Etiket arşivi: Emre Kongar

Emre Kongar “Diktatöre milli irade ve anayasa dersleri” ve çağrışımlarımız..

Diktatöre milli irade ve anayasa dersleri

Prof. Emre Kongar

Bütün diktatörler baskı rejimlerini sözde “Millî İrade” kavramına dayarlar!
Unutmayalım, Sovyetler Birliği çökmeden önce Komünist Parti, güya serbest seçimlerde,
daima %90’dan çokoy alırdı.
***
Türkiye “Millî İrade” kavramı ile, İsmet İnönü sayesinde, ülke Çok Partili Rejim’e geçtiğinde tanıştı.
Demokrat Parti, “Millî İrade” sayesinde iktidara geldi; ama ne yazık ki,
Demokrasi’yi hazmedemedi…

Demokratik bir rejimde, bir iktidarın, başta ifade, muhalefet ve basın özgürlükleri olmak kaydıyla, bütün temel hak ve özgürlüklere uygun davranması gerektiğini kulak arkası etti:
Demokrat Parti ve onun çizgisini izleyen sağ iktidarlar hiçbir zaman kendileri gibi düşünmeyenlerin temel hak ve özgürlüklerine inanmadılar;
demokrasiyi yalnızca kendileri için istediler:

Seçilmiş olmayı, her istediklerini yapabilmek, özellikle de ifade, muhalefet ve
basın özgürlüklerini sınırlamak ve kısıtlamak için yeterli saydılar ve sürekli olarak
Demokrasiyi yozlaştırdılar.

Sağ iktidarların bu eksiği, 1961 Anayasası’nın getirdiği kuvvetler ayrımı, yargı bağımsızlığı ve Anayasa Mahkemesi gibi güvencelerle giderilmek istendi ise de, yine sağ iktidarlar ve
1961 Anayasası’nı beğenmeyen askerlerin ittifakı ile bu Anayasa, 1971’de hacamat edildi
(AS: 35 maddesi değiştirildi “..bu Anayasa bol geldi..” anlamında sözler ettiği için..)
80’de ise tümüyle devreden çıkarıldı.
***
1980 darbesi bir kâbus gibi ülkenin üzerine çöktüğünde, Aziz Nesin’in öncülük ettiği bir grup aydın, sonradan “Aydınlar Dilekçesi” adı ile anılacak bir metin hazırladı ve
bunu dönemin “Seçilmiş Diktatörü” Kenan Evren’e verdi.

Evrensel değerlere göre hazırlandığı için her zaman geçerliliğini koruyan ve koruyacak olan
bu metin, özellikle bugünlerde yeniden gündeme getirilmeyi hak ediyor.

Bakın sağ iktidarlar tarafından saptırılan “Millî İrade” kavramını nasıl tanımlamışız bu metinde:

  • “Milli irade ancak, toplumun bütün kesimlerinin özgürce örgütlenebildiği düzenlerde anlam ifade eder.
    Kimsenin siyasal kanı ve felsefi düşüncesinden ötürü suçlanmadığı, hiçbir yurttaşın
    dinsel inançlarından dolayı kınanmadığı ülkelerde milli irade en üstün güçtür.

    Bu üstün gücün meşruluğu, temel hak ve özgürlüklere karşı takındığı tavra bağlıdır.
    Çoğunluk iradesinin özgürce belirlenmesini engelleyen koşullar demokrasiye aykırıdır.
    Bunun gibi, çoğunluk iradesini bahane ederek temel hakları yok etmek de demokrasi ile bağdaşmaz.
    Tarihsel gelişim süreci içinde demokratik anayasaların amacı, kişi hak ve özgürlüklerini
    güvence altına almaktır.

    Bireyi devlet karşısında güçsüzleştiren düzenlemeler, hangi ad altında getirilirse getirilsin, demokrasiden uzaklaşma anlamına gelir.
    Bu durumda, demokratik yaşamın kaynağı olması gereken Anayasa,
    demokrasinin engeli olur.
    ***
    Bu “Millî İrade” ve “Anayasa” anlayışı, yalnızca bugüne değil, yeni anayasa dayatmaları bağlamında, yarına da ışık tutmaktadır!

=============================================

Evet dostlar,

Prof. Emre Kongar üstadımız, Kürsüde ders verircesine ya da bir bilimsel metin (Kitap, makale) yazarcasına demokrasi ve özgürlükler kuramı ile diktatörlük bağlamını çok özlüce ve
ustaca işlemiş.

Dileyelim, Türkiye’de de yazının muhatapları gerekli iletiyi alsınlar..

Tayyip bey, gündemden düşmek istemiyor.. Ne pahasına olursa olsun gündemi elinde tutmak ve kendi belirlemek istiyor. 37 yurttaşımızın yaşamına mal olan (ayrıca 100+ yaralı!) korkunç olaydan ve istifayı gerektiren çok ağır sorumluluktan da sıyrılıyorlar “hamdolsun“. (!).

Hemen ardından “terör” tanımını genişletmeyi gündeme getirdi.. Vahşettir bu öneri!
Türk Ceza Yasasında ve Terörle Mücadele Yasasında yer alan tanımların neresi yetersiz??
Bu yasalarla TSK’nın emekli Genelkurmay Başkanı, muvazzaf orgeneralleri bile
“terörist” yaftası ile hapishanelere tıkılmadı mı??

Ağzını açan, “terör örgütüne destek – terörü teşvik” suçlaması ile hapse atılmıyor mu??
Son olarak İstanbul’dan 3 akademisyen, Tayyip beyin hedef gösteren konuşmasının ardından tutuklanmadı mı?? Nerede kaldı ifade özgürlüğü?? Bu 3 akademisyenin görüşlerini
kesinlikle paylaşmıyoruz ancak, yaklaşık 250 yıl önce kadim Voltaire‘nin vurguladığı üzere;

– Görüşlerinizi paylaşmıyorum ama onları dile getirme özgürlüğünüz – hakkınız uğruna
canımı bile verebilirim..

