Etiket arşivi: Dünya Bankası

IMF’NİN AYAK SESLERİ

IMF’NİN AYAK SESLERİ

Konuk yazar : Mustafa AYDINLI           
Eğitimci – Yazar

IMF (International Monetary Fund); Uluslararası Para Fonu anlamına geliyor ve uluslararası mali sistemin işleyişini düzenliyor. 1944’te ABD’nin Bretton-Woods kasabasında Dünya Bankası ile birlikte kurulmuş olan (İkiz Kızkardeşler – Tween Sisters, Bretton-Woods kurumları) ve 1947’de eylemli olarak çalışmaya başlayan uluslararası bir mali örgüt olarak tanıyoruz.

IMF’nin ülkelere doğrudan verdiği kredi (=borç!) çok fazla değildir. Ancak IMF kredi sağlarsa o ülkenin öbür ülkelerden kredi alma olanağı (kredibiletesi) yükselir. Bir tür o ülke için, kredi bulması konusunda yeşil ışık yakılması anlamına gelmektedir.

IMF kur politikalarını düzenler. Ülkelere kısa ve uzun erimli (vadeli) kredi verir. Ülkelerin çeşitli kurumlara borcunu ödeyememesi durumunda arabuluculuk yapar. Ülkeleri, liberal bir kambiyo ve dış ticaret rejimi uygulamaya özendirir. Ülkelere mali (monetary) konuklarda danışmanlık sağlar.

IMF’nin bir ülkeye borç vermesi için kimi koşulları, ilkeleri vardır. Bunlar genelde o ülkenin kamu giderlerini kısmak, vergileri artırıcı önlemler almak, serbest fiyat politikası ve para arzının kısılması,
dış ticaretin liberalleşmesi ve ulusal para değerinin düşürülmesi gibi klasik, acı reçetelerdir.

Bu yakıcı reçetelerden en çok etkilenen kesim işçi – köylü, emekli, ücretli çalışanlar, dar gelirliler, küçük esnaflar, küçük ve orta ölçekli işletmelerdir. IMF nerelere gelir? Ekonomisi dibe vuran ülkelere çağrılır. IMF akbabaya benzer. Kendi olanakları ile ayakları üzerinde yürüyene bir şey yapamaz. Ülkeler ekonomik anlamda el, ayak, kol gibi, bir tarafına felç- inme gelir yürüyemez duruma düşerse başını kaldırınca IMF’yi görürler. Kısaca gününü de görmüş olurlar. Sonrası Allah kolaylık versin. Elini kaptıran kolunu unutmak zorunda kalır. Kim IMF’ye karşı durur ve ülkesini o garabetten korursa o kahraman oluyor. Görevdeki iktidar, IMF adını kaldırarak bu kahramanlık unvanını toplumda yaymayı, hatta tepe tepe kullanmayı iyi becerdi.

Evet, IMF ile 68 yıllık dans ve 19 stand-by anlaşması sonlandırılırken, iktidar bir ara IMF’den borç almıyor, borç veriyoruz gibi ayakları yere basmayan balonlar uçurdu. IMF yerine öbür uluslararası kuruluşlara borçlandık. Borç sürekli büyüyor, alacaklı Ali idi, Veli oldu. İktidarın savunusu, “Borcun tamamı devletin değil özel sektörün” oldu. Peki, özel sektörün kefili kim? Devlet. Yani yoksul ve dar gelirli kesimler, ekonomik anlamda sopa yemeye devam ediyor. IMF gürgen sopayla döverken, öbür uluslararası kuruluşlar meşe sopasıyla dövdü. Yani yine ‘Varsılın kağnısı dağları aştı, yoksulun kağnısı düz yolda şaştı’

Biz IMF’ye yabancı değiliz. Her ne denli hükümet karşı olduğunu söylese de, son günlerde IMF adı çok duyulmaya ve ayak sesleri gelmeye başladı. İktidar öylesine zorda ki, seçim sonrasını bile bekleyemiyor. ABD Başkanı Trump’ın “Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz” gibi haince tivitinin arkasında IMF gerçeği var ve o saatlerde IMF temsilcileri Ankara’da görüşme yapıyorlar…

Yeni Çağ Gazetesinden Ahmet Takan’ın emin olduğunu belirttiği kaynaklardan aktardığı bilgiye göre; “IMF heyeti, Türkiye’de temaslarını sürdürüyor. Türkiye’ye yardım göndermek için teknik çalışmalar yapılırken, IMF heyeti antlaşmayı seçimden sonra yapmakta kararlı. Seçim sonuçlarını görmeden IMF heyeti herhangi bir anlaşma yapmayacak.Eğer seçimlerden AKP istediği sonucu alırsa, o zaman 50 milyar Dolar kredi = borç serbest bırakılacak.Bunun için iç gelişmelere IMF özellikle dikkat ediyor. Öncelik seçim sonuçları, seçimlerde AKP’nin iyi sonuç alması.IMF bundan sonra anlaşma yapmaya yanaşıyor.”

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak, ülkede ekonominin kötüye gittiğini öne sürerek, “…Bu ülkenin ekonomisi 1 Nisan’dan sonra Uluslararası Para Fonu’na emanet edilecektir. Ben daha önce de söylemiştim ‘bunlar, IMF ile görüşüyorlar.’ diye açıklama yaptı.

Seçim sonrasına kendimizi hazırlayalım, şok etki yaratmaması için açıklayalım : IMF kemer sıkma, ücretleri kısma, paramızın değeri düştü, stand by… gibi karabasan (kâbus) sözcükleri gene duymaya başlarsak şaşırmayalım. Başımızı kaldırınca IMF heyulasını göreceğiz, 1 Nisan şakası olmadığını, izleyen günlerde anlayacağız.

Peki, ya ülkemizi IMF’ye yeniden mahkum edenlere ne demeli, ne diyeceğiz??

 

 

İstanbul’un da listede olduğu dünyada en çok dolar milyarderine sahip 20 şehir

İstanbul’un da listede olduğu dünyada en çok dolar milyarderine sahip 20 şehir

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Uluslararası danışmanlık şirketi Wealth X’in 2018 Dünya Ultra Zenginler Raporu‘na göre dünyada aşırı zengin insanların sayısı rekor kırdı. İstanbul da dünyada en çok dolar milyarderine sahip şehirler arasında. Peki bu aşırı zenginlik sıradan insanların hayatlarını nasıl etkiliyor?

Hong KongHong Kong, 2017’de zenginler listesine en az 20milyarder ekledi. Eğer Hong Kong’da yaşıyorsanız Li Ka-shing ismini duymuş, hatta onu zengin etmiş olma ihtimaliniz yüksek. 90 yaşındaki iş adamı Li Ka-shing, 37,7 milyar dolarlık toplam servetiyle dünyanın en zengin 23. kişisi. Ancak Li, buzdağının görünen kısmı. Uluslararası danışmanlık şirketi Wealth X’in 2018 Dünya Ultra Zenginler Raporu‘na göre Hong Kong, New York’tan sonra en çok milyarderin yaşadığı şehir. Hong Konglu milyarderlerin sayısına 2016’dan bu yana 21 kişi daha eklendi ve ülkedeki ultra zenginlerin sayısı 93’ü buldu.

Li Ka-Shing, sık sık eşitsizlik karşıtı protestolarda yer alıyor.

Hong Kong’da ulaşımdan finansal hizmetler ve enerjiye birçok sektörü elinin altında bulunduran milyarder Li Ka-Shing’in yüzü, sık sık eşitsizlik karşıtı protestolarda yer alıyor. Wealth X’in raporu, dünyada en büyük milyarder nüfusuna sahip 10 kentin gelişmekte olan ülkelerde bulunduğunu ortaya koydu.

Bu kentler aynı zaman dünyada sosyal eşitsizlik düzeyinin en yüksek olduğu yerler. Rapora göre gelişmekte olan ülkelerde kaydedilen bu artış sonucu 2017’de dünya üzerindeki servet sahiplerinin sayısı 2 754 kişi ile rekor kırdı. 2017’de serveti en az 1 milyar dolar olarak kayda geçen bu kişilerin toplam serveti ise 9,2 trilyon dolardı – ki bu rakam, Almanya ve Japonya’nın toplam gayri safi yurtiçi hasılasından bile daha fazla.

Sıralamanın Türkiye için de ilginç bir ayrıntısı var… Türkiye’nin en kalabalık kenti İstanbul’da 2017’de 36 dolar milyarderinin yaşadığı bilgisi ortaya çıktı. Bir yıl içinde 8 kişinin daha dolar milyarderi olduğu vurgulanırken, araştırmada bu kişilerin kimler olduğuna dair bir bilgi verilmedi.

En çok milyarderin yaşayan şehirler (Kaynak: Wealth-X)
Şehir 2017’de dolar milyarderlerinin sayısı 2016’ya oranla nasıl değişti?
1. New York 103 +1
2. Hong Kong 93 +21
3. San Francisco 74 +14
4. Moskova 69 -2
5. Londra 62 0
6. Pekin 57 +19
7. Singapur 44 +7
8. Dubai 40 +3
9. Mumbai 39 +10
9. Shenzen (Çin) 39 +16
11. Los Angeles 38 +6
12. İstanbul 36 +8
13. Sao Paulo 33 +4
14. Hangzhou (Çin) 32 +11
15. Tokyo 30 +8
16. Paris 29 0
17. Riyad 26 +2
18. Cidde 23 +1
19. Şanghay 23 +3
20. Mexico City 21 +2

‘İyi’ eşitsizlik?

Kentlerde milyarderlerin sayısında yaşanan artış, sosyal eşitsizlikler alanında çalışan ekonomistleri de ikiye böldü: Ultra zenginlere yönelik vergi ve mevzuat düzenlemelerinin sıkılaştırılması çağrısında bulunan Oxfam sivil toplum kuruluşunun da aralarında olduğu bir grup, gelir uçurumunun ahlaki soru işaretlerine neden olduğunu söylüyor. Bazıları ise, milyarderlerin en azından bir bölümünün kent halkı için olumlu yönde bir değişim yarattığını savunuyor.

Ambani's $1 billion home in Mumbai

Hindistan’ın en zengin adamı Mukesh Ambani, nüfusun yarısının “slum” adı verilen gecekondularda yaşadığı Mumbai’de 27 katlı bir evde oturuyor. Dünya Bankası Ekonomisti Caroline Freund da 2016’da yayınlanan ” Zengin İnsanlar, Fakir Ülkeler” adlı kitabında bunu savunuyor. BBC’ye konuşan Freund, “Zenginleri yerme gibi bir akım olduğu görülse de, bu insanlar birbirinden çok farklı. Her biri servetini farklı şekillerde oluşturduğu için de toplumdaki etkileri servetlerinin niteliğine göre değişiyor.” diyor. Freund kendi kendilerini yaratan, yani servetleri kaynak temelli ya da özelleştirilmiş kamu varlığına bağlı olmayan milyarderlerin, kentlerindeki öbür insanlar için faydalı olabileceği görüşünde.

para yağmuru altında adam

“İyi eşitsizlik” diye bir kavram olabilir mi? Amerikan Forbes dergisi, günümüzde milyarderlerin 72 ülkeye dağıldığını aktarıyor. Çin, Hindistan ve Hong Kong iki haneli büyüme kaydederken Asya’daki “milyarderler klübü” de 784 kişiye çıktı. Asya bölgesinin milyarder nüfusu tarihte ilk kez Kuzey Amerika bölgesini (724 kişi) aşmış oldu. Öte yandan Pekin Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, 2016 yılında Çin topraklarında toplam servetin üçte biri nüfusun %1’ini oluşturan en zengin kesimin elindeydi. Bölgenin %25’lik en yoksul kesimi ise, toplam servetin sadece %1’ine sahip olabildi.

İnsani Gelişme Endeksi HDI sıralamasının en altındaki 20 ülkeden 19’una ev sahipliği yapan Afrika kıtasına bakalım. Günümüzde Afrika ülkelerinde yaşayan milyarderlerin sayısı 44 kişi, toplam servetin kestirilen net değeri ise 93 milyar $.

