Etiket arşivi: Dr. Cenk Yiğiter

Bir Hukukçuyu Hukuktan Uzak Tutma Mücadelesi

Bir Hukukçuyu
Hukuktan Uzak Tutma Mücadelesi

Av. Deniz Özbilgin
http://www.toplumsalhukuk.net/bir-hukukcuyu-hukuktan-uzak-tutma-mucadelesi-av-deniz-ozbilgin.html (04.032017)

Akademiden İhraç Edilip, Avukatlığı Engellenen Dr. Cenk Yiğiter Meselesi 

AKP’nin olağan hale gelen kadrolaşma faaliyetleri ve iktidar ittifakları ile kamunun her alanına yerleştirilen cemaat kadroları, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Başbakan Binali Yıldırım’ın deyimiyle “eliyle koymuş gibi” bulunarak süratle tasfiye edilmeye başlandı. Bu süreçte de 15 Temmuz sonrası ilan edilen 20 Temmuz tarihli Olağanüstü Hal (OHAL) ve devamında çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) garabetleri akademiyi tasfiyede bir araç haline getirildi.

6 Ocak’ta yayımlanan 679 sayılı KHK ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden ihraç edilen Dr. Cenk Yiğiter de, akademiden ihracı sonrası hukukçuluğuna avukat olarak devam edebilmek için Ankara Barosu’na stajyer avukatlık başvurusu yaptı. Ankara Barosu ise Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazı yazarak stajyer avukat adayı hakkında Anayasal Düzene Karşı Suç kapsamında bir soruşturma olup olmadığını sordu. Herhangi bir hukuksal dayanağı olmayan bu yazışmalar, Ankara Barosu için 15 Temmuz’dan bu yana “olağan” hale gelmenin yanında bir hukuk meslek örgütü eliyle uygulanması bakımından da masumiyet karinesinin ve lekelenmeme hakkının ihlalini daha acı hale getiriyor.

Gerçeğe Aykırı Savcılık Evrakı ile Avukat Stajına Engel

Dr. Cenk Yiğiter hakkında Ankara Barosu’nun 23.01.2017 tarihli Stj. İşl./5556 sayılı yazısına cevaben yazılan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu’nun 02.02.2017 tarihli yazısında “İlgi yazı ile sormuş olduğunuz Cenk Yiğiter hakkında UYAP sisteminde yapılan sorgulamada FETÖ/PDY kapsamında 2013/169098 sayılı soruşturma bulunduğu anlaşılmış olup” denilmiştir.

Hukuksal garabetler silsilesinde bir hukuk meslek örgütünün sebebi belirsiz yazısına verilen trajikomik yazıda bahsedilen savcılık soruşturma numarası 2013 yılına, yani Fetullah Gülen’in terörist kabul edilmediği, Türkçe olimpiyatları ile devletin her tür propaganda aracının seferber edildiği, “Feto” diyenlerin ise Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından sosyal medya üzerinden “hocaefendi diyeceksiniz şeklinde azarlandığı bir döneme ait.

Savcılıkça bildirilen 2013/169098 sayılı soruşturma dosyası ise Ankara Gezi Direnişi’ne aitti. Toplam 86 kişi hakkında telefonların teknik takibine kadar varan bir soruşturma yürütülmüş, 26 kişi hakkında çok çeşitli ve dayanaksız suçlamalar ile örgüt üyeliğinden dava açılırken; 60 kişi hakkında da dava açmaya gerek görülmediğine dair takipsizlik kararı verilmişti. Dr. Cenk Yiğiter de 21.11.2016 günü hakkında takipsizlik kararı verilen bu 60 kişiden biriydi. Bu takipsizlik kararı da herhangi bir itiraz olmaması üzerine kesinleşti.

Terör örgütleri ile bağı olması şüphesi ile 3 yılı aşkın süre soruşturulan Dr. Cenk Yiğiter 21.11.2016 günü aklanırken, üzerinden 1,5 ay geçmişken bu defa 06.01.2017 günü terörle bağlantılı denilerek akademiden ihraç edildi.

Dahası, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu’nun Savcı Fatih Şimşek imzalı, 02.02.2017 tarihli yazısında Gezi Dosyası soruşturma numarasını sanki FETÖ/PDY soruşturmasıymış ve hatta devam ediyormuş gibi gösterilerek kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütü olan Ankara Barosu’na da açıkça gerçeğe aykırı bilgi sunuldu. Kamu eliyle yürüttüğü soruşturmalarda, zan altındaki kişiler hakkında lehe ve aleyhe delilleri tarafsızca toplayacağı varsayılan bir savcının bu şekilde mevcut dahi olmayan bir dosya üzerinden resmi beyanlar yazması ile ilgili yanıtlanması gereken pek çok soru var.

Savcılıkça bildirilen soruşturma numarasının FETÖ/PDY olmadığının anlaşılmasına ve muhatabının takipsizlik kararı ile aklandığının belgelenmesine rağmen Dr. Cenk Yiğiter’in hangi hukuksal gerekçe ile halen avukat stajyerliğine kaydının yapılmadığı ise Ankara Barosu’nun yanıtlaması gereken bir soru.

Süreç TBMM Gündeminde

Daha önce 13.01.2017 tarihinde CHP İzmir Milletvekili Zeynep Altıok tarafından verilen bir soru önergesi ile 6 Ocak tarihli KHK ile ihraç edilen Dr. Yiğiter’in üniversitesinde geçirmekte olduğu soruşturmalar meclis gündemine taşınmıştı. 6 maddelik soru önergesi ile Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş’in kişisel husumete dönüştürdüğü soruşturmalarına hukuksal dayanaklar sorulmuştu.

