Etiket arşivi: Emre Kongar

Şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır

Şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 05 Mayıs 2020


Birleşmiş Milletler bursu ile gittiğim ABD’den 1966 yılında döndüğümde, SBF’de ve ODTÜ’de kadro olmadığı için Prof. Nusret Fişek’e başvurdum ve onun desteği ile İhsan Doğramacı tarafından öğretim görevlisi olarak o zamanlar Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi olan Hacettepe’ye atandım.

Dönem, Avrupa’da özgürlük rüzgârlarının estiği, Fransa’daki öğrenci ayaklanmalarının bütün dünyayı etkilediği, Türkiye’de de özgürlükçü 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemdi.

Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’ni üniversiteye dönüştürmek için Sosyal Bilimlere gereksinme duyan Doğramacı, beni sadece Sosyal Çalışma Yüksek Okulu kurmak için değil, Nusret Fişek ve Doğan Karan’la birlikte gerçekleştirmeye çalıştıkları, Tıp’ta devrim yapmaya yönelik olan yeni eğitim programını düzenlemekle de görevlendirmişti.

Bütün Tıp ve benzeri sağlık bilimleri ile ilgili eğitimleri Türkiye’de ilk defa kredi sitemine geçirmiş, hepsine zorunlu olarak sosyal bilim dersleri koymuş, Sosyal Tıp hizmetlerini, özellikle de Halk Sağlığını ön plana alan devrimci bir programa başlamıştık.

Bu arada Nusret Fişek, Ankara’dan başlattığı pilot uygulamaları tüm ülkeye yayan “Sağlık Ocakları projesini de başarıyla gerçekleştiriyordu.

Bütün bunları Doğramacı’nın “1961 Anayasası” ve “1968 ruhu” bağlamındaki özgürlükçü ve demokrat “kararlılığı(!) ile yapabiliyorduk.

Doğramacı, beni ayrıca öğretim görevlilerinin, asistanların, öğrencilerin ve bütün hizmetlilerin de üniversite yönetimine katılmaları için bir model oluşturmakla görevlendirmişti.

Herkesin önünde Muzaffer Şerif’i, Pertev Naili Boratav’ı, Niyazi Berkes’i, Sadun Aren’i ve Behice Boran’ı da üniversiteye alacağını ilan ediyordu.

Ama kurduğum modeldeki temsilcilerin, kendilerini seçenleri değil, doğrudan rektörü temsil edeceklerini bana “tebliğ ve empoze edince”, bunun “seçilmiş temsilciler” açısından olanaksız olduğunu söyledim ve aramız açıldı.

Daha sonra 1961 Anayasası’na karşı, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi yapıldı; 9 Martçılarla da ilişkisi olduğundan kendini kurtarmak için beni yem olarak Tağmaç’a ihbar etti, zorla askere aldırdı, Piyade Okulu’ndan sonra atandığım Genelkurmay’dan da “sakıncalı asteğmen olarak” başka yere tayinimi sağladı.

(Ecevit, 1973 seçimlerinden sonra başbakan olunca Doğramacı beni gene geri çağırdı. O süreçte Doçent ve Profesör oldum. 12 Eylül’den sonra da YÖK’ü birlikte kurma önerisini reddedince, Profesörlüğümü onaylamadı, bölümümü kapattı, sakal baskısı uygulayarak istifa etmemi sağladı.)

***
Fakülteden Üniversiteye dönüşme sürecinde sadece eğitim konusunda değil, hastane yönetiminde de, Doğramacı’nın (doktor arkadaşlarımın deyimiyle) “sol” kolu olmuştum.

(Bu arada Hastanenin kurulmasında ve gelişmesinde Mithat Çoruh’un ve sonradan iki kez seçilmiş Rektör de olan Süleyman Sağlam’ın adlarını da anmadan geçemem.)

***
Bütün bu uzun girişi, tıp eğitiminin, hastane yönetiminin ve doktorların sorunlarını en üst düzeyde, bizzat uygulamanın içinde öğrendiğimi ve birçoğunun halledilmesine de katkıda bulunma fırsatı elde ettiğimi anlatmak için yaptım:

Derhal belirmeliyim ki 1500-2500 yataklı Şehir Hastaneleri projeleri hem finansman hem de hastane yönetimi açılarından yanlış bir projedir:

Bu nedenle vakit geçirmeden kamulaştırılmaları ve çağdaş sağlık hizmetlerine uygun bir biçimde yeniden organize edilmeleri gerekmektedir!
***

Bakın, Eski Balıkesir Tabip Odası Başkanı, CHP Balıkesir Milletvekili Dr. Fikret Şahin, TELE 1’de İsmail Dükel’in programında yaptığı çarpıcı açıklamalardan dolayı kendisinden rica ettiğim bilgi notunda neler anlatıyor:

“Devlet tarafından şehir hastanelerinin yapılacağı arsa ücretsiz olarak yüklenici firmaya veriliyor. Firma bu arsaya hastane inşaatını yapıyor. Firmaya, kullanacağı kredi ve geri ödemeler için hazine garantisi sağlanıyor.

Özel bir şirket olan firmaya hastanenin işletmesi de en az 25 yıllığına veriliyor. 25 yıl boyunca bu hastaneler için devlet, döviz bazında kira ödüyor.

Ayrıca kiranın yanında devlet, en az kira bedeli kadar bu firmalara hizmet bedeli ödüyor. Hizmet bedeli ödemeleri her 5 yılda bir güncelleniyor.

Hastanenin en fazla gelir getiren bölümleri olan,

•Laboratuvar

•Görüntüleme (MR, BT, USG, Anjiografi…)

•Nükleer Tıp

•Radyoterapi, Kemoterapi

•Fizik Tedavi Rehabilitasyon

Ünitelerinin işletmeleri de bu şirketlere bırakılıyor ve bu hizmetler için %70 oranında garanti veriliyor.

Sağlık Bakanı devamlı suretle biz ‘yatak doluluk garantisi vermedik diyor’ ama olayın gerçeği, en çok gelir getiren işlemler üzerinden garanti verilmiş olması.

Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılı bütçesine göre yaptığımız hesaplamaların sonucu şu:

Her bir şehir hastanesi için 1 yılda ödenen kira ve hizmet bedeli ile o hastaneyi yapabiliyorsunuz.