En çok dolar milyarderinin yaşadığı 10 ülke (Source: Wealth-X)
Ülke Milyarderlerin sayısı Değişim (%) 2016-2017 Toplam servet (milyar $)
ABD 680 %9.7 3,167
Çin 338 %35.7 1,080
Almanya 152 %17.8 466
Hindistan 104 %22.4 299
İsviçre 99 %15.1 265
Rusya 96 %-4.0 351
Hong Kong 93 %29.2 315
İngiltere 90 %-4.3 251
Suudi Arabistan 62 %8.8 169
Birleşik Arap Emirlikleri 62 %19.2 168

Tüm bu milyarderlerin Afrika kıtasında bir ülke oluşturduğunu varsayalım: Bu ülke, Afrika’nın 54 ülkesi içindeki en büyük ekonomiye sahip olurdu. Kişi başına düşen gelir de “yalnızca” 2 milyar 110 milyon $ olurdu. Hindistan, ultra zenginlerin sayısında görülen artışın en hızlı olduğu ülkelerin başında geliyor. 1990’lı yılların ortasında Forbes‘un en zenginler listesinde yalnızca 2 Hint varken, 2016’da bu sayı 84’e yükseldi.

Mukesh Ambani ve karısı

Hindistan’ın en zengini Mukesh Ambani, babasının servetini miras aldı ancak gelişmekte olan ekonomilerdeki milyarderlerin çoğunun öyküsü ondan farklı. Dünya Bankası‘nın 2016’da yayımlandığı en güncel verilere göre, Hindistan’da 280 milyondan fazla kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Büyüme

Nigerian family

Afrika’nın en zengin insanının yaşadığı Nijerya’da yoksulluk artıyor.

McKinsey danışmanlık şirketinin kestirimlerine göre, 2025 yılına dek gelişmekte olan piyasaların %45’i Fortune’un 500 şirket sıralamasından olacak, %50’si de dünyanın en zenginlerinden oluşacak.

Öte yandan Oxfam kuruluşu 1990-2010 arasında tırmanan eşitsizliğin, küresel oranlarda geçtiğimiz 20 yılda yaşanan iyileşmeye karşın, dünyadaki yüz milyonlarca insanın aşırı yoksulluk batağına saplı kalmasına neden olduğunu belirtiyor.
(Cumhuriyet internet, 10.10.2018)
======================================

Dostlar,

Ne diyelim, yaşasın Küreselleşme, daha doğrusu KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm!

“Yoksulluk + Yasaklar + Yolsuzluk” diye tanımlanan 3 Y’yi yok etme söz vererek iktidar olan AKP, 16 yılda İslami sermayeyi olağanüstü güçlendirdi. Son 1 yılda İstanbul’da Dolar milyarderi sayısının 8 kişi artması çok dikkat çekicidir. Tüm dünyada 2 754 dolar milyarderi var. Türkiye küresel ekonominin %1’i kadar.. 80 Trilyon Doları aşan 2017 küresel geliri içinde Türkiye’nin payı 850 milyar $ kadar oldu. Dolayısıyla 2754 Dolar milyarderinin %1’i 27 kişi yapıyor ama salt İstanbul’da ve de kayıt içi 44 dolar milyarderimiz var…

Ve % 95’i Müslüman olan bir ülkede, İslamcı AKP iktidarı bir yandan ülkeyi yeşile boyar, her yanı cami ve imamhatiplerle doldururken, dünyanın en adaletsiz vergi sistemi Türkiye’de ve gelir dağılımı adaletsizliği sürüyor.. OECD ülkeleri içinde diplerde.. Kapitalizmin beşiği ABD’den bile daha adaletsiz..

İşte bu adaletsizliği örtmek ve kapitalizmin vahşi sömürüsüne İslamın itirazını bastırmak üzere Batı emperyalizmi ILIMLI İSLAM denen ucubeyi üretti. Temsilcisi Fetullah Gülen idi. AKP, 2015’e dek bu örgüt ile kolkola Türkiye’yi yönetti (!). ABD, yarattığı FETÖ ile Türkiye’de iktidara el koymak isteyince 15 Temmuz darbesini örgütledi. İktidar bu darbeyi önceden öğrenci, önlemini aldı ve oyunun birkaç saat sahnelenmesine izin verdi, ardından bastırdı. Bu tabloyu “Allahın lütfu” olarak kullandı ve OHAL ilan ederek Türkiye’nin düzenini 2 yılda değiştirdi. 24 Haziran 2018 seçimleriyle de perde tamamlanmış gibi..

Ne var ki, 16 yıldır talan edilen ülkenin damarlarında takat kalmadı. İslamcı rantiye ve küresel ortakları tulumbanın suyunu kuruttular. 10 Ağustos 2018’den bu yana yaşadığımız yıkım ve yangın bu sürecin son halkasıdır. Türkiye, % 50’ye varan bir devalüasyon ile yarı yarıya yoksullaştırılarak adeta terbiye edilmektedir. İktidar, kaçınılmazlaşan vahşi devalüasyonu kamufle etmeye çabalamaktadır. O kadar ki, tüm bunlar Batı’nın ve Türkiye’deki AKP karşıtlarının oyunudur, manüplasyondur.. Saldırının bayrağımıza, ezanımıza saldırıdan farkı yoktur Erdoğan’a göre.. Yurdum insanı da ne yazık, ne acı, ne kahredici ki; bu mizansene inanmakta, yastık altı birkaç Dolarını yakmakta.. Reis’in “sabır” çağrısına uymakta.

Ancak yaşam giderek katlanılmaz olmakta… Bu inanç sömürüsü – diz çöktüren yoksullaşTIRmanın bir politik karşılığı, bedeli olaca elbet.. Önümüzde çoooook zor bir kış ve Mart’ta yerel seçim var..

Not : Bu bağlamda daha önce sitemizde yayınladığımız yazılardan birini anımsatalım..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Amerika bize silah vermez ama…

Amerika bize silah vermez ama…

portresi

 

 

Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com 

Dikkat etmişinizdir. Bölgemizde, gerilimin yükseldiği ve ateşli çatışmaların çoğaldığı dönemlerde, Amerika ve Batının bize silah ve helikopter satmadığı konusu gündeme gelir. Batıdan silah ve askeri eğitim isteği iki yüz yıllık sorunumuzdur.

Sanayi devriminin ıskalanması, bu tür bir sorunun sürekli gündemde kalmasını sağlar.
Ordunun sürekli modern silah istemi vardır. İktidarlar bu sorunu yok sayarlar.
Sonra da, çevremiz yanmaya başlayınca, istemler gündem yapar.
Dinsel ağırlıklı eğitim veren ülkelerin, hem sanayi devrimini, hem de teknolojik devrimleri ıskaladığını görürüz.

İşin esası; bilimsel eğitim mi, bilim dışı eğitim mi sorusuna gelir saplanır.

Devletin başındaki kişi, bir milyon imam ve hatip yetiştirilmesiyle övünüyorsa,
teknoloji devrimi yakalanamaz. (AS: 1,2 milyonu geçtiğini Bay RTE söyledi bu ay..)

Silahlar en yüksek teknolojilerle üretilirler. Bu nedenle de, nitelikşi eğitim ve bilimin,
geniş kitlelerce öneminin kavranmış olmasını gerektirir.

Geniş bir bilim kitlesi olmadan, teknoloji devrimi olmaz.
İkinci ve daha önemlisi; üretmektir.
Üretimin olmadığı yerde, teknoloji de üretilemez. Her şey ithal edilerek de üretim olmaz.

Dönelim PKK’ya açık açık silah verdiğini söyleyen Amerika’nın
bize silah satmaması konusuna… Amerika hem sizi komşularınızla çatışmalı tutar,
hem de gerekli silahları satmaz. Teknoloji ver deseniz vermez. Sat dersin satmaz. Çin’den
silah alayım dersiniz, olmaz der. Ama Türkiye’yi İran ve Rusya gibi ülkelere karşı
ön cephe olarak kullanır.

Hürriyet Gazetesinde bu gün çıkan bir habere göre; Amerika bize helikopter, akıllı mühimmat, insansız hava aracı ve bizim üretemediğimiz deniz araçlarını vermediğini haberleştirdi.
Haberin kaynağı elbette Ordu. Öte yandaan başta NATO olmak üzere, tüm Avrupa ve ABD bizi Rusya’nın üzerine sürmek için sıraya girmiş durumdalar.

Bir ülkenin modern silah üretememesinin elbet başka nedenleri de var.
NATO, OECD, Dünya Bankası, Gümrük Birliği, ABD ile İkili Anlaşmalar,
Gizli İstihbarat Antlaşmaları gibi tüm Batı kurumları Türkiye’nin içindedir. Bu kurumlar bu denli Türkiye’nin içindeyse, bağımsız karar alma olanakları Türkiye’nin elinde değil demektir.

Sen silah üretme ben sana silah vereceğim” diyeceksin, ülkeyi teknoloji yoksulu ülke haline getireceksin, sonra da Rusya ile çatışmalı ol diyeceksin.
Amerika ile birlikte olunca, hiç komşumuz olmayacak gibi bir sonuç çıkıyor.
Ticaretimiz tıkanıyor. Ticaret olmayınca, üretim olmuyor. Teknolojik gelişimin ticaret ile yakından ilgisi olduğundan, güçlü bir devlet olamıyoruz.

Eğer ülkemizden, bir Atatürk gelip geçmemiş olsaydı, bugünleri de göremeyecektik. Cumhuriyetin parasız devlet eğitimiyle yetiştirdiği kişiler hala ülkeyi ayakta tutuyorlar.

Eğitimi, yeniden, bilimsel ve teknik düzeyi yüksek bir yere getiremezsek, ileride devletimiz bile olmaz. (9.10.2015) 
===============================

Dostlar,

Teşekkürler sevgili Esinoğlu dostumuz diyoruz…
Metindeki renklendirmeler, koyu fontlar vb. bize ait..
Neleri öne çıkardığımız görülüyor..

Türkiye Batı ile 4 Nisan 1952’de somutlanan NATO‘ya giriş süreciyle başlattığı tehlikeli süreci 63 yıl sonra köktenci biçimde gözden geçirmek ve yeni seçenekler üretemek zorunda..

Atlantik ittifakı ülkemizi parçalanmanın eşiğine sürükledi.

Seçenek, BATI ASYA BİRLİĞİ gibi duruyor..

Tam BAĞIMSIZLIĞI ve egemen eşitliği titizlikle koruyarak..

Sevgi ve saygı ile.
24 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Türk ekonomisi ileri teknolojinin neresinde?

Türk ekonomisi ileri teknolojinin neresinde?

portresi2

Onur ÖYMEN

 

CHP’nin “Merkez Türkiye” projesi geniş yankı yaptı. Başbakan bu projenin daha önce kendileri tarafından ortaya atıldığını iddia etti. Basın önce ilgiyle karşıladığı bu projenin hedefleri ve ayrıntıları üzerinde çok durmadı. Bu proje hakkında daha fazla bilgi verilmesi kuşkusuz kamuoyunun ilgisini de artıracaktır.

Bütün bu ve benzeri projelerde üzerinde durulması gereken en önemli ögelerden biri,
bence Türkiye’nin ileri teknoloji alanındaki geri kalmışlığını gidermenin yollarını aramak olmalı. Bugün kimilerinin özlemini çektiği Osmanlı İmparatorluğu‘nun son dönemlerindeki çöküşünün en önemli nedenlerinden biri, askeri ve sivil teknoloji alanlarında çağdaş ülkelerin gerisinde kalması olmuştu. Ne yazık ki, bugün de benzeri bir durumla karşı karşıyayız.

Dünya Bankası rakamlarına göre toplam imalat sanayii ihracatı içinde ileri teknoloji ürünlerinin oranında Türkiye pek çok ülkenin gerisinde kalıyor.

2013 rakamlarına göre kimi ülkelerin toplam imalat sanayii ihracatında ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde olarak şöyle:

Arjantin 10
Avusturya 14
Brezilya 10
Bulgaristan 8
Çin 27
Çek Cumhuriyeti 15
Fransa 26
Almanya 16
Yunanistan 8
Macaristan 16
Hindistan 8
İsrail 16
Romanya 6
Tayland 20
Türkiye 2

Türkiye’nin gerisinde kalan kimi ülkeler şunlar:
Arnavutluk, Mısır, Jamaika, Kuveyt, Suudi Arabistan.

İşin ilginç yanıı Türkiye’de bu oranın 2000 yılında %5 ve 2001 yılında % 4 iken
sonraki yıllarda %2’nin üzerine çıkamamış olması.

