Etiket arşivi: Ceza Muhakemeleri Kanunu

Bir Tıp Öğrencisinden E. Org. Ergin Saygun Paşa Dramının Yorumu


Dostlar
,

Ankara Tıp Fak. Dönem 3’ten değerli öğrenci arkadaşım Sevgili Arda Civelek,

E. Org. Ergin Saygun Paşa‘nın cezasının sağlık koşulları nedeniyle infazının ertlenmesi bağlamında “tahliyesi” (cezasının kaldırılması anlamında değil..
Buna ancak Cumhurbaşkanı yetkili.. Paşa ileride “cezasını çekecek düzeyde iyileşirse” yeniden hapse konabilecektir!) yazımıza biir yorum yazmış..

21 yaşlarında bir Türk gencinin yorumunun sitemizde arkadüzlemde (background) kalmasına gönlümüz razı olmadı..

Bu yazı okunmalı, paylaşılmalı. Kendisinin izniyle aşağıya alıyorum..

Aşkolsun sana çocuk, aşkolsun!

Sevgi ve saygı ile.
10.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

Arda CİVELEK

Arda_Civelek_portresi

“Kurtla birlikte olur kuzuyu yer; koyunla birlikte olur kuzuya ağlar.”

Gün geçmiyor ki Sn. Başbakan yaptığı manevralarla bizi şaşırtmasın, Türkiye’nin gidişatı hakkındaki görüşlerimizi alt üst etmesin. Alışılageldiği üzere yine bu tür bir hareketle Ergin Saygun Paşa’yı hastanede ziyaret etti. Bize de bu ziyaretin içinde barındırdığı gizleri anlamak düştü.

Yazıda savunacağım fikirlerin nasıl eleştirileceğini tahmin ettiğimden, öncelikle
Ergin Paşa halen cezaevindeyken kendisi hakkında, kızı Ece Saygun’un tuttuğu bloga bıraktığım iki notu paylaşmak istiyorum. Notlar sırasıyla geçtiğimiz yılın 10 Haziran ve 22 Eylül 2012 günlerine aittir:

Sevgili Ece Hanım;

Blogunuzu, Vardiya Bizde’nin Facebook sayfasında gördüm ve karmaşık duygular içinde okudum. Tıp fakültesinde okumaya, tercih döneminde annemin geçirdiği kısa bir taşikardi atağı üzerine karar vermiştim: ben kalp krizi geçiriyor zannedip çıldırmanın eşiğine gelmiştim ve kendisi de doktor olan annem bile beni teskin edememişti.

Babanızın -ki bir subay çocuğu olarak kendisini Ergin Amca olarak anmak isterim-
sağlık durumunu, eski Sağlık Bakanlığı Müsteşarı, şimdinin CHP MV Dr. Aytun Çıray’ın katıldığı bir televizyon programında dinledim. Mitral kapak değişikliğinden vertebrobaziler yetmezliğe, diabetes mellitus’a dek son derece riskli bir medikal tablo içinde, Ergin Amca’yı bu koşullarda yaşamda kalmaya mahkum kılan vicdanı imgelemeye (tasavvur etmeye) çabaladım ancak başaramadım. Bu, gerçekten yalnızca derin bir “kin” ile açıklanabilir. 50 yıla yakın asker üniforması giymiş, devleti en üst düzeyde teslim etmiş, bunca sağlık sorunu olan birini “kaçabilir, kaçırılabilir” kuşkusuyla cezaevine koymak nasıl bir saygısızlık, nasıl bir vicdansızlıktır? Neyin intikamını almaya çalışıyorlar? Bir tümamiralimizin avukatına savcı “Siz Yassıada’yı bilir misiniz?” diye sormuş. Anlaşılan o ki yarım yüzyıl öncesinin intikamını almayı görev (misyon) edinmiş bir anlayış iş başında.

