Etiket arşivi: Bülent Ecevit

H. Ufuk Söylemez – 28 Şubat 2021

Milli Merkez Ankara Temsilcimiz Devlet Eski Bakanı Sayın Ufuk Söylemez’in Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olduğu sürede yaşanan 28 Şubat muhtırası hakkındaki önemli açıklamasını bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla,
Haluk Dural
Milli Merkez Genel Sekreteri 
==============

28 Şubat 2021

H. Ufuk Söylemez

28 Şubatın hem muhatabı, hem de tanığıyım !

Bugün 28 Şubat. Yıllardan beri her 28 Şubat’ta, medyada yüzlerce yazı yayınlanıyor ve yine çok sayıda yorum analiz yapılıyor. Ancak bana göre, bu yazı ve yorumların çok az bir kısmı objektif, bilgiye dayalı ve sağlıklı analizleri ortaya koyabiliyor.

Büyük bölümü ise maalesef inanç ve ideolojilerin bakış açıları esas alınarak yapıldığı için, önemli eksiklikler, hatalı, yanlı ve yanlış tespit, varsayım ve tahliller içeriyor.
28 Şubat sürecinin hem muhatabı, hem de mağdurlarından birisi ve canlı tanığı olarak bu konudaki düşünce, tespit ve analizlerimi çeşitli defalarda, gazete yazıları ve TV söyleşilerinde dile getirmeme rağmen, her yıl oluşan bu gündeme ilgisiz-duyarsız ya da sessiz kalmanın, hem bir siyaset ve devlet adamı olmanın hem de okurlara doğru ve sağlıklı bilgi ve analizler yapmanın etik sorumluluğu gereği mümkün ve doğru olmadığını düşünüyorum.

Çünkü TBMM’de kurulan 28 Şubat’ı araştırmakla görevli araştırma komisyonuna davet edilmeme ve orada da düşüncelerimi ayrıntılı bir şekilde anlatmama rağmen, söylediklerimin sonuç raporunda adeta “sansüre” uğradığını da gördüm. Bu durumda susmak yerine, daha önce yazıp-konuştuklarımı bıkmadan-usanmadan bir kez daha dile getirmek kaçınılmaz bir görev benim için.

Hele iç cephede emperyalizm ve maşalarına karşı verilen mücadele esnasında birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, yaşı 75-85 arasında olan emekli general ve askerlerin “ağırlaştırılmış müebbede” mahkûm edilmeye çalışılması karşısında daha önce defalarca yazıp-konuştuğum ama ne hikmetse sansüre uğratılan düşünce ve tespitlerimi yine-yeniden gündeme getirmeyi o dönemin Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı sıfatıyla, vicdani ve ahlaki bir ödev sayıyorum. O nedenle her yıl 28 Şubat’ta bıkmadan ve usanmadan yaşadıklarımı, gördüklerimi ve doğru bildiklerimi yazıyor ve konuşuyorum.

– 28 Şubat ne “devedir” ne de “kuş”

28 Şubat kolayca kategorize edilebilecek bir süreç değildir. Tıpkı bir madalyon gibi iki farklı yüzü vardır. Lafı uzatmadan söyleyeyim. Bana göre 12 Eylül de, 12 Mart da ve 28 Şubat da, sonuçları itibariyle ABD ve NATO’nun tam desteğini ve doğrudan ya da örtülü teşvikini alan süreçlerdir. Türkiye’de yaşanan bu süreçlerin milli ve bağımsız niteliği yoktur.

28 Şubat sürecinin laik karakteri, onun emperyalizm ve neo-liberalizm karşıtı bir süreç olduğu anlamına gelmez, gelmemelidir. Öte yandan, 28 Şubat silahlı, zor ve şiddete dayalı klasik bir darbe ya da darbe teşebbüsü de değildir kuşkusuz ki.
ABD o dönemde henüz BOP projesini açıklamamış ve hayata geçirmemişti.
Dinci radikalizm ve fundemantalizme karşı, Türkiye’de laik rejimi destekliyordu. (Hâlbuki bugün laik rejime karşı, dinci-radikal-mezhepçi ve sonuçları itibariyle fiyasko olan bir BOP siyasetini dayatıyor.)