3 Mart günü de bu defa CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi, Gezi direnişlerinin asla FETÖ ile ilişkilendirilemeyeceğini vurgulayarak; “FETÖ’nün aranacağı yer Gezi Direnişi değil TBMM’nin AKP sıraları ve dünkü ortağı olan Kaçak Saray’ın sahipleridir. Her fırsatta Gezi Direnişini FETÖ ile yan yana getirerek itibarsızlaştırma gayreti içerisine girenler bu defa da yargı sopasını bu aymaz iddialarına kılıf uydurmak için kullanmaktadır” şeklinde bir açıklama yaptı.

Cenk Yiğiter’in yanındayız

Gezi’yi FETÖ’ye ister yazım hatası ile, ister dikkatsizlik ile, isterse hukukçu meslek ahlakıyla bağdaşmaz bir art niyet içinde davranarak, hiç fark etmeksizin bağlama teşebbüsünde dahi bulunulmasına izin vermeyeceğiz. Gezi iddianamelerini yazan cübbe giyen bir kısım adli tetikçi bugün nasıl AKP tarafından buruşturulup atılmış, hatta tutuklanmış ise; faşizmin kendilerine ihtiyacı ortadan kalktığında bugünün militan hakim ve savcıları da hukuka ihtiyaç duyacaklardır.

Gezi Direnişi günlerinde de AKP’nin polis ve palalıları ile sokaklarda yarattığı faşizme karşı hukuksal destek ihtiyacı olanlar için çaba harcayan, 2013/169098 sayılı soruşturma dosyasını da takip eden Toplumsal Hukuk avukatları ve yazarları, bugün de hukukla bağdaşmaz yargısal araçlar ile saldırı altında olanlar ile dayanışmaya faaliyet yürütülebilecek her alanda devam edecektir. Meslektaşımız Dr. Yiğiter de, ihraç edilen diğer muhalif akademisyenler ve Barış İmzacıları da yalnız değildir, yalnız kalmayacaklardır.
==================================
Dostlar,

Bu tür açık adaletsizlikler ve nitelikli genç insanların geleceklerini her yönden bütünüyle tıkamak akıl ve vicdana sığmaz..

Cumhuriyet Savcılarının işlevi ve tanımı asla bu doğrultuda ve kapsamda olamaz.

Dr. Cenk Yiğiter son derece nitelikli bir kamu hukuku uzmanıdır. Ankara Hukuk Fakültesinde Doktora yapmıştır, 679 sayılı OHAL KHK’si ile kamu görevinden çıkarılmasa, yakın gelecekte hoca olacaktı.

Bir hukuk doktoru olarak uzmanlık alanında en doğal ve meşru hakkı olan avukatlık serbest mesleğini bile yürüterek yaşamda kalmasına engel olmanın savunulacak zerre yanı yoktur. Üstelik hukuka aykırı, gerçeğe aykırı, Ankara Barosunu yanıltacak biçimde.. Bu eylemin adı kestirmeden “suç” tur.. Suçun nitelemesi yazıda yer alıyor yukarıda. Ayrıca Dr. Cenk Yiğiter Ceza Hukukunda (yanılmıyor isek) uzmanlaşmıştır ve kendisine haksızlık edenlerden yasal hesabını soracak yetkinliğe fazlasıyla sahiptir..

Yapmayın efendiler, bu ülkenin masum insanlarına kıymayın; bu zulümdür ve karşılığında yerden göğe meşru “isyan” bırakıyorsunuz tek seçenek olarak çaresiz insanlara.. Olmaz!
(Bu yazıyı ve sorunu gecikme ile fark ettiğimiz için çok üzgünüz; gündem çok hızlı..)

Sevgi ve saygı ile. 15 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Dr. Faruk Alpkaya : Türkiye’yi çok zor 2 yıl bekliyor

Dr. Faruk Alpkaya:
Türkiye’yi çok zor 2 yıl bekliyor

(Dr. A. Saltık : Uzun ama tarihsel değeri olan önemli söyleşinin bütünüyle okunmasında büyük yarar görüyoruz.. 17.01.2017)
KHK ile Ankara Üniversitesi’nden atılan Dr. Faruk Alpkaya, ekonomide, dış ve iç politikada 2017 ve 2018’in çok sert, çatışmalı ve acılı geçeceğini söyleyerek
– “Türkiye’de şu anda başka bir şey yapılıyor. Bunu 150 yıllık modernleşme hareketinin topyekûn imhası olarak değerlendiriyorum” dedi.

Türkiye, son bir yıldır Barış İçin Akademisyenler grubunun “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirisine imza atan akademisyenlere yaşatılan türlü işkenceleri seyrediyor. Açılan idari ve adli soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar, keyfi iş akdi fesihleri derken son olarak KHK ile Ankara Üniversitesi’nden atılan imzacı akademisyenleri okuduk. KHK ile ihraç edilenler arasında yer alan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Dr. Faruk Alpkaya ile Ankara Üniversitesi’nin imzacı akademisyenlere yönelik özel tutumunu, AKP’nin tek adam yönetimini getirecek olan Anayasa değişikliğini Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına atıf yaparak savunmasını ve Türkiye’yi önümüzdeki dönemde bekleyen tehlikeleri konuştuk.

– Barış için Akademisyenler grubundaydınız ve meşhur barış bildirisine imza atmıştınız tam bir yıl önce. Bu süreç çeşitli merhalelerden geçti. Hakkınızda adli soruşturma açıldı ve KHK’yle ihraç edildiniz. Bu ihracınız dikkat çekici, çünkü birçok büyük üniversitede imzacı akademisyenler hakkında bir işlem yapılmadı ama Ankara Üniversitesi’nde çok sayıda akademisyen atıldı. Özel bir durum mu var sizin üniversitenizde?

