Etiket arşivi: Celal Bayar

Dersim Tartışmaları.. / Tunceli-Dersim Debates..


Dersim Tartışmaları.. 

Dostlar,

“Dersim tartışmaları” hakkındaki 5 sayfalık kapsamlı yazımızı,
içeriden biri, bir Dersim’li – Tunceli’li olarak dikkatinize sunuyoruz.

Sorun ciddi, nazik ve kritiktir.

Bu bakımdan son derece özenli bir dil kullanılmıştır.

Herkesin ama herkesin son derece yapıcı ve sorumlu davranması gereği çok nettir.

Bu makalemizi okumak için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Sevgi ve saygı ile.
30.11.11, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

************************************

Dostlar,

Maalesef, yerli ve yabancı “iyi saatte olsunlar”, gene sütre gerisinden ve berisinden körüklemekle meşguller..

“Siyaset” denen gerçekte soylu uğraş bu denli mi kirletilebilirdi?
İç – dış politikada tıkanınca zaman kazanma, prim devşirme adına etik ve erdemden
bu denli mi yoksun davranılabilir?

Vıcık vıcık siyaset – siyasetçi Türkiye’nin hangi derdine deva olacaktır?
Tam da tersine ek ve karmaşık sorunlar doğurmaktadır kökü dışarıda AKP siyaseti..
12 yılı geçti bu partinin tek başına siyaseti.. Ülkenin hangi köklü sorununu
köktenci, akla uygun – ülke çıkarlarıyla örtüşük olarak çözdü?
Alevi – Bektaşi inancını utanmadan sömüre sömüre zamana oynadı.
Tek bir eylem yeter not vermeye :

  • Zorunlu din dersleri AİHM kararına karşın neden kaldırılmıyor?
    Cemevleri neden ibadet yeri değil?
    Laik – seküler düzene – yaşama neden sürekli balta darbeleri indiriliyor?

Temel ve ivedi sorun bunlardır..  Acı acı güldüren Dersim popülizmi değil!

3 yıl önce 30.11.2011 günü yayımladığımız

DERSİM TARTIŞMALARI başlıklı 5 sayfalık yazımızı, o toprakların bir bireyi,
çok ağır travmanın doğrudan sonuçlarını yaşamış ve yaşayan biri olarak,
bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Okumak için lütfen tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Ulusunun öğretmeni Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Paşa‘ya saygıyla..

Sevgi ve saygı ile.
25 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

“ARTIK SİZİ BEN BİLE KURTARAMAM”

Dostlar,

Görünen o ki, 30 Mart 2014 gece yarısı saat 23.37’de AKP gene % 40’ın üzerinde oyla Türkiye genelinde 1. parti. Önceki genel seçimlerde %38 oy almıştı.
Oylarını hemen hemen koruyor.. Bunca olumsuz olaya karşın !??

Bu tablonun irdelemesi uzun boylu yapılacaktır elbette..
Önce sonuçları kesin olarak görmeyi beklemek gerekir.

Elektrik kesilmeleri dahil, iktidar bu gibi tehlikeli yöntemlere asla başvurmadan sonuçları adil, saydam ve güvenilir biçimde ilan etme sorumluğu altındadır.
YSK tarihsel ve ağır bir sorumlukla yüzyüzedir.

Biz tam da bu kesitte, yaklaşık 50 yıl önce, seçimlerde zafer sarhoşluğuna kapılarak
bir dizi demokrasi dışı eyleme sürüklenen DP iktidarının kritik hatalarını anımsatmak ve AKP’lilerin dikkatini çekmek istiyoruz ..

Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

“ARTIIK İZİ BEN BİLE KURTARAMAM 

(-Siyaset, ölülerden medet ummak işi değil, ülke sorunlarına çözüm bulma sanatıdır…)

portresijpg
Kemal Arı


Hemen anımsayalım.
Bu sözler kimin?

 

 

Kurtuluş Savaşı’nın en önemli isimlerinden, Batı Cephesi Komutanı; Lozan kahramanı, Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı; 2. Dünya Savaşı’na Türkiye’yi savaşa sokmama hünerini gösteren ve savaştan sonra da Türkiye’de
Tek Parti yönetimine son vererek, Demokrat Parti’nin kuruluşunun önünü açan
İsmet İnönü’nün…

Daha Atatürk’ün sağlığında bile, doğrudan Atatürk’e söz edemeyenler,
İsmet Paşa’yı hedeflerine alırlardı. Bu yazgı, Atatürk’ün ve hatta İsmet Paşa’nın ölümünden sonra da değişmedi. Giderek daha geniş bir biçim aldı:

Kim Türk Devrimi’ne ve onun getirdiği aydınlanma sürecine vurmak istiyorsa;
buyurun İsmet Paşa ortadaydı…

Sanki günah keçisi olmuş, bedeni ve varlığıyla devrimi simgeliyordu.
Sanki bu ülkenin çocuğu değil; ve sanki O, ülkesinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşmamıştı… Bayrağını başının üstünde tutmamış; büyük özverilere katlanmamış gibi görülüyor ve öyle anlatılıyordu…

Rıza Nur gibi kırıklar bile kimi çevrelerce göklere çıkarılırken;
O, değişik kesimlere bir türlü yaranamamıştı.

Saçma sapan suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı: Yok paradan puldan Atatürk’ün resimlerini kaldırmıştı; güya O’nun döneminde Kur’an yasaklanmış;
camilerin kapılarına kilit vurulmuş, kapısına jandarma dikilmişti…

Anlamadan, bilmeden, kulaktan dolma ön yargılardı bunlar…
Dinin gereklerini millet öğrenmesin diye düşünenler, koyu bir taassup içinde,
Kuran’ın çevirisine bile karşıydılar oysa…

Tanrı; “Beni anlayın” diyor, onlar Tanrı ile kul arasına duvar örmeyi
dindarlık sayıyorlardı.

İsmet Paşa yanlış yapmadı mı?
Her insan yanlış yapar.
O da yapmıştır elbet; tıpkı Menderes’in, Bayar’ın yaptığı gibi…
Ancak O’na bir “vatan haini” demeye getirmelerin anlaşılabilecek, vicdani bir yanı
var mıydı?
Hayır…
Ancak acı olan, tarihsel verilerin hamaset duygularında sıyrılıp yerli yerine konulamamasından ve farkında olarak ya da olmayarak siyasal duruşu
“tarafgir” bir noktaya koymaktı…

Günümüz siyasetçilerinin işi, ölüler üzerinden değil, ülkenin gerçek sorunları üzerinden siyaset yapmak; ülkenin içinde bulunduğu sorunlara çözüm üretebilmektir…

Ancak, vicdan terazisine vurduğunuz zaman; hem İsmet İnönü hem de O’nun
ezeli karşıtı gibi görülen Celal Bayar’dan biri değerli de öteki değersiz olabilir mi?

Biz gelelim O’nun ünlü sözüne:

  • “Sizi ben bile kurtaramam!”

Kime demişti bu sözü? Demokrat Parti’nin önde gelenlerine…
Çünkü Demokrat Parti, iktidarının sonlarına doğru o denli akıl almaz işlere yönelmişti ki; iş normal iktidar muhalefet ilişkisinin çok ötesine geçmiş; Anayasa’yı ihlal eden girişimlerde bulunulmuş; ülkede keskin bir ayırımcılık başlamıştı. Basına önemli sansürler getirilmişti. “Meclis Tahkikat Komisyonu” adıyla bir komisyon kurularak, demokrasinin vazgeçilmez özelliklerinden biri olan muhalefetin sesi kısılmaya çalışılmıştı.

Dünya görmüş, deneyimli; bu deneyimleri nedeniyle sezgileri yüksek bir kişilik olan İsmet Paşa, ülkenin bu gerilimli durumunu görüyor; son gelişmelerde yurttaşların “bizden olanlar ve olmayanlar”, “Vatan Cephesi’nden olanlar ve olmayanlar” diye ayırıma uğradığını görüyor; bu ayırımcılığın yaratacağı felaketi sezinleyerek
tarihsel uyarılarını yapmaktan geri kalmıyordu.

Bu noktaya nasıl gelinmişti?

Kimi anımsatmalarda bulunalım:
Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidar olarak, Tek Parti yönetimine son verdi.
Tek Parti’nin başında olan İsmet İnönü ise bütün samimiyetiyle Demokrat Parti’ye sorunsuz biçimde iktidarı bıraktı. Demokrat Parti zaman içinde devrimi, devrimin gerçekleştirdiklerini küçümseme, kamuoyunun önemli aktörleri olan üniversiteye ve basına baskılar yapmaya başlamıştı.

Bu arada güzel işler de oluyor; örneğin kırsal alan daha çok siyasetin içine çekiliyordu.
Ancak bu yapılırken, gereksiz ajitasyonlarla ülkede ikilik çıkarmaktan ve
geçmişe amansız ve acımasız eleştiriler getirmekten de geri kalınmıyordu.
1954 yılında bu durum, kimi özgürlükleri kısıtlayıcı bir nitelik aldı. Örneğin basın özgürlüğünün önüne kimi engeller konuldu. Hükümet, devlet tekelinde olan
radyo yayınlarına istediği gibi müdahale edebilecek yetkiler aldı. Bu olayların yanlışlığını savunan on kadar Demokrat Partili milletvekili partiden kovuldu.
Bu olayların demokratik bir tavır olmadığını savunan öğretim üyeleri üniversitelerdeki görevlerinden alınarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın emrine verildi.

İşler bununla kalsa iyi:

Örneğin, Kırşehir daha önce il yapılmışken, Demokrat Parti’yi yeterince desteklemediği için, yeniden ilçe yapıldı.

Necip Fazıl Kısakürek Demokrat Parti’den aldığı paralar karşılığında, Türk Devrimi’ni ve onun kazanımlarını kötülüyor; kalemini bir siyasal dava uğruna satarak kullanmasında iktidardan gereken desteği görüyordu.

