.
Kendilerini getiren kurumları yok sayanlar, meşruluklarının dayanağını ortadan kaldırmış olmazlar mı? Bir işçi kurtulduğuna sevinmek yerine, çizmelerini çıkararak devleti korumayı düşünüyorken, birileri de; bir kişiye tüm yetkileri devrederek devleti bir kişiye nasıl giydiririz diye  düşünmekte…
Devlet hepimizin ve hepimiz için diye biliyorduk bugüne kadar. Bir parti ve kişiye ait değildi. Yapılan ve söylenenlere bakarak şimdi tek bildiğimiz başkancı sisteme geçişe mecbur edileceğimiz. Başka alternatif yok!… Neo-liberal politikaların ilerletilişinde kullanılan meşhur sözcük.

Türkiye’de, dayatılanın meşrulaştırılmaya çalışılması üzerinden rejim dönüştürülürken, kurumsaldan kişisele doğru bir tercihin, kurulacak sandıklardan çıkan sonuçla bile inandırıcı olmayacağını hepimiz biliyoruz.

Tek kişide tüm yetkilerin toplanması ve laiklikten bu yolla vazgeçilmesi,

toplumsal ve siyasal muhalefetin kıskıvrak bağlanmadığı, özgür iklimde yapılacak bir oylama ile mümkün olabilir miydi? Ülkede iktidarın değiştirilebilmesi olanağını bırakmayan baskıcı ve tasfiyeci süreci  sorgulamak yerine;

* “Herkes başkancı sistem istiyor, yeni anayasa yapılacak ve mevcut kişi başkan olacak” dayatması ile rejimin dönüşümünü hızlandıranlar ve dönüşüme destek olanların da vebali  büyük. Tıkanma yaşanınca, bulunan

– partili Cumhurbaşkanı
formülü, demokrasiden vazgeçmenin ilanıdır.

Bunu savunanların artık demokrasiye ilişkin tek bir sözü olamaz.

Cumhurun başı, herkese eşit uzaklıkta olmalı, belli bir kesim ve/veya zümreyi temsil etmemeli… Kendisini hiçbir kurum ve kişiden üstün görmemeli… Parlamentodaki çoğunluk ve tasfiye edilmiş, operasyon geçirmiş, geçirmekte olan dağınık muhalefet olmasa, Türkiye’de iktidar olanın böyle bir keyfiyeti olabilir miydi? Süreç içinde bir biçimde güçlenip, çoğunluktan dolanarak, sinmiş muhalefetten, hatta desteğinden medet umarak parti ile devlet bütünleşmesini (işlerine gelmediğinde tanımadıkları) anayasa üzerinden değişiklikle meşrulaştırarak, demokrasiyi gelmemecesine gönderilmesine aracılık etmekteler, Türkiye’ye özgü bir sistem bulmuş gibi kurumlar ve işlevlerini çarpıtanlar.

* “İnsanlar demokrasi kurallarını uygulamaya kararlı oldukları takdirde,
şimdiki siyasal kuruluşların boşluklarından ileri gelen güçlüklerin hiçbiri çözümlenemez değildir. Bütün sorun, bugün iktidarda bulunan kişilerin böyle bir iradeye ya da
iyi niyete sahip olup olmadıklarıdır.”

Bu sözler bana değil, Prof. Maurice Duverger‘ye ait. Bugün Türkiye’de; Başbakanı ne yapacağız, nerede eriteceğiz, nasıl düşük bir profil bulacağız da, Meclisteki sandalye üstünlüğü ve medya desteği ile fiilen oluşturulan başkancı sistemi, daha güçlü hale getireceğiz çabaları yerine; demokrasiyi nasıl güçlendirebiliriz, yurttaşın özgürlük alanını nasıl genişletebiliriz, “yurttaş kendi canını devletten daha az değerli bulmasın, devlet yurttaş için var güvencesi içinde yaşasın” çabalarının olması gerektiğini özetle anlatmış Duverger… Oysa bizim yurttaşımız, devletin canı, malı, güvenliği, huzuru, refahı için var olduğunu bile bilmiyor…

“İnsanlar demokrasi kurallarını uygulamaya kararlı oldukları takdirde…”
bizde kararlılık yalnızca Başkancı sistem üzerine, bu uğurda demokrasiden, haklardan, özgürlüklerden, muhalefet etme reflekslerinden vazgeçer duruma gelmişiz. Öyle ki; TOBB toplantısında, iktidar muhalefet çatışmasında, Birlik başkanının kendisine ve/veya temsil ettiği tabana ait görüşlerini açıkça söylemek yerine, “Muhalefet bizim işimiz değil” deyişi ile toplumsal muhalefet  alanındaki güçsüzlüğü vurgulaması, içinden geçtiğimiz baskı sürecinin de özeti. Bu sizin işiniz diyor, Kılıçdaroğlu’na, demokrasiyi sahiplenmek yalnızca siyasetin işiymiş… Toplumsal muhalefetin güçlü olmadığı yerde siyasal muhalefet ancak Meclis’e sıkışıp kalır, bunun bile farkında değiliz…

Acılı yıldönümde, bize insanı, insanlığın önemini anımsatan Murat Yalçın kardeşimiz kadar şanslı olamayan 301 işçimizi rahmetle anıyorum, zamanın dindiremeyeceği acı nedeniyle ailelerine ve Soma halkına, hepimize sonsuz sabırlar diliyorum.

============================================

Dostlar,

Sayın Prof. Tülay Özüerman hocamızın yazısına tek bir sözcük ekleme gereği duymuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
14 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com