Doğru bir tespit yaptınız. Kimi köklü üniversitelerde, idari veya adli soruşturma yönünde hiçbir girişimde bulunulmazken Ankara Üniversitesi’nin özel bir çabası var. Atılan akademisyen ve Eğitim Sen üyeleri sayısında ilk sırada Ankara Üniversitesi yer alıyor. Rektör Erkan İbiş’in Siyasal Bilgiler Fakültesine, İletişim Fakültesine ve Cebeci Kampüsü’ne yönelik özel bir memnuniyetsizliği var. Bu memnuniyetsizlik aslında Gezi döneminin biraz öncesinde başlıyor. İlk rektör seçildiğinde yoğun protestolarla karşılaşmıştı. Daha sonra bir daha hiç gelmedi fakülteye. Mülkiye’nin kuruluş yıldönümlerine de gelmedi, yerine yardımcılarını gönderdi.

– Nedir bu özel husumetin nedeni?

Bu özel husumetin nedeni, sanırım kendi alışık olduğu yönetim tarzına uygun bulmaması. Çünkü bizim kampüste genel olarak yanlış bulduğunu eleştirme, yöneticinin her söylediğini doğru bulmama gibi bir gelenek vardır. Bu gelenek onu çok rahatsız etti. Kendi kültürü gereği, hem siyasi kültürü hem de muhtemelen mesleki kültürü gereği hep baş eğmeye hep itaat etmeye alışmış olsa gerek ki, aynı itaati Rektör olduktan sonra çevresinden de görmek istedi. Ama bunu göremeyince özel olarak uğraşmaya başladı. Uğraşmaya da bundan 2 yıl önce Dekan Yalçın Karatepe’ye soruşturma açarak başladı. Bu ondan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi ve nispeten iletişim Fakültesi öğretim üyelerine yönelik sistematik bir mobbinge dönüştü. Son tespitte, öğretim üyelerine açılan soruşturma sayısı 60’ı geçmişti bizim fakültede. Hatta bazı arkadaşlarımıza 5, 6, 7 soruşturma açıldı. İtiraz dilekçesine bile soruşturma açma biçiminde tepki gösterdi. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Dr. Cenk Yiğiter’i mesela ısrarla soruşturmada savunma yapması için Kalecik ilçesine gönderiyordu. Bu özel bir husumet olduğunun göstergesi. Bu husumet söylediğim gibi kendi kültüründen kaynaklanıyor olabilir. Ama bir yandan da kendi kimi hatalarını ya da kusurlarını örtbas etmeye yönelik bir çabadan da kaynaklanıyor olabilir. Şunu demek istiyorum: Nedense Ankara Üniversitesi’nde sistematik bir Fetullahçı temizliği yapılmadı. Tam aksine mesela Hakkari Üniversitesi’nin Fetullahçı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılan eski rektörü, Veteriner Fakültesi’nde rektör Erkan İbiş’in isteğiyle görevlendirilmiş durumda. Gene kimi dekan vekilleri hakkında Fetullahçı olduğu gerekçesiyle suç duyuruları olduğu söyleniyor. Bunlara hiçbir şey yapılmazken, ‘ben bir şey yapıyorum’ diyebilmek için asıl olarak solcu, demokrat olan ve ağırlıklı olarak da hemen hemen hepsi Barış için Akademisyenler’in 11 Ocak’ta (2016) yayınladıkları bildiriye imza atmış kişileri tasfiye ediyor. Ama bunu yaparken bile özel bir uygulama yapıyor. Mesela İletişim Fakültesi’nden Doç. Gülseren Adaklı arkadaşımız ilk 1 Eylül KHK’si ile atılmıştı. Gülseren Adaklı,  sendika listesinde Rektör Erkan İbiş’in usulsüzlük ya da yolsuzluk yaptığına dair bir adli soruşturma yürütüldüğüne ilişkin bir haber paylaşmıştı ve bundan dolayı önce soruşturma açıldı, ceza verildi ve sonra ilk KHK’ye konulup atıldı. Gene İletişim Fakültesi’nden Doç. Sevilay Çelenk, bir yıldır beklemekte olan profesörlük tezinin daha fazla bekletilmesinin görevi kötüye kullanmak olduğunu belirttiği için KHK’ye konularak atıldı.  Kendinin konumunu rahatsız eden ya da kendinin otoritesini sarsmaya yönelik şeylere karşı özel bir uğraşma durumu da var. Tabii bunlar genellikle Barış için Akademisyenler imzacıları ile çakışıyor. Çünkü haksızlık ve adaletsizliğe karşı çıkmak ister Cizre’de olsun, ister Ankara Üniversitesi’nde olsun, ister dünyanın herhangi bir köşesinde olsun, ahlaklı ve vicdanlı insanların ortak özelliğidir.

– Ankara Üniversitesi’nde böyle bir uygulama var ama bir de KHK gerçeği var. Türkiye çapında çok sayıda akademisyen ihraç edildi. Bu durum kamuoyuna şöyle bir algıyla sunuluyor. FETÖ’cüler ve terörle iltisaklı olanlar atılıyor. Bu bahane edilerek birçok görüşten insan atıldı. FETÖ’cü olmayan solcu, demokrat akademisyenlerin tasfiyesi ile
ne amaçlanıyor?

Şimdi orada terör örgütüyle iltisaklı olanlar dediniz ama KHK’de daha esnek ve daha vahim bir ifade var. ‘Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan’lar deniyor.