İşte Fransa’yı Fransa yapan, Büyük 1789 Devrimini hazırlayan bu özgürlükçü kavrayıştır.

Bu 3 yurttaşımız, serbest bırakılmalı ve eğer yargılanmayı gerektiren bir durum varsa tutuksuz yargılanmalıdırlar. Demokrasi, en aykırı görüşlere bile tahammül göstermeyi ve özgürce
ifade edilmelerini güvencelemeyi gerektirir.
Tayyip bey, bilinçaltındaki baskıcı özlemeleri gemleyememekte, dışavurmaktadır.

Ayrıca, 24 Temmuz’dan bu yana TSK ve polisin PKK’ya karşı verdiği yurtsever, özverili ve
çok başarılı savaşımın (mücadelenin) 300’ü aşan şehidini de istismar ederek “muazzam bir başarıdan” söz etmek ve kalkıp bu başarıyı ancak Kurtuluş Savaşı veya Çanakkale Zaferi ile karşılaştırılabilir ilan ederek kendine pay çıkarmak, akıllara seza bir faciadır. Erdoğan,
öyle anlaşılıyor ki, son zamanlardaki çok olumsuz gelişmelerden ciddi travma almıştır ve zedelenen egosunu onarma gereksinimlidir.
PKK’ya AÇILIM İHANETİ ile göz yummak değil midir bu PKK kalkışmasının ve bunca şehidin ve yıkımın??
Uydu politikalarla Suriye’de iç savaşa körüklemek değil midir turizm ve Rusya’ya dışsatımda, ortadoğuyla (komşularla) ticarette çöküşün nedeni ve
Suruç – Reyhanlı – Sultanahmet ve 3 kez Başkentteki katliamların nedeni??
Bunların sorunluları, ne yaparlarsa yapsınlar yargıda hesabını vereceklerdir;
büyük panik ve telaş bundandır ama boşunadır.. Hesap mutlaka görülecektir..

Bu çok ağır suçun yasal ve politik hesabını vermek gerekirken bir de olağanüstü pişkinlikle muazzam başarı edebiyatı ile halkı yönlendirmeye çalışmak, ancak kendine özgü AKP –
R.T. Erdoğan mantığı ve kişiliği ile olanaklı olsa gerektir!

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu‘nun,

  • Terör örgütü PKK’ya yardım ve yataklık yapan asıl sizsiniz!
    içerikli haykırışları, tarihe gerekli notu düşmüştür..
    *****
    Tayyip bey, Azerbaycan heyetiyle görüşmede “fiilen Başkan” gibidir. Başbakan ortada yoktur. Varılan anlaşmaları teknik düzeyde ayrıntılarıyla açıklayan ve Bakanlarla imzalayan,
    12. CB Erdoğandır.. Başbakan’ın yetki gaspı artarak ve yerleştirilerek sürdürülmektedir. Anayasada olmayan yetkileri sorumsuz Cumhurbaşkanı fiilen (de facto) kullanmakta ve
    Güçler Ayrılığına dayalı parlamanter rejimi bilerek ve isteyerek başkalaştırmaktadır.
    Bu açıkça Anayasayı çiğneme (ihlal) suçudur. Çünkü hiç kimse kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz!
  • “..Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” 
    (Anayasa md. 6/son)Göz yuman ve suça katılanlar da birlikte sorumludurlar… Başta Başbakan ve ilgili Bakanlar..
    *****
    Erdoğan, şu üniversite diplomasını, eğer varsa, neden göğsünü gere gere ortaya koymuyor??
    Marmara Üniversitesi neden “kişisel veridir” diye kamuoyunu yakından ilgilendiren bu soruyu yanıtlamaktan kaçıyor?? Çok mu baskı altında?
    YSK neden resmen sormuyor ve gereğini yapmıyor??
    TBMM, Yargıtay C. Başsavcılığı, birkaç yiğit savcı, Türkiye Barolar Birliği,
    muhalefet partileri??Sular giderek ısınıyor ve AKP – RTE kaçınılmaz sona sürükleniyor..

    Kulaklarımızda Ludwig van Beethoven’in ünlü 5. Senfonisinin perküsyonları uğulduyor..

Sevgi ve saygı ile.
18 Mart 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

PKK kime hizmet ediyor?

Emre Kongar

PKK kime hizmet ediyor?

Cinayetlerin ve terörün 7 Haziran seçimlerinden sonra tırmanması ne anlama geliyor?

AKP’nin iktidardan gitmemek için, seçmene şantaj yaptığını,
“Biz gidersek terör tırmanır, ekonomide kaos olur” dediğini biliyoruz…

Peki, nasıl oluyor da PKK terörü, AKP’den emir almışçasına, seçim sonuçlarının AKP’ye
tek parti iktidarı vermemesi üzerine tırmanıyor?

***

Önce 7 Haziran seçimlerinden önceki duruma doğru tanı koymak gerekir:
AKP iktidarının çelişkili ve güvenilmez politikaları çerçevesinde sık sık adı değiştirilen
bu süreç, kamuoyunda en son “Çözüm süreci” diye anılıyordu.

Neydi bu “Çözüm süreci”, var mı bilen?

PKK ne istiyordu? AKP ne veriyordu?

Dün Ali Sirmen harika bir çözümleme yayımladı…

Onun can alıcı bölümlerinden birinde şöyle diyordu:

“Çözüm süreci, barış değil, olsa olsa, ‘çatışmasızlık hali’ deyişinden de anlaşılabileceği gibi, bir savaşmama halidir.

Savaşmama hallerinde ise kalıcı barışın öğeleri bulunmaz.

Onlar savaş ve barış kıyıları arasında köprü gibidirler. Sizi iki kıyıdan birine bağlarlar.

Köprü çözümün mekânı değil, çözüm mekânına ulaştıran bir vasıtadır. Köprünün üzerinde ilanihaye sürtmek mümkün değildir. Kıyılardan ya birine ya öbürüne geçeceksiniz.

Barış kıyısına geçmek için ise kalıcı barışın zorunluluklarını göze almak gerekir.
Çözüm sürecinde ise taraflardan hiçbiri oraya kadar varmayı göze almış değildi.”