20 şehir hastanesi yapıldı ve yapılıyor; her bir hastane için en az 25 hastane parası ödersek, 25 yıl sonra 20 şehir hastanesi için en az 500 hastane parası ödemiş olacağız.

Özetle: bizler, çocuklarımız ve torunlarımız bu şehir hastaneleri üzerinden soyuluyoruz.

Gelecek nesillerin kullanacağı sağlık bütçesinin üzerine ipotek konmuş durumda ve gelecek nesillerin sağlık bütçesini şimdiden kullanarak kısıtlıyoruz.

Gelecekte tıbbi teknoloji yenilenmesi için bütçe bulunamayacağı için de maalesef Türk Tıbbı gerileyecek, benin en büyük endişem bu…”
***
Bu konu, tam da COVID-19 salgını zamanı, tek bir yazıyla bitecek gibi basit bir olay değil. Kısa olmak kaydıyla, (500 vuruş dolayında Word dokümanı olarak) yorum, eleştiri ve katkılarınızı beklerim.

Çıldırtan çelişkiler ve çare!

Çıldırtan çelişkiler ve çare!

Emre Kongar
Cumhuriyet, 14.4.2020
ekongar@cumhuriyet.com.tr
Koronavirüsle mücadele için, doğru bir kararla, Sağlık Bakanlığı bünyesinde Bilim Kurulu kuruluyor… Fakat Kurul’un kararları onay için, bakanlık da aşılarak, Cumhurbaşkanlığı’na sunuluyor ve oradan onay alınmadan ne ilan edilebiliyor, ne de uygulamaya konabiliyor.

 “Koronavirüsle en iyi savaş, evden çıkmamaktır; kendinizi izole edindeniyor…

İnsanlar evden çıkmaya, işe gitmeye mecbur bırakılıyor.

“Dışarı çıkan ve kalabalık içinde olan herkes maske takmalıdır” deniyor…

Maske satışı yasaklanıyor. Gönüllü olarak, bedava maske dağıtan STK mensuba kadınlar gözaltına alınıyor. Üstelik aradan günler geçmesine karşın haber verilen dağıtım bir türlü gerçekleştirilemiyor.

Başka ülkeler vatandaşlarına, işçilere, esnafa ve işletmelere, bir bölümü nakit olmak üzere mali ve ekonomik yardımlar yaparken, vatandaşlardan bağış isteniyor…

Ama bağış toplayan belediyelerin kampanyaları engelleniyor, banka hesaplarına el konuyor. Ayrıca belediyelerin aşevlerini desteklemek için açtıkları hesaplara da el konuyor.

Uzmanların önerileri üzerine 30 büyükşehire ve Zonguldak’a, yalnızca hafta sonu için yasak geliyor ve gece 12’de başlayan yasak yalnızca iki saat önce, gece 10’da ilan ediliyor.

Bu yüzden, sokağa çıkma yasağını son anda öğrenen ve hazırlıksız yakalanan halk paniğe kapılıyor, üst üste yığılarak dükkânlara doluşuyor, böylece hastalığın bulaşma olasılığı çok artıyor.

65 yaş üstüne ve 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı getiriliyor…

20 yaşın altındaki çalışanlara, (sanki onlar hastalanmazmış gibi) işe gitme izni veriliyor.

65 yaş ve üstüne kolonya ve maske yollanacak deniyor…

Ne gelen oluyor ne de giden.

Hafta sonu, cuma gecesi saat 10’da, büyükşehirlerde ve Zonguldak’ta sokağa çıkma yasağı ilan edildiği günün akşamı, Sağlık Bakanı basın toplantısı yapıyor.

Ama saat akşam 7 dolayında basın toplantısı yapan Sağlık Bakanı, tek satırla bile bu yasaktan söz etmiyor (Belki de haberi yok?)

Hafta sonu ilan edilen sokağa çıkma yasağını, son dakikada açıklayarak panik yaratan ve tecridin ciddi biçimde ihlal edilmesine yol açan İçişleri Bakanı, krizi yönetemediği gerekçesiyle, sorumluluğu üstüne alarak istifa ediyor.

Toplum hiç de alışık olmadığı bu sorumlu tavrı olumlu karşılarken, istifa kabul edilmiyor ve yine bir düş kırıklığı daha yaşanıyor.

Bütün bu çelişkilere ek olarak, hem kaynak yetersizliğinden şikâyet ediliyor…

Hem de halkın karşı olduğu, gereksiz ve çok maliyetli “Kanal İstanbul” gibi projelere devam ediliyor.

***
PEKİ, ÇARE NEDİR?

Çare, krizi yönetemediği artık iyice belli olmuş olan “Tek Kişi Yönetimi” modelinden vazgeçmektir:

1) Bilgi akışı ve karar alma mekanizmaları şeffaflaştırmalıdır.

2) Muhalefet partileri ile uzlaşmayı ve işbirliğini gerçekleştirecek bir biçimde Meclis devreye sokulmalı, işlevsel kararlar için çalışması sağlanmalıdır.

3) Hizmetler açısından başta büyükşehir belediyeleri olmak kaydıyla, bütün belediyelerle yakın işbirliği yapılmalıdır.

4) Ülkedeki uzmanları bağrında barındıran meslek kuruluşları ile her düzeyde eşgüdüm sağlanmalıdır.

5) Hem Koronavirüsle mücadele için gerekli olan kaynakları, hem de ekonomik çöküntüyü önlemek amacıyla topluma enjekte edilecek parayı bulmak için, gereksiz harcama ve yatırımlar kısılmalı, bütçede kuruluşlar ve kalemler arası para aktarmaları gerçekleştirilmelidir.
***
UNUTMAYIN:

1) Zararın neresinden dönülse kârdır…
2) Doğru kararların verilebilmesi için zaman hiçbir zaman çok geç değildir…
3) Tarih bugünleri de yazacak!