Eurostat’ ın verilerine göre, Türkiye’de son yıllarda ileri teknoloji (AS: High Tech) alanında çalışanların sayısında yükseliş olmakla birlikte, hala toplam işgücünün salt %0,3’ü ileri teknoloji alanında istihdam ediliyor. Bu Makedonya’yla birlikte  Türkiye’yi Avrupa’nın en alt sıralarında bırakıyor.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, asgari ücretin yükseltilmesi için muhalefet partilerinin yaptıkları vaatlere karşı çıkarken, bunun ihracatımızı olumsuz yönde etkileyeceğini, çünkü bizim
rekabet gücümüzün ucuz işgücünden kaynaklandığını açıklamıştı. Yani ülkemizde çalışanlara ulusal gelirden yeterince pay veremememizin nedenlerinden biri, belki de birincisi teknolojik alanda geri kalmamız ve gelişmiş ülkelerle rekabet edemememiz. Bu alandaki eksikliğimizin bedelini, işçilerimiz düşük ücret alarak ödüyorlar.

Teknolojide ileri ülkelerin düzeyine yükselmeden çağdaş uygarlık düzeyini yakalamamız olanaklı değildir.

Saygılar, sevgiler.

==========================================

Dostlar,

İyi de Sayın Öymen, artık “sürdürülebilir kalkınma” dönemi geride kaldı!
“Sürdürülebilir yaşam” aşamasına geldik..
Dünyayı öyle çok kirletik ki, eskisi gibi hırçın bir üretim temposu ve doğaya yüklenme olanağı kalmadı.

Çooook tasarruflu yaşamak,
nüfus artışını ciddi biçimde frenlemek = HER AİLEYE 1 ÇOCUK
Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek
Özetle YEŞİL EKONOMİ (Green Economy) dönemindeyiz..

Yazınıza özetle bunları ekleme gereği duyduk..

Sevgi ve saygı ile.
25 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com


İKTİDARA SORUYORUZ : “2023 HEDEFİ” NEREDE KALDI??


Dostlar
,

CHP eski milletvekillerinden ekonomist Sayın Algan Hacaloğlu, önemli bir derleme yaparak Türkiye Ekonomisinin AKP eliyle ne denli zora sokulduğunu verilerle sergilemiş.
Özene okunması gereken bir makale ve iktidarın yapageldiği gibi yapay gündem oyunlarının peşine takılmak yerine asıl bu sorunların tartışılması gerek. AKP iktidarı da sorunun ne denli ciddi – ağır bir aşamaya sürüklendiğinin ve sürdürülebilirliğinin kalmadığının ayırdında.. O yüzden de karanlıkta (ya da mezarlıkta!) ıslık çalmakta.
Ancak çaresi yok.. Türk insanı ağır ekonomik bunalımı her gün yaşıyor ve bedelini ödüyor. Bir parça gecikse de, sandığa yansıması mutlaka olacak ve 2015 Haziran seçimlerinde etkisi görülecek, AKP iktidarı 13 yıllık sorumsuzluğunun / hovardalığının bedelini mutlaka ödeyecektir. Doğallıkla ülkemiz ve halkımız da.. Çok yazık..

Hiç endişe etmeden masallar uydurdular halka.. 2023’te ilk 10 ekonomi içine girecekti Türkiye.. Dış satımımız (ihracatımız) 500 milyar $’a ulaşacaktı.. Bu hesap bilmez ve halkı aldatmaya dönük politika için biz de bir hesaplama yapmış ve sitemizde yayımlamıştık :

TÜRKİYE 2023’te EN BÜYÜK 10 EKONOMİDEN BİRİ OLABİLİR Mİ?
(http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/)

Yukarıdaki erişke tıklanarak ulaşılabilecek yazımız oldukça kapsamlı ve somut verilere dayalı matematiksel bir öngörüye dayalı.. Bu yazımızda son soru olarak şunu sormuştuk :

Son soru : Yıllık % 19-20 büyüyen ve bunu 10 yıl boyunca istikrarla sürdüren tek bir ülke dünya iktisat tarihinde var mı? Çin bile % 10’lar dolayında ve azalan marjinal verimlilik / fayda yasası uyarınca bu hızı sürdürmek giderek zorlaşıyor..

Teşekkürler Sn. Hacaloğlu..

Sevgi ve saygıyla.
23.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=========================================================

Bilgilerinize sunarım. Yeni yılda size ve ailenize sağlık, esenlik ve başarılar dilerim. Selam ve saygılarımla. 23.12.14
Algan HACALOĞLU

İKTİDARA SORUYORUZ :
“2023 HEDEFİ” NEREDE KALDI!!!

Algan HACALOĞLU (23 Aralık 2014-İstanbul)

Dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan, 28 Ocak 2011’de yaptığı ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında, “Önümüzdeki 12 yıl içinde, Millî Gelirimizi en az 3 kat artırarak, 2023 yılında ‘2 trilyon Dolar’ seviyesine, ‘kişi başına düşen Milli Gelirimizi’ de ‘25.000 $’ düzeyine ulaştırmayı hedefliyoruz.” demişti…

Yani dönemin Başbakanı, eğer AKP iktidarı devam ederse, nüfusun 2023 sonunda 82 milyon olacağı varsayımı ile, Cumhuriyetimizin 100. yılında kişi başına GSMH’nın 25.000 Dolara tırmanarak, yaklaşık olarak bugünkü Yunanistan veya Slovenya yurttaşlarının gelir düzeyine ulaşılacağını vaat etmişti…

Ancak bu vaadi izleyen son dört yılda işler, ne R.T. Erdoğan’ın dediği, ne de Ali Babacan ve kurmaylarının kurguladığı gibi gitti…

2011’de, uygun dış konjonktürün ve ülkeye giren yabancı paranın da (15,9 milyar $) katkısıyla, %8,8 gibi yüksek bir hızla büyüyen Türkiye ekonomisi, izleyen üç yılda ise ortalama olarak ancak %3,2 hızla (2012’de 2,2; 2013’te 4,0; 2014’te 3,3) büyüyerek, beklentileri boşa çıkarttı.

AKP iktidarı tarafından empoze edilmiş olan ekonomimizin “mevcut kuralsız, yolsuzluklara açık, stratejik planlama vizyonundan ve  sürdürülebilir bir makro stratejiden yoksun yapısı” ile, 2023’te 25 bin dolarlık kişi başı gelir düzeyine ulaşmamız kesinlikle olanaklı değildir. Son 7 yıllık performansa bakarsak, bunun olanaklı olduğunu söylemek ancak aşırı hayalperestlik olur.

2023’te 25.000 Dolarlık Kişi Başına GSYİH hedefine ulaşılabilmesi için, Türkiye’nin kişi başına GSYİH’sını cari fiyatlarla her yıl yaklaşık  1.535 $ artırılması gerekiyor.

Oysa ülkemizin Kişi başına GSYİH değerleri, bir önceki yıla göre,
cari fiyatlarla
;

2003’te 1.067 $,
2004’te
1.205 $,
2005’te
1.258 $,
2006’da
564 $,
2007’de
1.654 $,
2008’de
1.196 $,
2009’da (
)1.980 $, (azalma);
2010’da
1.627 $,
2011’de
365 $,
2012’de
53 $,
2013’te
285 $,
2014’te ise kestirilen olarak
300artış gösterdi.

Yani, AKP iktidarının (2003-14) dönemini kapsayan 12 yıllık iktidarı döneminde Kişi Başına Gayri Safi Yurt İçi Hasılası, cari fiyatlarla her yıl ortalama ancak 640 $ arttı. Görülmektedir ki, AKP’nin ekonomi politikaları altında Türkiye, Cumhuriyetin 100. yıldönümüne dek 2015-2023 döneminde) 9 yıl süresince, geçmiş 12 yıllık performansı göstermesi ve “iç/dış ekonomik konjonktürün” benzeri yapıda gelişmesi durumunda, 2023 sonunda ülkemizin Kişi başına GSYİH değeri ancak 17 bin $ olabilecektir.

AKP iktidarının Orta Vadeli Programı‘nın büyüme konusundaki öngörüleri de (2015’te 4,0; 2016’da 5,0; 2017’de 5,0 oranlarında) dikkate alınırsa, dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan ile başta Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek olmak üzere AKP ekonomi kurmaylarının, 2023 hedeflerinin, ‘AKP iktidarı ve politikalarının sürdürülmesi durumunda’ içi boş bir “balondan” öteye hiçbir anlam taşımayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bu durumun farkında olan “Ekonominin  Eşgüdümcüsü, Başbakan Yard. Ali Babacan”, geçenlerde TBMM Bütçe görüşmelerinde, durumu geçiştirmek, kamuoyunun  aklını çelmek için, AKP iktidarının göstermelik 2023 hedeflerini rafa kaldırarak, “Yüksek gelirli ekonomi olmaya (cari fiyatlarla) 2 bin dolar kaldı, 2015 yılı 2014’e göre daha iyi bir yıl olacak, inşallah birkaç seneye kadar bu farkı da kapatırız.” demiş. Bu durumun, reel fiyatlarla yurttaşlarımızın refahına gerçek katkısının ne olacağından ise hiç söz etmemiş.

Bilindiği gibi, Dünya Bankası’nın 2012 Dünya Kalkınma Raporu’nda; Kişi Başına Yıllık GSYİH’sı, ‘3.976 ile 12.275 $’ arasında olan ülkeler “Üst Orta Gelirli Ekonomiler”, bunun üzerinde olanlar ise “Yüksek Gelirli  Ekonomiler” olarak tanımlanmıştır.

Halen Türkiye (2014 yılı sonunda yaklaşık 11.100 dolarlık kişi başına GSYİH’sı ile); “Çin, Tayland, Malezya, Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Belarus, Rusya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Cezayir, İran, Azerbaycan, Güney Afrika” gibi ülkelerle birlikte
‘Üst Orta Gelirli Ekonomiler’ diliminde yer almaktadır…

Ekonominin aksak topal yürüdüğü çok belirginleşince, Ali Babacan durumu,  30 Eylül 2014’de Wall Street Journal’de yayınlanan  “Türkiye Orta Gelir Tuzağından Nasıl Kurtulacak?” başlıklı yazısı ile kurtarmaya çalıştı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de, sonraki açıklamaları ile O’na eşlik etti…

Son dönemde içeride ve dışarıda iktisatçıların üzerinde görüşlerini sıkça duyurdukları ‘Orta Gelir Tuzağı’; “kişi başına GSYİH’nin belirli bir aşamadan öteye artamaması, orada sıkışıp kalması” anlamına geliyor. Günümüzde bunun ölçütü olarak da, ABD’nin yıllık kişi başına GSYİH değerinin % 20′si, yani yaklaşık “10 bin $” alınıyor.

Bu ölçüte göre Türkiye ekonomisi, 2007’den beri “Orta Gelir Tuzağı” kıskacındadır; Kişi başına GSYİH’sı yaklaşık 10 bin $ düzeyinde patinaj yapmaktadır. Türkiye Kişi Başına GSYİH’sının, ABD’nin Kişi Başına GSYİH’sına oranı (2007’de %19,9; 2008’de % 21,9; 2009’da % 18,8; 2010’da % 21,4; 2011’de % 21,4; 2012’de % 21,0; 2013’te ise % 20,4) olmuştur.

Bunun temel nedenine yönelik genel akılcı kanaat ise, Türkiye’nin;
ucuz emek veya “ileri teknoloji” temelinde ihracata odaklanmış ülkelerle rekabet edememesidir. İstikrar içinde uzun süreli, yüzde 7’ler düzeyinde yüksek bir hızla “ileri teknolojiye dayalı kalkınma hamlesini” gerçekleştirememesidir.

“Orta Gelir Tuzağında” uzun yıllar kalan Çin ve Güney Kore, bu durumdan, “yıllık ortalama %7,0’nin üzerindeki” yüksek büyüme hızı gerçekleştirerek çıktılar… Bunu başarırlarken, Çin ‘ucuz emek’ etmeninden güç aldı, Kore ise ‘bilgi çağı teknolojilerine’ yönelerek rekabet yeteneğini artırdı…. 