***

Evet konu bu denli basittir:

AKP de PKK de, hem ulusal ve uluslararası kamuoylarına, hem de birbirlerine karşı, “Oyalama” taktiği çerçevesinde top çeviriyorlardı…

Her iki tarafın da amaçları farklıydı:

AKP, siyasal iktidarını pekiştirerek sürdürmeyi, PKK ise, askeri ve siyasi gücünü koruyarak arttırmayı hedefliyordu!

***

Sonuç ne oldu?

AKP siyasal iktidardaki gücünü yitirdi…

PKK ise askerlerin devre dışı bırakılmasından ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki
yanlış politikasından dolayı
 hem askeri hem de siyasal gücünü arttırdı!

Yani bu “Barış süreci” maskaralığından AKP zararlı, PKK kârlı çıktı!

Şimdi kâğıtlar yeniden dağıtıldı ve oyun yeniden başladı…

Üstelik bu kez oyuncular arasına Demirtaş, yani HDP de katıldı.

7 Haziran’dan bugüne dek olanlara bakınca öyle anlaşılıyor ki,
bu yeni oyunda
 PKK, HDP’yi ve Demirtaş’ı rakip, AKP’yi ise ortak görüyor!

Emre KONGAR : Suikast İddiası ve Sorular…

Dostlar,

Üstad Emre Kongar’da ardışık 2 makaleyi paylaşmak istiyoruz..

Özenle okunmalı, düşünülmeli, paylaşılmalı..

Ve de Emre hocanın sorularının yanıtı istenmeli…

Sevgi ve saygı ile,
01.03.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

*****

Suikast İddiası ve Sorular…

portresi_resmi

Emre KONGAR
Cumhurşyet, 27.2.15

Dün, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile kim olduğu bilinmeyen Fuat Avni adlı bir Twitter hesabı arasındaki yakışıksız polemiği,
bu polemiğin dayandığı iddiaları anlatmış ve yazımın sonunda dört soru sormuştum…
(AS : Söz konusu makaleyi bu yazının altında veriyoruz..)

Sevgili okurlarım o yazıdaki açıklamaları ve soruları yeterli bulmamışlar ki aşağıdaki konulara dikkat çekmemi istediler:

1) “Medyaya Erdoğan’a destek vermek için girdiğini” ifade etmiş olan bir işadamına ait olan gazetelerde yayımlanan suikast iddiaları, Twitter üzerinden yapıldığı öne sürülen, gerçekliği tartışmalı yazışmalara dayalı. Yazışmaların belgesi olarak sunulan şeyler Twitter görüntüleri bile değil, daktilo ile yazılmış bazı kâğıtlar.

2) Belge diye yayımlanan metinlerden bazıları Twitter’ın 140 vuruş kuralını aşan sayıda, 150, 180 vuruşluk yazıları içeriyor. Bu teknik olarak olanaklı değil.


3) Bu yazışmaların Twitter’ın Direkt Mesaj (DM) hizmeti üzerinden yapıldığı belirtiliyor. Direkt Mesaj haberleşmesi ancak birbirlerini izleyen hesaplar arasında olabilir. Oysa, birbiriyle yazıştığı iddia edilen bu hesaplar arasında böyle bir ilişki yok.


4) İddia edilen diyaloglar, kişilerin kimliklerine ve kültürlerine uygun değil.


5) Bu gazeteler, Fuat Avni hesabının Emre Uslu’ya ait olduğunu iddia etti. OysaErdoğan, konuşmasında hesabın kimliğinin belirlenemediğini kabul etti. Böylece iddiaları yalanlamış oldu.


6) Erdoğan’ın meydan okumasında, Fuat Avni hesabından daha önce duyurulmayan, ancak iktidar yanlısı gazetelerde yayımlanan yazışmalarda görülen suikast iddiaları yer aldı. Erdoğan gazetelerdeki bu iddialara inanmakta ve onlara destek vermekte midir?


7) CHP, MİT içinde sahte olarak hazırlandığını öne sürdüğü bu iddialardan Başbakan Davutoğlu’nun haberi olmadığını söylemiştir: Bunlardan kimin haberi vardır; eski MİT Müsteşarı’nın bu konudaki rolü nedir; MİT bu iddialar hakkında ne demektedir?


8) Polemiğin “Delikanlılık” üzerinden gitmesi, AKP iktidarının cinsiyet ayrımcılığını yansıttığı için ayrıca kınanmalıdır.

***

AKP’ye yakın medya tarafından ortaya atılmış olan Erdoğan’ın kızına suikast iddiası son derece ciddidir…

Gerçekse de gerçek değilse de, başka başka nedenlerle, ama herhalde, alçakça bir planı yansıtmaktadır…


Gerçek mutlaka ortaya çıkarılmalıdır:


Bakalım AKP tarafından hallaç pamuğu gibi atılmış olan güvenlik güçleri ve yargı,
bu sınavı başarıyla atlatabilecekler midir?

=============================================

DELİKANLILIK TARTIŞMASI

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/221797/Delikanlilik_Tartismasi.html

Emre KONGAR
Cumhurşyet, 26.2.15

Erdoğan 21 Şubat’ta Malatya’da yaptığı konuşmada, Twitter’da “Fuat Avni” kod adıyla AKP içinden haber veren ve gerçek kimliği belirsiz olan bir hesaba hitaben şöyle dedi:

“Ben, ailem ve şimdi
kızımla ilgili tehditlerle ortaya çıkan bir isim var. Ya delikanlıysan çık ortaya. Sende yürek varsa, delikanlılık varsa kod adıyla, mod adıyla ortayaçıkma. Sen terör örgütünün mensubusun, bunu biliyoruz. Varsa elinde bir şey onu da ortaya koy.

Fuat Avni kod adlı hesap bu çıkışa, Twitter’dan şöyle bir yanıt verdi: “Delikanlıadam kızının arkasına saklanmaz. Delikanlıysan, kızının arkasından çık.”