Deprem, emperyalizm, cehalet ve dincilik

Deprem, emperyalizm, cehalet ve dincilik

Emre KONGAR
ekongar@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 31.01.2020

Sevgili okurlarım, tam da iktidarın kendi ihmallerini örtbas etmek için “Kader, Fıtrat, İmtihan ve Şehit” kavramlarının kullandığı Elazığ-Malatya Depremi’nden önce, Emperyalizmin, dinciliği nasıl kullandığını anlattığım son yazılarımdan birinde, şöyle dediğimi anımsayacaklar:

Atatürk Batı emperyalizmine, Batı’nın Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri bağlamında, Laik Demokrasi adına karşı çıkıyordu…

İşte bu nedenleSamuel P. HuntingtonSovyetler Birliği çöktükten sonra yazdığı ‘Uygarlıklar Çatışması’ kitabında Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin aleyhine koskoca bir bölüm ayırdı…

…Ve utanmadan ‘Kadın hakları ve laiklik, Emperyalist değerlerdir. Siz bunlara inanmayın, kendi geleneksel değerlerinize bağlı kalın’ diye öğüt verdi!”
***
Sevgili okurlarım, ben çok küçükken, ailemde sırasız ve beklenmedik bir ölümle tanıştığım ve bütün ömrümce bununla birlikte yaşadığım için deprem ve kaza gibi olaylar beni derinden etkiliyor: Ölenlerin acılarını yüreğimde hissediyorum ve derhal, “önlenebilir miydi” sorusu aklıma geliyor!

Japonya’nın tüm dünyaya öğrettiği gibi, insanları öldüren, deprem değil çürük binalar ve alınmayan önlemler!
***
Depremden sonra iktidar, hemen kendi ihmallerini örtbas etmek için yine dini değerlere sığınarak “Kader, Fıtrat, İmtihan ve Şehit” kavramları üzerinden söylemler geliştirdi.

Tam bu noktada Salı günkü yazısında Zülâl Kalkandelen benim de gözümden kaçmış olan bir kitabı gündeme getirdi ve Emperyalizmin ülkemizdeki dinci yansımalarını mükemmel bir biçimde açıkladı; yazısının ilgili bölümü şöyle:

“Susan Jacoby, ‘The Age of American Unreason’ (Amerikan Mantıksızlık Çağı) adlı mükemmel eserinde, Aydınlanma, laik gelenek ve bilim karşıtlığı olarak ortaya çıkan bu anlayışın sonuçlarını anlatıyor.

Bush döneminde doruk noktasına varan ‘anti-entelektüalizm’, holding medyasının pompaladığı rantçı popüler kültür aracılığıyla Amerika’ya hâkim oldu.

Bilimsel çalışmaları din karşıtı gibi gösteren, küresel ısınmayı yok sayan, evrim teorisine karşı çıkan, bilginin karşısına hurafeleri çıkaran bu görüş, her geçen gün güç kazandı…

Jacoby’ye göresorun sadece politikacıların doğruyu söylememesi değil; insanların kamu görüşü oluşturabilmek için bilmeleri gerekenleri öğrenmek adına hiçbir çaba harcamaması…

Yığınlar, bunun sonucunda işlenen insanlık suçlarının asıl nedenini araştırmaz hale geldi, yöneticileri sorgulamadı.

Reagan döneminden bu yana entelektüeli ‘elitist’ göstermeye çalışan dinci sağın geriletilmesi sadece Amerika için değil, tüm dünya için çok önemliydi.

Çünkü Bush’la iyice popülerleşen cehalet ve korku temelli bu ideolojinin yönettiği Mantıksızlık Çağıadeta bir virüs gibi tüm dünyaya yayılıyordu.

Aradan geçen zamanda bu virüs, Amerika’da Trump ile en vurucu darbesini yaptı. Türkiye’de ise son 18 yıldır zirvede; sonuç olarak örselenen bilimin yerini her alanda ‘kader ve fıtrat’ aldı.”
***
İşte deprem felaketi ile emperyalizm, cehalet, din, siyaset arasındaki ilişkiler bu kadar net:
KAHROLSUN CEHALET…
YAŞASIN BİLİM!

Atatürk’ü anlayabilmek ve anlatabilmek için…

Atatürk’ü anlayabilmek ve anlatabilmek için…

Emre Kongar
ekongar@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet
, 10 Kasım 2019

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Sevgili okurlarım, siz bu satırları okurken ben Almanya’da, Türk Üniversiteliler Derneği’nin davetlisi olarak Köln Üniversitesi’ndeki bir toplantıda Atatürk’ü anlatıyor olacağım.

Atatürk’ü anlayabilmek ve anlatabilmek için hem insanlık tarihini hem de insanlık tarihi içinde özellikle dinler tarihi ile Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet tarihini, savaşlar, siyasal rejimler ve devrimler açısından iyi bilmek, özümlemiş olmak gerekmektedir. Ancak bu bilgilerle, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aksakallı acımasız tarihi nasıl mağlup ettiğini, onun karşı konulmaz gücüne nasıl boyun eğdirdiğini anlayabilir ve anlatabilirsiniz.
***
İnsanlık tarihini iyi bilecek ve iyice özümlemiş olacaksınız:

Toplayıcılık-Avcılık Dönemi’ndeki göçebe toplumları, Tarım Devrimi’yle ortaya çıkan din-tarım imparatorluklarını, Endüstri Devrimi’yle oluşan ulusal devletleri, Bilişim Devrimi’nin etkilerini öğrenmiş, onlar hakkındaki bilgileri sindirmiş olacaksınız.

Siyasal tarihi, devrimler tarihini ve dinler tarihini iyi bileceksiniz.

Siyasal tarih içinde dinlerin rolünü iyi anlayacaksınız. Din ve siyaset ilişkilerini devrimler tarihi açısından özümlemiş olacaksınız.

İslam tarihini bütün öteki dinlerin tarihleriyle birlikte, siyasetteki rolünü anlayarak en ince ayrıntılarına kadar bileceksiniz.

Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet tarihini çok iyi bileceksiniz.
Bu tarihin, insanlığın gelişmesi içindeki yerini, katkılarını, eksiklerini, öteki toplumlarla ve devletlerle olan ilişkilerini, rolünü iyi değerlendirmiş olacaksınız.
***
Bu genel bilgileri iyice sindirdikten sonra, özellikle Amerikan, Fransız, Rus ve Türk Devrimlerini çalışacaksınız.
Siyasal akımları, sömürgeciliği, liberalizmi, kapitalizmi, emperyalizmi, faşizmi, Marksizmi, Leninizmi, demokrasiyi öğreneceksiniz.
İşte ancak ondan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun, aksakallı merhametsiz tarihin ellerinde son nefesini nasıl verdiğini, Sevr Antlaşması’na nasıl mahkûm edildiğini anlayabilir…

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yalnızca Kurtuluş Savaşı’yla değil, Atatürk Devrimleriyle de bu tarihe Trakya ve Anadolu’da nasıl diz çöktürdüğünü ve Lozan ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin farkını görebilirsiniz!
***
Ben aile ve toplumsal değişme üzerinde ihtisaslaşmaya çalışan bir toplumbilim öğrencisi olarak akademik yaşamımın çok önemli bir bölümünü Türk Devrimi’ni ve elbette onun lideri olan Atatürk’ü öğrenmeye ve anlamaya vakfettim.

Hâlâ da bilgilerimin çok eksik olduğunu fark ediyorum; bu nedenle de bıkmadan, usanmadan, okumaya öğrenmeye devam ediyorum.

Siz bu satırları okurken, “Atatürkçü Devrim Modeli” çerçevesindeki bilgilerimi Almanya’daki dinleyicilerime aktarıyor olacağım.

  • YAŞASIN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK:
  • YAŞASIN O’NUN KURDUĞU DEMOKRATİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ!
    ===========================================
    Dostlar,

Çok değerli Aydınlanmacı yazar, düşünür, bilim ve eylem insanı, Atatürkçü – Devrimci savaşım (mücadele) insanı Sn. Prof. Dr. Emre Kongar’a çok şey borçluyuz..
80 yalına dayanan bu bilge insan, alçakgönülülüğü ile de örnek oluyor..
Ankara Üniversitesi SBF – Mülkiye’yi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) bitirdikten sonra 60 yıla yakın zamandır Sosyoloji çalışan Prof. Kongar, kendisini “hala bir Sosyoloji öğrencisi” olarak tanıtmakta.
Son 1-2 yıldır da TELE1’de hafta içi her akşam saat 20:00’de 18 dakika (sıklıkla aşılıyor doğallıkla) programını, yine çok değerli ve yürekli – çalışkan – üretken gazetecei -yazar Sayın Merdan YANARDAĞ ile gündemi yorumlayarak çözüm yolları öneriyorlar..
Bu programın kaçırılmamasını öneriyoruz..

Bu verile ile Sn. Kongar ve Sn. Yanardağ’a teşekkür eder, şükranlarımızı sunarız.

(Not : Bu arada, bizim da 1996’dan bu yana AYDINLANMA konferanslarımız yurt içi, dışı.. 1520’yi buldu! Ülkemize, insanımıza, Yüce Atatürk’ün ışıklı yoluna bizden de bir tutam katkı..)

Sevgi ve saygı ile. 11 Kasım 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Demokrasi düşmanları: Yolsuzluk ve zulüm

Demokrasi düşmanları: Yolsuzluk ve zulüm

Cumhuriyet, 7.6.19

Her yolsuzluk yapan zalim olur… 
Her zalim yolsuzluk yapar!
***
Siyaseti halka hizmet için değil, ceplerini doldurmak için yapanlar: 
Mutlaka din gibi, milliyet gibi, birtakım mukaddes değerlere dayalı olarak halkı aldatırlar.
***
Halkı aldatarak soyanlar, yolsuzluklarını gizlemek için zalim olmaya mecburdurlar. 
Çünkü yolsuzluklarını ancak zulümle örtbas ederler.
***
Yolsuzluk ve soygun uzun süre devam edip saklanamaz duruma geldiğinde, yoksullaşan halk zulme rağmen konuşmaya, eleştirmeye, direnmeye başlar. 
Bunun üzerine zalimler, iktidarda kalmak için ulufe, komisyon, rüşvet dağıtmak zorunda olduklarını fark ederler.
***
Ulufe, komisyon, rüşvet dağıtmak için kaynak gerekir… 
Kaynak için yolsuzluk yapılır.
***
Zulüm için sadece para ve maddi kaynak yolsuzluğu da yeterli değildir… 
Rejimin gereklerine göre, seçimli diktatörlüklerde farklı, seçimsiz diktatörlüklerde farklı olmak üzere, siyasal yolsuzluk da gerekir.
***
Maddi ve siyasal her türlü yolsuzluğun yapılabilmesi için eylemin “kitabına uydurulması”, yani meşru süsü verilmesi gereklidir… 
Yolsuzlukların “kitabına uydurulması” için ise yargı egemenlik altına alınır.
***
Sonuç olarak: 
Zulüm yolsuzluğu…. 
Yolsuzluk zulmü… 
Teşvik ettiği için: 
Zulüm daha çok zulmü… 
Yolsuzluk daha çok yolsuzluğu… 
Gerekli kılar.
***
Tarih ve siyaset bilimi bize şu gerçekleri öğretmiştir: 
1) Her zalim hırsızdır… 
2) Her hırsız zalimdir! 
3) Hırsızlığın ve zulmün egemen olduğu toplumlarda Hukuk Devleti de çöker: 
4) Toplumun her kademe ve aşamasında hırsızlık ve zulüm yaygınlaşır; kaba kuvvet egemen olur… 
5) Zulüm ve yolsuzluk, zalimler ve hırsızlar iktidardan gidene kadar devam eder.
***
Zulmün ve yolsuzluğun panzehri: Demokrasi ve Hukuk Devleti’dir.

NE MUTLU TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE Kİ; 
ANAYASASINDA “DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ” YAZMAKTADIR.

 

Hane halkları açlık ve yoksulluk sınırı

Hane halkları açlık ve yoksulluk sınırı

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 29.5.19

 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır…)

Türkiye, krizin temel göstergelerine (ve 23 Haziran İstanbul seçimine) odaklanmış iken, Türk-İş’in Mayıs 2019 Açlık ve Yoksulluk Sınırı İstatistikleri yayımlandı. Türk- İş Araştırma Dairesi’nin Mayıs 2019 dönemi bulgularına göre;

• 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda gideri 2.123.93 TL’ye yükseldi.
• Söz konusu gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt) ulaşım, eğitim, sağlık vb. gereksinimler için yapılması zorunlu öbür aylık harcamaların toplam tutarı ise 6.918.33 TL’ye ulaşmış durumda.
Türk-İş Araştırma Dairesi ilk rakamı açlık sınırı, ikincisini ise yoksulluk sınırı olarak niteliyor ve söz konusu istatistikleri otuz iki yıldan bu yana aralıksız olarak kamuoyu ile paylaşıyor.