Türkiye ekonomisi ise AKP iktidarı altında; son 11 yılda, sabit fiyatlarla, ortalama ancak %4,5 hızla büyüdü. Son 6 yılda yıllık ortalama büyüme hızı %3,7 ile, 2014’de ise % 3,3 ile sınırlı kaldı. “AR-GE, teknolojik yapılanma da, eğitimin niteliğinde, bilgi teknolojilerinden yararlanmada ve yenilikçilikte (inovasyonda) ise, sınıfta kaldı… 

“Orta Gelir Tuzağından” çıkış için uluslararası odaklar tarafından genelde önerilen reçete “yapısal reformların” gerçekleştirilmesi olarak özetlenmekte… Doğru, ancak hangi yapısal reformlar…?

Özellikle bu tür odaklar ile yerel ve uluslararası sermaye kesimleri tarafından, “çıkış” için Türkiye’ye dayatılmak istenen, emek piyasasında sözde yapısal reformlarla ‘daha ucuz emek’ koşullarının gerçekleştirilmesidir. Oysa ülkemizde;

· “İşgücüne Katılım Oranı”, Batılı ülkelerde %70’ler düzeyinde iken, ülkemizde %50’yi aşmamakta… “Kadınların işgücüne katılım oranı” ise, gelişmiş ülkelerde %50’nin üzerinde iken, bizde ancak %30 düzeyinde …

· Çalışanların % 35,7’si “kayıtdışı”, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun… Bu oran, Avrupa’nın en yüksek düzeyi…

· Ülke ekonomisinde, çalışanların yaklaşık % 40’nın, kayıt içindekilerin ise yarıya yakının asgari ücretten gösterildiği bir çarpık yapı egemen…

· 15-29 yaş diliminde, çalışmayan, iş aramayan, okumayan, stajda ve askerde olmayan insanların oranı %34,6.. Bu ibretlik konumu ile Türkiye, ILO’nun 40 ülkelik listesinde 1. sırada. Türkiye bu “rezerv emek gücünden” yararlanamamakta…

· Gelir dağılımının bozukluğu, ortalama gelir düzeyinin yetersizliği  ve kurumsal eksiklikler nedenleriyle “Ulusal Tasarruf Oranı” %13,0 gibi
çok düşük düzeyde. O nedenle, yatırımlara yeterince iç kaynak ayrılamıyor… Oysa, bu oranın OECD ülkeleri ortalaması
% 26,0

· 2003-12 arasında, önemli bölümü vurgun niteliğinde, toplam 36,2 Milyar Dolarlık  özelleştirme yapıldığı halde, yeni yatırımlarda bir artış sağlanamadı; “toplam sabit sermaye yatırımlarının” GSYİH içindeki payı %20’nin altında seyretti…

· Sürdürülen dış borçla büyüme modelinin şirketler açısından doğal sonucu “döviz açık pozisyonunun” ve kırılganlığın artması oldu…  2002’de 6,5 milyar $ olan reel sektör döviz açık pozisyonu 2013 sonunda 173,2 milyar $’a dek çıktı.

· “Düşük kur – yüksek faiz” sarmalındaki ekonomimizde son 12 yılın lokomotifi olma işlevini kayıtdışı kent rantları üzerinden beslenen
inşaat ve konut sektörleri oluşturdu; tarım ve sanayi sektörlerinde gelişme ve verimlilik artışı sağlanamadı…

· İmalat sanayisi içinde “yüksek teknoloji sektörlerinin” payı % 2-3 düzeyinde. Gelişmiş ekonomilerde ise bu oran, çift haneli.

Ülkelerin birbirleri ile yoğun rekabet koşulları altında yarıştığı küresel ortamda büyüme hedefleri ve stratejilerinin belirlenmesi büyük önem kazanmıştır. Süreç ve sorunlar, siyasal iktidarların kamuoyunun gözünü boyama veya oyalama taktikleri ile göğüslenemez.

Örneğin AB, uygulamaya koyduğu ‘LİZBON II- Avrupa 2020 Büyüme Stratejisi’ çerçevesinde öngördüğü yapılanma ile sorunlarını aşmaya çalışmaktadır. Bu strateji çerçevesinde, AB ülkelerinin “istihdam, verimlilik ve sosyal gelişme/uyumda” yüksek düzeylere ulaşmaları hedef alınmaktadır. Bu kapsamda, 10 yıl içinde; 20-64 yaş diliminin %75’ine istihdam olanağı yaratılması ile her yıl Araştırma ve Geliştirme (R&D) alanına AB GSMH’sının %3,0’ü düzeyinde yatırım yapılması da hedeflenmektedir.

Bu hedeflere yönelik olarak, AB Komisyonu; 26 Kasım 2014’de, önümüzdeki üç yıl (2015-17 dönemi) için toplam 315 milyar € düzeyinde kaynağı, özellikle, “altyapı, araştırma ve geliştirme ile eğitim” alanlarında
yeni yatırımlar için tahsis etti

Bu anlayışla, bizim de öncelikli hedefimiz;

· “Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi ile çağdaş sosyal hukuk devleti normları, Kopenhag Ölçütleri temelinde, “toplumumuzu, devletimizi, Türkiye’yi her alanda yenilemek olmalıdır.

· Ülkemiz ve toplumumuzun güvenlik içinde “refaha, huzura” ulaşmasını, ülkede “erdemli şeffaf siyaset ve yönetimin” her kademede kurala dönüşmesini,  her alanda çağın paylaşmasını, sağlamak olmalıdır…

· Erkler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının sağlanması,
makro
istikrarın korunması, ekonomi hukukunun çağdaşlaştırılması, yatırım ortamının iyileştirilmesi, finansa erişimin kolaylaştırılması, devlet idaresinin etkinleştirilmesi, bürokratik işlemlerin enaza indirilmesi olmalıdır…

Bu amaçlarla, Cumhuriyetimizin 100. yılına değin;

· Teknolojik yapılanma, yüksek rekabet ve verimlilik ile inovasyona” dayalı etkin bir üretim ortamına, Bilgi Ekonomisine geçilmesine; bu doğrultuda, halen % 1,0 altında olan, “toplam AR-GE harcamalarının GSYiH’ya oranının”, en az %2,0’ye çıkartılmasına,

· Yıllık ortalama “% 7 sürdürülebilir reel hızla” büyüyerek,
Ukusal Gelirimizin, genel refah düzeyimizin, sabit fiyatlarla
on yılda
ikiye
katlanmasına, 

· Sanayimizi, tarımda yeniden yapılanmanın eşliğinde, “sürdürülebilir dengeli büyümenin” lokomotifine dönüştürmeyi; teknolojik düzeyi, verimliliği ve dış rekabet gücü yüksek bir ileri üretim yapısına geçişi, sağlayacak dönüşümün, enerji ve işgücü verimliliğini artıracak atılımların gerçekleştirilmesine,

· “Vergi tabanını genişletip, kaçakları önleyecek, %65 düzeyinde olan dolaylı vergilerin payını AB ülkeleri düzeyine çekecek, ekonomide çok yüksek düzeyde olan kayıt dışılığı azaltacak” adil ve etkin Reformların,
bir an önce devreye sokulmasına,

· Yüksek Öğretimde bilimsel nitelik artışının sağlanmasına, Orta Eğitimde öğretmen niteliğinin ve yaratıcı düşüncenin öne çıkartılmasına,
nitelikli işgücünün eğitilmesine özel önem ve ağırlık verilmesine,

Ekonomi yönetimimiz, siyaset dünyamız ve toplumumuzun bütünüyle odaklanması, yaşamsal öncelik taşımaktadır…

DİLEĞİM: TÜM BU ve ÖBÜR NEDENLERLE AKP İKTİDARI İLK GENEL
SEÇİMLERDE, HALKIN İRADESİ İLE SANDIKTA İKTİDARDAN UZAKLAŞTIRILMALI, SN. CUMHURBAŞKANI R.T. ERDOĞAN’IN “YÜRÜTME, YARGI ve YASAMAYA” YÖNELİK, ANAYASANIN ÇİZDİĞİ SINIRLAR ÖTESİNDEKİ MÜDAHALELERİNE SON VERİLMELİDİR.

Algan HACALOĞLU
(23/Aralık/2014- İstanbul)

YARINI OLMAYAN BÜYÜME..

Dostlar,

Van Atatürk Lisesi’nden (1969-71) arkadaşımız Mustafa Sönmez önemli bir yazı
kaleme (kalvyeye mi desek?!) aldı. web sitesinde de yayımladı SÖZCÜ‘ye ek olarak.

11.6.12 sabahı TV’leri izlerken yurt dışından DB’ndan (Dünya Bankası) buyruk gibi istemler geldiğini ve Türkiye’nin bu yıl için öngördüğü yıllık kalkınma (aslında büyüme demek gerek) hızının % 4’e yakın bile gerçekleştirilemeyeceği, aşağılara çekilmesi gerektiği belirtiliyordu.. Dünya Bankası bu yıl için Türkiye’nin “Büyüme” rakamını
% 4,5’tan, % 2,4’e düşürdü.

Yani dış alem, içeriye dönük balonu yutmadığı gibi AKP’ye izin de vermiyor..

  • AKP’nin ipleri tümüyle dışarıda!

Sayın Sönmez’in bu gelişmeyi de dikkate alarak, yeni bir değerlendirme yapması
bize göre iyi olur..

Sevgi ve saygı ile.
13 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not : Ekonomik büyüme (Economic growth) salt ekonomik göstergelerde büyüme anlamında. Ekonomik kalkınma (Economic development) ise büyüyen ekonomik göstergelerin halkın gönencine (refahına) yansıması, örn. bir yandan kişi başına
yıllık ulusal gelir artarken, gelir dağılımının da iyileşmesi…. anlamındadır. Örn. Türkiye toplam ulusal gelir (GSMH – GNP) bakımından dünyada 18. sırada iken, bu rakam
çok ve yersiz kalabalık nüfusa (80+ milyon!) bölündüğünde birden 59-60. sıraya düşmektedir. Bu bağlamda en yetenekli ölçütlerin başında yaklaşık son 20 yıldır kullanılagelen İnsansal Kalkınma İndeksi (HDI – Human Development Index) belirtilmeli ve kullanılmalıdır. BMKP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) tarafından (UNDP : United Nations Development Program) geliştirilen bu çok değişkenli
temsil gücü yüksek ölçüte göre Türkiye, son 12 yıllık AKP iktidarında 80.-90. ülke aralığında yalpalamaktadır. Gerçek (reel) bir ilerleme söz konusu değil.. Dünya ile aradaki gelişmişlik farkını kapatamıyoruz! Yerimizde sayıyoruz (patinaj yapıyoruz).
Halk gene kandırılmaya çalışılıyor ama artık eskisi gibi kolay değil.
AKP’nin harami masal düzeninin sonu yaklaştı..

======================================================

YARINI OLMAYAN BÜYÜME..

portresi

 

Mustafa SÖNMEZ
http://mustafasonmez.net/
11 Haziran 2014

 

 

TÜİK, 2004’ün ilk çeyreğinin yani, ilk 3 ayının büyümesini %4,3 olarak açıkladı.
Yıllık hedef %4 büyüme olarak belirlenmişti. Tabii ki iyi bir sonuç ilk bakışta.
Aslına bakarsanız, yılın ilk 3 ayının tozunu dumanını dikkate aldığınızda, iktidarı epeyi memnun edecek bir sonuç. 17 Aralık, 25 Aralık (AS: 2013) rüşvet rezaletleri ile
ortalık dalgalanıyordu.

Kur patladı, Dolar 2.40 TL’yi gördü. Bunun üzerine Merkez Bankası repo faizini 6 puanın üstünde artırdı %10’a çıkardı. Türkiye’ye ilk 3 ayda değil yeni dış para akışı, var olanlar çıkınca, cari açığın finansmanı için pamuk eller cebe atıldı. Bir yandan Merkez Bankası rezervden bozdurdu, bir yandan yastık altı, yurt dışı zulalar ile “net hata noksan” patlaması (AS: kaynağı belirsiz döviz girişinin teknik, makyajlı, örtük adı) ile açık,
finanse edildi, dövizin daha çok tırmanışı frenlendi. Bütün bunlar olurken ekonomi
%4,3 büyüdü. Hem de önceki çeyreklerden pek geri kalmadan…
Peki nasıl oldu?