Gazeteciler; iktidar yanlısı ve karşıtı olarak ayrılmışlar; karşıt görenler en küçük bir gerekçeyle tutuklanırken, yandaş olanlar suç da işleseler, kimi gerekçeler gösterilerek tutukluluk durumundan kurtuluyorlardı. Başta Metin Toker’in “Akis” i olmak üzere, azıcık eleştirel bir tutum içine giren basına akıl almaz baskılar uygulanıyor;
gezeteciler tutuklanıyor; yıllara varan hapis cezaları alıyor; hatta gazetenin
düzenli çıkmasını engellemek için gereken kağıt bile gazetelerden esirgeniyordu.

Hukuk Fakültesi’nin önemli öğretim üyelerinden Prof. Bülent Nuri Esen,
Demokrat Parti yönetimi için; “Demokrasi değil kakokrasidir” diyordu.

Demokrat Parti, ilerleyen yıllar içinde basına olan baskısını daha da artırdı.
1956 yılında yeni bir düzenleme yaparak muhalefetin iyice sesini kıstı.
Bu düzenleme ile birlikte, basın mensupları için ağır cezalar öngörülüyordu.

İş burada da kalmadı..

Vatan Cephesi’nin kurulması, üniversitelerde özgürlüklere vurulan zincirler dolayısıyla başlayan hareketler ortamı iyice gerdi. Giderek Demokrat Parti ordudan ve üniversitelerden gelecek hareketlerden çekinen bir noktaya geldi. Üstelik Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1957 seçimleriyle birlikte gittikçe artan bir ivmeyle oylarını çoğalttığını görünce, iyice vehime kapıldı. 18 Nisan 1960 günü çıkarılan bir yasa ile Meclis Tahkikat Encümeni kuruldu. Bu yasa ve ilgili encümen çalışmaları ile, Mecliste olan biten şeylerin bile kamuoyuna sızdırılması yasaklar kapsamına alınıyordu.

Meclis görüşmeleri ile ilgili haber yapılamayacaktı. Bu kararın çıkmasından önce,
bütün deneyimleriyle İsmet Paşa Demokrat Parti sıralarına bakarak, şunları söylemişti:

  • “Artık sizi ben bile kurtaramam..:”

Gerçekten de bu ölümcül düzenleme sonucunda, İsmet Paşa’nın bu sözlerine
yer veren Ulus gazetesi sabaha karşı basıldı. Basılan gazete nüshalarına el konuldu. Örneğin, artık bu karardan sonra gazeteler Türkiye’deki öğrenci hareketlerinden değil de Kore’deki öğrenci hareketlerini haber olarak verebiliyordu.

Yasakçı bir zihniyet, basın özgürlüğünün önüne ağır bir taş gibi oturmuştu.
Yasakçılık; yasaklama ve sansür…
Gerçekleri perdelemek, olanı olduğundan farklı gösterme uğraşısı…
Siyaset dünyasının en acımasız aktörü, sansür ve yasaklamalardır.
Çünkü bu tavır toplumsal muhalefeti artırır, kuşkuları daha da büyütür ve
hiç beklenmedik kimi etkenler devreye girerek; yasakçının dünyasını alt üst eder…

Tarih, geçmişin birikiminden yararlanabileceğimiz en büyük hazinedir…
Ne demişti İsmet Paşa, yeniden anımsayalım:

“Artık sizi ben bile kurtaramam!”

Rifat Serdaroğlu: Şebekeci Şebekler


Şebekeci Şebekler

rifatserdaroglu

Rifat Serdaroğlu

Rahmetli babam Ecz. Kemal Serdaroğlu, 27 Mayıs 1960‘ta DP Milletvekili olarak önce idama sonra müebbet hapse çarptırılmıştı. 54 yıl öncesi Cezaevlerinde
“Kader Mahkûmu” denilen kişiler bulunurdu.
Siyasal mahkûm olarak yalnızca Demokrat Partililer vardı. Babam, Kayseri Cezaevindeki 8 aylık hücre cezasını hiç rapor almadan kesintisiz olarak, rahmetli
Celal Bayar ile tamamladıktan sonra, çok sayıda cezaevine “Sürgün” olarak gönderilmişti.

Tabii ki, sürgün cezası yalnızca babama özgü değildi.
Biz de aile olarak O’nun arkasından cezaevi turlarına katılıyorduk!
Rahmetli Serdaroğlu ağa adamdı, varlıklı ve yardımsever biriydi. Gittiği cezaevini boyatır, tamir ettirir, temizletir, yoksul mahkûmları meslek sahibi yapacak işleri,
kendi cebinden para harcar ve kurdururdu. Bergama Cezaevinde çorap imalathanesi, İzmir Buca Cezaevinde marangoz atölyesi, tiyatro ve saz (Bağlama) kursu bunlardan kimileri idi.

Serdaroğlu, gönderildiği cezaevinde böylelikle sevgi ve saygıya dayalı egemenlik kurar ve oranın ağası olurdu. Tam rahat edeceği zaman, haydi İstanbul Toptaşı Cezaevine sürgün. Bizim nasibimize de İstanbul yolları düşerdi!

Bu yüzden rahmetli babamın cezaevi kültürü ve mahkûm dostları çok fazla idi.
5,5 yıl sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, dostları O’nu hiç yalnız bırakmadılar.
İzninizle O’nun bir anısını sizlerle paylaşmak isterim :

Bir gün, Türkiye’nin en ünlü yankesicisi İzmir Buca Cezaevine düşer.
Adamı, Serdaroğlu’nun yanına getirirler ve tanıtırlar. Babam, doğru mu diye sorar! Adam, “benim soyamayacağım adam yok” der.
Serdaroğlu, cüzdanını pantolonunun arka cebine koyar ve “madem öyle, cüzdanımı çal bakalım” der. İkisi birbirine doğru yürüyecek ve adam Serdaroğlu’na çarpacak ve
o arada cüzdanını alacaktır.
Yürürler, adam Serdaroğlu’na çarpar. Serdaroğlu gülerek cebinden cüzdanını çıkarır ve “ne oldu” diye sorar. Adam, hiç istifini bozmadan elini cebine atar ve Serdaroğlu’nun kolunda taşıdığı saati çıkarır, gösterir ve “dikkatinizi cüzdanınıza vermiştiniz,
ama ben saatinizi çaldım. Başka bir gün cüzdanınızı da çalarım.” der.

2014 yılında, hırsızlar ve hırsızlık şekilleri çok değişti!
Psikopat-Caca-Yankesici- Kaptı Kaçtıcı- Cepçi-Tırnakçı-At Hırsızı- Askıcı-Gömmeci-Otocu-Dümenci- Kutucu- Gemicikçi- Saatçı- Fenerci- Vakıfçı-Kasaların Efendisi-
Büyük Abi (Hırsız Tayfasının başındaki)- Baron (En Tepedeki Hırsız) ve Muslukçu gibi hırsızlığın mesleki çeşitliliklerine, Şebekeci Şebekler denilen “Siyasal Nüfuz” kullanan hırsızlar katıldı!..

En nefret edilen hırsızlık çeşitleri Muslukçuluk ve Şebekeci Şebeklerdir.

Muslukçu;

Camide abdest alanların ceketlerindeki paraları ve geceleri camilerin musluklarını çalar. İbadetini yapmaya gidenleri ve ibadethaneleri soyan hırsız, bir gün o soyduğu caminin musalla taşına yatacağını düşünmez bile…

Şebekeci Şebekler;

Bunları ilk bakışta tanımak çok zordur. Ağızlarından Allah’ı, Peygamberi, Dini, Kitabı düşürmezler. Kendilerini Müslüman olarak tanıtırlar. Yanınıza yanaşırlar, ağır adam pozlarında “sıkıntıya düşmüş Müslümanlar” için yardım isterler.
Örneğin Bosna’da Müslüman katliamı mı var. Bu şebekler, derhal Avrupa’daki camilere üşüşürler. “Aman yetişin, Müslüman kardeşlerimiz zorda, para-mal neyiniz varsa verin” derler. Tsunami mi oldu, Filistin’de, Pakistan’da karışıklık mı oldu,
bizim Şebekeci Şebekler hop, orada. Topladıkları paraların çok az bir kısmını oralara büyük bir reklam kampanyası ile gönderirler.

Paranın ana bölümünü Türkiye’deki Baronlarına gönderirler. Baronları bu paralar ile televizyon-gazete kurar, siyasete girer ve yargının enselediği adamlarını korur.
Bunların çevresinde namuslu insan bulmak çok zordur, ailece – sülalece şebeke olarak çalışırlar.

Kendileri, karıları, çocukları, dünürleri, yakın adamları hep birlikte çalarlar.
Şebeke içinde “Kıdem” çok önemlidir. Hırsızlar Baronu tarafından konulan racon kesindir. Herkesin ne denli çalacağı bellidir. Haddini aşıp çok çalan, derhal dışlanır.

Örneğin Bakansa unakıtanlaştırılır, pardon yani unutturulur.

Bunların en önemli gücü “Ar Damarlarının çatlaması ve utanma duygularının bitmesidir. Yellenir gibi yalan söylerler.”

Hırsızların Baronuna;

  • “Be insan evladı, bak oğlunun banka hesabı bu. Bu hesaba birileri
    100 milyon $ yatırmış, aha bu da banka hesap numarası.
    Senin oğlun hırsız mı?” 

diye sorsanız, derhal ya inkâr eder, ya da duymazdan gelir. Bağırmaya, suç bastırmaya başlar;

“Bizi çekemediler, bize tuzak kurdular. Bizim veremeyeceğimiz hesabımız yoktur.
Biz ancak Allah’a hesap veririz. İşte kutu, pardon sandık. Sandıkta hesaplaşalım”
diye mağduru oynamaya yatar…

Şebekeci Şebekler, Muslukçulardan farklı olarak camilerden musluk çalmazlar.
Camilerdeki insanların duygularını sömürerek, onları dolandırırlar.

Allah’a hamdolsun bizde böyle yöneticiler yok. Bizimkiler Ak, karda leke var bizimkilerde yok.

Başbakan Erdoğan, rahmetli babacığı ve anacığından kalan milyarlarca dolarlık servetini helal yoldan artırmış ve yabancı basına göre dünyanın en varlıklı siyasetçileri arasına girerek, göğsümüzü kabartmıştır.