– Yani bir kişinin kamu görevinden KHK ile atılması için terör örgütüne iltisaklı olması gerekmiyor mu?

Terör örgütü olması gerekmiyor. MGK’nin bir şekilde bir listeye aldığı yapı, oluşum ve gruplardan söz ediliyor. Bunların hiçbirinin hukuksal karşılığı yok. Yapı ne demek, oluşum,
grup ne demek? Bunlarla da iltisakı, irtibatı olanlar atılır diye ayrıca bir düzenleme var. Şimdi ben kendi yakın çevremdeki insanları tanıyorum. Onlar hakkında, benim tanıdıklarım içinde herhangi bir terör örgütü ile iltisak ve irtibat ya da tehlikeli olabilecek yapı, grup ve oluşumlarla ilişkisi olan kimse yok.

– Zaten Türkiye terör suçlarına karşı en sert uygulamalara ve hukuksal düzenlemelere sahip bir ülke. Diyelim ki herhangi bir terör örgütüne iltisakı olan bir öğretim üyesi olsa bile KHK’lere varana kadar çoktan işlem yapılması gerekmez miydi?

Barış için Akademisyenler imzacılarından ilk 4 arkadaşımız İstanbul’da gözaltına alındıklarında, yargılanma Terörle Mücadele Kanunu üzerinden başlatılmıştı. Sonra yargılamayı mahkeme durdurdu, burada sadece ‘devlete hakaret’ olabilir dedi. Onun için de Ceza Kanunu’nun 301. maddesi gereği Adalet Bakanlığı’ndan izin alınması gerektiği için Adalet Bakanlığı’na izin yazısı yazdı. Yani yargı organları da herhangi bir terör işi olmadığını aslında tescil etmiş oldu. Adalet Bakanlığı uzun bir süredir gerçi yanıt yazmadı. ‘İzin vermiyorum’ da demedi, işi sürüncemede bırakmaya devam ediyor. Zaten kötü olan bakın şu:

  • KHK’yle 100 bine yaklaştı atılan kamu görevlisi sayısı!

Akademisyen sayısı 5 -6 bin civarında. Bunların kimin ne olduğunu, aslında herkes yakın çevresinden biliyor. Ben gerçekten bunlar ne kadarı Fethullahçı, ne kadarı şucu, ne kadarı bucu hiçbir bilgim yok. Büyük çoğunluğunun ismi cismi belli değil. Bilinen, tanınan insanlar için kamuoyu ilgisi yoğunlaşıyor ama bilmediğimiz büyük bir kitleyle karşı karşıyayız. 100 bin kişi. Şaka değil yani bu. Bunlar ne zaman ve nasıl devlete alındılar, bunca yıldır ne yapıyorlardı, niye sessiz kalındı, şimdi niye atılıyorlar? Bütün bunlar büyük bir belirsizlik işareti. Bunun yanı sıra doğrudan aslında Fethullahçılarla ilişkisi olan kişilerin bir kısmına da hiçbir şekilde dokunulmuyor.

– Bu çok garip değil mi?

Dolayısıyla bunu buradan izah etmek mümkün değil. Başka bir şey yapılıyor Türkiye’de. Ben onu 150 yıllık modernleşme hareketinin topyekun imhası olarak değerlendiriyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nda,  19. yüzyılın ortalarında kabaca Tanzimat Fermanı ile işaretleyeceğimiz bir modernleşme başladı (AS: 1839). Sadece yasal düzeyde değil, kurumlar düzeyinde de bir modernleşme… Yeni kurumlar açıldı. Harbiye yeniden kuruldu. Mülkiye kuruldu. Tıbbiye yeniden kuruldu. Giderek özel idareler, yerel yönetimler oluşmaya başladı. Anayasacılık ve giderek demokrasiye doğru bir gidişat başladı. Bu modernizm süreci de modernleşme süreci de bütün yönleriyle olumlu değildi, bunun içinde olumsuz yönler de vardı. Ama bu iktidar olumlu olan her şeyi yok etmeye yönelmiş durumda. Olumsuz yönleri de o modernizmin içinde hoşgörülebilecek olumsuzluklar olmaktan çıkartıp artık tahammül edilmez bir boyuta taşıma eğilimi içinde aynı zamanda.

– Mesela neleri yok etmek istiyor?

Bütün kurumları yok etmek istiyor. Büyük ölçüde de yok etmiş durumda. Bakın yargı… Bugün artık Türkiye’de bağımsız yargı diye bir şeyden söz etmenin mümkün olduğunu zannetmiyorum. Herhangi bir konuda hükümetin istemediği bir kararı verecek yargıcın yarın yayımlanacak olan KHK’de yer alması neredeyse kaçınılmaz gibi. Belki de Fethullahçıları atmamalarının nedeni tam da bu. Onları rehin almış durumdalar ve kullanıyorlar tetikçi olarak. Böyle de değerlendirilebilir. ‘Ben seni Fethullahçılıktan içeri atacağım, benim dediğimi yap’ da diyebilirler.

– 10 Cumhuriyet yazar ve yöneticisinin tutuklu olduğu Cumhuriyet Vakfı dosyası da müebbetle yargılanan FETÖ sanığı bir savcı tarafından soruşturuluyor.

Bu tipik bir rehin alma durumu. ‘Sen benim rehinemsin. Benim her istediğimi yapacaksın.’
Bu rehin alma durumundan çıkabileceklerini de sanmıyorum.