Geçmiş süreçleri
bilmeyenler için pek de anlam taşımayan bir olaydı bu:


Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin koskoca Cumhurbaşkanı, Twitter’da gerçek kimliği bilinmeyen bir hesapla polemiğe giriyor…


Ve elbette hiç de yakışık almayan bir manzara ortaya çıkıyordu!

***

Fuat Avni adlı hesap uzun bir süredir AKP iktidarı içinden haber veriyordu:

Gülen Cemaati ile AKP’nin arasındaki ittifakın bütünüyle çöktüğü 17 ve 25 Aralık, 2013 Rüşvet ve Yolsuzluk operasyonlarından beri, iktidarın atacağı adımlarla ilgili olarak çok kritik bazı bilgileri önceden dışarıya sızdırıyordu…


17-25 Aralık operasyonunu “darbe”, Cemaati de “darbeci” diye suçlayan AKP iktidarı, bu hesabın gerçek sahibini veya sahiplerini bulmaya çalışıyor ve bulamıyordu…


Son olarak iktidara yakın gazetelerde hesabın sahibinin şu aralar ABD’de olan Emre(Emrullah)

Uslu adlı eski bir polis müdürü olduğu iddia edildi…

Bununla da yetinilmedi,
yine bu gazetelerde, Emre Uslu ile CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran arasında, Twitter üzerinden Erdoğan’ın kızına bir suikast planı yapıldığı, ayrıca İş Bankası’nın da bu ikili arasındaki ilişkilerdekullanıldığı gibi dehşet verici iki iddia öne sürüldü!

CHP bu iddiaların,
Davutoğlu’nun haberi olmaksızın, MİT içinden dört kişi tarafından sahte biçimde üretildiğini söyledi, yasal olarak şikâyette bulundu…

***

Şimdiye kadar bu konuda suskun olan Erdoğan’ın birdenbire bu“Delikanlılık” çıkışı, şu soruları gündeme getirdi:

1) Hiçbir ciddi belgesi olmayan ve acemice üretildiği için Twitter’ın işleyiş kurallarına bile uymayan yazışmalara dayandırılan bu iddialar acaba kimin emri üzerine hazırlandı?


2) MİT Başkanı Hakan Fidan tam bu iddiaların kamuoyuna yansımasından önce istifa edip aday oldu; acaba bu iddialardan haberi var mıydı?


3) AKP’nin tümüyle denetlemeye çalıştığı yargı, bu iddialarla ilgili nesnel, adil ve gerçeklerin ortaya çıkmasına yol açacak bir süreç izleyebilecek mi?


4) Sonuçta, sorumlular bulunup cezalandırılacak mı?

12 Eylül’ün Din Dersi ve AB


12 Eylül’ün Din Dersi ve AB

portresi_resmi


Emre KONGAR

Cumhuriyet, 22.2.15

 

 

AKP iktidarı sürekli olarak darbe karşıtı söylemde bulunuyor ama,
12 Eylül askeri darbesinin demokrasiye getirdiği bütün sınırlama ve kısıtlamaları da
tepe tepe
kullanıyor:

– Seçimlerde her türlü temsil adaletini engelleyen %10 barajını titizlikle koruyor…
– Partilerdeki lider sultasını olanaklı kılan Siyasal Partiler Yasası aynıyla devam ediyor…
– Parti programlarında kaldıracaklarını ilan ettikleri YÖK, üniversiteleri denetlemek ve
susturmak için kullanılıyor…


Ve 12 Eylül’ün eğitimde zorunlu hale getirdiği din dersi de aynen devam ediyor!

***

Din kültürü ve ahlak bilgisi adı altında okutulan mecburi din dersi esas olarak
Sünni mezhebine
dayalı bir içeriğe sahip…

Böyle bir dersin zorunlu olarak bütün öğrencilere okutulması Sünni mezhebine inananlar dışındaki ailelerin çocukları için ciddi bir baskı oluşturuyor…

Bu duruma tepki gösterenler konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüler
ve AİHM’den dersin zorunlu olmaktan çıkarılmasına ilişkin karar aldılar.


Türkiye bu karara itiraz etti ve AİHM, bu itirazı da reddederek kararını kesinleştirdi.


Şimdi top Milli Eğitim Bakanlığı’nda.

Çünkü bilindiği gibi AİHM kararları bağlayıcı.

***

AİHM’de 9 yıl yargıçlık yapan, ocak ayında AİHM Yargıçlar Birliği Başkanı seçilen
CHP İzmir Milletvekili Rıza Türmen de, Türkiye’nin bu kararı uygulamak zorunda olduğunu belirtiyor…

Ayrıca üniversite ve liseye giriş sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden
soru çıkmaması gerektiğine de işaret ediyor.


Hürriyet’in haberine
göre Türmen şunları söylemiş:


“… Bazı çevrelerde
AİHM’ni bu kararının ‘din dersi’ ile ilgili olduğu ama Türkiye’de
‘din dersi’nin değil, ‘din kültürü ve ahlak bilgisi dersi’nin zorunlu olduğu söyleniyor…


AİHM bu kararı verirken,
‘din kültürü ve ahlak bilgisi dersi’ni ve müfredatta yapılan değişiklikleri inceleyerek verdi.

Zorunlu olmaktan çıkarılması gereken ders, din kültürü ve ahlak bilgisi dersidir.
Ders zorunluluktan çıkartılırsa üniversite ve liseye giriş sınavlarında da din kültürü ve ahlak bilgisi sorusunun çıkmaması gerekiyor…”

***

AKP iktidarı, artık Avrupa Birliği standartlarındaki demokrasiyi rafakaldırmakta kararlı görünüyor… Ama zorunlu din dersi konusunda atması gereken adımlar var…
Bu konunun AB ile ilişkilerimizi nasıl etkileyeceği gerçekten merak konusu!

===================================

Dostlar,

Yetti artık…

Kaldırın şu zorunlu dayatma din derslerini!.

Birazcık demokrat olun..