Katkılar…

Büyümenin rüzgarı nereden geldi diye bakıldığında ihracat (AS: dışsatım) öne çıkıyor. %4,3’lük büyümenin 2,7 puanı ihracattan gelmiş, iç tüketimin payı ise %1,6…

2003’ün ilk çeyreğinde Dolar kuru 1.80 TL dolayındaydı. 2014’ün ilk çeyreğinde ise % 22 üstünde, 2.20 TL’lerde…Avro 2.35 TL’den 3.05 TL’ye zıpladı; neredeyse %30 artış!…Dahası, içeride faizler yükseldi, tüketici beklemeye geçti, banka kredileri daraltıldı,
kredi kartlarına disiplin getirildi, ne otomobil satılıyor ne beyaz eşya, konut satışları bile yerlerde…Bu durumda işadamı ne yapar? Can havliyle kendini dışarı atar, hele ki
döviz kuru bu kadar cazip (AS: denli çekici) hale getirmişken ihracatı… Nitekim öyle oldu. 2013 ilk 3 ayında ihracat 37 milyar Dolar iken, bu yılın ilk çeyreğinde 40,2 milyar Dolara çıktı. Fiyat kırma pahasına otomobilden tekstil-giyime AB pazarının kapılarına dayandı ihracatçı, o sayede stokları azaltıp çarkları iyi kötü döndürdü. Hizmet ihracı olarak da turizm, yine kur avantajı ile katkısını yaptı.

İç tüketim

Han tüketimleri büyümeye biraz olsun katkı yaptı. Detaylara (AS: aytıntılara) bakıldığında mutfak harcamalarının %2 artışta kaldığı, otomobilin içinde olduğu ulaştırma harcamalarının neredeyse artmadığı görülüyor. Ama kampanyaların da etkisiyle ev eşyası yenileme, giyimde önemli tüketim artışları olmuş ve bunlar büyümeye katkıda bulunmuş. Bir de kamu giderleri var tabii ki. 2014 seçimler yılı olduğu için AKP, mal-hizmet alımında, kamu yatırımında pek hız kesmiyor. Bu harcamalar da büyümeye iyi-kötü rüzgâr oldu.

Hükümet memnun;  Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıklama yapmış, diyor ki;
içeride siyasal istikrarı yakaladık, dışarıda ABD ve AB’de iklim bizden yanadır,
%4 büyüme hedefini yakalarız…

Kırılgan…

Yakalamasına yakalarsınız da, değişen ne? 2014’ün ilk 3 ayının cari açık toplamı 11.5 milyar Dolar. Peki, %4,3 büyümüş ulusal gelirin Dolar karşılığı ne? 185 milyar Dolar
(ilk çeyrekteki). Bu ne demektir biliyor musunuz ? %6,2 cari açık/ulusal gelir oranı!..
Hâla yüksek…

Şuraya geliyoruz; AKP rejiminin ekonomi vizyonu yok.

Tümüyle RTE’nin siyasal hedeflerine odaklı bir araç, ekonomi. Gün bulup gün yiyor. İçeride daralınca can havliyle dışarıya, hem de üç on paraya satarak çarkı döndürüyor. Ama her yönden bağımlılığını sürdürerek ve ulusal gelirinin %8-9’u tutarında cari açık vererek…Bunun adı, yarını olmayan büyümedir. İlk 3 ayın büyümesinin ihtiyacı olan döviz, dış kaynaktan değil, rezervlerden, yastık altından bulundu…
Ya sonra? Belki ikinci, hatta üçüncü çeyrekte de bir yerlerden bulunur…
Ya sonra?

Böyle bir kırılgan ekonomi ile resmisi 3 milyonu, gerçeği 5 milyonu bulan işsiz kitlesine nasıl bir gelecek taahhüt edebilirsiniz ki?

AKP’nin utanç tablosu : DİSK-AR; Çocuk İşçiliği arttı!


AKP’nin utanç tablosu..

 
DİSK-AR, Türkiye’de Çocuk İşçiliği Gerçeği Raporu‘nu açıkladı.

DİSK-AR: Çocuk işçi sayısı dünya genelinde azalırken Türkiye’de arttı!

TÜRKİYE’DE ÇOCUK İŞÇİLİĞİ GERÇEĞİ RAPORU

Çocuk işçiliği, insansal gelişim açısından ciddi bir sorun olarak görülmektedir. İstatistikler çalışan çocukların önemli oranda eğitim hakkının da gasp edildiğini ortaya koymaktadır. Dünya’da her 5 çocuktan biri çalışmak zorunda bırakılırken, bu çocuklar sağlıklı bir çevreden ve temel özgürlüklerden de yoksun kalmakta, fiziksel, sosyal, kültürel, duygusal ve eğitsel gelişime zarar veren koşullarda çalıştırılmaktadır.

Bu süreçte çocuk işçiler ücretsiz işçi ya da ucuz işgücü olarak en çok sömürülen kesimi oluşturmaya devam etmektedir. Çocuk işçiliğine karşı ve çocuk istismarının ortadan kaldırılması için dünyanın pek çok yerinde projeler yürütülmektedir.

  • Asgari Yaş Sözleşmesi ve Çocuk İşçiliğin En Kötü Biçimlerinin Bitirilmesi”ne yönelik ILO sözleşmeleri bu alanda atılan adımlardan bazılarıdır.

Çocuk işçiliğinin Önlenmesine Yönelik Uluslararası Program (IPEC) bu amaca hizmet eden bir programdır. Bu programlar sorunun çözümünde çok etkili araçlar değildir. Güvencesizliğin ve esnekliğin çalışma yaşamını giderek daha fazla baskı altına aldığı bu süreçte, kalıcı adımların atılması için emekten yana programlara
gerek duyulmaktadır.

Nitekim Türkiye bu tip projelere dahil olsa da, izlemeye çalıştığı istihdam stratejisi çocuk işçiliği açısından son derece olumsuz bir tabloyu açığa çıkartmaktadır.

ÇOCUK İŞÇİ SAYISI YENİDEN ARTIŞA GEÇTİ

1999-2006 yılları arasında istihdam edilen çocuk sayısı 2 milyon 270 binden,
890 bin düzeyine düşmüştür. Öbür yandan aynı dönemde Türkiye, istihdamdaki çocuk işçiliği ile mücadelede ivmesini yitirmiştir. 1994-99 arasında istihdamdan çekilen çocuk işçi sayısı yıllık ortalamada 128 bin iken, 1999-2006 yılları arasında yıllık ortalama 74 bin olarak gerçekleşmiştir. 2006-12 yılları ise çocuk işçiliğinde azalma eğiliminin durduğu ve özellikle tarım kesimindeki artış ile birlikte çocuk işçi sayısının tekrar arttığı bir dönem olmuştur. 2012’de çocuk işçi sayısı 893 bine ulaşmıştır. TÜİK istatistiklerinden yaptığımız hesaplamalara göre;

1) Çocuk Emeği Ev İçine Kaymaya Devam Etmektedir: İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 1999’da 4 milyon 447 bin iken, 2006 yılında bu sayı 6 milyon 540 bine ulaşmıştır. 2012 yılı için ise bu rakam yaklaşık 1 milyon kişi artarak 7 milyon 503 bine yükselmiştir. Böylelikle 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların (istihdama katılan ve ev içinde çalışan) sayısı 8 milyon 397 bine ulaşmıştır. Toplamda çalışan çocukların tüm çocuklara oranı 1999’dan bu yana
% 41’den % 56’ya çıkmıştır. TÜİK Çocuk işgücü istatistiklerine göre ev işleri,
hane halkı fertleri tarafından kendi evlerinde gerçekleştirilen ve ekonomik faaliyet tanımının dışında kalan faaliyetlerdir. Bu faaliyetler, hane halkı üyeleri tarafından (çocuklar da dahil olmak üzere) ücretsiz olarak gerçekleştirilen evle ilgili işleri kapsamaktadır. Hane halkı için alışveriş yapma, yemek pişirme, çamaşır yıkama,
ütü yapma, küçük kardeşlere veya hanede bulunan hasta kişilere bakma, evi temizleme, hanede bulunan eşyaları onarma vb. faaliyetler bu kapsamda değerlendirilmektedir.

Bu tanımda yer alan faaliyetler arasında yer alan çocuk, yaşlı ve hasta bakım hizmetleri ile diğer faaliyetlerin aynı zamanda kadınları çalışma hayatının dışında tutan işler olduğu bilinmektedir. Devletin gereken nitelikli, yaygın ve ücretsiz bakım hizmetlerini satılamaması Türkiye’de kadınlar için işgücüne katılım oranlarının dünyanın en alt sıralarında yer almasına neden olmaktadır. Dünya Bankası veritabanına göre Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı % 28,1 ile 183 ülke arasında 169. sıradadır. Söz konusu değer dünya ortalaması için % 51,17’dir (WB 2013).2006 yılı ile 2012 yılları arasında işgücüne katılım oranı kadınlarda % 6 puanlık bir artış kaydetmiştir (TÜİK 2013b). Bu artışın yarısını Lise altı eğitim düzeyine sahip olan kadınlar oluşturmuştur. Bu durum kriz dönemlerinde kadınların ucuz ve esnek bir işgücü olarak çalışma yaşamına daha çok katıldığı görülmektedir. Bu durum kadınların üzerindeki
ev içi işlerin çocukların üzerine kalması bağlamında yorumlanabilir.

2) Türkiye İçin Çocuk İşçiliğinde Artış Çocuk Emeğinin En Kötü Biçimlerinde Yaşanmaktadır: Çocuk işçiliği dünyanın pek çok bölgesinde ortak bir pratik olarak görülmektedir. Çocuk işçiliğinin azaltılmasına yönelik artan çabalara karşın henüz çocuk işçiliği ortadan kaldırılamamıştır ve çocuk işçilerin çok geniş bir kesimi hala tarım sektöründedir. Yoksulluk ve eğitim politikaları çocuk emeğinin acımasız döngüsünü besleyen unsurlardır. Dünya genelinde çocuk işçilerin % 60’ı yani 129 milyonu tarım sektöründedir.

  • Tarım sektörü meslek hastalıkları ve iş kazaları açısından
    en tehlikeli sektörlerden biridir.

Aynı zamanda çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinde çalışan çocukların da % 60’ı
tarım sektöründedir. Bunların sayısının 70 milyon dolayında olduğu hesaplanmaktadır. En kötü biçimlerde çalışan çocukların 3’te 2’si ücretsiz aile işçileridir.

Türkiye 2012 verilerine göre 2006 yılından bu yana çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin en yaygın olduğu ücretsiz aile işçisi çocuk işçilerin, toplam çocuk işçiler içindeki oranı % 41’den % 46’ya, sayısı ise 362 binden 413 bine yükselmiştir. Yine aynı kapsamda değerlendirilen tarım sektöründe çalışan çocukların sayısı da 73 bin kişi artış göstererek 326 binden 399 bine, toplam çocuk işçilere oran ise % 37’den % 45’e ulaşmıştır.

Tarımda çalışan çocuklar açısından asıl acı olanı ise tarımdaki istihdam artışının
% 66’sının ve ücretsiz aile işçilerindeki artışın % 90’ının 6-14 yaş arası çocuklar olmasıdır. Toplamda da çocuk işçiliğinin artmasına neden olan 6-14 yaş çocuk işçilerin sayısındaki artıştır.

Dünya genelinde istihdam içindeki çocukların sayısı 264 milyondur. Bu veri 2008 yılından 42 milyon daha azdır. Çocuk işçiliği daha sınırlı bir tanımdır.  2012 yılında 168 million 5-17 yaş arasında çocuk işçi bulunmaktadır. Söz konusu rakan 4 yılda 215 milyondan 168 milyona gerilemiştir. Diğer ülkeler kategorisinde yer alan ülkeler haricinde çocuk işçiliği gerilemiştir. Ülkelere göre gelir düzeyi arttıkça çocuk işçiliği azalmaktadır.

3) HEM OKU HEM ÇALIŞ:4+4+4

Okula devam ederken çalışan çocukların sayısı 2006-12 arasında % 64 artarak,
272 binden 445 bine yükselmiş durumda. Okuyan çocukların 2006’da % 2’si ekonomik bir faaliyette çalışırken 2012’de bu oran % 3’e ulaştı. Bu çocuklar arasında ev işlerinde çalışanların oranı da % 43’ten % 50 düzeyine yükseldi. Okula devam etmeyen çocukların sayısı 2 milyon 314 binden, 1 milyon 297 bine gerilerken, okula gitmeyen çocuklar arasında ekonomik faaliyetlerde çalışanların oranı % 27’den % 35’e yükseldi. Buna karşın ev işlerinde çalışan çocukların sayısı bu kategoride % 44’ten % 39’a geriledi.