  • Türk-İş Araştırma Dairesi’nin bulguları Türkiye’de sürmekte olan gelir eşitsizliğini ve buna bağlı olarak yoksulluğun ulaştığı düzeyi belgelemesi açısından çarpıcıdır.

Türk-İş’in bulgularını Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçları ile birlikte yorumladığımızda karşımıza yoksulluk tuzağına sıkışmış çarpık bir ekonomik yapı biçiminde dökülüvermektedir.
TÜİK, hane halkları bazında kullanılabilir gelirin dağılımını “Gelir ve Yaşam Koşulları” araştırmasına bağlı olarak 2006’dan bu yana izlemekte. Aşağıdaki tabloda TÜİK’in 2006’daki ilk hesaplamaları ile yayımlamış olduğu en son veri yılı olan 2017 dönemine ait bulgular özetlenmekte.

[Haber görseli]

TÜİK’e göre 2017’de Türkiye’de toplam 23 milyon 96 bin hanehalkı bulunmakta olup, bunların yıllık gelir ortalaması 46.131 liradır. Tablonun satırlarına soldan sağa doğru gidildikçe hane halklarının en yoksul %10’luk kesiminden başlayarak birikimli olarak ortalama gelirleri sergilenmektedir. Örneğin 2017 yılında en yoksul % 10’luk gelire sahip hane halklarının yıllık ortalama geliri 15.584 TL’dir. Bu rakam ayda 1.298.6 TL’lik bir gelir anlamına gelmektedir. Türk-İş’in “dört kişilik hanehalkı” harcama kestirimine görece kaba bir karşılaştırma yapıldığında, söz konusu rakamın açlık sınırının yarısına ancak ulaşabildiği görülecektir!

Bu karşılaştırmayı başka gelir dilimleri üzerine sürdürdüğümüzde, TÜİK’in resmi rakamlarına göre, hane halklarının neredeyse yarısının aylık gelirlerinin Türk-İş tarafından belirlenen açlık sınırına ancak ulaşabildiği; yoksulluk sınırının ise çok çok uzağında kaldığı görülecektir.

Resmi veriler Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırının,
hane halklarının yarısına yakını için ciddi bir tehdit olduğunu belgelemektedir.

2017’nin en güncel verileri, 2006 ile karşılaştırıldığında da, 2006’dan bu yana bu eğilimin kararlılıkla sürmekte olduğu görülmektedir.

Nitekim Türk-İş Araştırma Dairesi uzmanları bu saptamalara dayanarak

  • “Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kuruluşunun yüz yıla ulaştığı günümüzde, insan onuruna yaraşır bir yaşamı sürdürebilme olanağı çoğu ücretli çalışan için olanaklı olmadı. İşçinin kendisi ve ailesi için yetecek bir ücreti elde etmesi, uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla sağlanamadı.” yorumunu bizlerle paylaşmaktadır. 

Türkiye’nin emekçi hane halklarının 2000’li yıllar boyunca önce istihdamsız büyüme, günümüzde de yüksek enflasyon ve işsizlik kıskacında yaşamakta olduğu açlık ve yoksulluk gerçeği, çalışanların içinde bulunduğu geçim sıkıntısının boyutlarını net bir biçimde ortaya koymaktadır. Türk-İş Araştırma Dairesi uzmanlarına bu anlamlı çalışma için teşekkürü bir borç bilerek…

=======================================
Dostlar,

Bir “bayram günü” bu uyarıcı yazıyı neden paylaştığım sorulabilir…

Ancak, Emre Kongar hocamızın bu günkü (4.6.19) Cumhuriyet‘te yayınlanan “BAYRAMLARIMIZI DA ÇALDILAR” başlıklı makalesinin okunmasını önereceğim..

Bu “hazin” tablonun başlıca sorumlusu, Kasım 2002’den bu yana 17 yıldır ülkemizi tek başına yöneten, yönettiğini sanan ama bu ağır çıkmaza bizi sürükleyen AKP = RTE iktidarlarıdır.

Artık mızrak çuvala sığ – ma -mak -ta – dır!
Artık bıçak kıtır kıtır kemiği kesmeye baş – la – mış – tır!
Artık dayanma, sabretme olanağı kal – ma – mış -tır!
Artık yurdum insanı, yaşadığı sefaletin bilinçli sorumlusunu gör – me – li – dir!
Artık bu kurgulu ulusal sömürü ve aşağılanma sür – dü – rü – le – mez!
Artık, bayramlarımızı bile çalanlar ülkemizi yönetmeyi sür – dü – re – mez!
……………………………….
…………………………………….
“İlk adım” 23 Haziran 2019’da İstanbul’da hukuk dışı gerekçelerle yinelenecek olan BŞB Başkanlığı seçimidir.
AKP = RTE iktidarı bu seçimde mutlaka yenilmelidir.
Ardından ülkemiz erken seçim iklimine girebilir ve yapılacak ilk erken genel seçimde de bu tarihte örneği görülmemiş karabasandan kurtulma olanağı doğar..
*****
Düşünce özgürlüğü bağlamında “Bed dua” etmek hakkımı kullanmak istiyorum.
Gerekçem şudur : 17 yıldır halkın emeği – alın teri – kanı ve canı…. gasp edilmiştir.

  • Allah belanızı versin ve ulusumuzu bir an önce sizlerden kurtarsın…!