Birazcık hukuk tanıyın..
Bu kaçıncı kararı AİHM’nin…

Müslüman olun.. Kuran’da “dinde zorlama olmaz” yolundaki hükümleri anımsayın..

İnsaf edin…

Eyy AB… ve Avrupa Konseyi..  
Siz de ikiyüzlülüğü bırakın ve kararın gereğinin yerine getirilmesi için gerekeni yapın..

Sevgi ve saygı ile,
23.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

BAŞKANLIK VE FEDERASYON


BAŞKANLIK VE FEDERASYON

portresi_resmi

 

Emre KONGAR
Cumhuriyet,
13.2.15

 

AKP’nin 2015 seçim kampanyasını “Başkanlık rejimi” üzerine kuracağı ve
propagandanın tarafsızlık yemini etmiş olan Erdoğan tarafından yapılacağı anlaşıldı.

Bu model gerçekleşirse Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor acaba?

***

Birinci olarak, önümüzdeki soru “Nasıl bir Başkan?”
Erdoğan’ın bizzat kendi sözlerine bakıldığında, savunulan bu “Başkanlık Rejimi”nin
dünyadaki hiçbir siyasal sisteme benzemediği, yargı erkinin gücünü yok etmek üzerine kurgulandığı açıkça görülüyor…

Milletvekilleri de parti lideri tarafından belirlendiğine göre,
Meclis zaten çoğunlukla seçilecek olan “Başkanın” denetiminde olacak…

Böylece, Erdoğan’ın savunduğu modeldeki “Başkan”, hiçbir dengelemeye ve denetime
tabi olmadan istediği gibi at oynatacak, yine O’nun sözleriyle
“İstediğini asacak istediğini kesecek!” bir yönetici oluyor…

Ali Sirmen dün bu rejime bir de isim bulmuştu:

“Güçlendirilmiş Başkan Baba Zulmü düzeni.”

Bu düzenin liderine siyasal bilimlerde “Diktatör” denir…
Bunların bazıları, yine yapılan oylamalarla “hayat boyu Başkan” seçilirler!
 Türkiye şimdilik bu öneriyle karşı karşıya değil…
Ama, hele bir anayasayı değiştirelim, yeni Başkanımızı seçelim,
onun becerikli ve şefkatli elleri ile uzun süre bir yönetilelim…

Görev süresinin sonuna doğru bu “Ölene kadar Başkanlık” seçeneğini de düşünürüz elbette!

***

İkinci olarak önümüzdeki soru “Nasıl bir Devlet?”

Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısı devam edecek mi?..
Yoksa dünyadaki hemen hemen bütün başkanlık rejimlerinde görülen bir
federasyon veya konfederasyon mu söz konusu olacak?

Federatif devlet tartışmaları, daha Özal zamanında, onun girişimiyle gündeme girmişti…
Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek için “Osmanlı Eyalet sistemini” örnek alan bir yönetim biçimini uygulayabileceği, bizzat AKP yöneticileri tarafından kezlerce dile getirilmiştir.
Kürt politikacılar da, federasyon modelini bir çözüm olarak kezlerce belirtmişlerdir.

Bütün bunlara ek olarak, ülkenin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde şu anda,
üniter (AS: tekil) devlet modeli ile bağdaşmayan pek çok uygulama görülmektedir.

***

AKP ve Erdoğan, “Başkanlık rejimi” ile birlikte bu rejimin dayandığı
“Federasyon Modelini” de ortaya getirseler,
tartışmalar daha gerçekçi bir zeminde yapılabilir.

Cinayet, Adalet ve Demokrasi!?


Cinayet, Adalet ve Demokrasi!?

Emre Kongar

24 Ocak – 31 Ocak haftası: Siyasal cinayetleri simgeleyen bir hafta…
“Adalet ve Demokrasi Haftası” deniyor…
Türkiye’nin yakın siyasal tarihindeki siyasal cinayetlerden hareketle,
adalet, özgürlük ve demokrasi özlemini dile getiren bir simge…

Demokrasiyi, adaleti, özgürlüğü, bu uğurda can vermiş olan aydınları anarak arayan bir ülkedeki “demokrasi tarihinin” sefilliği!

***

24 Ocak 1993 Uğur Mumcu’nun katlediliş tarihi…
31 Ocak 1990 Prof. Muammer Aksoy’un katledilişi…

Kamuoyu, bu iki tarih arasındaki haftayı, hem katledilenleri anma, hem de demokrasiyi,
adaleti, özgürlüğü vurgulama haftası olarak belirlemiş.

Bana kalsa, 1 Şubat 1979’da katledilen Abdi İpekçi’nin ölüm tarihine kadar,
bir gün daha uzatırdım bu haftayı.

***

Türkiye bugünlere kendiliğinden gelmedi…
Getirildi:
İktidar kötüye kullanılarak…
Temel hak ve özgürlükler sınırlanarak ve kısıtlanarak…
Demokrasi, çoğunluk baskısı ile yozlaştırılarak…
Din istismar edilerek…
Eğitim gericileştirilerek…
Direnen gerici feodalite ve emekleme aşamasındaki kapitalizm ile
gözü dönmüş emperyalizmin ortaklaşa çabalarıyla…

Askeri darbelerle…
Ve sanki bütün bunlar yetmiyormuş gibi:
Demokrat, laik, Atatürkçü, kamuoyu lideri aydınların, gazetecilerin, yazarların,
öğretim üyelerinin teker
teker katledilmesiyle…

***

Yakın tarihimizde iki farklı cinayet dalgası var:
Birinci dalga, 1970’lerde ortaya çıkan ve tüm ülkeyi pençesine alan, adına “sağ-solçatışması” denilen dönemdir.
Aralarında Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Abdi İpekçi, Ümit Doğanay, Cavit Orhan Tütengil ve Ümit Kaftancıoğlu gibi aydınların bulunduğu ilk dalgadaki cinayetler 1980 yılında son buldu.
1990 yılında 31 Ocak’ta Prof. Muammer Aksoy’un öldürülmesiyle,
1980 darbesinin cesaretlendirdiği radikal dinci akımların etkisi altında, yeniden başladı.