Babam emekli bir subay, Kuleli Askeri Lisesi’nde ilk kez giydiği üniformayı neredeyse 35 yıl üzerinde taşıdı. Talihliyiz ki, özgürlüğü elinden alınmadı. Alınabilirdi de, çünkü tutuklama gerekçelerinin iler tutar yanının olmadığını hepimiz biliyoruz. Bugün yaşananları gördükçe, acaba bir askerin ve ailesinin çektiği sıkıntılara değer miydi diye soruyorum kendime… Babam yurtdışı görevlerine gitmeye, NATO tatbikatlarına katılmaya ben henüz konuşmayı öğrenemediğim sıralarda başlamıştı. Annem hastanede nöbet tutarken, gecenin bir yarısı hastası telefon edince palas pandıras evden çıkarken, ben bakıcımla büyüdüm. Öyle ki, Bulgar göçmeni olan bakıcım sayesinde az daha Elveda Rumeli karakterlerinin şivesiyle sökecektim Türkçe’yi…

Güneydoğu’ya gitti sonra, en karışık zamanlarda, izne gelmek için konvoyla havalimanına giderler, annem evde hop oturup hop kalkar, haberlere bakmaya korkarız. Terör örgütünün saldırısında yaşamını yitiren subayın adını söylemek üzereyken spiker, zaman yoğunlaşır, bakışlar donuklaşır, korku elle tutulabilir hale gelir.
Bakıyorum da, ergenlik öncesindeki 12-13 yılımın birçoğunda babam hep meşgulmüş.

Bir cenah var ki ülkede, TSK’ya saldırmayı görev edinmiş. Neymiş efendim,
GATA keyfiymiş! O gazeteciyi tanıyoruz, dezenformatif ve misenformatif eserlerini,
incir çekirdeğini doldurmayacak fikirlerle bezeli makalelerini, mensubu olduğu “oluşum”u, “hizmet” aşkıyla yanıp tutuşan yüreğini… Ve bunlardan çok var, ne yazık ki çok var.

İnanın yüreğim sıkışıyor, onun için de daldan dala atlıyorum sürekli. Gece yastığa başımı koyunca aklıma Silivri geliyor, Hasdal geliyor. Bu ülke bu duruma nasıl geldi?

Ece Hanım, dillere pelesenk olmuş şiirlerden alıntı yaparak, bugünlerin sonunda yeniden aydınlığa çıkacağımız umudunu paylaşmak yerine, sağlam bir öngörümü paylaşmayı yeğliyorum: Bu bir umut değil, bir gereklilik, diyalektiğin bir sonucu, bu etki tepkisiz kalamaz ve kalmayacaktır. Bugün üzgünüz, hepimiz farklı ölçülerde acı çekiyoruz, öfkemizi içimizde biriktiriyoruz ve yumruklarımızı sıkıyoruz. Bu ülkenin
en güzel insanlarının yaşamlarından çalınan yılların telafisi nasıl yapılacak, bilmiyorum. Hesaplar sorulacak, ama yitirilen yıllar? Hatta yaşamlar, Yarbay Ali Tatar gibi
onur intiharları, onların geride bıraktıkları?

Lütfen Ergin Amca’yı benim için öpün ve en içten selamlarımı iletin kendisine. Sıkıntısını paylaşan bir kişi daha var, huzura ermesini dört gözle bekleyen…
Hepinize sabır ve güç diliyorum. (10 Haziran 2012)

Sevgili Ece Hanım;

Blogunuza ikinci kez yazıyorum. İlkinde, 10 numaralı girinizin altında duygularımı paylaşmıştım ve o satırları yazarken, hakkında konuştuğum şeyin tassavur edilemeyecek ölçüde zor bir deneyim  olduğuna ikna olmuş, bir yandan elimden geldiğince sizi teskin etmeye çalışırken, öbür yandan kendi kendime
“Bundan kötü ne olabilir ki?” diye soruyordum. “Balyoz” gibi bir cevap aldım bu soruma, şimdi duygularım öncekinden daha da yoğun, umutlarım daha da zayıf,
Perşembe gününden beri çökmüş durudayım.