28 Şubat sürecinde, Türkiye’deki tekelci sermaye ve kartel medyası da, cemaat görünümlü FETÖ terör örgütü de, Somali operasyonunda ABD’den takdir almış “Bir” general de, aynı çizgide nasıl olup da buluşabilmişlerdi.

Ya da; 28 Şubat sürecinde kartel medyasının Amiral gemisi olarak nitelendirilen Hürriyet gazetesinin 18 Nisan 1997 tarihli nüshasında Fettullah Gülen, Refah Yol Hükümetine “Beceremediniz artık bırakın” diye sürmanşetten nasıl olup da çağrı yapabilmişti.

– 28 Şubat özde “ekonomi politiktir”

28 Şubat 1997 tarihinde yaşananların görünürdeki sebebi RP’nin Anayasanın laiklik ilkesi karşıtı bir odak olarak faaliyette bulunmasıdır.
Türk milletinin laik-demokratik Atatürk Cumhuriyeti konusundaki haklı duyarlılığı bu süreçte öne çıkarılmış ve tahrik edilmiştir.

  • Gerçek gerekçe ise ekonomik olarak RP / DYP koalisyonunun milletin çıkarlarını merkeze alan, milli karakterli ekonomi politikalarına karşı, IMF-ABD ve içerideki çıkar gruplarının rahatsızlığıdır.

Ayrıca, Kıbrıs’ta, Milli Kahramanımız Rauf Denktaş’ın arkasında duruluyor, Ermeni meselesinde milli duruş sergileniyordu. PKK’yla, K. Irak’ın içlerine, Kandil’e kadar sınır ötesi operasyonlarla etkili, amansız kararlı bir mücadele sürdürülüyordu.
Bu durum, uluslararası para tacirlerinin, onların içerideki uzantılarının ve Türkiye’yi sıcak para-IMF programı ile kontrol etmek isteyen dış güçlerin hiç de hoşuna gitmiyordu.

19 Ocak 1997 tarihindeki Milliyet gazetesinin manşeti aynen şöyle atılmıştı;

“IMF’den kriz uyarısı”

Hâlbuki Türkiye’de ekonomi büyüyor, çiftçiye, esnafa destek veriliyor, KOBİ’ler destekleniyor, gerçekçi kur uygulanıyor, ödemeler dengesinde problem bulunmuyordu.

Bu manşetin dayanağı olan IMF Başkanının beyanlarını “Washington’dan” gönderen kişi, Yasemin Çongar’dı! Hani şu Taraf gazetesinde Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında askerlerimize ve milli aydınlarımıza yargısız infaz biçiminde yayın yapan ve yaptıran meşhur Yasemin Çongar…

Bu manşetlerle koalisyonu yıkamayan ve ekonomik bir kriz ya da çalkantı çıkaramayan çevreler, bu kez RP’nin aşırı ve benim de hiç katılmadığım ve karşı çıktığım birtakım ideolojik-dinci söylemlerini öne çıkararak, laiklik-demokrasi-Cumhuriyet hassasiyetindeki halkı ve kuruluşları (bu arada TSK’yı da) bu yönde manüple ettiler.

Sonuç malum RP / DYP koalisyonu istifa etmek zorunda kaldı.

RP’den türeyen, Hocanın eski talebeleri, hem mağduriyet edebiyatı yaptılar, hem de “biz milli görüş gömleğini” çıkardık diye tornistan ettiler.
Hocalarını terk edip, dış güçlerin dümen suyunda iktidara geldiler.