[Haber görseli]

– Son dönemde özellikle başkanlık tartışmaları ekseninde şöyle benzetmeler yeniden tedavüle sokuldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında tek parti dönemindeki birtakım uygulamalar referans veriliyor. AKP’nin Cumhuriyet’in kuruluş yılları ile ilgili ikili bir söylemi var. Bu dönemi sıklıkla eleştiriyor, suçluyor. İnönü üzerinden daha çok yapıyor bunu. Atatürk’ün adını genellikle zikretmiyorlar. Fakat sıkıştıkları anda da kendi olumsuz uygulamaları için o dönemi referans gösteriyorlar.

Cumhuriyetin ilk yılları, yeni bir devletin ve bu devletin ulusunun kurulması ve yaratılması dönemiydi. Çok istisnai bir dönemdi, tarihsel açıdan. Osmanlı Devleti çok etnisiteli, çok dinli bir imparatorluk olmaktan çıkmış, dağılmış, onun içindeki bürokratik bir kesim bir bağımsız devlet kurma mücadelesine girişmiş, bu mücadelede askeri bir başarı sağladıktan sonra bunu Lozan’la siyasi olarak da dünyaya tescil ettirtmişti. O günlerde Mustafa Kemal’in izlediği çizgi,

  • ‘vatanı kurtardık, şimdi milleti kurtaracağız’ çizgisiydi.Milleti de asıl olarak hurafeden kurtaracaktı, gerilikten kurtaracaktı, taassuptan kurtaracaktı. Açık olarak böyle tarif edilmişti. Bu kurtarma operasyonu, yani tepeden aşağıya doğru modernleştirme girişimleri dünyanın her yerinde yaşanan olaylar. Ve kendine özgü koşulları vardır her yerde. Dolayısıyla ilk yılar hep tek adam, tek parti yönetimi altında geçmiştir. Hatta daha eski, Napolyon’a, Fransız Devrimi sonrasına gidersek, parti bile yok ortada. Sadece tek adam yönetimi içinde modern Fransa’yı oluşturan reformların bir kısmı gerçekleşmişti. Türkiye’de de benzer bir şey oldu. Tarihin akışı içinde kaçınılmaz bir şeydi. Ayrıca, Mustafa Kemal’in Meclis’e önerdiği ilk Anayasa teklifinde parti başkanı olan Cumhurbaşkanı ile Meclis farklı süreler için seçiliyordu. TBMM o günün koşullarında, bu konuyu görüşürken özellikle TBMM’nin ilk oluştuğu -yasama, yürütme, yargıyı bünyesinde topladığı- dönemden kalma bazı eğilimlerden vazgeçmedi ve Mustafa Kemal’in talep ettiği düzenlemenin yerine, tam bir parlamenter sistem yerine, Meclisle bağlantılı bir düzenleme yaptı. Demek istediğim,
    1924’te TBMM “Cumhurbaşkanı bana bağlı olsun” diyordu. Bugün ise tam tersi söz konusu: Cumhurbaşkanı TBMM’yi kendine bağlıyor. Sonra tabii 1930’lı yıllarda partiyle devletin birleşmesi gündeme geldi. 30’lı yılların ortası… Onu o günün koşullarında değerlendirmek gerekir. Hitler’in, Mussolini’nin, Peron’un, Stalin’in vs. olduğu bir dünya vardı. Buna rağmen yine de Meclis’i ve yasama prosedürlerini ortadan kaldırmadan, en azından kurumları biçimsel olarak koruyarak o günün dünyasına uyum gösterildi. Ayrıca, 1929 büyük bunalımı vardı. Dünya yanıp yıkılıyordu ve büyük bir savaşa gidiliyordu. Onu o koşullarda değerlendirmek gerekir. Bu konuda Erdoğan’ın başbakan iken danışmanlığını yapan, AKP Ankara milletvekili Aydın Ünal’ın Yeni Şafak gazetesinde aralık ayı sonunda yazdığı bir yazı vardı. Günümüzü 1914-1922 yılları arasındaki koşullara benzetiyor. Tayyip Erdoğan’ı da Enver Paşa’ya benzetiyor. ‘O gün Enver’den esirgenen bugün Recep Tayyip Erdoğan’dan esirgenmek isteniyor’ diyor. ‘Edirne’yi Enver alırsa Enver kahraman olur. Onun için Edirne Bulgar’da kalsın denilmiş’ diyor. O maceranın sonu Osmanlı Devleti’nin yıkılması, büyük bir soykırımın gerçekleştirilmesi ve Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan milyonlarca Müslüman’ın Anadolu’ya sığınmak zorunda kalması ile sonuçlandı. Tarihi benzetmeleri yaparken çok dikkatli olmak gerekir.

– Erdoğan’ın ve AKP, sürekli beka sorunundan söz ediyor. 2. İstiklal Savaşı veriliyor, deniliyor. Bununla paralel olarak dış düşman söyleminin yanı sıra bir iç düşman söyleminin de olması tehlikeli değil mi?