Başbakanımızın her biri birer dahi olan bebişleri de çalıştılar, çabaladılar ve harama
el uzatmadan Türkiye’nin en varsıl (zengin) bebişleri arasına girdiler, vakıflar kurdular, üniversite kurdular ve onlar da bir yerlerimizi kabarttılar.

Yalnızca onlar mı? Kardeşler, Dünürler, Kayınçolar, Enişteler, Akrabalar da
bizleri kabarta-kabarta hamur kabartma tozuna çevirdiler!…

Eğer 30 Mart 2014 seçimlerinde AKP, Aziz ve Necip Türk Milletinden vize alırsa,
“Jet Fadıl” namlı namus ehlini Ekonomiden Sorumlu Bakan,
kutuların efendisi Halkbank Genel Müdürünü de, Merkez Bankası Başkanı yapıp, kabartmadık yerimizi bırakmayacaklar…

Haydi, ya Allah, Bismillah, durmak yok yola, yolmaya devam…

Not; İçinde emekli maaşım olan cüzdanım çalınmıştır.
Bu kadar mı düştünüz yahu! Kim çaldı lan cüzdanımı?

Sağlık ve başarı dileklerimle.
19 Şubat 2014

Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV : Doksanıncı Yılında LOZAN

Dostlar,

Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden, Sevr’i yırtıp atan görkemli Lozan Antlaşması’nın
90. yılındayız..

Ciddi sorunlarımız var.. ama umtlarımız ve birikimimiz de!
Örn. Halk direnişi – ayaklanması artık gündemdedir ve belirleyici olacaktır.

Lozan bağlamında biz de geçen yıl 14 sayfalık kapsamlı bir rapor yazmıştık.
Konuya özel ilgimiz nedeniyle.. Lozan’da Prof. Dr. Veli SALTIK,
Başdelege İnönü‘nün danışmanıydı..

90. Yılında Lozan Antlaşması ve Türkiye’nin Geleceği
(The Lausanne Treaty at the 90th year and future of Turkey)

(http://ahmetsaltik.net/89-yilinda-lozan-antlasmasi-ve-turkiyenin-gelecegi-the-lausanne-treaty-at-the-89th-year-and-future-of-turkey/, 24.7.13)

  • Lozan Antlaşması ülkemizin hem tapusu hem de tabusudur!

Bu bağlamda, yetkin bilim insanı ve katıksız Atatürkçü – Kemalist Sayın
Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV’ün  9 sayfalık kapsamlı makalesine yer vermek istiyoruz.
(Yazı ADD webinde de yayımlanmıştır, pdf olarak da okunabilir :
90._Yilinda_Lozan, 24.7.13)

Sevgi ve saygı ile.
24.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 ======================================

Doksanıncı Yılında LOZAN

türkaya ataöv

 


Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV

 

 

Yaklaşık on beş yıl önce 1. Dünya Savaşı bağlaşığımız Macaristan’ın başkenti Budapeşte’yken, Kapu (Türkçede “Kapı”) dergisi yöneticisi bana büyük bir coşku içinde şu soruyu sormuştu:

“1914-18 Savaşında Almanya, Avusturya, Macaristan, Osmanlı devleti ve Bulgaristan olarak topluca yenildik ve kazananlar her birimize hiç de haklı olmayan birer antlaşmayı (Versailles, St. Germain, Neuilly, Trianon ve Sèvres) zorla imzalattırdılar.
Bunlar arasında yalnız siz Sevr’i reddedip onun yerine Lozan’ı kabul ettirebildiniz.
Koca Almanya bile hiçbir şey yapamazken, bu mucizeyi nasıl başardınız?
Bunu hemen yazıp basılmak üzere bize yollayabilir misiniz?”

Ankara’ya döner dönmez (sanırım 16 sayfalık) bir yazı hazırlayıp gönderdim.
Bir Balkan dergisinde basıldığını sonra gördüm.

Mucizenin sırrı çok kısa olarak şuydu:

İstanbul’daki hükümet işgâlcilerle işbirliğini sürdüre dursun, Ankara yönetimi (1) bir yandan yöresel başkaldırmalar, silâh sağlama zorlukları, parasal engeller ve Çerkez Ethem ihaneti gibi sınırlamalara karşın muntazam orduyu kuruyor, (2) öte yandan
önce geçmişte on üç kez savaşmış olan Rusya’nın yeni iktidarıyla ve Sakarya zaferinden sonra da eski düşmanlarından Fransa ile antlaşmalar yapıyor, (3)
Yunan ordusunu da savaş alanlarında art arda yenilgilere uğratıyordu. Bu mucize olağanüstü bir önderin başı çekmesiyle halkın, askerin ve diplomasinin uyumlu bir zaferiydi. Dünyanın ve Sultan-Halife çevresinin beklemediği, giderek istemediği
bu başarının baş mimarı Mustafa Kemâl İstanbul’a askerlikten istifa mektubunu yolladığında, gerçekte halkın desteğine ve kendinin örgütçülük yeteneğine güveniyordu. Anadolu’ya geçenlerin tümü O’nun önderliğine inanmışlardı. Örneğin, “On beşinci Kolordumla emrinizdeyim” diyen Kâzım Karabekir de, Hamidiye kruvazörünün unutulmaz kahramanı Rauf Orbay da, O’nun en son başbakanı, sonra Demokrat Parti kurucularından ve kendi anı kitabında “O olmasaydı hiçbirimiz başaramazdık” anlamında yargısını açıkça söyleyen Celâl Bayar

Halkımızın ona olan inancına verilebilecek örnekler de uçsuz, bucaksızdır.
Ben başkalarının bilmeyeceği bir örneğin kısaca sözünü etmek istiyorum.
Ünlü ressamımız Feyhaman Duran’ın eşi (gene ressam) Güzin Hanımı o seksen beş yaşındayken tanıdım. 1920’lerde nasıl evlendiğini anlatırken, Feyhaman Bey’in ailesiyle konuşmaya geldiğinde, babasının damat adayından işini, gelirini araştırmayıp yalnız “Ankara hükümetini kurmuş olan Mustafa Kemâl’e ne dersin?” diye sorduğunu,
“çok beğenirim, desteklerim, umut O’ndadır” diye yanıtladığından, “Öyle diyorsan, kızımı verdim..” diye konuşmayı bitirdiğini aktarmıştı.

Yunan askeri emperyalizmin bayraktarı Britanya’nın desteğiyle İzmir’e çıktığında, kimi Osmanlı kabine üyeleri yalnız “Allah, Allah!” diyebilmişlerdi. Sultan-Halife bu işgâle karşı çıkan Ankara’daki Meclis’in ve onun ordusunun cezalandırılmasından yanaydı. İzmir’e değin her yeri kurtarış Mustafa Kemâl’in 17 arkadaşıyla Samsun’daki üç iskeleden en küçüğüne ayak basmasıyla başlar. Bu anlamda, Samsun yalnız bir kent ya da bir il değil, şanlı bir geleceğin ilk basamağı, uzun bir yolun birinci büyük kilometre taşıydı. Samsun’dan, Erzurum’a, Sıvas’a, Ankara’ya, Afyon’a, İzmir’e ve Lozan’a. Bu gurur dolu olayları, içine onlarla bağlantılı kendi anılarımı da yer yer katarak, burada çok kısa biçimde özetlemek istiyorum.

O günlerde, önemsiz bir kukla olan Sultan-Halife bir yana, Anadolucular içinde bile kimi kafalar iki seçenekten birini düşlüyorlardı: ya Amerikan mandası ya da her bölgenin kendi başının çaresine bakması. İlki toptan ölüm, öteki parça parça ölüm. Gömütlüğü andıran anayurtta yetenekli bir ulusun barındığını gözlemlemiş olan Samsun yolcusu yalnız halkımıza güvenerek topluca kurtulma kararındaydı. Bu istenç emperyalizmi sallayan ve sonunda dize getiren karardır.

Sovyet önderine ilk mektubu yazan Mustafa Kemâl’dir. O mektubu ilk kez fakültemin
(AÜ SBF) bilim dergisinde ben yayınlamıştım. Başka devlet temsilcilerini ihmal etmeyen de O’ydu. Art arda zaferlerin başkomutanı da O. Örneğin, Sakarya’da bir ulusun egemenlik düşüncesiyle başka bir ulusun istilâ ve yağma düşüncesi 21 gün, 21 gece (22 Ağustos – 12 Eylül 1921) birbiriyle boğuştu. Bu zaferin haberi Asya’ya ulaşınca, Bangla dilinin büyük ozanı Nazrul İslâm, on beş gün içinde “Kemâl Paşamız” başlıklı (kitap boyutunda) uzun bir şiir yazıp Kalküta’da bastırmıştı.
Ölüm-kalım savaşımı içinde olduğumuz 1921 yılında bizim bundan haberimiz bile olmamıştı. Ben ozanı ve şiirini Türkiye’de ilk kez 1953’deki bir yazımla duyurdum.

Mustafa Kemâl bir ulusu ölüm döşeğinden kaldırıp dinçleştirdi. Kadere boyun eğmeye alışkın insanları yüreklendirdi, çatırdayan yurdu onlarla birlikte uçurumun kıyısından çekip çıkardı. Lozan’la taçlanan bu mucize üç anakaranın sömürgelerine ve yarı-sömürgelerine örnek oldu. Tarihsel oluşum kurtuluş davasının önderliğini bize vermişti; Curzon’a, Mussolini’ye, Mikado’ya, hattâ henüz Hind’e, Çin’e, Mısır’a, Cezayir’e ya da Vietnam’a değil. Ulusal kurtuluş akımları tarihsel kökenleri yönünden, uluslararası bir çelişkinin, yani sömürgeci ülkelerle sömürge ve yarı-sömürgeler arasındaki ekonomik ve siyasal çatışmanın sonucudur. Ulusal kurtuluş akımları bu çelişkiyi yok etme amacındadır. Bu nedenledir ki, yüzlerce, binlerce Asyalı yeni doğan çocuklarına “Mustafa Kemâl” adını verdiler; ben “Mustafa Kemal Paşa” adlı (“Paşa”sıyla birlikte) Hindistan’da bir bakan ve Britanya’da bir sosyal bilimler profesörü tanıdım.
Bu anılarımı Türkiye’de bir dergide ve Londra’da bir kitapta yayımladım.