Aksoy’un ardından 1990 yılında Çetin Emeç, Turan Dursun, Doç. Bahriye Üçok öldürüldü.
1993 yılında Uğur Mumcu, 1999 yılında da Prof. Ahmet Taner Kışlalı,
2002 yılında Dr. Necip Hablemitoğlu katledildi.

***

Bugün Türkiye’yi “Saray Yönetimi” aşamasına getiren sürecin önemli bir öğesi
bu siyasal cinayetlerdir…

Unutmayın, unutturmayın!

==========================================

Dostlar,

Tüm AYDINLANMA şehitlerimizi sonsuz bir şükran, minnet, özlem ve saygı ile anıyoruz..

Tetikçilerinin ve ardındaki ulusal – uluslararası katil sorumlularının bulunmasını ve yargılanmasını istiyoruz..

  • Devlet tüm yurttaşlarının can güvenliğini
    her durumda ve özürsüz sağlamalıdır.

Bu gün 1 Şubat… Aydınlık yazar (Milliyet başyazarı) Abdi İpekçi 36 yıl önce bu gün katledildi.

Aynı gün, Fransız havayolu Air France, yıllarca Fransa’da siyasal sığınmacı olarak saklanan, Fransa hükümetince korunup kollanan İmam Humeyni, Tahran’da Şah’a karşı yapılan darbe sonrası Devlet Başkanı olmak üzere Tahran’a uçurulmaktaydı..

Rastlantı mı acaba??

Şah Batı hayranı ve müttefiki değil miydi?
Emperyalizm at mı değiştirdi?
Yoksa gücü mü yetmedi İran’da olup bitene..
ABD toprakları yıllarca bu kez Şah ve ailesine mi sığınma yurdu oldu??

Ey insanlık düşmanı lanetli Emperyalizm; kanlı ellerin kırılsın e mi…
İnsanlık onuru seni de yenecek elbet bir gün.. Çok kalmadı, bundan eminiz..

T.C. Devleti, egemen devlet olduğunu aklından asla çıkarmamalı ve yurttaşlarına dönük
bu tür kanlı katil olaylarını mut-la-ka aydınlatarak şaibeden kurtulmalıdır.
Tersi, kaldırılamaz ölçüde ağırdır, utanç vericidir, ızdırap doludur..
Olasılıkları soru olarak sıralamak bile son derece kaygı vericidir :

– TC. Devleti bu cinayetleri önlemekten aciz midir?
– TC. Devleti bu cinayetleri aydınlatmaktan aciz midir? 
– Katil şebekeleri Devletin resmi kurumları içinde mi yuvalanmıştır?
– T.C. Devletinin eli “dışarıda” kanlı mıdır ki, içeride misillemeye muhataptır?
– T.C. devleti ele geçirilmiş ve acizleştirilerek felç mi edilmiştir de bizler habersiziz??
– T.C. devleti ASELSAN’daki yüksek zekalı mühendis vatan evlatlarını niçin korumuyor??
– T.C. İsparta uçağında çok değerli 6 fizikçisinin ölümüne / öldürülmesine yol açan kazayı
   / sabotajı neden aydınlat(a)mıyor??
– T.C. devleti, Jandarma Genel Komutanı katındaki bir orgeneralinin (Eşref Bitlis) uçağının            düşürülerek şehit edilmesinin üzerindeki kanlı örtüyü neden kaldır(a)mıyor??
– …..

Lütfen uzattırmayın, suç sayılabilecek soruları sordurmayın..
ve en birinci görevinizi yapın;

  • CAN GÜVENLİĞİMİZİ HER DURUMDA SAĞLAYIN..

İçişleri Bakanı iken Mehmet Ağar’ın, katledilen Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu‘ya

  • “Tuğlayı çekersem duvar yıkılır ve hepimiz altında kalırız..”

söyleminin anlamını bize / Ulusa açıklayın ve gereğini yapın..

Sizde hiç ar – namus, vicdan – adalet duygusu, Allah korkusu yok mu??

Size etkili eylem – söylem nedir, söyler misiniz, hiç yoktan bilelim..

Sevgi ve saygı ile,
01.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Dersim / Tunceli: Ders Almak!


Dersim / Tunceli: Ders Almak!

portresi_resmi

 

Emre KONGAR
Cumhuriyet,
7.12.14

 

 

Dersim/Tunceli olaylarının önemi, bugünkü Kürt ve Alevi sorunlarıyla bağlantılı oluşundadır…

Kürt konusu başlı başına, kendi içinde ayrı gelişmiş ve ayrı ele alınmış bir sorundur.
Bu nedenle bugün sadece Aleviler üzerinde duracağım.

***

“Geçmiş bugünü, bugün de geleceği belirler” denir.
Ama otoriter rejimler, hem bugünü hem de geleceği biçimlendirmek için geçmişten işe başlarlar:
Toplumu, kafalarındaki ideolojik modele göre düzenlemek istedikleri için, hem bugünü değiştirmeye, hem de tarihi yeniden yazmaya çalışırlar…
Otoriter iktidarlar, tarihi yeniden yazarken, gelecek için düşledikleri modelden etkilenir, tarihi buna uygun bir biçimde saptırırlar.
Dersim/Tunceli olayları, farklılıklarla birlikte yaşayacağımız demokratik bir toplum için yol göstermek amacıyla mı gündeme getirilmektedir…
Yoksa AKP’nin popülist seçim stratejisi olarak da kullandığı, ama asıl, kamplaştırma, düşmanlaştırma yoluyla inşa etmek istediği bir din toplumuna yol açmak için mi?

***

Dersim/Tunceli olaylarının, aşiretlerin ayaklanmasının ve devletin burada yaptığı zulmün artık saklı-gizli bir tarafı kalmamıştır:

General İzzettin Çalışlar’ınki de dahil, devletin pek çok gizli raporu, o dönemde emniyet müdürü olan Çağlayangil’in anıları, tanıkların anlattıkları, sürgünler, kayıp kızlar gibi sorunlar, olaylar, kitaplaştırılmış, kamuoyunun bilgisine sunulmuştur.