– 1997’de tehlikede olan, bugün güvencede mi? –

Şimdi, 28 Şubat 1997 tarihinde laik Cumhuriyet tehlikedeydi de, 28 Şubat 2021’de kurtuldu denilebilir mi?

Neticede, benim görevlerim ve mesleğim açısından; ekonomide sermayeyi tabana yayan, gerçekçi kur uygulayan, IMF’den bir dolar borç almadan ekonomiyi %7,5 büyüterek, esnaf ve KOBİ’lere dost olan Ekonomi Bakanı Ufuk Söylemez’in, Bakanlık görevini ve koltuğunu, milleten oy ve yetki almayan, IMF ve ABD’nin has adamı, kumarhane kapitalizminin ve gayrı milli ekonomi politikalarının dayatıcısı Rahmetli Bülent Ecevit’in bilahare “hayattaki en büyük pişmanlığım” dediği Kemal Derviş devraldı.

Kartel medyasının, tekelci sermayenin, ABD’nin ve F. Gülen’in tam desteğini alan 28 Şubat, bugün TSK “günah keçisi” ilan edilerek anlaşılamaz ve anlatılamaz. İşte bu nedenlerle 28 Şubat bana göre, ne “deve”, ne “kuştan” başka bir şey değildir.

Bir yandan 28 Şubat’ın kartel medyası patronlarıyla bugün kol kola gireceksiniz, öte yandan, 80 yaşını aşmış emekli komutanları ağırlaştırılmış müebbetle yargılayacaksınız.

Buna ne adalet denir, ne de vicdan…

BİR YAŞLI ADAM KONUŞUYOR

Prof. Dr. ÇETİN YETKİN HOCA NELER YAZMIŞ??.

BİR YAŞLI ADAM KONUŞUYOR

Image result for Çetin Yetkin

Ben 81 yaşındayım, çok yaşlıyım. Resmi kayıtlara göre bu topluma 33 yıl hizmet ettiğim için, kimilerinin bugünlerde dillerine doladıkları “emekli aylığı” bağlanmış bana. Ne ki, bu hizmet yıllarımın bir bölümü de ölümcül saldırı, sürekli tehdit altında geçirmiş bulunuyorum. Ama emekli oldum diye bir köşeye çekilmiş değilim. 1969’dan bu yana başka çalışmalarımın yanı sıra 39 kitabım yayınlanmış bulunuyor. 14 yıl dergi çıkardım. Türkiye’de olabilecek en yüksek eğitimi aldım. Kazandığım ödüller de var. Ama artık, dedim ya, iyice yaşlandım. Ve “yaşıtlarım”a reva görülenlere, TV’lerde gördükçe, isyan ediyorum. O nedenle o aşağılan, horlanan, alay konusu yapılan, yaşamdan zorla soyutlanmak istenen yaşlılar adına birkaç söz söylemek benim için kaçınılmaz bir görev.
* * *
Önce memur ve işçi emeklilerine tanınan sosyal haklar aşama aşama kısıtlandı. Sonra, asalaktan başka bir şey olmayan birileri kalktı emekli aylıklarına göz dikti. Öyle bir hava yaratıldı ki, şu emekliler olmasa Türkiye ekonomik olarak düzlüğe çıkacak. Hal böyle iken, yalnızca yaşlılara sokağa çıkma yasağı getirildi. Bu yasağın yalnızca yaşlılar için konması, kültürel besin kaynağı yüzeysel TV yayınlarından öteye geçmeyen, bilimsel eğitim yüzü görmemiş kitlelerde bu salgının kaynağı sanki yaşlılarmış gibi bir algının doğmasına neden olması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oluyor. Elbette sonuç, yaşlıların suçlanması, dışlanması, alay konusu olması olacaktı. TV ekranlarında izliyoruz bütün bunları.
* * *
ŞİMDİ SÖZÜM, YAŞLILARLA ALAY EDENLERE, ONLARI SOKAKLARDAN KOVALAYANLARA:

Senin sözcük dağarcığın bile küçük mü küçük. Birkaç yüz sözcükle yaşamını sürüklersin. Çoğu sözcüğü hiç duymamışsındır bile. Örneğin, “ışıldak”, “ihtikar”, “mütekait” nedir, biliyor musun? Bilemezsin, çünkü sen 2. Dünya Savaşı’nı yalnızca Hollywood filmlerinden belki bilebilirsin. ama benim çocukluğum o yıllarda biçimlendi. Sen açık oy – gizli sayım nedir bilemezsin. Ama bizler o seçim günlerini de yaşadık. Sen Celal Bayar‘ın kim olduğunu çok büyük bir olasılıkla belki bilmiyorsun, ama ben 1950 seçimi sonrası O’nun elini öptüm. Sen Adnan Menderes‘i “demokrasi kahramanı” sanırsın, nereden bileceksin demokrasiyi katlettiğini. 27 Mayıs 1960‘ı eğer biraz mürekkep yalamışsan, birbirinden kopya çeken kitaplardan yalan yanlış öğrenmişsindir, ama ben Kızılıy’da polislerle didişen gençler arasındaydım. 12 Mart 1971‘i ben yaşadım. Ben, birbirini öldüren sağcı – solcu gençlerin kanlar içindeki ölülerini morglara taşıdım, otopsilerini yaptı(rdı)m (AS: Yekin hoca savcı idi, hekim değil..), sen yaşamadın bunları. 12 Eylül 1980‘in cezaevlerini ne olduğunu bilmiyorsun, sıkıyönetim mahkemelerinde sanıkları savunan bendim, sen değil. Bendim Kenan Evren ile karşılıklı oturup ona sorgu sual eden. Sen neredeydin o zaman? Bak, Celal Bayar’ın, Bülent Ecevit‘in bana imzalayıp verdikleri kitapları var bende.

  • Ben tarihim, çünkü yaşlıyım.

Sen nesin, dünkü çocuk? Gerçi benim yaşıtlarımın birçoğu benim yaşadıklarımı yaşamamışlardır, kimileri ise daha çoğunu görüp geçirmişlerdir; ama ne olursa olsun, onlarla aynı zaman dilimini paylaşıyorum, onlar yaşıtlarım benim.
* * *
Doğrudur, biz yaşlılardan kimilerimiz bunuyoruz. Ama bizler yılları geride bıraktığımız için, yaşadığımız için bunuyoruz. Uzun yaşamımız boyunca verdiğimiz savaşımlar, geçim derdi, yitirdiğimiz yakınlarımızın ve sevgililerimiz derin acıları… beynimizi yorup, kemirdiği için bu sonla karşılaşıyoruz. Dahası ve asıl önemlisi, vatan ve ulus aşkı yüzünden yediğimiz darbeler kimilerimize artık dayanılmaz geldiği için!… Ama sen, yaşlıları hor gören, alay eden, sokaklardan kovalayan sen, bir ayrıkotu gibi gerçek yaşamdan o denli uzaksın ki, bunamaktan bile acizsin. Çünkü, bunamak için bunayacak bir beynin olması gerekir. Sen, otsun.

Evet, yaşlılar tutucu olur. Öğrenme yetenekleri azaldığı için genellikle birikimlerine dayanarak yaşamlarını sürdürmek eğilimindedirler. Bu, yaşlıların en büyük “zaaf”ıdır. Ne var ki, Türkiye’de benim ve benim gibi olanlar için bu “zaaf”, bir üstünlük, bir” meziyet”tir. Çünkü tutunduğumuz birikimlerimiz Kemalist Cumhuriyet’in ta kendisidir. Yeni yetme “yükselen değerler” değil! Yaşlıları kovalayan, aşağılayan sen! Sen yalnızca cep telefonu tutsağısın. Kapitalist emperyalizmin “dijitalizm“inin kölesisin!…
* * *
Şunu iyi bilin                        :

Bizler bu dünyadan çıkıp gittikten sonra, bu bozuk eğitim düzeni, yobazlık, cahillik yüzünden geçmişle bağlarınız tümden kopacak.