Ankara Hükümeti’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarındaki diplomasi atılımları başlı başına akılcı ve becerikli dış siyaset örnekleriyle doludur. Eski ön yargıları bir yana koyup
yeni Rusya’ya elini uzatarak Doğu cephesinin güvenliğini sağlayan Mustafa Kemâl’di.
16 Mart 1921 Antlaşması Ankara’ya çok şeyler kazandırdı. Orada büyükelçiliğe atanan Ali Fuat Paşa (Cebesoy) anı kitabında bu ilişkilerin türlü yönlerini ilk elden anlatır.
Türk Heyeti Moskova’dayken Afganistan’la 1 Martta yapılan antlaşma da Ankara yönetiminin uluslararası sahnede ilk tanınmasıdır. Sakarya zaferi bize Fransa gibi bir Avrupa devletiyle ikinci büyük antlaşmayı (20 Ekim 1921) kazandırdı. İtalya da 2. İnönü zaferinden sonra Anadolu’dan çekilip gitmişti (5 Temmuz 1921).

Ankara Meclisinin orduları İzmir’e girince, onların başkomutanı halkın karşısına sivil giysiyle çıktı. Mudanya Antlaşmasıyla (11 Ekim 1922) savaş bitmiş, siyasal döneme geçilmişti. Son Osmanlı Sultanı Türk ordusu İstanbul’a girerken Britanya zırhlısıyla kaçmış, İstanbul yönetimi böylece ortadan kalkmış, çifte iktidar sona ermişti.
Türkiye’yi, bundan böyle, yalnız Ankara temsil edecekti. Lozan’da da öyle oldu.
Türkiye orada bütün devletlere ve bir tarihe karşı savaşacaktı. Bunu yapacak olan
Türk heyetinin başkanını seçmek önemliydi. Gazi Mustafa Kemâl Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın Mudanya Konferansı‘nı nasıl yönettiğini görmüş ve kararını vermişti. Emperyalizm Osmanlı pazarını yitip gitmiş sayamıyor, onu yeniden ele geçirme umudunu besliyordu. Dış dünya Türklere ilişkin düşüncelerini değiştirme yanlısı değildi.

Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı Britanya’da Lloyd George’u iktidardan yuvarlamıştı.
Ama şakakları bile viski sarısı terleyen Kedleston Lordu George Nathaniel Curzon hâlâ kendi heyetinin başkanıydı. Lozan’a gelmeden önce Paris’e uğramış, (birkaç kez başbakan ve cumhurbaşkanı olan) Fransız Raymond Poincaré ve (1922’de İtalya’ya faşist iktidarı getirmiş bulunan) Benito Mussolini ile ortak eylem kararlaştırmıştı.
Ünlü romancımız, büyükelçilikten emekli ve 1930-33 yıllarında Türk Devrimi’nin kuramsallaştırılmasını üstlenmiş olan Kadro dergisinin yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu bana bir gün evinde “Osmanlı döneminde bir ‘düvel-i muazzama’ sözü vardı, ağzına alan tir tir titrerdi; Mustafa Kemâl dönemi bu kavramı yok etti,” demişti.

Nitekim, ayları kapsayan Lozan tartışmaları sırasında İsmet Paşa’nın direnmesiyle Avrupa’nın kodamanları düş görmekte olduklarını anlayacak, Lozan Konferansının ikinci aşamasına Curzon’un yerine boynu eğilmiş bir Sir Horace Rumbold, Fransız Camille Barrère’in yerine de Maurice Bompard gelecekti. Emperyalizm cephelerde de, diplomasi salonlarında da yelkenlerini suya indirdi.

Ancak, hele başında taraflar birbirinden o denli uzaktı ki, Türk ve Britanya heyetleri ayrı ayrı otellerde kaldılar. Türkler kendilerini, haklı olarak, muzaffer taraf olarak görüyorlardı. Lozan’a ülkenin itibar kazanmasını sağlamak ve bunu belgelemek için gittiler.
Türklerin son sözü hep ilk sözü oldu: Tam bağımsızlık! Lozan’da temelde iki kamp vardı: Anadolu’da Ulusal Kurtuluş Savaşının yengini Ankara Hükümeti ve onun karşısındakiler. Yeni Türk iktidarı kapitülâsyonları, dış borçların dizginlerini ellerinde tutanları ve gümrük köleliğini topraklarımızdan çıkarmağa kararlıydı.
Var olma savaşımını barış masasında da kabul ettirecekti.

İsmet Paşa Lozan’a herkesten önce vardı, bir basın toplantısı yaptı ve “beni barış için çağırdılar, geldim, onlar daha gelmediler” dedi. Arada Poincaré ile görüşmek için Paris’e gitti, orada da basın toplantısı yaptı. Daha açılış gününde (21 Kasım) Türk heyeti için ayrılan ikincil yerlere oturmayı kabul etmedi; Curzon gibileri için hazırlanmış oturma yerlerinin aynını istedi. Toplantıyı usulen İsviçre Devlet Başkanı açacak, ardından Lord Curzon konuşacaktı. İsmet Paşa, onun kişiliğinde Türkiye arka plâna itiliyordu. İsmet Paşa Poincaré’nin ricasına karşın, Curzon sözünü bitirirken kürsüye doğru yürüdü ve daha ilk anda ön sıraya geçti. Zeki, azimli ve cesurdu. Başkalarının çok kötü bir havadan korkarak yerlerini iptal ettirdikleri bir gün Bern’den Lozan’a uçakla gelmişti. Sovyet Büyükelçisi Vatslav V. Vorovski orada Rusya’daki yeni düzenin düşmanı (Konradi adlı) biri tarafından öldürüldüğünde, otomobilinden Türk bayrağını indirtmedi. Lozan’a kimi Ermenilerin, ayrıca Çerkez Ethem yanlılarının da geldikleri kuşkusu vardı.

Sinir sataşmalarında soğukkanlı bilinen İngilizler karşısında bile İsmet Paşa kazandı. Lord Curzon o nefis İngilizcesiyle yaptığı uzun konuşmalarını İsmet Paşa’nın hiç umursamadığını hayretle görüyordu. Kimi zaman iyi işitmediğini ileri sürerek, birtakım sözlere aldırış etmiyor, yanıt bile vermeğe değer görmüyordu. Sık sık danışmanlarıyla konuşmak istediğini söylüyor, Ankara’yla özellikle Mustafa Kemâl’le temasını hep sürdürüyordu. Mustafa Kemâl çok iyi zamanlama ustasıydı ve yabancıların zaaflarından da yararlanıyordu. Yeni Türkiye’nin baş temsilcisi karşısına çıkanları yordu, yıprattı, tüketti. Şunu da anımsattı: “Ben Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim.”
Köprünün altından çok sular (ve kanlar) akmıştı.

Eski Osmanlı görüşmecileri kendilerini öteki devletlerle eşit düzeyde görmezlerdi. Meşrutiyet döneminin değerli bir devlet adamı olan Rıfat Paşa Lozan’da İsmet Paşa’nın tavrını değerlendirirken, “biz bunların yüzde-birini bile yapamazdık!” demiştir.
Lozan’da heyetimizin başında koşulsuz egemenlik isteğimizi korkusuz savunabilecek biri bulunmalıydı; Bu kişi Mustafa Kemâl olmayacaksa, İsmet Paşa olacaktı. Kulağının iyi işitmediğini söylemesine ilişkin olarak, İsmet Paşa’nın eşinin yakın akrabası gazeteci Şinasi Nahit Berker’den dinlediğim bir olayı bu bağlamda özetlemek isterim.

2. Dünya Savaşının son yıllarına doğru başkentimize Britanya’dan gelen resmî kişiler ve gazeteciler, bir akşam yemeği davetinde, uzun masanın en başında oturan o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye Türkiye’nin savaşa Müttefikler yanında ne zaman gireceğini birkaç kez sormuş olmalarına karşın, “işitemedim, ne diyorlar?” biçiminde tepki göstermiş. Aynı masanın uzak öteki ucunda karşı karşıya oturan iki Türk gazetecisinden Şinasi Nahit arkadaşına usulca masa üstündeki içki şişelerinden birini kimseye belli etmeden iki bacağının arasına yere koyduğunu ve oradan çıkışta odalarında içmeyi sürdürebileceklerini söylemiş. İngilizlerin hemen yanında oturup savaşa girme konusunu işitmediğini söyleyen İnönü ta uzaktaki bu fısıltıyı anlayarak, gazeteciye seslenmiş. “Şinasi, burada içtiklerin yetmedi mi?”

Lozan’a dönelim..

Yabancıların ele geçirip 400 yıldır pekiştirdikleri kapitülâsyonlar
en çetin konularının birincisiydi. Eski düzende vergiyi Türkler verecek, askere onlar gidecek, cephelerde onlar ölecek, ama kazanç damarlarının üstüne yabancılar tüneyecekti. Demiryolları, madenler, bankalar ve kamu hizmetlerinden kazançlar
onların denetimi altındaydı. Lozan’da karşımıza dikilenler alıştıkları ayrıcalıklarda
ısrar ettiklerinde, İsmet Paşa “Je ne peux pas!” (Yapamam) diyordu. O kadar ki, antlaşma bir ara imzalanmadan kaldı. Görüşmeler 21 Kasım 1922’de başlayıp
24 Temmuz 1923 değin sekiz ay sürdü. Arada 4 Şubat’ta kesildi, 23 Nisan’da yeniden başladı.

  • Kapitülâsyonların tümünü onlardan kan akıtarak ve diplomasiyle aldık.

Lozan’a tümü temelde Türklere karşı birleşme ortak paydasında gelmişlerdi.
Türk heyeti ise, bu türlü yabancı müdahalesinin Osmanlı devletinin gelirlerine
el konması ve parçalanmasında başlıca neden olduğunun bilincindeydi.
Heyetimiz bu konuda ne pazarlık, ne ödün kabul etti.