Daha 1969 yılında, 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında, Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabında, 1938’i yaşamış olan Hayri Koç’un anılarını, bütün vahşeti ve dehşeti aktaran bir biçimde yazmıştır.
Bu konuda, ayrıntılı araştırmalar da yapılmıştır…

Hemen aklıma gelenler arasında Rıza Zelyut’un “Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği”, Yalçın Doğan’ın “Savrulanlar Dersim 1937-38 Hatta 1939”, Mahmut Akyürekli’nin “Dersim Kürt Tedibi, 1937-1938”, Suat Akgül’ün, “Yakın Tarihimizde Dersim İsyanları ve Gerçekler” adlı kitapları var.

Konu edebiyata da yansımış, Murathan Mungan, “Bir Dersim Hikâyesi” adı altında çeşitli yazarların öykülerini kitaplaştırmıştır.

***

Olay esas olarak, din-tarım toplumu aşamasında kalmış olan feodal yapı ile laik endüstri toplumunun sonucu olan ulusal devlet kurma aşamasındaki merkezi otoritenin çatışmasıdır…

Ama ne yazık ki egemen Sünni kültürünün, azınlık Alevi kültürünü baskılaması ve yok etmesi sürecinin bir parçası olmuştur.

***

Bence Dersim/Tunceli olaylarından alınacak en büyük ders, Alevilere bugün de uygulanan ayrımcılığın ve zulmün sona erdirilmesi olmalıdır…
Elbette farklılıklarımızla birlikte yaşayacağımız demokratik bir toplum inşa etmek istiyorsak!

=======================================================

Dostlar,

Yapılacak ilk iş, Dersim sorununu siyasilerin istismar etmelerini önlemek sanıyoruz.

Sonrasını, serinkanlılıkla değerlendirmek üzere namuslu bilim insanlarına bırakmak gerekiyor..

 

Sevgi ve saygıyla.
07.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

Karşıtından Değil Kendinden Kork


Karşıtından Değil Kendinden Kork

portresi_resmi

 

Emre KONGAR
Cumhuriyet,
11.11.14

 

Hiç kimse bir insana kendisi kadar kötülük yapamaz…

Çünkü hiç kimse, kimsenin sağlığını, işini, yaşamını, imajını kendisi kadar bozamaz!
Bu söz politikacılar, özellikle de otoriter eğilimli politikacılar için evleviyetle geçerlidir:
Tarihe ve günümüze baktığımızda, Sezar’dan Napolyon’a, Saddam’dan Mursi’ye kadar bunun pek çok örneğini görüyoruz.

***

Önyargılarla, yanlış hedeflerle yola çıkan bir politikacı,
genellikle kimseyi dinlemez…

Eleştirilere kulaklarını tıkar…
Zaman içinde, kendini eleştirenleri çevresinden uzaklaştırır…
Muhaliflerini zaten hainlikle suçlamaktadır…
Gittikçe yalnızlaşır…
Yalnızlaştıkça hataları artar…
Yalnızlığını gidermek için yanına yeni isimler, özellikle de eski muhaliflerini alır…
Böylece kendini aldatır…
Çünkü yanına gelen muhalifler, kişiliklerinden soyundukları için ona güç katmaz,
tam tersine, baskının, yozlaşmanın arttığını, daha da yalnızlaştığını gösterir.

***

Türkiye’nin ağır aksak işletmeye çalıştığı demokratik düzeni,
kendini bir türlü sağ iktidarların otoriter eğilimlerinden kurtaramamıştır:

Sağ eğilimli partiler, demokrasinin bir temel hak ve özgürlükler rejimi olduğunu genellikle bilmezden gelirler…
İktidara oturduklarında her şeyi yapabileceklerini, aldıkları oyun her eylemlerini meşrulaştıracağını düşünürler…
Demokrasiden çok demagojiye (halkın duygularını istismar etmeye) yönelirler…
Din gibi, mezhep gibi, ırk gibi, milliyet gibi, kimlik değerlerini ve kutsal değerleri, gerekirse bağlamlarından da koparıp yozlaştırarak kullanırlar.

***

  • AKP’nin “İleri Demokrasi” diye halkın ve özellikle eski solcularla
    liberal geçinenlerin gözünü boyadığı rejimin artık otoriter bir mezhepçiliğe yöneldiği iyice açığa çıkmıştır.

Üstelik bütün otoriter rejimlerde olduğu gibi bu yönetim de büyük bir
legal ve illegal sömürüye ve talana dayanmaktadır…

Hukuk kuralları geçerliliklerini yitirmiş görünmektedir…
Cepler doldurulur, yandaşlara büyük paralar ödenirken, geniş kitleler yoksulluk içinde, sadaka ekonomisine mahkûm edilmiştir…

Tam bu ortamda, bütün yargı kararlarına karşı, “Güçleri yetiyorsa gelsinler yıksınlar”  denilerek, yeşil katliamına dayalı,

Atatürk’ün anısını tahrip eden 1000 odalı bir sarayın,

bütün debdebesi ve ihtişamıyla gündeme gelmesi,
ancak “basiret bağlanması” ile izah edilebilir…

Üstelik şimdi bu debdebe, bu ihtişam, insanların iyice gözüne sokulacak biçimde
halka da açılacakmış…

Rahmetli annem, böyle durumlar için “Allah şaşırtmasın” derdi!

=========================================

Teşekkürler üstad Emre Kongar,

Zavallılaşan birilerine ancak bu denli yardımcı olunabilir..

Doğallıkla tümüyle kör – sağır olunmadı ise..

Eski deyimle “encamları hayrola..” diyelim ama ne deni dilesek de hiç öyle olacağa benzemiyor.. Ülkeye çok ağır zarar veriyorlar, diyeti de o ölçüde ağır olacak..

Bir kez daha biz de yazmış olalım..