Adalet marketlerde satılan bir ürün olsaydı, üretici firma hukuksal olarak ürünlerinin üstüne “Çocukların kullanımına uygun değildir.” yazmak zorunda olurdu bence.
Sekiz yaşında bir çocuk yanında anababası olmadan “bir paket adalet” almak istese, kasiyer tarafından engellenmesi çocuğun ve ailesinin yararına olurdu. Çünkü adaletle oynamak, kibritle yahut fare zehriyle oynamaktan bile daha tehlikelidir. İnsan kibritin de, fare zehrinin de tehlikeli şeyler olabileceğini büyüdükçe anlar; ama, adalet ile oynamanın tehlikesini anlamak için yaşlanmaktan çoğu gereklidir: onur ve şeref gibi şeyler örneğin, bir de vicdan doğallıkla. Öyle bir durumdayız ki; fare zehrini bir tür yiyecek sanıp tüketebilecek yahut evi kibritle tutuşturabilecek bir çocuk bile, uygun bir dille bu saçma davada dönenleri dinlese ve kendisinden karar verilmesi istense,
en basitinden bir kişinin hem deniz altında hem deniz üstünde olamayacağına
kanaat getirip düzgün bir karar verebilirdi. Çünkü bir çocuk, az önce saydığım erdemler bakımından, kalemi elinde tutanlara göre çok daha zengindir. En azından temiz ya da daha az kirlenmiş bir vicdanı, kin gütmeyen bir kalbi vardır.

Şaşırarak fark ettim: blogunuzun adını -l5f6- üzerinde düşünmeksizin adres çubuğuna giriverdim; halbuki burayı ziyaret edişimin üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmişti ve bu süre içinde belleğimde l5f6 kodunu kenara itebilecek bir yığın şey birikmişti.
Meğer l5f6 sandığımdan daha güçlü biçimde kazınmış belleğime, elbette harf veya numaraların arasındaki ilişkiden değil, bana çağrıştırdıklarından: onurlu bir meslek yaşamı, devlete hizmet, emeklilik… bir iftiranın muhatabı olma, “kaçabilir” kuşkusuyla görevlilerin gözetiminde ordan oraya sevk edilme, koca bir ömrün adandığı millet tarafından aptal bir futbol maçı kadar bile önemsenme… Sanıyorum listeyi uzatmayıp keyfinizi daha da kaçırmamam yerinde olacak.

Sanmayın ki buraya bunları yazarak yalnızca üzüntülerimi paylaşıyorum. Bakmayın umutlarım daha zayıf falan dediğime de, eğer bizler umudumuzu yitirirsek her şey biter. Bugün uygun yerlerine yakacak kına yetiştirmekte güçlük çeken demokrasi havarilerinin suratlarındaki gülümsemeyi görmeye devam etmek, cehenneme kaçak kat çıkıp oturmak kadar azap verici bir durum benim için.

  • İşleri rayına sokmak da boynumuzun borcu.

Kararın açıklandığı sırada duruşma salonundan ağlayarak çıkan kadın annem olabilirdi, şu anda O’nu teselli etmeye çalışan kişi de ben olabilirdim. O uçsuz bucaksız subaylar listelerinde babamın adı da yazılı olabilirdi. Ortada bir suç olmadığı için suçlanan kişilerin torbaya atılmasının bir standardı da yok sonuçta. Bundan ötürü, duyarsızlık, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık mahallemize uğramayacak.

Bugün yaşadıklarımızı anlatan belgeseller çekilecek, kitaplar yazılacak gelecekte.
Yeni bir Attila İlhan çıkacak, tıpkı selefinin 1940′ları “40′ların Karanlığı” diye andığı gibi, bugünleri anacak. Diziler çekilecek, o günün çocukları anne babalarına -yani
bizim kuşağımıza- “Gerçekten oldu mu böyle şeyler?” diye soracak. Muhabirler her
21 Eylül’de, o zamana dek çoktan dönüştürülmüş Silivri Zulümhanesi’nde haberler yapacak, o gün TV karşısındakiler VTR’leri izlerken içlerinde bir sıkıntı hissedecekler. Kısacası, bugünler geçecek. Tolstoy, “En kuvvetli savaşçılar sabır ve zamandır.” demiş. Güç onlarda olsa da hala biz haklıyız. Size sabır ve güç diliyorum.
Kucak dolusu sevgiler… (22 Eylül 2012)

****************************

Ergin Paşa’nın tahliyesine ne denli sevindiğimi bu iki nottan anlayabiliriz.