İsmet Paşa, bir ara Amerikan gözlemcisi Büyükelçi Joseph Clark Grew ile de yedi saat konuştu, O’na Türk görüşlerini anlattı. Roderic H. Davison, “Diplomatlar” adlı kitabının bir bölümünde (s. 199-209) kendine pek güvenen Curzon’un taktiklerinin yarar sağlamadığını belirtiyor. Britanya Heyetinden Sir William Tyrrell de yazanağında
diyor ki:

  • “İki türlü Türk biliyorduk. Eskiler ve Jön Türkler. İkisi de sahneden silindi. Bu üçüncüsü hiçbirine benzemiyor. Kişiliği toplantıyı çok etkiledi. Şimdi, buranın ağır basan kişisi bu.” 

Bir ara Ankara’ya dönmüş olan İsmet Paşa Lozan’a bir daha gidişinde, Curzon ayrılmış, yerine Rumbold gelmişti. Türkiye gene çok iyi hazırlıklıydı. Her iki taraf da savaş istemediğine göre, anlaşma oldu. Gündemdeki dizelge uzundur. Örneğin: Türk devletinin Trakya, Irak, Suriye ve Ege Denizi’ndeki sınırları; ulusal sınırlar ötesinde Türkiye’nin Mısır, Trablusgarp ve Kıbrıs Adası gibi yerlerden hukuken de çekilmesi; Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkları; Patrikhanenin konumu; kapitülâsyonların tümden sona erdirilmesi; Türk Boğazlarında sınırlı açıklık; Boğazlar Komisyonu; Düyunu Umumiye, özel borçlar ve sigorta borçları; ahali değiş-tokuşu; savaş tutsakları; gömütlükler…

Türk heyeti TBMM’nin kendine verdiği 14 genel hükmün hemen hemen tümünü yerine getirdi. Ekonomi yalnız Türk yasalarına bağlı olacaktı. Kapitülâsyonların tümü ve tazminat kaldırıldı, borçlar ileri tarihe atıldı, Musul sorunu ile Türk Boğazlarının yalnız Türk askerinin denetimi altında olması sorunları ertelendi. Britanya Türklerin de bulunduğu Musul ve çevresini ateş-kes antlaşmasından sonra, yani imzasını çiğneyerek ve hukuk-dışı olarak işgâl etmişti. O zaman Suriye cephesinde komutan olan Mustafa Kemâl’in Sadrazam İzzet Paşa’ya bu konuda protestolar yağdırdığı bu bağlamda anımsanabilir. Britanya emperyalizmi oradaki petrolün peşindeydi. Londra Musul’a
el koyuşunu, 1925’de Anadolu’nun güney-doğusunda kimi Kürtlerin başkaldırmasıyla birleştirerek kendi yararına sonuçlandırdı. Türk Boğazlarına Türk askeri 1936 Montreux Antlaşmasıyla girecek ve oradaki Uluslararası Komisyon ortadan kaldırılacaktı.

Lozan’da, böylece, yeni Türkiye ile yedi devlet arasında 24 Temmuz 1923’de
çok önemli bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma emperyalist devletler koalisyonuna karşı 20’nci yüzyılın ilk Ulusal Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış olan Türkiye’nin var olma istencini barış masasında da kabul ettirmesidir. Sonraki yılların İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Bilsel Lozan adlı iki ciltlik kitabında der ki:

  • “Türk milleti istiklâlini kendi aldı. Bunun bir safhası (aşaması) Lozan’dır.”

Atatürk de 15 Ocak 1923’de:

“Lozan Konferansı basit bir meseleyi hâl ile iştigâl etmiyor (çözümle ğraşmıyor)…
Asârın terekküm-ü mesâilini (yüzyılların sorunlarının birikimini) bizden soruyorlar.”

Nutuk’da da diyor ki:

  • “Lozan Barış Antlaşması Türk Ulusu’nun yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, ‘büyük bir suikastın inhidâmını (yıkılışını) ifade eder’ bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir ‘siyasal zafer’ yapıtıdır. 

Lozan için dışarıda da genel kanı şudur:

  • “Antlaşma Türkler için eşine ender rastlanan bir zaferdir.”

İsmet İnönü yıllar sonra birkaç televizyon ve bir Türk Tarih Kurumu konuşmasında, ayrıca 1966’da evindeki bir konuşmamızda bana da şunu söylemişti:

Lord Curzon’un şu vurgusunu hiç unutmadım. Toplantıda dedi ki:

  • ‘İstediklerimizi yeni Türkiye’yi temsil ettiğinizi söyleyerek hep geri çeviriyorsunuz. Hiçbirini kabul etmemeniz üzerine, bunları artık işe yaramıyor diye, çöp tenekesine attığımızı sanmayınız. Her birini gene cebine koyuyorum…’

Lord Curzon’un bu uyarısını hiç aklımdan çıkarmadım.”

Lozan görüşmeleri yeni Türkiye’nin içte ve dışta dilediği yönde gelişmesi için gerekli altyapının kendine bırakılmasını güvence altına alarak sona erdi. Toplumların egemenlik çabaları sonunda bir çelişkiden ötekine sürüklenmemeleri için, yüksek teknik ve büyük ekonomik kuruluşlar toplumun denetimi altında olmalıdır. Ulusal kurtuluş akımlarının bir tarihsel işlevi ulus yapısında feodal ilişkileri ve Orta Çağ kurumlarının enkazını yok etmektir. Bunun bir ikiz işlevi de yeni sanayinin genişlemesiyle oluşacak işçi ve sermaye sınıfları çatışmasının kanlı aşamalara dönüşmesini önlemektir.
Bu çerçevede Türk Ulusal Kurtuluş Akımının nesnel konusu hem ulus içinde, hem uluslararası düzeyde çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla, özgür ve ayrıcalıksız bir
ulus yaratmaktır. Bu akım ulusun bağımsızlığını hedef tutar, ama yalnızca onun kazanılmasını değil, korunması ve sürdürülmesi için de ulusal birliği zedeleyen zümreci ve sınıfçı baskılara da karşı çıkar.

Ankara Hükümeti önce dışla hesaplaştı, sonra içe yöneldi. Yabancı sorunu çözülmeden içe bakmak olası değildi. Ancak, içte de temel değişiklikler olmadıkça, dıştaki kazanımlar da boşa çıkardı. Dışa ilişkin adımı bir bayrak gibi hemen açanlar
“Altı Ok”da simgelenen ilkeler toplamını uygulamaya koyuldular.

Mustafa Kemâl Cumhuriyet daha ilân edilmeden İzmir’de toplanan iktisat kongresinde (17 Şubat – 4 Mart 1923) kalkınmanın yol haritasını doğru olarak çiziyordu.
“Köylü milletin efendisidir” sözleri yalnız bir slogan değil, âşârın kaldırılması, devletçe sağlanacak tarım makineleri, tohum ve ilâç, yeni ziraat okulları, Ziraat Bankası kredileri ve köy enstitüleri gibi okullarda eğitim görecek (eski köy çocukları) öğretmenlerle dört-dörtlük bir kalkınma siyasetiydi. Tarım ürünlerini satın alınan ya da yeni yapılan çok sayıda demiryolu tüketim noktalarına taşıyacak, bu sermaye birimiyle fabrikalar yapılacaktı. Ülkemizde üretilen demiryolu raylarının Almanya’dakinden dört kat daha sağlam ve güvenilir olduğuna ilişkin uzman değerlendirmeleri geldi. Bilim rehber oldu, çağ-dışı düşünceler yerine lâiklik anayasaya girdi. İktidar önce karma, ardından devletçi bir ekonomi siyaseti izledi. Tüm siyasal ortam halkçıydı. Avrupa’da faşizmden kaçanlar aydınların ve sıradan kişilerin ilk tercihi ileri Türkiye Cumhuriyeti’ydi. İnönü’nün gene bana (1966’da) bir kez söylediği gibi, Atatürk ona birlikte iktidarı bırakıp devrimlere karşı çıkmayacak bir muhalefet partisi kurma önerisinde de bulunmuştu. Bütün bunları yaparken, “damarlardaki soylu kan” dediği anlayış gerçekte Türk ulusumuzun daha da zenginleştireceği kendi gizilgücüydü. Sürekli olarak bir kültür devrimcisi olduğundan, yeni toplumu yapıları ve içeriğiyle Türk Gençliğine, yani gelecek kuşaklara bıraktı.
“Ne mutlu Türküm diyene!” sözcükleri de ulusuna inancının bir ifadesidir.
Onun yeteneklerine inanan ve bu yaratıcılığı bizzat harekete geçirip kanıtlamış önder olarak Türklere kendine güven verme çabasıydı.

Bütün bunlar için “yurtta barış, dünyada barış” içtenlikle gerekli olduğundan,
bu eksendeki sözleri de yalnız güzel bir slogan değildi. (Türkiye’yi Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile bir araya getiren) Balkan (1934) ve (gene Türkiye’yi Irak, İran ve Afganistan’la aynı safta buluşturan) Sadaabad (1937) Paktlarında Türkiye’nin öncüğünün anlamı budur. Gerçek tehlikenin büyük devletlerden geldiğini bilen Atatürk Avrupa ve Asya komşularımızı bir araya getirmenin en doğru dış siyaset olduğunu biliyordu. Onun başarılı Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras 1970’lerde bana “2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının olayları Atatürk’ün dış siyaset çizgisinin ve uygulamasının ne denli doğru olduğunu kanıtladı” demişti.

Atatürk’ün öncülüğündeki devrim kasırgasına ilk büyük darbe 1944’de Köylüyü Topraklandırma Yasa Tasarısının geri çekilmesini ve Köy Enstitülerinin kapatılmasını isteyen büyük toprak ağaları ve onların sözcüleri vurdular. İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle ortaya çıkan yeni denge özellikle 1990’lardan sonra yeni-sömürgeciliğin çağdaş biçimi olan küreselleşme ve özelleştirmeye yol açtı.