Sevgi ve saygıyla.
11.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Emre Kongar : IŞİD; Kobani ve Savaş


IŞİD; Kobani ve Savaş

portresi


Emre Kongar
Cumhuriyet, 4.1.14

 

IŞİD, bölgeyi kana bulayan, halifeliği, şeriatı ilan eden, kafa kesen, ciğer yiyen
Sünni bir terör örgütü.

Kobani, Suriye’nin hemen Türkiye sınırında, Kürtlerin özerk yönetim kurdukları
Rojava bölgesinde yer alan bir kent.

IŞİD, Kobani’yi kuşatmış, saldırıyor…
Türkiye şaşırmış durumda, savaş tezkeresi çıkarıyor;
ama ne yapacağı, hedefi belli değil!

***

Bütün diktatörler savaştan medet umar:

Böylece, hem “eski güzel günler”, “büyük ülke” hayallerini gerçekleştireceklerini ya da en azından halkı böyle kandıracaklarını umut eder…
Hem de “savaş hali” uygulamalarıyla, baskılarını artırır ve “ihanet” suçlamalarıyla her türlü muhalefeti saf dışı bırakmaya çalışırlar.

***

AKP iktidarının sürdürdüğü, hak, hukuk, adalet, anayasa, demokrasi tanımaz, tutarsız, iç ve dış politikaları, en sonunda geldi, savaşa dayandı!
Güya bölgeyi kana bulayan IŞİD’e karşı olarak gündeme getirildiği söylenen savaş tezkeresi, bir yandan Kürtleri (ve dolayısıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu öne sürülen “Barış sürecini”) öte yandan Suriye ve Irak gibi komşu ülkeleri hedef alıyor.
Bunun, “restorasyon” diyerek Osmanlı özlemini açıkça dile getiren bir iktidar
tarafından yapıldığını da bilelim.

***

Kılıçdaroğlu, tezkerenin IŞİD dışı hedeflere yöneldiğini,
Türkiye’yi sonu belirsiz maceralara sürüklediğini belirterek karşı çıktı…

CHP milletvekilleri Refik Eryılmaz ve Akif Hamzaçebi, iktidarın yıllardır Irak ve Suriye’nin içişlerine karıştığını, bölgedeki örgütlere mezhep dayanışması ile
yardım ettiğini, Tezkerenin Suriye ve Irak ile Kürtleri hedef aldığını açıkladılar.

***

İktidar sözcüsü medya, olayı tam anlamıyla çarpıtarak, bu tezkerenin Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek için başlattığı “Barış sürecini” de güvenceye aldığını belirtti.

Bu iddianın nasıl boş ve temelsiz olduğunu, Kürtleri temsil eden HDP grubu adına Ertuğrul Kürkçü’nün, Meclis’te yaptığı konuşmadan anlayabilirsiniz:

“Restorasyonun siyasi tarihteki karşılığı bir devrimden önceki duruma iade olmaktır. Yani Osmanlı Devleti’nin eski hinterlandına Türkiye’yi iade etmek…
Buraya asker sokmak…
Bunu aslında dar, gerçekle ilgisi olmayan, toplumun milletin çıkarıyla ilgisi olmayan bir genişleme hedefiyle yapmak…
Türkiye böyle bir maceraya girmemelidir… IŞİD sadece bunun vesilesidir.
Kobani’ye destek bunun ufkunda bile yoktur, Kobani savunmasını düşman ilan ettikten, terörist ilan ettikten sonra.”

***

Bu savaş Türkiye’nin savaşı değildir…

Üstelik tezkere, gerek yabancı askerler, gerekse sınır ötesi harekât konularında önemli belirsizlikler taşımakta, ülkeyi sonu görülemeyen tehlikeli maceralara atmaktadır!

Hamza SAYKAN : Kuzuların sessizliği!


Kuzuların sessizliği!

portresi

 

Hamza SAYKAN
04.09.2014, Yenimahalle Gazetesi

Emre Kongar 22 Ağustos’ta Cumhuriyet’teki köşesinde “Üniversitede kuzuların sessizliği” başlıklı bir yazı yayımladı.
Yazısında “İlk, orta ve lise eğitimi gibi üniversiteler de darbelerin, diktatörlerin
ilk hedeflerinden biri olmuştur..” diyor Emre Kongar.
Devamla toplumun çeşitli kesimlerindeki olumsuzluklar karşısında üniversitelerin sessizliğini anlamadığını belirterek, “Bilim adına, üniversite adına utanıyorum..” diye bitiriyor yazısını.
Üniversitelerin yol gösterici olması gerektiğini biliyoruz. Gerçekten de gerek üniversite yöneticilerinin, gerekse öğretim üyelerinin sessizliği kabullenebilir nitelikte değildir.
Peki, sessiz olanlar yalnız onlar mı?
Askerler sindirilmiş durumda.
Polis kuvveti, hükümet kuvveti olarak her kesime korku salmaya devam ediyor.
Yargı derseniz yaşanan onca hukuksuzluk karşısında suskun…
Sivil toplum kuruluşları sıranın kendine geleceğini öngöremiyor ve bölük pörçük…
İş adamları ve onların örgütleri tümüyle sinmiş durumdalar.
Medya mı dediniz?
Medyanın çok büyük bir bölümü zaten yandaş. 
Basının amiral gemisi diye bilinenler ise “amiral battıyı” oynuyor!
Siyasal partiler ise pusulasını şaşırmış durumdalar.
Halk şaşkın! Kimin peşinden gideceğini bilemez durumda.
Yeni dönemde başbakanlık da Cumhurbaşkanlığından yönetileceğine göre,
daha diktatöryal bir yönetim Türkiye’yi bekliyor demektir.
Kısacası dostlar, herkes kafasını kuma sokmuş, devekuşu rolü yapıyor.
Peki, halkımız bunu hak ediyor mu?
Yolsuzlukları ve yoksulluğu dile getirme görevi yalnızca muhalefet partilerine mi ait?
Sanırım Emre Kongar’ın söylemek istediği de bu.
Velhasıl suskun bir toplum olduk çıktık.
“Ne gelirse kabulümüzdür” anlayışındayız.
“Aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesi yaşam felsefemiz oldu