Tipik o yazı işte. Enver Paşa Kafkas harekatını başlattığında hedefi büyük bir imparatorluk kurmaktı. Biliyorsunuz bu işi 3 paşa, Talat, Cemal ve Enver başlatmıştı. O iki ayaklı bir harekattı. Bir yandan Enver Paşa Kafkaslara gidecek ve oradan Türk coğrafyasını ele geçirecekti. Cemal Paşa da Süveyş Kanalı harekatını yapıp yeniden Kuzey Afrika’yı ele geçirecek ve Türk-İslam İmparatorluğu kurulacaktı. Bugünkü iktidarın aklında da bu var. Bir tür Türk İslam İmparatorluğu kurmaya çalışmak. Ama buna ne konjonktür müsait ne de dünyanın gidişatı müsait. Türkiye’nin gücü ve olanakları da müsait değil. Şunu demek istiyorum: Böyle bir şey yapabilmek için, önce güçlü bir iktisadi yapınızın olması gerekiyor. İktisadi güç olmak derken sanayi gücünden bahsediyorum asıl olarak. Yoksa sağa sola inşaat yapıp, musluk takmaktan, yerlere fayans döşemekten bahsetmiyorum. Bu iktisadi gücü destekleyecek bir askeri gücün olması gerekiyor. Son olarak bu iktisadi ve askeri güçle sözünü dinletebileceğin siyasi bir güç olman gerekiyor. Şimdi herhangi bir Arap ülkesine gidip biz yeniden Osmanlı İmparatorluğunu kurmaya kalkıyoruz derseniz Araplar sizi boğarlar. Çünkü Araplar, Filistinliler istisna olmak üzere, şunu düşünürler: 500 yıl boyunca siz bizim bütün zenginliklerimizi yağlamadınız ve İstanbul’a taşıdınız derler. İstanbul’daki Selatin Camilerinin arkasında Mısır’ın, Bağdat’ın, Şam’ın, Musul’un zenginliği vardır. Bunu Arap dünyasına siyasi olarak kabul ettirmek mümkün değildir.

– Başkanlık sistemine geçiş gerçekleşirse nasıl bir Türkiye bekler bizi?

Bir kere bu gerçeklese de gerçekleşmese de ben önümüzdeki iki yılın, 2017 ve 2018’in çok sert, çok çatışmalı ve çok acılı geçeceğini düşünüyorum. Geleceğe ilişkin bir şey bilmek mümkün değil elbette ama öncelikle iktisadi koşullar bir süre sonra iç piyasaya yansıyacak, çünkü şimdi daha yansımıyor. Biz sıradan insanlar olarak yükselen döviz fiyatının, ekonominin yeniden dolarize olmasının etkilerini, muhtemelen 6-7 ay sonra yaşamaya başlayacağız. Asıl etkilerinin de 2018’de çıkacağını düşünüyorum. İkincisi bu başkanlık referandumu süreci muhtemelen çok sert, çok çatışmalı geçecek. Mecliste muhalefet vekillerine tahammül edemeyen bir iktidarın, bütün protestoları yasaklayan iktidarın herhangi bir şekilde sandık başlarında özgürce oy kullanılmasına izin vereceğini beklemek bana biraz saçma görünüyor. Tabii bütün bunlar, yani bu kutuplaşmanın ve iktisadi krizin yanı sıra Türkiye’yi dış politikada büyük yalpalamalar ve büyük başarısızlıklar bekliyor. Şimdi sormak lazım, siz düne kadar ‘sıcak denize inmek isteyen Moskof’ diyordunuz. Şimdi ne oldu da Moskof’la sarmaş dolaşsınız? O Moskof’un sıcak denizlere inme hevesi, Boğazları ele geçirme hevesi bitti mi, yoksa yarın öbür gün gene kandırıldık mı diyeceksiniz? Benzer bir şekilde ABD’de de büyük bir istikrarsızlık dönemi başlayacak kanısındayım. Trump döneminin neye yol açacağı, ne gibi sonuçlar doğuracağı henüz belli değil. Bütün bu koşullarda Irak ayrı bir macera. Daha da kötüsü bölgedeki cihatçı hareketler Türkiye içinde ciddi bir örgütlenmeye sahipler, kitle tabanına sahipler ve silahlandıklarını düşünüyorum. Ayrıca AKP’nin eskiden olmayan sokak gücü dediğimiz şey, AKP-MHP kaynaşması sayesinde MHP’nin tabanı ile birlikte elde edilmiş olacak. Bu olguların hepsini birlikte değerlendirdiğimizde çok sert geçecek iki yıl bekliyorum.

  • AKP’nin herhangi bir seçimle artık iktidarı kaybetme lüksü yok. İktidarı kaybettikleri anda bunun ağır siyasi sonuçları olacak. Suçların bir şekilde hesabı sorulmaya kalkılacak yargı tarafından. Buna tahammül etmeleri mümkün değil.

– Toplumsal muhalefetin yapacağı hiç mi bir şey yok?

Var tabii, olmaz olur mu? Toplumsal olaylar ya da tarih, önceden belirlenmiş bir doğrultuda gelişen ya da kuklacılar tarafından yönetilen bir süreç değildir; tam aksine vektörel bir süreçtir. Tarihsel ve toplumsal olgular çarpışan güçlerin mücadelesi sonucunda ortaya çıkar. Bence burada eski tür muhalefet anlayışını, eski bakış açılarını terk edip gündelik hayatı sürdürebilmek için bile yaygın bir dayanışma ağı kurmamız gerekiyor. Basitçe şunu örnek vermek istiyorum: Geçen günlerde üst üste 2 haber çıktı: Birinde kedi evi kuran gençlere saldırıldı, ikincisinde kedi evi kuran bir psikolog öldürüldü. Karda kışta sokak hayvanlarını düşünmek ahlaki bir tercihtir. Vicdanı ona buyuruyor. Kimse emir vermiyor kedi evi kur diye. Bu vicdani tercihe yönelik bir hınç ve şiddet gelişiyor. Buna yönelik nefret ve hınç aslında bir yaşama yönelik bir hınç. Burada yaşamı savunabilmek için, basitçe sıradan yaşamımızı savunabilmek için bile büyük toplumsal dayanışma ağları oluşturmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ağların da ufak ufak aslında ortaya çıktığını seziyorum, bazen görüyorum. Hiç ummadık ağlar ortaya çıkıyor. Bu toplumsal dayanışma ağları, geçmişin kitle örgütlerinden farklı yapılar. Bunların merkezi yok. Bir örgütleyicisi yok. Bunlar kendiliğinden çıkıyorlar ama bir ağ olarak dayanışıyorlar.