4) İŞ CİNAYETLERİ

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre 2013 yılında yaşamını yitiren 1235 işçinin 59’u çocuk işçidir (18’i 14 yaş ve altı, 41’i 15-17 yaş arası).
Bu da %4,7 oranına karşılık geliyor. Yaş verilerine ulaşılamayan 144 işçi de oranlama içinde düşünüldüğünde 2013 yılında ölen işçilerin %5,4’ü çocuk işçilerden oluşuyor. Yani can veren her 20 işçiden birisi yoksulluktan dolayı çalışan çocuk işçilerdir (İSİG 2014). Çocuk işçiler güvencesiz işçi havuzunun önemli bir kaynağıdır ve çocuk işçi cinayetleri oranının artacağı da aşikârdır.

5) SORUN YAPISAL

Çocuk işçiliğinin önlenmesine yönelik ortaya konulan çabalara karşın yeterli bir sonuç alınamamasının arkasında, emek piyasasının esnekleşmesi ve kuralsızlaşmanın yaygınlaşması gelmektedir. Kimi sayısal verilerden hareket ederek Türkiye gerçekliğinin yalnızca olumlu yanı kamuoyunun bilgisine sunulmaktadır.
Halbuki verilerin yüzeyini kazıdığınızda gerçeklik tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak 2012 yılında yasalaşan 4+4+4 yasası ile zorunlu ilköğretim yaşı 6-13 yaş aralığına çekilmiştir. Bu durumda ortaokulun bitiş yaşı aynı zamanda çocuk işçiliğinin yaygınlaşma yaşını fiilen 13’e düşürmüştür. Yine esneklik başlığı altında evden ve uzaktan çalışmayı yasal hale getirme çabası ev içinde çalışan 8 milyon çocuğu doğrudan ilgilendirmektedir.

Çocuk işçiliği, yoksulluk ve güvencesizlik zemininde yükselen istihdam stratejilerinin yapısal olarak ürettiği bir sonuç olarak görülmelidir. Dolayısıyla çocuk işçiliği ile mücadele bu strateji ile mücadeleden geçmektedir.

cocukişçi

 

KAYNAKÇA

ILO (2013) Marking progress against child labour – Global estimates and trends 2000-2012 / International Labour Office, International Programme on the Elimination of Child Labour (IPEC) – Geneva: ILO, 2013.

TÜİK (2013) Çalışan Çocuklar 2012, Türkiye İstatistik Kurumu, Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası, Ankara:TÜİK, 2013.

İSİG (2014) 2013 Yılı İş Cinayetleri Raporu, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 13 Ocak 2014, www.guvencelicalisma.org, Erişim [14 Ocak 2014]

TÜİK (2012) Çocuk İşgücü İstatistikleri 1994,1999, 2006, 2012, Türkiye İstatistik Kurumu, www.tuik.gov.tr,

WB (2013) Labor participation rate, female (% of female population ages 15+), World Bank http://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.CACT.FE.ZS Erişim [18 Aıustos 2013]

TÜİK (2013), Hanehalkı İşgücü Anketi, Türkiye İstatistik Kurumu, www.tuik.gov.tr,

Haz: Dr. F. Serkan ÖNGEL

Prof. Korkut Boratav : Ekonominin ‘Mayıs Sıkıntısı’ devam ederken


Ekonominin ‘Mayıs Sıkıntısı’ devam ederken

 Portresi

Prof. Dr. Korkut Boratav

soL Gazetesi – 18 Şubat 2014

 

 

Merkez Bankası, 2013’ün tümünü kapsayan ödemeler dengesi rakamlarını yayımladı.

Belirleyici öğe sermaye hareketleridir ve bu bakımdan 2013 verileri,
birbirinden tümüyle farklı iki ayrı döneme ayrılmaktadır:

(1) Uluslararası sermaye hareketlerinin çok canlı seyrettiği (ve Türkiye’nin de
bu konjonktürden yararlandığı) Ocak-Nisan;

(2) FED’den gelen sinyaller sonunda tüm çevre ekonomilerine (ve tabii ki Türkiye’ye) dönük dış kaynak akımlarının frenlendiği Mayıs-Aralık

Türkiye’ye sermaye girişlerindeki yavaşlama Mayıs başında, yani ay sonunda gerçekleşen FED dalgasından önce gerçekleşmeye başlamıştı.

Haziran ayaklanmasının ve “17 Aralık Şoku”nun etkileri de buna eklendi.

Böylece, AKP için iyi başlayan bir yıl, Mayıs’ta başlayan sıkıntılı sekiz ay ile
son buldu.

Son verileri, bu sıkıntılı dönemle sınırlı tutarak incelemeyi yeğledim.

Sermaye hareketleri üzerinde odaklanan tablo, 2013’ün Mayıs-Aralık dönemini,
bir önceki yılın aynı ayları ile karşılaştırıyor.

* * *

On küsur yıldan bu yana vurguluyoruz; IMF, Dünya Bankası, sonra Standard & Poor’s, hatta FED kervana katıldılar; neredeyse davul zurnayla ilan ettiler:

  • Türkiye dış kaynak (“madde”) bağımlısıdır
    ve dünyada işler bozuk giderse sonu da fena olacaktır
    .

Gönülsüzce de olsa, Ali Babacan ve Erdem Başçı bile kabul etmek zorunda kaldı.

Dış ortam bozulunca; “madde” kıtlaşınca, “bağımlı” sıkıntıya girdi.

Tablo da bu durumu sayılarla ifade ediyor.

“Madde”nin (yani, dış kaynak öğelerinin) hemen hemen tümü 2013’ün son sekiz ayında azalmıştır: Yabancı sermaye girişlerindeki gerileme %44.5’tir.

Yerli “aktörler” (şirket, birey ve bankalar) iki dönemde de dış dünyadan
kaynak getirmişlerdir; ama üçte iki oranında azaltarak…

Tek destek, geçen yıl (3 milyar dolarlık) net çıkış gösteren
kayıt dışı (“karanlık, kara ve gri”) fon girişlerindedir
.

“AKP’nin gizli döviz kasası” bu yıl çalışmış;
8,2 milyar dolarlık destek sağlamıştır
.

Ama yetmemiştir: Kayıtlı yabancı/yerli ve kayıt dışı sermaye hareketlerinin toplamı,
12 ay içinde %24 oranında gerilemiştir.

Dış borçlanma ve sıcak para girişleri hâlâ devam etmektedir;
ama ciddi boyutlarda (%50 ve %90 oranlarında) küçülerek…

Henüz net sermaye çıkışı gerçekleşmemiştir;
esasen böyle bir gelişme açık-seçik kriz ortamına giriş anlamına gelirdi.

Ne var ki, “madde bağımlısı ekonomi”, ayağını (dış açıklarını) küçülen yorgana
(dış kaynaklara) göre uzatamıyor; alışkanlıklarını daha da bozarak sürdürüyor;
cari işlem açığını %46 oranında artırarak sekiz ayda 40,3 milyar dolara çıkarıyor.
(12 ay sonunda bu açık 65 milyar dolara ulaşarak Cumhuriyet tarihinin 2011’deki rekoruna yaklaşacaktır.)

  • Cari açık, yabancı sermaye girişlerinin çok üzerindedir.

Karanlık, kara ve gri” fon akımları ve yerli aktörlerin cılız katkısı da
yeterli değildir.

Durum nasıl idare edilmiştir?

Geçen dönemde 20 milyar $ dolayında birikim gösteren rezervlerin
4,4 milyarı harcanarak…

İlk aşamadaki sonuçları herkes biliyor:

Tablonun kapsadığı dönem içinde döviz fiyatları (sepet kur) %22,7 oranında yükselmiş; “faiz lobisi” hezeyanı, Merkez Bankası’nı şizofreniye sürüklemiş;
piyasalar” son sözü söylemiş, politika faizleri %10-12 aralığına çekilmiştir.

* * *

Olay bu kadarla son bulmayacaktır.

Elbette bu gelişmeler reel ekonomiye; yani, üretime, istihdama, gelirlere, tüketime, yatırıma yansıyacaktır.

Durgunlaşma en azından kalıcı hale gelecek; dış dünyada çok çarpıcı bir düzelme olmazsa ekonomi küçülmeye başlayacaktır.

Şirket iflaslarından başlayarak bankalara bulaşan bir finansal krizin gündeme gelmesi de olasıdır.

Kısacası, AKP’nin “Mayıs sıkıntısı” ağırlaşarak devam etmektedir.

Gazete Vatan Emek
Twitter@GazeteVatanEmek
Facebook: https://www.facebook.com/Gazetevatanemek
AYDINLIK BİR GELECEK, çocuklarımıza bırakacağımız en değerli miras…
http://www.gazetevatanemek.com/

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 65. Yılında Görünüm..


Dostlar
,

Geçtiğimiz yıl, Dünya İnsan Hakları Günü‘nün ya da
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin 64. yılı nedeniyle kapsamlı bir yazı yazmıştık.. Bu yazıyı anımsayalım istiyoruz..

Gözden geçirerek yeniden paylaşmak istiyoruz..

Aşağıda..

Acıyla vurgulayalım ki, günümüzde kişi hak ve özgürlükleri İngiltere’de Krala karşı 1679’da yürürlüğe konan HABEAS CORPUS rejiminin bile gerisindedir!

Orada, “Habeas Corpus” ta, özce denilmektedir ki;

  •  Korkma, Kralın adamları seni haksız tutarsa, suçsuzsan bağımsız yargıçlar seni ilk fırsatta salıverecektir..

Oysa günümüzde Ergenekon – Balyoz – Casusuluk vb. düzmece davalarda,
sahte ve hatta düzmece oldukları kezlerce kanıtlanan sözde kanıtlarla (delilerle)
masum insanlar yıllardır zindanlarda tutsaktır ve birçoğu da yaşam boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. Zindanlarda ölümler / öldürmeler başlamıştır!..

Ayrıca TSK; kurumsal olarak büyük ölçüde güç yitiğine uğratılmıştır!
Bu durum kabul edilemez, çünkü ulusal savunmayı zayıflatarak ülke – ulus çıkarlarına giderimi olanaksız zararlara yol verebilecektir.

Medya tutsak alınmıştır.. Halk gerçekleri öğrenememektedir.
4. güç devre dışıdır, ülkemizde apaçık AKP dinci faşizmi yürürlüktedir!
“Güçler ayrılığı” felç edilmiştir.. Her şey tek adamın 2 dudağı arasındadır.

Bu görünümüyle Türkiye’nin AKP rejimi Platon’on, Aristo’nun, Montesquieu’nun öngörülerinin bile gerisine savrulmuştur ancak 2 yüzlü Batı ve maşası
sözde insan hakları kuruluşları, yakıcı sorunun özünü görmezden gelerek,
insan haklarını “ayrılıkçı” biçimde kullanmayı utanmazca sürdürmektedirler.

Ülkemizde inanç ve etnisite temelli kışkırtıcı ayrımcılıkla kanlı bir iç savaşı ve bölünmeyi hedeflemektedirler.. Yabanıl (vahşi) kapitalist sözde serbest piyasa ile ekonomik Sevr’i uygulamak ve ülkeyi borçlandırarak yoksullaştırmak, özelleştirme ile talan etmek yetmemiştir. Siyasal – coğrafi bağlamda da Sevr; Lozan yırtılarak yürürlüğe konmalıdır; Başbakan RTE, bu süreçte, BOP eşbaşkanı olarak sonuçlarını
bilerek – bilmeyerek Batı’dan bir “görev” almıştır.

Bir ülke halkının kaynaşarak uluslaşması ve yurt tutup uğrunda ölerek vatanlaştırdığı topraklarında dünya uluslar ailesinin eşit haklara sahip onurlu bir üyesi olarak
yaşama hakkını görmezden gelerek o halkı türlü iğrenç oyunlarla iç savaşa sürüklemek insan haklarının neresinde yazılıdır?

İnsan hakları şampiyonu Batı emperyalizminin bu onmaz hastalığı nasıl ve ne zaman düzel(til)ecektir??