2. Dünya Savaşının sona ermesinden iki yıl sonra (1947) başladığı kabul edilen
Soğuk Savaş ortamında, yengin devletlerden biri, giderek birincisi olan ABD etki alanını Doğu Yarı-küresinin dışına taşırıp Eski Dünya’da da söz sahibi olmak için yeni fırsatlar kolladı. Bu konumda Sovyet Blokuyla açıkça, ama kendi bağlaşıklarıyla da üstü kapalı olarak yarışıyordu. Sermayesi ve askeriyle genişleme önderliğini Britanya’nın elinden aldı. Yaklaşık kırk yıl süren “çift kutuplu” (kimilerine göre, “Üç Kutuplu”) dünya düzeni 1980’lerin sonunda ya da SSCB’nin dağılmasıyla (1991) tek bir süper gücün egemenliğine indirgendi. Şimdi, “G7” ya da (Rusya’nın eklenmesiyle) “G8” diye anılan endüstrileşmiş büyük uluslar topluluğunu kendine birçok yönden bağlamış sayılır.
ABD silâhlı kuvvetlerinin bütçesi geri kalanların toplam askerî harcamalarına neredeyse eşittir. Ham madde, ucuz emek ve geniş tüketim pazarı olan her yere “ticarette özgürlük” adına giren çok-uluslu şirketlerde ağırlık ondadır. Dünya iletişim ağı üstünde egemendir. Belirli kilise örgütlerinin desteğini kazanmıştır, kendi siyasi partileri ya bir din partisi olmuş ya da Orta Çağ karanlığıyla flört eden bu gerçek karşısında susmaktadır. Kültür emperyalizminin ustası durumuna gelmiş, “yumuşak propaganda” iklimini yaratmıştır. Petrol ve doğal gaz gibi yaşamsal ham maddelerin olduğu yerlerde açık
ya da gizli müdahaleler yapmaktadır. Örneğin, Sudan’ın bölünmesi din değil, temelde petrol nedeniyledir. Asya, Afrika ve Lâtin Amerika anakaralarını yapısal değişikliklere zorlamıştır.

Küreyle ilgili tüm önemli kararların kimi devlet adamları, para dünyasının devleri ve benzeri seçkinlerin 1954’den bu yana oluşturdukları (ve ilk toplantı yerinden ötürü) “Bilderberg Grubu” diye bilinen bir küme tarafından alınıp uygulandığı gerçekçi ama az bilinen bir yorumdur. Ana hedef özelleştirme temelinde küreselleşmedir. Batı’nın önde gelen siyasetçileri, ister iktidarda, ister muhalefet görünümünde olsunlar, tepeden inme bu dar çevrenin ürünüdürler, konumlarını onun onayıyla sürdürürler. Yalnız Rockefeller benzeri büyük para-babaları değil, savunma ve dışişleri gibi önemli kuruluşların başlarındaki kişiler de ‘icazetlerini’ aynı kaynaktan alırlar.

Merkezleri Vaşington’da olan Dünya Bankası ve IMF gibi sözde ‘uluslararası’ ya da
Nev York’ta üstlenmiş olan Dış İlişkiler Konseyi gibi Amerikan kuruluşları bu eksenin uygulayıcılarıdır. Bu kuruluşlar yoksulları daha da yoksullaştıran ve eşitsizliği büyüten çağdaş yeni-sömürgecilik araçlarıdır. Kullandıkları yöntem “Havuç ya da Sopa”,
yani 3. Dünya ülkelerinin seçkinlerini küresel ceza ya da armağan düzeni içinde tutsak durumda tutmaktır.

Birleşmiş Milletler’in de (BM) bir tür bağlayıcı kararlar vermekle yetkili Güvenlik Kurulu bile çoğunlukla beş sürekli üyenin bir tanesinin buyruğu altındadır. Bu örgütün 1945’de San Francisco’da kuruluşundan bu yana altmış sekiz yıl geçmiş olmasına karşın, artık eskimiş antlaşma metninin değiştirilmesi ellinci yılında (1995) bile gündeme alınmamıştır. Oysa, (benim de araştırma düzeyinde katkılarımla) BM merkezlerinden biri olan Viyana’da basılmış olan ve daha demokratik bir dünya düzeni için hazırladığımız kitaplarımız ve içindeki öneriler dikkate alınmamıştır. 2. Dünya Savaşı sonunda yazılmış olan eski metin iki maddesinde Almanya ile Japonya’dan hâlâ “düşman” devletler diye söz etmekte, ancak ABD’ye katılmadığı her kararı veto etme ayrıcalığı tanımaktadır.

Avrupa Birliği gibi birleşmeler de bu genel tasarının parçalarıdır. Tekelci sermayenin dilediği yönde birleşme bir yana, yalnız SSCB ve Yugoslavya gibi federal yapılar değil, Irak, Suriye ve Sudan benzeri ulus-devletler de bölünme yolundadır. Çok-uluslu şirketler ulusal sınırlara saygı duymuyor. Bu yaklaşımın bir parçası olarak,
kendi bölgemizin de “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) kapsamında değiştirilmesi de emperyalizmin gündemindedir. Genel sahnede özellikle Amerikan emperyalizminin en yakın bağlaşıkları baskıcı düzenlerdir.

Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler Birliği dağılınca, silâh üretimi ve haber alma eylemini durdurmak istemeyen savaşçı çevreler Kosova, Afganistan, Irak ve Suriye gibi yeni hedefler bulma peşine düştüler. Aynı merkezlerin denetimi altında olan dünya iletişim ağı bir yanlış bilgilendirme yumağıdır. Sıradan yurttaşın bilgi kaynağı
Rupert Murdock ya da CNN gibi medya ağalarının gerçekleri gizleyen ahtapot kollarıdır. Hıristiyan dininin Evangelistler, Pentakosteller ve İsa’nın Tanıkları gibi mezhepleri, sırtlarını sözde Tanrı’ya dayayarak ‘Allah’ın Oğlu’ dedikleri İsa’nın yeryüzüne gene geleceğini, kuracağı sözde ‘Tanrı’nın Ordusu’nun başkomutanı olarak kendinden olmayanları Orta Doğu’daki son ‘kıyamet’ çatışmasında perişan edeceğini ileri sürmektedirler. Korkunç bir çocuk masalı ya da deli saçması gibi gelen bu kitapların Amerika’da 65 milyonu aşan sayılarda alıcı bulduklarını Viyana’da ve Penang’da (Malezya) ayrı ayrı basılmış olan kitaplarımda ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Ülkemiz de bir süredir bu askerli, şirketli, mezhepli, medyalı ve akademik genel saldırının hedefleri içindedir. Devletimizin karar yerlerinde sözlerini dinleten ve kürsülerimize çağrılan sözcüleri Atatürk’ü artık unutmamızı, bölgemiz sınırlarının artık değişeceğini, IMF reçetelerini bağlı kalmamızı ve özelleştirme ile küreselleşmeye karşı ve ulus-devlet konumunda direnen başka iktidarları devirmede yardımcı olmamızı önermektedirler.

Cumhuriyet düzeni terkedilip “ılımlı” yaftasıyla sultanlığa ve halifeliğe, hattâ Amerika’da da iyi işlemeyen başkanlık düzenine özenmenin gereği yoktur. Amerika’da bağımsızlıktan önce de “devletler” (states) bulunduğu için federasyona şemsiyesi ister istemez seçilmiştir. Okyanusya’da aralarında binlerce kilometre olan adalar arasındaki federasyonlar da bu nedenle kaçınılmazdır. “Gerçek yol gösterici olarak bilim”in belirlendiği Atatürk yıllarında devletin dini terk etmediğinin hem Kemâlizmin felsefesini bildiğim, hem de o yılları yaşadığımdan ötürü biliyorum. Özel girişimi yasaklamayan devletçiliğin ülkemize kısa sürede neler kazandırdığının sayılarla bilincindeyim. Ulusçulukta ırkçılık değil, haklı bir gururlanma görüyorum. Öte yandan, emperyalizmin kendi amaçları uğruna desteklediği ayrılıkçılığın bir ulusal kurtuluş akımı olamayacağını başka ülkelerdeki örneklerle de, ona ilişkin kuramlarla da iyi bilmekteyim.
Halkçılığın oy avcılığı değil, erkek-kadın eşitliğini sağlamak, onlara hizmet etmek için fabrika, demiryolu, ücretsiz sağlık ve eğitim götürmek olduğunu anlamalıyız.

  • İnsan ve ham madde kaynaklarımızı yabancıların buyruğuna vermek, bizi Lozan’dan önceki döneme götürür.
  • Topraklarımızı ve Türk Devriminin bize kazandırdıklarını tartışmaya açamayız. Hiçbir iktidar bunu yapmağa yetkili değildir.
  • Prof. Seha L. Meray’ın sekiz cilt olarak Türkçeye çevirdiği Lozan tutanakları ve belgeleri tavrımızın ne denli ödünsüz olduğunun kanıtlarıdır.

Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV
24 Temmuz 2013

Mehmet Şevket Eygi’den : Tüm Mü’minlere Uyarılar

Dostlar,

Üstad-ı azamlardan muhterem Mehmet Şevket Eygi hazretleri Milli Gazete’de
neler yazmış bakın..

Haberli olmakta yarar var..

Sevgi ve saygı ile.
10.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Mehmet Şevket Eygi’den : Tüm Mü’minlere Uyarılar

portresi

Tüm Mü’minlere Uyarılar
Mehmet Şevket Eygi tüm Mü’minlere esaslı uyarılarda bulundu.
Tamı tamına 19 uyarı. İşte o uyarılar…
 
Bu gürültücü vurup kırıcı kalabalıklar ne istiyor?
Demokrasi ve laiklik mi? Bildikleri gibi yaşamak mı? Hürriyet mi?
 
Bunların hepsi yok mu Türkiye’de?..
 
İçki yasaklanacakmış… Yalan yalan yalan…
Türkiye şu anda kocaman bir meyhanedir sanki.
 
Zina mı istiyorlar? Türkiye şu anda M. Kemal devrinden bile ileridir zina konusunda, çünkü yeni Ceza Kanunu’nda zina suç değildir artık.
 
Muhalefet yapmak hürriyeti mi istiyorlar? Bol bol yapılıyor zaten.
Bir Cumhuriyet alın, bir de Sözcü, okuyun. Bundan daha sert muhalefet olur mu?
 
Çoğulculuk mu istiyorlar?.. Bizde âlâsı var onun.
 