– Anlık bir işe yönelik olarak örgütleniyor ve ardından dağılıyorlar, değil mi?

Bir daha aynı sorun çıktığında yeniden bir araya geliyorlar. Ama bu bir insanı temas.
Bir merkezin dayatması diretmesi değil.

– O yüzden çok daha mı güçlü aslında?

Çok daha güçlü ve çok daha yok edilemez. Ve hayatı savunmak her zaman kazandıracak bir şeydir. Çünkü vicdanlı insanlar hayatı savunurlar. Bence yaşadığımız dönemin, hatta 12 Eylül’den bu yana yaşananların en büyük etkisi Türkiye’de vicdani ve ahlaki yapıları çökertmesi oldu ama bu çöken yapıların içinde bile bir kıvılcım var.

– Ama Gezi’yi yaşadık ve bugün sanki Gezi’nin toplumsal, siyasal hayata hiçbir etkisi yok gibi görünüyor.

Çok oldu.

– Niye göremiyoruz?

Gezi’nin etkisi öyle kısa vadeyle ve birkaç yılda görülecek bir etki değil. Gezi’de yeni bir toplum tahayyülü ortaya çıktı. Şiddeti reddeden, değerler üzerinden savunma yapan bir dünya tahayyülü ortaya çıktı. Bu tür vicdan temelli, ahlak temelli hareketler aslında geleceği belirleyecek olan güçlerdir. Çünkü eski dünya, bildiğimiz dünya bitti artık. Şimdi neredeyse Star Wars filmlerindeki gibi iyilerle kötüler arasında yaşanan bir savaşın içindeyiz. Ben dünyayı güzelliğin kurtaracağına inanıyorum.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/660585/Dr._Faruk_Alpkaya__Turkiye_yi_cok_zor_2_yil_bekliyor.html
16.01.2017

SBF’de Süren Skandal Soruşturma..

Dostlar,

Ankara Üniversitesi akademik çalışanlarının kendi arasında iletişim ortamı sağlayan kurumsal bir web sitesi var…

Ank-Club List...

Bu iletişim ortamında, Ankara Üniversitesi’nin 6 bini aşkın akademik çalışanı salrt akademik konularla sınıkrlı olmayan geniş bir paylaşım kuruyorlar.

Biz de zaman zaman, web sitemizde yayımladığımız 50 yazıyı bir liste olarak söz konusu ortamda Ankara Üniversiteli çalışma arkadaşlarımızın bilgisine sunuyoruz.

Bu ortamda yer alan önemsediğimiz bir iletiyi bu kez sizinle paylaşmak istedik.
Bu bağlamda biz de, Ankara Üniv. Rektörlüğünün başlattığı söz konusu hukuk dışı soruşturmaya ilişkin olarak düşüncelerimizi her 2 ortamda paylaştık..
SBF’nin konu hakkındaki 4/4’lük açıklamasına da yer vererek..

http://ahmetsaltik.net/2015/07/07/mulkiyeden-au-sbf-ogretim-elemanlarimiza-acilan-sorusturmalarla-ilgili-aciklama/

AÜ Hukuk Fakültesi’nden Dr. Cenk Yiğiter‘e “Yiğit” duruşu için teşekkür ederek..

Bir kez daha dikkatle okunmasında, hukuksal kaynaklara dikkat edilmesinde yarar var.

En akıllıcası elbette Üniversite Yönetiminin soruşturmayı uygar bir açıklama yaparak
geri çekmesi.. Hukuksal olarak yol kapalı.. Halk arasında çooook güzel deyişler vardır..

Birisi de şöyle :

– Sen kiminle aşık atıyorsun??

Anımsatmaya gerek var mı, karşındaki Mülşkiye!

Sevgi ve saygı ile.
08 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Sayın Liste Üyeleri,
Malumunuz üniversitemiz bünyesinde skandal bir soruşturma yürüyor.
Bu skandalın faillerinin ikbali için umuyorum yaptıkları yatırım bu 
rezilliğe değer. Öte yandan soruşturmayı yürütmekle görevlendirilmiş Jeoloji 
Mühendisliği'nde çalışan öğretim elemanlarının ve üniversite kamuoyunun 
ilgisine aşağıdaki haberi sunuyorum. (Üniversitemiz bünyesinde bir hukuk 
fakültesi ayrıca bir insan hakları merkezi varken böylesi kritik ve 
zorlu bir soruşturma için jeoloji mühendisliği hocalarımızın 
görevlendirilmesinde de vardır elbet bir hikmet. Tıpkı memleketi dışında 
neden yönetici pozisyonuna atandığına dair hiçbir fikrimiz olmayan 
yöneticilerimizin olmasındaki hikmetler gibi...)
Kendilerine kolaylıklar diliyor ve ifade özgürlüğüyle ilgili 
yürütecekleri ve üniversite tarihimize geçecek tartışmaları şimdiden 
merakla bekliyorum.
Saygılarımla.
Dr. Cenk Yiğiter.

http://www.radikal.com.tr/turkiye/erdoganli_hirsiz_var_afislerine_nazi_karariyla_beraat-1390389
Erdoğan'lı 'Hırsız var' afişlerine 'Nazi' kararıyla beraat