İşte o zaman nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, bu yerkürede nerede durduğunu algılayamayan bireylerden oluşan toplumsal bunaklık olacak.

Prof. Dr. Çetin YETKİN
https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=885184245263750&id=100013165472040 

Kıbrıs Türk Federe Devleti

Kıbrıs Türk Federe Devleti

Doç. Dr. HÜNER TUNCER

15 Temmuz 1974’te Rum Milli Muhafız Birliği ile “EOKA B”, Yunan subaylarının denetimi altında Kıbrıs Rum toplumu lideri Makarios’a karşı bir darbe girişiminde bulunmuş; EOKA’cı Nicos Sampson, “Kıbrıs Elen Cumhuriyeti”ni ilan etmiş ve kendisi de bu Cumhuriyetin başkanı olmuştu. Bu darbenin amacı, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesini sağlamaktı. Makarios, Londra’ya kaçtı.

Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri, 20 Temmuz 1974’te, Kıbrıslı Türklerin can güvenliklerini sağlayabilmek amacıyla Kıbrıs’a çıkartma yaptı. Türkiye, bu hakkını 1960 tarihli Garanti Antlaşması’nın 4. maddesinden almaktaydı. Kıbrıs’a çıkarmanın yapılmasından önce Türk Başbakanı Londra’ya gitmiş ve birlikte müdahale için, İngiliz hükümetini ikna etmeye çalışmıştı. Ancak, Yunan halkının Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık savaşımını başlattığı 1821’den başlayarak İngiliz hükümetleri, sürekli Yunanistan’ın yanında yer almıştı. Bu kez de durum farklı değildi; İngiltere’nin, Türkiye’nin müdahale çağrısını dikkate almaması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri “Kıbrıs Barış Harekâtı”nı başlattı. Bu harekâta Kıbrıs Türk Mücahitleri de katılmıştı.

1974: İlk özgün girişim

Kıbrıs’a ilk çıkacak birliğe “Çakmak Birliği” adı verilmişti. Birlik, Deniz Piyade Alayı ve 50. Alay ile bir topçu taburu (12 top), bir tank bölüğü (15 tank), bir kobra bölüğü (tanka karşı kullanılan bir silah), bir istihkâm bölüğü ve muhabere, ordonat ve sıhhiye müfrezelerinden oluşmaktaydı.

Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini ve Türk toplumunun bu birleşmeye karşı çıktığı için yok edilmesini önlemeyi ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını koruyup, adada her iki halk için de geçerli olabilecek barışı gerçekleştirmeyi amaçlamaktaydı. 1974 yılına değin hep kendisine söyleneni yapan Türkiye, ilk kez 1974’te inisiyatifini kullanarak, ulusal çıkarlarını korumayı başarmış ve dış politikada bağımsız davranmıştı.

Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra 23 Temmuz 1974’te, Nicos Sampson Cumhurbaşkanlığı’ndan uzaklaştırıldı ve Yunanistan’daki Cunta da yönetimi sivillere devretti.

1960 Antlaşmalarının tek taraflı olarak Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından ihlal edilmesinden bu yana kendini siyasal boşlukta hisseden Kıbrıs Türk tarafı, 13 Şubat 1975’te kendi bölgesinde “Kıbrıs Türk Federe Devleti”ni (KTFD) kurmuştu. Denktaş, nihai (AS: sonal) amacın iki kesimli bir federasyon çerçevesinde, Kıbrıs Rum toplumuyla birleşmek olduğunu açıkladı.