Millet Meclisinde herkes konuşuyor, bazen havada küfürler uçuşuyor.
 
Atatürk, İsmet, Celal Bayar zamanında yasak olan Komünist Partisi bile kuruldu.
 
Atatürk’ü devirmek isteyen Nazım’ı en çok Atatürkçüler seviyor.
 
Öyle bir demokrasi var ki bizde dinsizlik, densizlik, donsuzluk bile serbest.
 
1924’ten bu yana Türkiyede bugünkü kadar demokrasi, çoğulculuk, serbestlik olmamıştır.
 
Bir adamla bir kadın beraber yaşamaya karar veriyorlar. Nikah mikah yapmadan yaşıyorlar. Çocukları oluyor, nüfusa kayd ediliyor… M. Kemal, İsmet zamanında böyle bir şey olabilir miydi?
 
M. Kemal ve İsmet zamanında bira bile ruhsatla satılabiliyordu.
Şimdi limonata, gazoz, çay gibi satılıp içiliyor serbestçe.
 
Göklerde vızır vızır uçaklar, otoyollarda seller gibi akan lüks otomobiller,
her yer beş yıldızlı otel dolu. Beş yıldızlısını beğenmeyen yedi yıldızlıda yatıyor. AVM’ler pıtrak gibi açılıyor. Lüks, israf, sefahat… Daha ne istiyorlar?
Türkiye’nin Küba gibi olmasını mı?
 
Ülkemizde yasaklar da var ama ilericiler, çağdaşlar, ateistler için değil.
 
– Başörtülü kadın avukatlara, öğretmenlere, memurelere hala baskı yapılıyor.
 
– İslam medreseleri hala kapalı.
 
– Tasavvuf tekkeleri hala kapalı.
 
– Müslümanların devletten bağımsız bir Din İşleri İdaresi yok,
Yahudilerin hahambaşısı gibi bir din liderleri yok.
 
Bu yaygaracılar daha ne istiyor? Müslüman Türkiye’de Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar pazar günü tatil yapabiliyorlar ama
 
Müslüman çoğunluk cuma günü yapamıyor.
 
Daha ne istiyorlar?
Anıtkabir bir Sezar tapınağı gibi.
Müslümanı ve münkiri hepsi orada baş eğiyor, bel kırıyor..
Sadece Suudîler ve İranîler bunu yapmıyor.
 
Daha ne istiyorlar? Paraların pulların üzerinde Atatürk, her yerde Atatürk heykelleri, resimleri… Atatürk okulları, Atatürk üniversiteleri… Atatürk caddeleri…
Sağa bak Atatürk, sola bak Atatürk…
 
Evet, daha ne istiyorlar?
 
Evet, tekrar açık açık soruyorum  :Bu memlekette içki, fuhuş, zina, dinsizlik, densizlik, heykel, resmî ideoloji,
açık saçıklık, bikini mayo, dans, bale, nikahsız karı koca hayatı, her şey varken, bunca hürriyet ve serbestlik içinde daha istiyorlar, niçin ortalığı velveleye veriyorlar?

 
Türkiye diktatörlüğe kayıyormuş… Kuyruklu yalan!..
Bendeniz çocukluğumda yaşadım, bizde diktatörlük İsmet zamanında vardı.
Hani şu nâm-ı diğer Millî Şef. 1946’ya kadar tek parti vardı.
Seçimlerde oylar açıkta verilirdi, gizli sayılırdı ve % 99,9 tek parti kazanırdı.
Bunu tenkit edeni ne yaparlardı x? Anasını ağlatırlardı.
 
Fazla arpa merkepleri azdırırmış.
Fazla demokrasi ve hürriyet de birilerini azdırıyor.

(Milli Gazete, 8.6.13)

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?
Zeki Sarıhan
Zeki_Sarihan_portresi
 
     Kendisine CHP’yi dert edinmeyen kişi yok gibidir.  İktidarı, muhalefeti, sağcısı, solcusundan başka bizzat CHP’liler için de CHP bir dert halindedir.CHP için en çok sorulan, merak edilen konu, onun neden iktidar olamadığıdır. Bu soru iktidar olamamış ve olamayan bütün partiler için geçerli ise de CHP için daha anlamlıdır. Çünkü CHP 1923’ten 1950’ye dek kesintisiz olarak 27 yıl iktidarda kalmıştır. 1950’den sonra muhalefete düşmüş, zaman zaman tek başına iktidara yaklaşan sonuçlar almışsa da çoğunluğun oyunu alamamıştır.
En başarılı olduğu dönem 1971 askerî darbesinden sonra
Ecevit’in genel başkan olduğu 1973 seçimleridir.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi sağcı, liberal, muhafazakâr partiler tek başlarına iktidara gelecek kadar oy aldıkları halde, CHP niçin bunu başaramamaktadır?

Türkiye’de seçimleri CHP’nin değil de sağ partilerin kazanmasının nedeni tek değildir. İktidara gelebilmek kimi koşulların bir araya gelmesi gerekir.


Birinci olarak partinin temsil ettiği sınıfın güçlü olması,
İkinci olarak partinin geniş yığınların özlemlerine yanıt verecek bir program ortaya koyması,Üçüncü olarak halk içinde yaygın, güçlü ve kararlı bir örgütlülüğe sahip olması gerekir. Bunlara başka kimi koşullar da eklenebilir. Genel başkanın güçlü ve güvenilir biri olması gibi. Ancak unutmamalıdır ki, şeyh uçmaz onu uçuran müritleridir. Her parti, kendi içinden en iyi politika yapanları öne çıkarır, CHP de bunun istisnası değildir. Menderes’in “Odunu aday göstersem kazanır” sözü ve bunun maalesef doğru olması, sorunun genel başkanlıkta veya adaylarda olmadığını kanıtlayan örneklerdendir.

CHP’nin öncelikle sınıfsal ve politik yerini saptamada yarar vardır. CHP’nin sınıfsal tabanı büyük burjuvazinin bir kanadından başlayarak küçük burjuvaziye kadar uzanmaktadır. Politik olarak kendini Sosyal demokrat olarak nitelemektedir. CHP, daha çok öğrenim görmüş, laik, aydın kesimlerin partisidir. Alevi kesimlerin desteğine sahiptir. Köylerdeki nüfuzu çok zayıftır, Kürt nüfus içindeki etkisi ise nerdeyse sıfıra inmiştir.Türkiye’nin en zenginleri günümüzde AKP tarafındadır.

AKP, ABD’nin de bölgedeki çıkarlarına uygun bir politika izlemektedir.
Bu nedenle Batılı büyük güçler tarafından da desteklenmektedir.
Fakat Türkiye siyasal tarihi, seçimi kazanmak için en zenginlerin çıkarlarını savunmanın ve yabancı güçlere dayanmanın koşul olmadığını kanıtlamıştır. Halk kitlelerini harekete geçiren ve onlara dayanan partilerin de seçim kazandıkları gerek CHP tarihinde, gerek dünya tarihinde görülmektedir.

CHP niçin iktidara gelecek düzeyde oy alamıyor?

Bunun birçok nedeni olmakla birlikte yalnız biri üzerinde duracağız.Bu neden CHP’nin 1923-1950 tarihleri arasında uyguladığı halkla bütünleşmeyen, onların özlemlerini dikkate almayan politikalardır. Aslına bakılırsa, Tek Parti Dönemi’ne damgasını vuran CHP diye bir örgüt yoktur. Bu dönem şeflik dönemidir ve CHP şeflik tarafından kullanılan göstermelik bir örgüttür.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye henüz Tek Parti Dönemi’ne girmiş değildi. Halifelik de 1924’te kaldırılmıştır.

Tek Parti Yönetimini 1925’te Takriri Sükûn Kanunuyla başlatmak gerekir. Bu dönemde tekke ve zaviyeler kapatılmış, medeni kanun kabul edilmiş,
aşar vergisi kaldırılmış, yeni yazı kabul edilmiş, 1930’da kadınlara seçme
ve seçilme hakkı verilmiştir.

Bunların hepsi halkın yararına yeniliklerdir. Ancak bunları gerçekleştiren de CHP örgütü değildir. Sınırsız yetkilerle donanmış Mustafa Kemal Paşa’dır.Bu dönemde CHP, her dört yılda bir, ikinci seçmenlerin oy kullandığı göstermelik seçimlerle mebuslukları “kazanmış” görünse de başka bir parti karşısında zafer ilan etmekten yoksun kalmıştır. Milletvekillerinin tümü atama ile getirilmiştir. Bu nedenle parti, devletin yönetiminde karar verici bir örgüt de değildir. Alınmış kararları onaylama durumunda kalan göstermelik bir partidir.


Bu nedenle CHP’nin “Cumhuriyet Devrimlerini biz yaptık” diye övünmeye hakkı yoktur. Böyle bir hak varsa, bu, tek başına karar veren Ebedi Şef’in ve (biraz daha az olmakla birlikte) Milli Şef’indir. Tek Parti döneminin başarı ve başarısızlıklarıyla ilgili tartışma CHP üzerinden değil, Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden yapılmak zorundadır. Bütün tek parti döneminde mebus, İş Bankası Genel Müdürü, İktisat Vekili ve Başbakanlık yapan Celal Bayar, 1945’te yeni bir parti kurdu diye
bu dönemin değerlendirilmesi dışında kalamaz.
CHP ancak rakipleriyle yarıştığı 1950 seçimleriyle parti olabilmiştir.

1946 seçimlerini saymıyorum, çünkü bu seçimlerde rakiplerinin oyları
eksik sayılarak CHP hükmen galip sayılmıştır.“Tek Parti Dönemi” olarak anılan, gerçekte parti dönemi de olmayan 1923-1950 döneminin halk kitleleri açısından önemi, kimi üst yapı devrimlerinin onlar tarafından reddedilmesi değildir.