Dr. Ahmet Saltık, MD, MSc, BSc
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

YSK: 9 cinayet, 1 intihar

YSK: 9 cinayet, 1 intihar

Emre Kongar

Hiçbir eleştiri, hiçbir rakip, hiçbir düşman, bir insana veya bir kuruma, o insanın veya o kurumun kendisine verdiği kadar büyük bir zarar veremez!
Yüksek Seçim Kurulu o kadar uzun süre o kadar çok cinayet işledi ki, sonunda dayanamadı ve son cinayetiyle birlikte intihar etti.
***
YSK’nın nihayet intiharına da yol açan en son cinayeti pek çok kuruma karşı işlenmişti:

1) Aynı zarftan çıkan 4 oyun 3’ünü kabul edip yalnızca 1’ini reddetmek, akla, mantığa karşı işlenmiş bir cinayetti.
2) Zarfa konulan oyları, yani seçmen iradesini etkilemeyecek bir faktörü (seçim kurulları üyelerinin niteliklerini) bahane ederek, 4 oydan 1’ini iptal etmek anayasaya, yasalara, yönetmeliklere karşı işlenmiş bir cinayetti.
3) Karar, anayasa, yasa, yönetmelik ve içtihatlara karşı alındığı için Hukuk Devleti’ne karşı işlenmiş bir cinayetti.
4) Karar, seçmenin özgür iradesine ipotek koyduğu için sandığı karşı işlenmiş bir cinayetti.
5) Karar, seçmenin sandığa olan güvenini sarstığı için Demokratik Rejime karşı ilenmiş bir cinayetti.
6) Karar, Demokratik Hukuk Devleti’ni zedelediği için Türkiye Cumhuriyeti’ni Demokratik ve Hukuk Devleti olarak tanımlayan Anayasa’ya karşı işlenmiş bir cinayetti.
7) Karar, kamuoyunun her aşaması iktidar tarafından bizzat belirlenmiş, uygulanmış, denetlenmiş seçim sürecini geçersiz kıldığı için iktidara (ve elbette onun organı olan bürokrasiye) karşı bir cinayetti.
8) Seçim sürecinde uygulama ve denetleme görevi yapan yargı mensuplarına karşı bir cinayetti.
9) Seçim sürecinde sandıklarda görev almış olan vatandaşlara ve partililere karşı bir cinayetti.
10) Bütün seçim sürecindeki her türlü karar, uygulama, denetim ve itirazlardan sorumlu merci olarak, kendi düzenlediği, kabul ettiği ve kesinleştirdiği bir seçim sürecindeki sonuçları, üstelik de hem hukuka hem de eski kararlarına/ içtihatlarına aykırı olarak iptal ettiği için kendine karşı işlenmiş bir cinayet, yani intihardı.
***
Benim Yüksek Seçim Kurulu’nun demokratik, hukuksal ve manevi açılardan kamuoyu vicdanında intihar etmesine hiçbir itirazım yok…
Ama intihar ederken, Demokratik Rejimi, Hukuk Devleti’ni, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı dönemiyle birlikte, iki yüz yılı aşan toplumsal, siyasal, kültürel birikimini de birlikte götürmesine itirazım var!
Sanıyorum, kamuoyu da YSK’nın bu cinayetlerine ve intiharına itiraz ediyor ve itirazını da reddedilemeyecek bir biçimde 23 Haziran’da ifade edecek.

YSK’ya eleştiriler

YSK’ya eleştiriler

Cumhuriyet, 07.04.19

(AS. Bizim katkımız yazının altındadır..)

İktidarın İstanbul ve Ankara’yı kaybetmesi üzerine bir türlü açıklana­mayan resmi seçim sonuç­ları üzerine daha çok yazı yazılacak. Bugün YSK’ya yapılan bazı eleştirileri aktaracağım.

Yeniden sayım, iktidarın kendi kendini inkâr etmesi ve sandık görevlilerine gü­vensizlik ilanıdır. Seçimlerden önce, YSK, seçmen listelerinde hata ol­madığını, iktidar ise her san­dıkta yaklaşık 9 gözlemcisi bulunduğunu ilan etmişti.Oysa şimdi kimi yerlerde sadece “geçersiz oylar” kimi yerlerde ise bütün oylar yeni­den sayılıyor.

Bu konuda bir mektup aldım:

Sayın Kongar ben Ankara ….. lisesinde bir sandıkta memur üyeydim. Seçim çok sakin güzel geçti. Sandıktan Mansur ve Altınok, AKP’ye de mecliste çoğunluk çıktı. Her 3 partinin görevlisi ve et­raftaki resmi olmayan çetele tutucular dahi itiraz etmedi ve seçimi mutlu mesut bitirdik.Benim danışmak istediğim konu şu:
Ben öğretmenim, se­çim kurulu başkanım da öğretmen. Ve 3 partili ile yaptığımız görevi, bizi aşa­ğılayarak, tekrar sayıyorlar, beğenmiyor bir daha sayım istiyorlar. Ben memur üye olarak kendimi çok çok aşağılanmış, onuru zede­lenmiş hissediyorum.
Ben bununla ilgili nereye başvurabilirim?”
***
YSK yine yasalara aykırı davranıyor:
Anayasa Profesörü Süheyl Batum twitter hesabından bir açıklama yaptı:

  • Yasanın 112. madde­si çok açık; ‘somut delil’ gerekiyor ve ‘somut delili olmayan itirazlar da’ ince­lenmiyor. Üstelik ‘delilleriniz, ara­nızdaki oy farkının tamamını kapsayacak’. Yoksa YSK hep reddediyor. Ama söz konusu iktidar partisi ve İstanbul olunca, tüm bunlar unutuldu.
    Korkunç.”
    ***

CHP’den YSK’ya eleştiri bombardımanı:
CHP Genel Başkan Yar­dımcısı Faik Öztrak, 5 Nisan’da basın toplantısında şunları söyledi:

“YSK’nın İstanbul ve An­kara kararları Yüksek Seçim Kurulu’nun geçmiş içtihatları­na, kararlarına aykırıdır. Diğer taraftan Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlığıyla ilgili İYİ Parti’nin yaptığı itirazların reddi de İstanbul ve Ankara için vermiş olduğu kararların tam tersidir.”

“Adalet ve Kalkınma Par­tisi Genel Başkanı seçimden önce yapmış olduğu açık­lamalarda, sadece İstanbul sandıklarında 280 binden faz­la kişiyi görevlendirdiklerini de ifade etmiştir. İddia ettikleri gibi bir usulsüzlük varsa, bu kadar insanın gözü önünde bu usulsüzlük nasıl yapılmış­tır? Bu usulsüzlüğe bu kadar adamın gözü önünde sandık kurullarındaki parti temsilcileri neden itiraz etmemiştir?”

“Sandık başında itiraz edilmemiş, şerh düşülme­miş, geçersiz oyların tekrar sayılmasını istemek huku­ken delilsiz itirazdır. Bunu ben değil, YSK’nın 2014 yılında Mansur Yavaş’ın iti­razları karşısında almış ol­duğu 1199 sayılı kararında ifade ediliyor.”