03/07/2015 13:15


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın fotoğrafının altında 'Hırsız Var' yazan 
afişler nedeniyle yargılanan iki genç için Aliağa 1. Asliye Ceza 
Mahkemesi'nde verilen beraat kararının gerekçesinde Avrupa'daki benzer 
davalardan örnekler verildi.
Haber: İSMAİL SAYMAZ

RADİKAL - İzmir’de üzerinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ’ın 
fotoğrafı ve “Hırsız var” ibaresi bulunan afiş nedeniyle yargılanan iki 
genç hakkında beraate karar verildi. Mahkeme gerekçeli kararında, 
Avusturya ve Slovakya’da siyasetçiler için “Adi fırsatçılık”, “Ahlak 
dışılık”, “Şerefsizlik” ve “Nazi” ithamlarını kullandığı için 
ülkelerinde ceza alan üç gazeteci hakkında AİHM’in verdiği “Bu ifade 
özgürlüğüdür” kararlarını dayanak gösterdi.
İzmir’in Aliağa ilçesinde, geçen yıl 4 Nisan’da polis tarafından 
yakalanan Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi Şeref Sinan Erel ve 
Hikmet Utkun Hız’ın çantasından, üzerlerinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip 
Erdoğan ’ın resmi bulunan ”Hırsız var” yazılı üç afiş bulunmuştu. Aynı 
afişlerin ilçede duvarlara da asıldığından hareketle iki genç hakkında 
“hakaret” iddiasıyla dava açıldı. Aliağa 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 
açılan dava geçen 10 Haziran’da beraatla bitti.
Mahkemenin gerekçeli kararında, duvarlara asılan afişlerin çantalarından 
çıkması üzerine iki genç hakkında dava açıldığı belirtilerek, “Kuşkudan 
sanık yararlanır” ilkesi gereği beraata karar verildiği kaydedildi. Bu 
afişlerin iki genç tarafından asıldığı kabul edilse dahi Avrupa İnsan 
Hakları Sözleşmesi’nin (ÜİHS) 10. maddesine göre herkesin düşüncesini 
ifade etme hakkına sahip olduğu ifade edildi. AİHM’in üç kritik kararı 
da buna dayanak olarak gösterildi. AİHM’in Liegens/Avusturya kararında, 
2. Dünya Savaşı’nda SS Tugayı’nda görev yaparken sivilleri katletmekle 
suçlanan Liberal Parti başkanı ile koalisyon kurulmasının tartışıldığı 
günlerde gazeteci Liegens’in Başbakan’a yönelik olarak sarf ettiği “En 
adi fırsatçılık”, “ahlakdışılık” ve “şerefsizlik” ifadelerini düşünce 
özgürlüğü kapsamında saydığı anlatıldı. Bu davada AİHM’in “Bir 
siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek 
ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine 
açar; bu nedenle daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır” dediği 
vurgulandı. Keza Oberschlick/Avusturya kararında da; göçmen ailelerine 
yapılan yardımın yarıya indirilmesini savunan Liberal Demokrat Parti 
Genel Sekreteri’nin eski Nazi olduğunu hatırlatan gazeteci için de aynı 
hükmün verildiği belirtildi. AİHM’in bu davada, “Hoş görülebilir 
eleştiri sınırının bir politikacı söz konusu olduğunda, sade vatandaşa 
oranla daha geniş olduğu” yönünde görüş belirttiği vurgulandı. Son 
olarak, Feldek/Slovakya kararına atıfta bulunuldu. Bu davada, Nazi 
geçmişi bulunan bir siyasetçiye ilişkin “Faşist Geçmişli Bir Bakan 
Olmadan Daha Güzel Bir Slovakya Fotoğrafı” başlıklı yazısı nedeniyle 
yargılanan gazeteci için benzer bir hüküm kurulduğu dile getirildi. Bu 
kararda, “Açıklamalarının tartışılmasında kamu yararı bulunan siyasi bir 
konuyla ve Slovakya’nın tarihiyle ilgili olduğu ve Slovakya’nın 
gelecekteki demokratik gelişimini etkileyebileceği, açıklamanın kaynak 
içermemekle birlikte daha önce basında yer alan bir takım gerçeklere 
dayandığı, özgür siyasi tartışmanın teşvik edilmesinin demokratik 
toplumun niteliği olduğunu belirleyip kendisini gerek basının, gerek 
kamuoyunun yakın denetimine açmış olan politikacıların kendilerine karşı 
yapılan eleştirilerde diğer bireylere nazaran daha fazla hoşgörü 
göstermesi gerekiyor” denildiği anlatıldı. Bu üç karar ışığında “Hırsız 
var” başlıklı afişlerin AİHS’in 10. Maddesi ve bunun uygulamasına 
yönelik AİHM kararları gözetildiğinde, ifade özgürlüğü kapsamında 
kaldığı anlatıldı.


Haberde geçen Kararlar:

http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/pages/search.aspx?i=001-59588#{"itemid":["001-59588"]}

http://www.ifadeozgurlugu.adalet.gov.tr/faaliyetler/6_8_mayis/aihm_yabanci/oberslick.pdf

http://www.ifadeozgurlugu.adalet.gov.tr/faaliyetler/17_19_eylul/aihm_diger_ulke/lingensvavusturya_guncelleme.pdf


http://www.ifadeozgurlugu.adalet.gov.tr/

AİHS Düşünce Özgürlüğü maddesi klavuzu
http://www.coe.int/t/dghl/cooperation/capacitybuilding/publi/materials/1004.pdf

_______________________________________________
Ank-club mailing list
Ank-club@list.ankara.edu.tr
http://list.ankara.edu.tr/cgi-bin/mailman/listinfo/ank-club