İçeriye dönersek; önleyici gözaltı diye hiçbir çağcıl hukuk düzeninde yeri olmayan bir biçimde, Başbakan R.T. Erdoğan’ın gittiği yerlerde TGB (Türkiye Gençlik Birliği) üyesi gençler peşin olarak, potansiyel suçlu ilan edilmekte ve gözaltına alınmaktadırlar..

Başbakan R.T. Erdoğan o kentten ayrılana dek, bu TGB’li gençler,
geceyi polis karakollarının nezarethanelerinde geçirmektedir.

Bu uygulama hangi pozitif hukuk normuna dayalıdır??

Cumhuriyet Savcıları kolluğun (kentlerde polisin / kırsalda jandarmanın) bu istemine hangi yasa maddesine dayanarak izin vermektedir?

Bu hususun Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca açıklığa kavuşturulmasını diliyoruz.
Ayrıca HSYK’yı da göreve çağırıyoruz..

  • Bu savcılar yasaları çiğneyerek suç işlemektedir.

Türk Hukuk Kurumu ve Türkiye Barolar Birliği sorunu üzerine gitmelidir.

Türkiye, yüz kızartıcı bu hukuk dışı uygulamadan kurtarılmalıdır.
İnsan haklarının en başında “kişi dokunulmazlığı” gelmektedir.
Hiç kimse keyfi biçimde özgürlüğünden alıkonulamaz.

Anayasa madde 19 : Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir.

Fakat 19882 Anayasası’nın kişi hak ve özgürlüklerini oldukça sınırlayıcı dokusu kapsamında temel hak ve özgürlükler ülkemizde pervasızca çiğnenmektedir.
Bu hukuk tanımaz ürkünç durum, AKP iktidarında katlanılmaz düzeye tırmandırılmıştır.

Habeas Corpus’tan bu yana aradan 344 yıl geçmiştir ve ülkemizde
AKP, hukuku bir toplumsal terör aracı olarak kullanmaktadır.

Geçtiğimiz hafta emekli olan bir Yargıtay Daire Başkanı yüksek yargıcın bu yöndeki sözleri kulaklarda yer etmiştir.. Bu sayın yargıca göre hukuk Türkiye’de adaletin aracı değil, terörün silahına dönüştürülmüştür.

65 yıl sonra Dünya İnsan Hakları Günü‘nde Türkiye’nin dökülen görünümü
(hal-i pür melali) özetle böyledir..

Sevgi ve saygı ile.
10.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 64. Yılında Görünüm..

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
profsaltik@gmail.com,   www.facebook.com/profsaltik,  www.ahmetsaltik.net  

     2. Büyük Paylaşım Savaşı’nın ardından ciddi yıkım yaşayan insanlık, bir daha bu çapta savaş olmasın özlemiyle Birleşmiş Milletler (BM) örgütünü kurar (1945) ve 3 yıl sonra 10 Aralık 1948’de uluslararası bir Bildirgeyi benimser: İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB)..

Türkiyemiz de, BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak, söz konusu İHEB’ne imza koyar. Bu Bildirge, insan hakları tarihinde son derece önemli bir dönemeçtir. MÖ 1760’a uzanan Hammurabi Yasalarından, 1215’e tarihlenen Magna Carta’ya, 1679’da yayınlanan Habeas Corpus’a, 1776 ABD ve 1789 Fransız Devrimi Yurttaş Hakları Bildirileri’ne, Osmanlı’da 1839 “güdükTanzimat Fermanı’na, giderek 1. ve 2. Meşrutiyet’e (1876 ve 1908) dek, oradan da 1923’te Atatürk’ün Cumhuriyetimizi kurmasına, 1944’te Filadelfiya Bildirgesi’ne, 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS, Türkiye’nin onayı 1954) dek uzanan en azından 4 bin yıllık çook uzun bir tarihsel süreç. Paris’te Louvre Müzesi’nde sergilendiği üzere, İnsan Haklarının temel metni olan Anayasalara erişmek hiç ama hiç kolay olmamıştır. Egemenler insan haklarını tanımamak üzere çok direnmişlerdir. Sonuçta temel özgürlükler metni anayasalar adeta “insan derisi ile kaplı” dırlar! Ne mutlu ki; İHEB, ilk maddesinde “Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar.” diye gürler.
Bunun anlamı, binlerce yıllık “köleliğin son bulması” dır.

Büyük ATATÜRK, -çağında henüz telaffuz edilmemekle birlikte- gerçek bir insan hakları eylemcisi olarak, Sevr ile yok edilmek istenen Türk Ulusunun yaşam hakkını sağlayarak tarihte benzersiz bir destan yazmıştır.

İronik olarak da, “şanlı” (!) Batı uygarlığının çok ağır bir insanlık suçu (soykırım, jenosit) işlemesine engel olmuştur! Daha sonra Anadolu halkına Cumhuriyet’i armağan ederek çağdışı saltanat ve halifeliğe son vermiş ve egemenliğin kaynağını “sözde” gökyüzünden yeryüzüne indirerek, ulusu egemen kılarak Türkiye’de insan haklarına dayalı çağcıl bir devlet kurmuştur. Aşağıdaki sözleri, 1944’te benimsenen
Filadelfiya Bildirgesi’nde öz olarak yer almıştır:

     “ Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan yığınlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün gönenci, açlık ve baskının önüne geçmelidir. Dünya yurttaşları çekememezlik, aç gözlük
ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.”

Anılan Bildirge’nin öz içeriği ise; “Dünyanın hangi köşesinde yoksulluk ve sefalet varsa; bu, Dünyanın gönenç içindeki köşeleri için büyük tehdittir.“ yönündedir. Doğumunun 100. yılına (1981) armağan için UNESCO’da 156 ülkenin oybirliğiyle onanan karar ise, ATATÜRK hakkında şu değerlendirmeye yer vermektedir;
altı çizili sıfata lütfen dikkat :

  • Uluslararası anlayış ve barış için çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü
    bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder,
    İNSAN HAKLARINA SAYGILI,
    dünya barışının öncüsü, insanlar arasında
    hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı;
    Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

İnsan hakları, tarihsel zamanda 3. Kuşağa erişmiştir :

– Temel hak ve özgürlükler ilk kuşaktır.

– 2. Kuşak Haklar sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükleri içerir.

– Günümüzde ise sağlıklı-güvenli bir çevrede yaşama, tarihsel kalıtın korunmasını isteme … vb. haklar 3. Kuşak İnsan Hakları kümesindedir.

Günümüzde İHEB ne yazık ki, tüm dünyada yaşama geçirilememiştir.
Dahası, giderek özü boşaltılmakta ve kendisini “Küreselleşme” diye zihinlere
-retorik- tuzak kurarak sunan yeni emperyalizm, insan haklarının en büyük engeli
hatta düşmanı durumuna gelmiştir.

ABD eski Dışişleri Bakanı, Küresel Elit devletinin örtük Başbakanı Dr. Henry Kissinger açıkça,

  • Küreselleşme; Amerikan hegemonyasının öteki adıdır.” diyebilmiştir!

Dünya ağır bir sömürü, işsizlik, yoksullaştırma, sağlıksızlaşma, sosyal güvencesizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik, soğuk ve sıcak çatışma, “post-modern 3. kuşak savaş” ortamına sürüklenmiştir. Oysa Atatürkçülük = Kemalizm; “Yurtta barış dünyada barış!”ı öğütlemektedir. İkiyüzlü Batı, insan haklarını bölücülük yaparak sömürmektedir!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün; şu önermelerine ne demeli, ne denebilir ki??
Ders, hedef alınmalı elbette..

– “Resmi makam ve üniformaya sığınarak mücadele devri bitmiştir.
Artık açıkça ortaya çıkmak ve milletin hakları adına gür sesle bağırmak gerekir.
– Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü bir siyasal düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak
hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına egemen olunamaz.
– Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kurma hakkı yoktur; ama bu ülkeyi başkalarına el açmadan geçindirmek ve yaşatmak da size düşen bir ödevdir.”

Gönül isterdi ki, 10 Aralık 1948’den günümüze dek geçen 64 yılda İHEB “eskisin” ve
3. Binyıl türevini yapalım.. Bunun için ise “aklın ve bilimin egemen kılınması” gerek. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi :

Yaşamda en gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir.”

Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü olan bu ilke, yalnız Türkiye’yi değil,
tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir.

Dolayısıyla başta ülkemizde, “her-ke-si” –özellikle iktidarı– , kapitalizmi akla-bilime, adalete davet ederiz.

Tarih, insanların er-geç haklarını aldığının tanığıdır; insana yakışan, bu akışa karşı koymak değil, savunmaktır.

“İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ“ nin 64. Yılında İstemlerimiz       : 

  1. İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ (İHEB), tüm kavram, kural ve kurumlarıyla yaşama geçirilmelidir. “Her-ke-sin, ülkesinin kamu hizmetlerinden
    eşit olarak yararlanma hakkı vardır.” (md.21).
    KüreselleşTİRmeciler, insanlığın binlerce yılda oluşturduğu uluslararası
    hukuk metinlerini; başta İHEB, BM ve Dünya Sağlık Örgütü Anayasaları,
    ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü)  özleşmeleri, Avrupa Sosyal Konvansiyonu..
    vb. kazanımları pervasızca çiğniyorlar. Kendi eylemsel (de facto) hukuklarını (sözde!?) dayatıyorlar..
    Bunun ilk ve vazgeçilmez koşulu Yeni Emperyalizmin = KüreselleşTİRmenin yeryüzünden yok edilmesidir.
  2. Büyük ATATÜRK bu tarihsel olguyu görmüş ve “bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve yutmak isteyen kapitalizme karşı ulusça savaşımı
    meslek edinmemiz
    ” gerektiğini vurgulamıştır. Bu amaçla, M. Kemal Paşa’nın mazlum anti-emperyalist Türkiye’si, dünyaya öncülük ederek KüreselleşTİRmecilere (ABD-AB’nin yeni emperyalistlerine)
    yem olmamalı 
    ve benzer durumdaki ülkelere çağrıda bulunarak;
    DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİni örgütlemelidir.
  3. Post-modern ekonomik çökertme savaşı 1. öncelikli tehdit olarak tanımlanmalı ve tüm ulusal refleksler bu bağlamda canlandırılmalıdır. ÖZELLEŞTİRME, emperyalizmin yıkıcı, ideolojik bir talan aracı olup,
    kesinkes son verilmeli, kritik satışlar geri alınmalıdır. İç ve dış borçta konsolidasyona gidilerek vadeler uzatılmalı,  1 kezlik Servet-varlık vergisi konulmalıdır. Gelir dağılımı iyileştirilmeli, işsizlik çözülmelidir.
  4. Anayasamızın 2. maddesinde yer alan ve Cumhuriyetimizin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek 6 temel niteliği,
    – toplumun huzuru /
    – ulusal dayanışma ve
    – adalet
    içinde ödünsüz uygulanmalıdır :

1. İnsan haklarına saygılı,
2. Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
3.
Demokratik,
4. Laik
5. S o s y a l bir
6. Hukuk Devleti..

  1. Avrupa Birliği, Gümrük Birliği, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist kurumlarla yapılan tüm teslimiyetçi 2’li ya da çok yanlı anlaşmalar halka açıklanmalı ve köktenci biçimde gözden geçirilmelidir.
    Dış politika ve dış ticarette yeni seçenekler yaratılmalı, Türkiye yüzünü Batı dışındaki ülkelere de çevirmelidir. AVRASYA, BRICS ülkeleri gibi yeni stratejik seçenekler üzerinde gecikmeden ve büyük ciddiyetle durulmalıdır.
  2. Yaşayageldiğimiz yıkım süreci göstermiştir ki, devletimiz, milletimiz, vatanımız ve çağdaşlaşma kazanımlarımız, ancak Atatürk Devrimi temelinde yaşatılabilir. Atatürk Devrimi, Türkiye için herhangi bir seçenek değil, tek seçenektir.
    Atatürk önderliğindeki kurucu irade, Türk Devrimi’nin deneyimlerine göre Cumhuriyet’imizin temel niteliklerini 1937’de Anayasa’nın en başına koymuştur. İnsan haklarının ülkemizde ve dünyada yaşama geçirilmesinde 6 Ok’u; denenmiş, başarmış evrensel bir model olarak görüyor ve kararlılıkla savunuyoruz.
  • “Türkiye Devleti;Cumhuriyetçi,
    – Milliyetçi,
    – Halkçı,
    – Devletçi,
    – Laik ve
    – Devrimcidir.”