Sayın İmamoğlu İstanbul’un, Sayın Yavaş da Ankara’nın Bü­yükşehir Belediye Başkan­ları olarak seçilmişlerdir.

Kör itirazlarla, ‘Ben sonu­cu beğenmedim, yeniden say’‘Bunu da beğenmedim bir kere daha say’, ‘Olmadı seçimi iptal et’ demek hukuki süreci milli iradeye darbe ara­cı haline sokar.”
***

İnsan hakları uzmanları da oyların boşuna yeniden sayılmasına karşı.

İnsan hakları uzmanı, aka­demisyen Kerem Altıpar­mak twitter hesabından şu iletiyi paylaştı:

  • “ ‘Hukukçusun, oyların yeniden sayılmasına neden karşısın?’ diyorlar. Tam da hu­kukçu olduğum için karşıyım.Çünkü hukuk, oyların koşul­suz ve ilelebet sayılabilmesini değil, belirli koşullarda sayıla­bilmesini söyler. Bu koşulların olmadığı yer­de hukukçunun görevi talebi reddetmektir.”
    ***

    İktidar seçim kazanınca “Milli İrade” oluyor, seçim kaybedince “Darbe” deniyor.

İktidar borazanı medyaya göre “31 Mart’ta Türkiye’ye, seçimler üzerinden, açık bir darbe yapılmış.

Güya “Bu, çokuluslu müdaha­le” imiş.
“Operasyon FETÖ ve kripto PKK’lılar üzerin­den” yürütülmüş.
“Arkasında­ki akıl, 15 Temmuz aklı” imiş.
***

Kaybettikleri seçimlere karşı direnen iktidarlar, daha da çok kaybederler.
***
DİREN DEMOKRASİ: KAZANIYORSUN!
=======================================

Dostlar,

AKP gerçekten dünya siyasal tarihine geçecek komplo kuramları üzerinden İstanbul yenilgisini karartmaya, bulandırmaya ve geçersiz kılmaya çabalıyor.. Çok yazık ve çoook ayıp..

Tenezzül edilen yöntemler gerçekten çok düşündürücü, acı verici ve hatta çoook utandırıcı!

Değer mi bunca sefillik ve zillete?” denirse, 2 yanıt var : Ya “eşik düşük” ya da “evet”!
Her 2 olası yanıtı açık açık irdelemeye girişsek çok büyük olasılıkla dava edilebilir..

Kurtuluş için 2 yalın seçenek görülüyor     :

1. Ülkemizde AKP’nin köktenci şeriatçı – çıkarcı çelik çekirdeği dışında bu akıl dışı saçmalıklara Ulusumuzun ezici bölümünün değer vermemesi ve bunun uygun demokratik yöntemlerle dışavurulması.. AKP yönetiminde beklediğimiz “sağduyu” ve çağrılar ne yazık ki surlardan geri dönüyor..

2. YSK‘nın çooook kıdemli ve çooook yüksek sayın yargıçlarının “bu denlisi de olmaz!” diyerek önce kendilerini sonra Türkiye’yi bu çıkmazdan kurtaracak yalnızca “hukuka uygun” gerçekte kahraman olmayı asla gerektirmeyen kararlar alarak yersiz – usulsüz – kanıtsız – 298 s. Yasaya açıkça aykırı – iyi niyetsiz ve hakkı kötüye kullanan – ulus iradesini ayaklar altına alan ve ülkede ciddi karmaşaya çağrı çıkaran akıl dışı itirazlarını geri çevirmesi..

Tersi durumda YSK üyeleri aynaya nasıl bakacaklarını ve tarihe nasıl geçeceklerini,  çocuklarının nasıl utanabileceğini… bir kez olsun düşünmeli, kendileriyle yüzleşmelidir

Sevgi  ve saygı ile. 09 Nisan  2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Tren kazaları neden artıyor?

Tren kazaları neden artıyor?

Emre Kongar

O yazımın yayımlandığı sabah, Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren, YHT, Yenimahalle ilçesine bağlı Marşandiz İstasyonu’nda yol kontrolünden dönen lokomotif ile çarpıştı, 9 vatandaşımız yaşamını yitirdi. 
Resmi açıklamaların hepsi farklı: 
Anadolu Ajansı haberinde, YHT’nin üstgeçide çarpması sonucunda kazanın gerçekleştiği belirtildi; çarpışmanın ardından üstgeçit vagonların üzerine çökmüştü. 
Ankara Valiliği yaptığı ilk açıklamada, “Ankara’dan Konya’ya giden Yüksek Hızlı Tren banliyö treniyle çarpıştı” dedi. 
Ulaştırma Bakanlığı YHT’nin kontrol lokomotifine çarptığını bildirdi; “Lokomotifin orada olmaması gerekiyordu” denildi. 
TMMOB Makina Mühendisleri Odası Başkanı Yunus Yener, Habertürk’te bağlandığı canlı yayında, Ankara-Sincan hattında yaşanan sinyalizasyon sorunu nedeniyle makinistlerin bir süredir telsizle haberleştiğini söyledi. 
Acar gazeteci Alican Uludağ, Sincan-Kayaş hattının tam bitirilmeden, 24 Haziran seçimleri için, erkenden, sinyalizasyon sistemi kurulamadan açıldığını yazdı.

*** 

AKP iktidarının tren kazaları sicili şöyle: 
22 Temmuz 2004: İstanbul-Ankara seferini yapan hızlandırılmış tren, Sakarya’nın Pamukova ilçesi yakınlarında raydan çıkarak devrildi. 41 kişi yaşamını yitirdi, 74 kişi yaralandı. 
27 Ocak 2008: İstanbul-Denizli seferini yapan Pamukkale Ekspresi Kütahya yakınlarında raydan çıktı. 9 kişi yaşamını yitirdi. 
27 Ağustos 2009: Bilecik Bozüyük’te Eskişehir-İstanbul seferini yapan trenin hemzemin geçitte iş makinesine çarpması sonucu 5 kişi hayatını kaybetti. 
8 Temmuz 2018: Edirne Uzunköprü’den İstanbul Halkalı’ya giden tren, menfezin altındaki toprak kayması sonucu devrildi, 24 kişi yaşamını yitirdi 318 kişi de yaralandı. 
13 Aralık 2018: Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren Yenimahalle’deki Marşandiz İstasyonu’nda kontrol lokomotifine çarptı, 9 kişi yaşamını yitirdii, 47 kişi yaralandı.