Bildiğiniz gibi, son aylarda “Ne şiş yansın, ne kebap!” felsefesini ilke edinen
Sn. Başbakan, hem ulusalcıların, hem de ayrılıkçı Kürtlerin gönlünü hoş tutabilmek adına büyük bir çaba gösteriyor. Eh, yolun sonunda tüm bu çabalara değecek bir havuç var sonuçta: Başkanlık!

Yeni anayasayı Meclis’ten geçirebilmek için BDP’ye, Başkan seçilebilmek için milliyetçilerin desteğine gerek duyuyor Sn. Başbakan. İşte bunun için televizyonlarda uzun tutukluluk sürelerini eleştiriyor, tahliye çağrıları yapıyor; hatta bununla kalmayıp, başında bulunduğu hükümeti cebir kullanarak devirmeye teşebbüsten yargılanmış ve 18 yıl hapisle cezalandırılmış emekli bir orgenerali hastanede ziyaret ediyor.
Ama, bu noktada adama sorarlar:

Siz değil miydiniz, sizi karşılamak için ayağa kalkmayan korgeneral için
“bedelini ödedi, yerini buldu” diyen?

Siz değil miydiniz, Silahlı Kuvvetler içindeki çetelerle savaşa savaşa bugünlere geldiğinizi iddia eden?

Siz değil miydiniz bu davaların savcısı?

Sizin bakanlarınız, “İyi ki bunlarla savaşa girmemişiz.” demediler mi
esir subaylarımız için?

Sizin partinizin mensupları değil miydi “Ordu bağırsaklarını temizliyor.” diyen?

Bu liste uzatılabilir, çünkü AKP’de tepeden bir çıkış geldiğinde o çıkışın yankıları partinin her düzeyinden duyulur.

Ha, bir de Sn. Cumhurbaşkanımız… Kendisi Türkiye’de, Anayasa’nın ve Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun ilgili maddeleri uyarınca, bir tutuklunun – hükümlünün sağlık – yaşlılık nedenleriyle cezasını affetme / infazını erteleme yetkisiyle donanmış tek kişi değil miydi? Ee, Ergin Paşa’ya geçmiş olsun dileklerini ileten Cumhurbaşkanı, adam enfektif endokardit olmadan önce nerdeydi? Yoksa haberdar mı değildi sağlık durumundan? Benzer duyarlığı Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ve E. Tuğg. Levent Ersöz için de gösterecek mi?

Adalet ve Kalkınma Partisi, Türk halkını unutkan bellemiş olabilir.

Eh, bu değerlendirmede kullandıkları insan profilini kendi seçmen portföylerinden seçtilerse onları suçlamak yersiz olur! Ama bizler, Atatürk Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği kuşağın torunları olarak; bu ülkenin, bütün Atatürkçü değerlerle bezenmiş, “Türk’üm!” demekten haz duyan insanları olarak kimi şeyleri kolay kolay unutmayız. Şehit Yarbay Ali Tatar’ı, Şehit Albay Abdülkerim Kırca’yı,
yıllardır subaylarımıza, aydınlarımıza çektirilen ızdırapları u-nut-ma-yız!

Benim asıl eleştirim Saygun Paşa ve ailesine: Kendileri tüm bunlardan haberdar
değil miydiler ki, Sn. Başbakan’ı güler yüzle karşılayıp, aylardır süregelen PR çalışmasına alet oldular? Neden, “Şimdiye dek nerdeydiniz?” diye sormadılar? Kendisini kibarca reddetmek, babalarının ziyaretçi kabul etmediğini bildirmek
çok mu zordu?

Dün Ankara’daki Sessiz Çığlık eyleminde edindiğim izlenim, tutsak subayların ailelerinin, deyimi yerinde ise, “olası bir Büyük Takas“a sıcak bakmadıkları,
iktidardan gelen açıklamaların içtenliğine inanmadıkları yönündeydi.
Umarım yanılmıyorumdur.

Sn. Mine Kırıkkanat’ın dediği gibi:

  • “Merhamete gelen kasabın bıçağını yalamak bizim kitabımızda yazmaz.

Saygılar sunarım…

Arda CİVELEK
10.2.13