     

  1. Batı’dan devşirme emperyalist ezberleri bırakarak, ulusal devrim sürecimizde ürettiğimiz ve dünyaya model bu temel stratejik formülü, yeniden Anayasamıza koymak koşuldur. Atatürk Devrimi temelinde Cumhuriyeti yeniden örgütlemek amacıyla aşağıdaki ilkelere dayalı yeni Anayasa, “kurucu iktidar eliyle” yapılabilir:

– Bağımsız ve güçlü devlet,
– Etkin hükümet,
– Hızlı adalet,
– Örgütlü halk,
– Özgür ve eşit yurttaş,
– Planlı, halkçı, karma ekonomi,
– Bölgelerarası denge,
– Çalışan ve üreten Türkiye.

  1. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımı temelinde Ulus Devlet pekiştirilmeli hiçbir etnik, mezhepsel, dinsel, sosyal, kültürel vb. nedenle ayrışmaya izin verilmemelidir. Sorun, bu alt aidiyetlerin sorunu olmayıp; insan haklarının en üst demokratik standartlara çıkarılması ile çözülecektir.
  2. Gönül isterdi ki, 10 Aralık 1948’den günümüze dek geçen 64 yılda İHEB “eskisin” ve 3. Binyıl türevini yazalım.. Bunun için ise “Dünyada us ve bilimin egemen kılınması” gerek. Tıpkı Atatürk’ün bize bıraktığı tinsel (manevi) kalıt gibi :“Yaşamda en gerçek yol gösterici, us (akıl) ve bilimdir.” Kemalizm’in = Atatürkçülüğün gerçek özü olan bu “bilimsel akılcılık” ilkesi, yalnız Türkiye’yi değil, tüm insanlığı kurtaracak, insan haklarının gerçek anlamda yaşanmasını sağlayacak evrensel bir ilkedir. Başta ülkemizde, “her-ke-si” -özellikle iktidarı- akla ve bilime, ülkenin temeli olan toplumsal adalete, Silivri ve Hasdal’dan başlayarak, BOP’u derhal bırakmaya çağırırız.Gelir dağılımını iyileştirmeye, işsizliği azaltmaya, Batı’nın insan haklarını sömüren ikiyüzlülüğüne ödün vermemeye çağırırız.

    Çevreye saygıya, hayvan halkLarına, doğaya hürmete;

    Büyük Atatürk’ün YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ’ına çağırırız.

Tarih, insanların er-geç haklarını aldığının aynasıdır; insana yakışan, doğala karşı koymak değil, omuz vermektir. Türkiye’nin insan hakları sicili kapkaradır ve sorumlular; kritik muhasebe için geç kalmaktadır. (10.12.2012)

İHEB, Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrası uyarınca yasa gücündedir;
ek olarak

* İç yasalarla çelişmesi durumunda üstün hukuk normudur,

* Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez…

Mahkemeler karar gerekçelerinde bu Bildirge’ye giderek daha çok dayanmaktadırlar.

30 maddelik Bildirge’nin tümünü (İngilizce ve Türkçe) okumak için erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

Universal_Declaration_of_Human_Rights_UDHR

INSAN_HAKLARI_EVRENSEL_BILDIRGESI

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 10.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

‘Yoksul ve Kör Bir Halk Sağlıkçısı!’


Dostlar
,

Sevgili Çağatay Güler ile 1978 – 81 arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı‘nda (YÖK öncesi, 832 sayılı Hacettepe Üniversitesi kuruluş yasasına göre, o zamanki adıyla “Toplum Hekimliği Bölümü“) 3 yıl
Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği dalında tıpta uzmanlık eğitimi aldık. O dönemde üniversiteler asistanlarını kendileri seçerdi. Sağlık Bakanlığı ve SSK Hastanelerinde
tıpta uzmanlık eğitimi için merkezi TUS sınavı vardı. Biz o dönem 31 kişi Hacettepe’ye başvurmuş ve 6 kişi ihtisasa seçilmiştik.

Prof. Nusret Fişek, bu bölümün (Toplum Hekimliği – Community Medicine) kurucusu ve ülkemize çağdaş anlamda Halk Sağlığı Bilimleri anlayışını ve hizmetlerini getiren insan olarak tıbbiyenin ilk sınıfında gönlümüzde yer etmişti. Yaşamımızı Koruyucu Sağlık – Tıp hizmetlerine adayacak; sağlıklı bir toplum için Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı olacaktık.. Öyle de yaptık sanırız.. 1971’lerden 2013’lere sürüyor..

Çağatay bizden 2 yıl önce tıbbiyeden mezun olmuş ve o arada bir de Fizyoloji Uzmanı olmuştu. Renkli, çok esprili, ince ve yüksek zekâsının ürünü nüktelerle, fıkralarla hepimizi güldürürdü. Daha sonra Ordu Sağlık Müdürlüğü yaptı, Bulancak’ta çalıştı ve çok zorlu yıllar sonrasında yuvasına dönerek akademik kariyer yaptı. Onlarca kitap ve
çok sayıda makale – bildiri yazdı, Çevre Sağlığı alanında ileri uzmanlık derecesi aldı.
Çok sayıda duygu yüklü, çarpıcı biçimde sorgulayan ve düşündüren şirler yazdı, kitapçıklar olarak yayımladı, bizlere dağıttı..

Aşağıdaki yazısı hüzünlü ironiler içermekte ve acı acı düşündürmekte..
KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm sosyal devleti ve kamusal sağlık hizmeti sistemini yerle bir (tarumar!) etti.

Koruyucu sağlık hizmetleri özelikle dışlandı ve yerli – yabancı sermayenin
özel sektörüne halkın hastalanarak müşteri olması kurgulandı.

Devlet de Dünya Bankası dayatması zorunlu sigorta sisteminde halkından
prim = ek vergi toplayarak sermayeye aktaran sopalı tahsildara indirgendi.
Bir de pek çok yerde Deli Dumrul’u kıskandıran katkı payları haracı var..

Daha beteri de üstad RT Erdoğan‘ın rüyası “şehir – kent hastaneleri” vb.ile yolda..

Vahşi kapitalizm hiç utanmadan sistemi böylesine yozlaştırdı.
Her şeyin ama her şeyin bir fiyatı var kumarhane kapitalizminde (Alpaslan Işıklı).

Yaşamın her santimetre karesi moneterize edilebiir..
Tüm yaşam moneter (parasal) yöntem ve ölçülerle yönetilip yönlendirilebilir.
Böyle buyurdu Zerdüşt (pardon papaz) Adam Smith!

Ama insanlık onuru – aklı bu prangaları da elbet kıracak..

Sevgili Güler’in yazısını buruklukla okuyalım vee…..

Sevgi ve saygı ile.
09..10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

‘Yoksul ve Kör Bir Halk Sağlıkçısı!’

Cagatay_Guler_portresi

 

Prof. Dr. ÇAĞATAY GÜLER
Hacettepe Üniv. Tıp Fak.
Halk Sağlığı AnabilimDalı

 

 

Ben bir halk sağlıkçısıyım.
Yıllar önce, on yılı aşkın bir süre bir resmi kanalda senede otuz saat halk sağlığı,
bir o kadar da çevre bilgisi konularını sunmuştum. Ne adımı bilen oldu, ne de tanıyan. Sunumlarımı kimi zaman sabahın ikisine üçüne koyuyorlardı. Benden sonra hipopotamların cinsel yaşamıyla ilgili bir kültür programı gelirdi “anlattıklarımı bütünlesin” diyerek. Kan ter içindeki iki hipopotamın olağanüstü çabalarını unutamam!

Bir yılbaşı gecesi televizyon izlerken elimdeki ‘geçgeç’in bir düğmesine yanlışlıkla bastığımda kare kare bütün kanallar görüntülenmişti. Her kanalda dansöz vardı ve
ben kanalın birinde “el yıkamanın önemini” anlatıyordum. Daha sonra kanalı arayarak sormuştum: “İzlenirliği artırmak için beni koydunuz sanıyorum, ama o kadar dansöze karşı elimden ne gelir ki?” Hep merak etmişimdir, o an beni izleyen birileri var mıydı? İzliyorsa niçin izliyordu?

Herhalde “kendimi dev aynasında gördüğümden” olacak, şansımı zorlayıp nasılsa
fos çıkacak politik geyiklerin belirlediği gündemi “saptırmak” istiyordum. Bu nedenle o “büyüleyici” sabah programlarından birine başvurdum. Aklımca programa katılacak, bir türlü yarıp geçemediğim politik gündeme bağlı karartma perdesinden başımı uzatarak unutturulan, kimsenin aldırmadığı, her gün daha büyüyen, geleceğimizi karartabilecek bazı temel halk sağlığı konularını gündeme taşıyacaktım.
En azından diyecektim ki:

  • “İnsan ve diğer canlıların ve topluluklarının sağlığını doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen fiziksel, kimyasal, biyolojik, sosyal ve psikolojik etkenlerin belirlenmesi ve denetim altına alınması gelecek kuşaklar için yapılacak
    en önemli yatırımdır. 
    Çevre, kişinin kalıtsal yapısı dışındaki her şeyi kapsamaktadır. İnsanın iyilik hali birçok yönden çevre tarafından etkilenir, birçok hastalık da çevre tarafından başlatılır, geliştirilir, sürdürülür ya da uyarılır.”
    Toplumun ekonomik düzeyi kalkınma süreciyle bağlantılıdır. Bu çabalara bağlı olarak ortaya çıkabilecek halk sağlığı sorunları önlenebilir sorunlardır. Başlangıçta alınacak koruyucu önlemler pahalı gibi görünürse de, sonradan ortaya çıkan sorunların düzeltilmesiyle il­gili çabaların maliyeti ve olumsuz sonuçları göz önüne alındığında daha ucuz bir yöntem­dir. Başka bir anlatımla halk sağlığı önlemlerinin çoğu köktencidir (radikaldir), alındığında sorun biter. Ancak koruyucu önlemlerin temel hedefi olan birincil koruma çok büyük oranda bireysel ve toplumsal katkı gerektirir. Bu nedenle farkındalık yaratabilmek için her türlü çaba harcanmalıdır.”
  • Halk sağlığı sorunlarının değerlendirilmesi ve denetimi çok disiplinli yaklaşım gerektirdiğinden yöntemi klinik uygulamalardan farklıdır. Hekimler geleneksel olarak her kezinde bir hasta ile ilgilenirler, Halk Sağlıkçısı ise bütün toplumla ilgilenmek zorundadır. Bu nedenle öncelikleri çok farklıdır.
    Halk sağlıkçısı bir yandan var olan sorunları ortadan kaldırmaya çalışırken, öbür yandan toplumu koruyabilmek amacıyla, çıkabilecek sorunları öngörmeye çalışırlar. Klinik uygulamalarda hekimin amacı özgül bir hastalığın ölüme yol açmasını önlemektir. Halk sağlığı yaklaşımı ise önce hastalığın oluşmasını önlemek, bunda başarılı olunamazsa hastalıkları daha belirti vermedikleri dönemde belirlemektir. 
    ‘Ateş bacayı sardığında’ bir sağlık kuruluşuna başvururuz. Ne var ki bazı sorunlar bu aşamaya geldiğinde
    tüm eczaneyi yutsanız iyi olamazsınız. Halk sağlıkçısının hedeflerinin gerçekleşmesi,
    politik irade ve tüm toplu bireylerinin katkısı olmadan sağlanamaz.”

Başvurduğum sabah programlarının yöneticileri programa katılabilmem,
söylemek istediklerimi söyleyebilmem için bana “özel bir fiyat” önerdiler.
Programa katılabilmem için üç bin dolar, adımın ve adresimin program sırasında
altyazı ile geçmesini istiyorsam fazladan bin dolar ödemem gerekiyormuş.
Bunun tanınmama önemli katkıları olurmuş.

Oysa ben “yoksul ve kör” bir halk sağlıkçısıyım!

Filmin sonunda tanınmış bir ses sanatçısı olup gerekli parayı kazanacak ses de yok bende! (Cumhuriyet, 5.10.13)