*** 

Eğitim düzeyi yükseldikçe oylarının azaldığını belirten iktidar, eğitimi “İcat yapamayan tarım ülkesinde, ara eleman yetiştirmek” hedefine yöneltmişti… 
Ama anlaşılan bunu bile beceremiyor: 

Tek adam Yönetimi’ndeki “Parti Devleti”, liyakat ve uzmanlık yerine, partililik ve iltimasa dayalı kadrolaşmaya gidince, sadece hukuk ve adalet değil, trenler de kazaya uğruyor!

***

Demokrasinin, hukuk devletinin olmadığı yerde, can, mal ve özgürlük güvenliği de olmuyor: 
DİREN HUKUK DEVLETİ… 
DİREN DEMOKRASİ! 

 

Tele1 televizyonuna RTÜK cezasını kınıyoruz..

Tele1 televizyonunda yayınlanan “18 Dakika” programında Kaşıkçı cinayetine ilişkin yapılan eleştirilere ise RTÜK tarafından idari para cezası verildi

Washington Post yazarı, Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı, 2 Ekim’de, girdiği Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğundan bir daha çıkamamış dünya gündemine oturan Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan tarafından itiraf edilmişti. Muhalefet de “3. dünya ülkelerinin Türkiye’de infaz yapabildiğini” söyleyerek iktidarı eleştirmişti.

Kitap seti sipariş et Tele 1’e destek ol

İzleyici sponsoru ol destek ver

ABC gazetesi ve TELE1 televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ile Prof. Dr. Emre Kongar’ın yorumladığı “18 Dakika” programında Cemal Kaşıkçı cinayetine ilişkin yapılan eleştiriler “suç” sayıldı ve Tele1 televizyonuna 6112 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkındaki Kanun’un 8. maddesinde yer alan “İnsan onuruna ve özel hayatın gizliliğine saygılı olma ilkesine aykırı olamaz, kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde ifadeler içeremez” hükmünün ihlali sebebiyle idari para cezası verildi.

Merdan Yanardağ’dan tepki:

‘AKP’NİN DIŞ POLİTİKASINA AYKIRI YAYINLAR YAPTIK, YAPAĞACAĞIZ’

“RTÜK, Tele 1’e “C. Kaşıkçı cinayetine ilişkin, Türkiye’nin milli politikalarına aykırı, eleştiri sınırlarını aşan yorumları” nedeniyle para cezası vermiş. Biz Türkiye’nin değil, AKP iktidarının dış politikasına aykırı yayınlar yaptık, yapmayı da sürdüreceğiz.AKP, Türkiye değildir.

Cezalarla Tele 1’i susturamayacaksınız!
Bir destek de sen ver…

=================================================
Dostlar,

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için

“İspat etmezse şerefsizdir ve alçaktır
FETÖ’cülerle beraber işbirliğinin bedelini ödeyecektir…
Bir çirkefle karşı karşıyayız…
Cumhurbaşkanının veya yakınlarının paralarının olduğunu ispat etmezse, biz onun boğazına ne takacağız o görecek, hangi çıngırakları takacağız
Bir düzenbaz söz konusudur…
Bu adam edepsiz siyaset yapıyor…
Türkiye böyle bir sahtekâr görmemiştir…”

diyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi.

AİHM KARARINA ATIF

Hürriyet Gazetesi’nden Mesut Hasan Benli’nin haberine göreSavcılığın kararında, AİHM içtihatlarına atıf yapılarak Soylu’nun sözlerinin, ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkı kapsamında olduğu savunuldu. Kararda özetle şöyle denildi:

  • “Fikirlerin serbestçe dile getirilmediği toplumlarda kamusal sorunlar hakkında sağlıklı bilgi edinmek ve çözüme ulaşmak mümkün değildir. Bireylerin bakış açılarına hoşgörülü yaklaşmak, demokratik siyasi sistemin önemli bir bileşenidir. AİHM, ifade özgürlüğünün herkes için değerli olmakla birlikte siyasi partiler ve faal üyeleri için özel bir önem taşıdığını belirtmiştir.
  • Politik tartışmalar esnasında politikacılara yöneltilmiş eleştiriler söz konusu olduğunda, saldırgan sözcükler kullanılması, sert eleştiriler yapılması ve kaba cümleler kurulması beklenebilir bir şeydir ve AİHM daha fazla hoşgörü gösterir. AİHM daha ileri bir kabul ile bilgi ve kanaatleri açıklama özgürlüğünün bir ölçüde abartmayı hatta kışkırtmaya başvurmayı da içerdiğini savunmuştur.”

Bakan Soylu’nun 11 Aralık 2017’de katıldığı bir televizyon programında sarf ettiği sözlerin ardından Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu.
****
AKP iktidarı 31 Mart 2019 yerel seçimleri yaklaşırken panik içinde. Eridiğini görüyor..
Bir yandan kendi yarattığı yapısal ağır ekonomik bunalımı ile boğuşuyor, bir yandan da korku – baskı – yıldırma ile karşıtı toplum kesimlerini sindirmek istiyor.

Bu yol çıkmaz sokaktır. İnat ve ısrar edilirse açık faşizme sürüklenir ülke ve

  • AKP = Erdoğan’ın sonu da tarihteki tüm faşist rejimler gibi olur.. er ya da geç..

RTÜK, toplumu daha da gerecek bu adaletsiz kararını geri almalı ve cezayı kaldırmalıdır. TELE1’in bu cezayı haketmediği, RTÜK’ün hangi dürtülerle (saiklerle) davrandığı kamuoyunca iyi bilinmektedir..

TELE1’i tümüyle hukuk içinde buluyor ve desteklemeyi sürdürüyoruz.

RTÜK üyeleri hakkında görevlerini kötüye kullanmaktan kamu davası açılmalıdır.

  • Biz cezayı onaylayan RTÜK üyeleri hakkında buradam SUÇ DUYURUSU YAPIYORUZ.

Başta Erdoğan, tüm AKP’li ve AKP’cileri, ülkemizin selameti adına sağduyuya çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 07 Aralık 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com