Türkiye halkının halifeliği savunduğu, onu kaldırdığı için devlete
(CHP’ye kızdığı) söylenemez. Halifeliği ancak Osmanlı artığı birtakım feodaller savunuyorlardı. Medreseler zaten devirlerini tamamlamışlardı. Medeni Kanun’un halka hiçbir zararı dokunamazdı. Aşarın kaldırılmasını halk büyük bir memnunlukla karşılamıştır. Okuma yazma bilenlerin sayısı çok az olduğu için Latin harflerinin kabulü önemli bir sorun yaratmamıştır.
Üstelik bu kanun okuma yazmayı kolaylaştırmıştır.   

Ancak… Bu dönemde Türkiye’de küçük bir azınlık, bu üst yapı devrimlerini yaparken halk kitlelerini yanlarına almamışlar,
onların ekonomik ihtiyaçlarıyla ilgilenmemişlerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir halk devleti kurmaya, iktidarı halka vermeye söz verdikleri halde, sözlerini tutmamışlardır. Devleti kullanarak kendileri bir an önce zengin olmaya bakmışlardır. Bankalar, şirketler kurmuşlar, kendilerini, eş ve dostlarını devlet olanaklarını kullanarak buradan nemalandırmışlardır. Uygulanan iktisadi devletçilik zengin yaratmayı amaçlayan ve buna hizmet eden bir devletçilik olmuştur. İktidarı denetleyecek, yolsuzlukların hesabını soracak hiçbir örgütlenmeye izin vermemişler, özellikle emekçilerin haklarını savunan örgütleri şiddetle yasaklamışlardır.

Bu iktidar merkezde bir avuç bürokrat-burjuvazidir.

Taşradaki dayanakları ise tüccar, tefeci ve toprak ağalarıdır. Taşranın bu geleneksel sınıfları, kendi iktidarlarına dokunmadığı için merkezin tercihi olan batılı bir yaşam tarzına ses çıkarmamıştır. (Bunun acısını, serbest kaldığı 1950’den sonra çıkaracaktır)

Korkut Boratav’ın işaret ettiği gibi, Kurtuluş Savaşı sonrasında Rum ve Ermenilerden kalan toprakların işlenmesi, savaşın sona ermesiyle üretime yönelen işgücü nedeniyle iktisadi durum bir süre tatmin edici gitmişse de, 1930’lara doğru halkın geçimi iyice zorlaşmış, buna karşılık halk üzerindeki devlet baskısı daha da artmıştır. Yönetici sınıf, kendinin
kısa zamanda zengin olmasına karşı itirazları ve adil bir bölüşüm isteğini önlemek için Türkiye toplumunun “sınıfsız bir toplum” olduğunu ileri sürmüştür. 
Bugün bile o dönemin uygulamalarını haklı çıkarmak için Türkiye’de o dönemde sınıfların olmadığını ileri sürenler vardır! Devlet yatırımlarına sermaye bulma işi, nerdeyse tümüyle köylülerin sırtına yıkılmıştır. Köylüler bu dönemi jandarma ve tahsildarla hatırlamaktadırlar.

Bu yazdıklarım, benim yorumlarım değildir.
Cumhuriyet dönemini yaşamış veya yorumlamış hemen bütün aydınlar Yakup Kadri’den Falih Rıfkı Atay’a, Şevket Süreyya Aydemir’den, Şefik Hüsnü Değmer’e, Hikmet Kıvılcımlı’dan, Mehmet Ali Aybar’a ve Doğan Avcıoğlu’na kadar bu gerçeği belirtmişler, Cumhuriyet’in halkçılık yapamadığını anlatmışlardır.

Attila İlhan, 1940’lı yılları “karanlık yıllar” olarak adlandırırken haksız değildir. Böyle tekçi bir siyasal yapıda bilim ve sanatın geliştiğini söylemek de mümkün değildir. “Barikai hakikati” doğuracak bir “müsademei efkâr”a
izin verilmemiştir. Fevzi Çakmak’a emanet edilen ordu teşkilatı bile yenilenememiştir. 
Hürriyetsizlikten iktidar bile bunalmış, 1930’da icazetli de olsa yeni bir parti daha kurdurulmuştur. Dürüst bir seçim olsaydı, bu seçimde CHP’nin iktidarı kaybetmesi kaçınılmazdı. Bu göze alınmayarak Serbest Fırka çok geçmeden kapatılmış, daha sonra parti içinde kurulan ve üyeleri atama ile belirlenen serbest bir grup kurma işi de işlevsiz kalmıştır.

Tek parti döneminde partiler eşit koşullarla seçime girselerdi halk kitlelerinin
CHP’ye oy vermeyeceği kesin gibidir.

Bunun nedeni “CHP Halifeliği kaldırdı, yeni yazıyı getirdi, onun için oy vermeyelim” değil, “Bizi aç ve hürriyetsiz bıraktı” olacaktı. CHP’nin kentli aydınlar, memurlar ve bir bölüm toprak ağasından oy alacak olması ve daha sondaki yıllarda da alabilmesi, Tek Parti Dönemi’nde kollanıp korunmalarındandır. Yani rejim onlar lehine işlemiştir. Partinin bugün bile, toprak ağalarını dışarıda tutarsak bu kesimlerden oy alması, o dönemin “hatırası” ndandır. Köylülerden ve yoksullardan oy alamayışının nedeni de o dönemin “hatırası” ndandır.

Esasına bakılırsa, Türkiye’deki siyasal mücadele esas olarak örgütlülükleri uzun süre yasaklanmış, kendine güven duygusu bastırılmış olan emekçilerle hâkim sınıflar arasında değil, hâkim sınıfların çeşitli kesimleri arasındadır. Dün de bugün de.

Halk kitleleri esas olarak oy deposudurlar. Hâkim sınıflar, iktidarlarını meşrulaştırmak, yani sandıktan da çıkmak için çeşitli cilveler yapmakta, halka yakın yürümeye çalışmakta, zaman zaman kendi “boğazlarından” artandan halka da koklatmaktadırlar. Halkın desteğini almak için yoksulların bu bölüşümdeki payı biraz daha artırılabilir.
Geleceğini düşünmeyen Tek Parti Yönetimi bunu bile yapamamıştır. Kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Bugünkü CHP bunun acısını çekmektedir.


Birçok aydının zannettiğinin aksine, AKP’nin oyların yarısını alması İslamcılığı, gelenekçiliği değildir. Genel başkanının kaşına gözüne âşık olması da değildir. O’nun iktidarı döneminde (hangi nedenle olursa olsun ve sonunda ne olacaksa olsun!) refah düzeylerinin yükselmesidir.
Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında verdiği anlamlı bir örnek vardır. 1945’te, uygulanmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktığında, her nasılsa Orta Anadolu’da birkaç köylüye toprak verilmiş. O köylüler sonuna dek CHP’ye oy kullanmışlar. Ecevit’in Zonguldak’ta güçlü bir temel atması da nedensiz değildir. İşçilerin haklarını gözeten bir yasayı çıkarmasıdır. 
Bugünkü CHP, Tek Parti Dönemi’nin nasıl ele alınacağı konusunda bocalamaktadır. O dönemin siyasal yapısını eleştirse, bunun kendi aleyhine olacağını sananlar çoğunluktadır. Eleştirilmese, dönemin uygulamaları sonuna dek “başına kakaç” olacaktır.

Tarihe emekçi sınıfların penceresinden bakmayı öğrenemeyenler
veya bir zamanlar bakarken günümüzde bunu unutmuş olanlar,
Tek Parti Dönemi eleştirilirse “Cumhuriyet’in yıkılacağı” kanısındadırlar.
Her türlü dogma gibi bu konudaki önyargılar da bir yana bırakılmalı, gerçek ne ise onu dile getirmelidir. Bu aynı zamanda kendine güvenin
ve olgunluğun kanıtıdır. Başına köylü kasketini geçirerek “Toprak işleyenin; su kullananın” deyip yollara düşen Ecevit’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi. 
CHP için yapılacak şey, korkmadan kendi olumsuz geçmişini ele almak, bunu parti içi eğitim olarak işlemek ve topluma da açıklamaktır. Bundan hem kendisi, hem toplum kazançlı çıkacaktır. Bunun siyasete getireceği önemli bir kazanç da, bundan sonra ve her zaman toplumun ezilen kesimleriyle birlikte yürümenin, iktidar olmak için bundan başka bir yol olmadığının anlaşılması ve anlatılması olacaktır.

Partinin geçmişi hakkındaki olumsuz izlenimleri silmek mümkündür.
Ancak bu kararlı bir özeleştiri ile mümkündür.
Korkulmasın, kitleler kin tutmazlar(5 Şubat 2013)

TÜRKİYE SORUNLARI 90.. Eylül 2012

Dostlar,

Cumhuriyetimizin ağabeyi, bilge insan Dr. Ali Nejat ÖLÇEN,

TÜRKİYE SORUNLARI adlı dizisinin 90. sayısını yayımladı..

12 x 19 cm cep boyutlarında ve 64 sayfa..

Kapağı aşağıda, içindekiler de görülüyor.

Alttan 2. yazı da bizim Sayın Gül’e 30.8.12’de 30 Ağustos Resepsiyonunun iptal edilmemesi için yazdığımız açık mektup.. Sağolsun, yer vermiş Sayın Ölçen.. Zaten aynı gün web sitemden okumuş ve e-ileti ile haketmediğimiz övgüler yazmıştı.

Cumhurbaşkanlığı ise geçen hafta döndü bize.. İletinizi aldık diye..

Yaklaşık 50 gün sonra..

Oysa saniyeler içinde bilgisayarlarında idi 30.8.12 günü saat 14:00 dolayında..

Sayın Gül’ün sekreteryasının bu olağanüstü hızından (!) haberi var mı acaba??

Sn. Ölçen’in bu güzelim yapıtı,

www.olcen.net adresli web sitesinde de yayımlanıyor.

Örn. bizim yazımıza

http://www.olcen.net/index.php?id=810&action=printMakale

erişkesini (linkini) tıklayarak erişebilirsiniz..

Sayın Ölçen,

Cumhuriyetin ağabeyi, 100 yıla şunun şurasında 8 yıl kaldı.
Sakın bir yanlış yapmak yok tamam mı..
Celal Bayar sizden çok yaşadı.. Ya ürünleri ?

Ülkemizin size daha çooook gereksinimi var..

Sevgi ve saygı ile.
2.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net