KTFD’nin ilanından önce Türkiye, Kıbrıs’ın kuzeyinde askerî denetimini kurmuştu. 1974 Harekâtı öncesinde 234 bin kişinin yaşadığı Türk bölgesinde nüfus 70 bine inmişti ve bunun 20 binini de köylerinden ayrılmayan Rumlar oluşturmaktaydı. Harekât sırasında büyük bir yıkım yaşanmış, ekonomik yaşam neredeyse durmuştu. Tüm gereksinmeler Türkiye’den karşılanıyordu. 2 Mayıs 1975’te yayımlanan bir yönetmelik uyarınca, Kıbrıs’ın Türk bölgesindeki işgücü açığının Türkiye’den gönderilecek işgücüyle kapatılması yoluna gidilmiş ve bu çerçevede, 40 bin kişi Türkiye’den Kıbrıs’a getirtilmişti.

Önemli sonuç

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın en önemli sonuçlarından biri de “Nüfus Mübadelesi Anlaşması”ydı. 31 Temmuz – 2 Ağustos 1975 tarihlerinde imzalanan bu Anlaşma uyarınca, Güney’de yaşayan Türklerin hepsinin Kuzey’e geçmelerine izin verilecek; bu işlem BM’nin yardımıyla yapılacak ve 1975 yılının Eylül ayı sonundan önce sonuçlandırılacaktı. Kuzey’de olup da Güney’e geçmek isteyen Rumlar da BM aracılığıyla Güney’e geçebileceklerdi. Güney’de bulunan 65 bin Türk 1975 eylülünde, BM Barış Gücü’nün gözetimi altında Kuzey’deki Türk bölgesine geçmişti. Böylece, her iki taraftan insanlar da evlerini ve mal varlıklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Nüfus mübadelesiyle (AS: değişimiyle)iki toplumlu, iki kesimli federal bir yapı“nın oluşturulması mümkün olmuştu.

KKTC’den önceki adım

KTFD, kendi yasaları ve kurumları olan, özerkliğin ötesinde bağımsız çalışan bir örgütlenme oluşturmuştu. KTFD’nin; sınırları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güvencesi altına alınmış, Türkiye ile çok yakın işbirliği içinde bulunan, Türkiye’den mali destek alan ve dünya devletlerin tanımaması nedeniyle, Türkiye ile “özel bir ilişki düzeni” içine oturtulmuş bir yapılanması bulunmaktaydı.

1974’ten sonra Türkiye garantör devlet olarak, Kıbrıs Türklerinin iç yapılanmasında her türlü mali ve idari desteği sağlamıştı. 1975’te “Kıbrıs Türk Federe Devleti” kurulduktan sonra da Türkiye, uluslararası alanda KTFD ile tam bir işbirliği içinde kaldı.

15 Kasım 1983’te Kıbrıs Türk halkı, 1960 Anayasası’ndan doğmuş olan self-determinasyon hakkını kullanarak, Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi’nin oybirliğiyle aldığı kararla “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni (KKTC) ilan edecek ve Rauf Denktaş, yeni devletin Cumhurbaşkanı seçilecekti.

KKTC’nin tezi, adadaki iki eşit toplumun ortaklığı üzerine kurulu bir federasyonun yeniden oluşturulmasıydı. (Cumhuriyet, 14.02.2020)

DEPREM GERÇEĞİ

DEPREM GERÇEĞİ

Mustafa AYDINLI

Yerkabuğundaki kırılmalar nedeniyle birden ortaya çıkan titreşimlerin, dalga dalga yayılarak geçtikleri ortamları ve yeryüzeyini sarsma olayını, deprem olarak tanımlıyor bilim insanları.

Dünyanın oluşumdan beri depremler vardır. Ülkemiz dünyanın en etkin deprem kuşaklarından birinin üzerinde bulunmaktadır. Geçmişte yurdumuzda birçok yıkıcı depremler olduğu gibi, gelecekte de sık sık oluşacak depremlerle büyük can ve mal yitiğine uğrama olasılığımız ne yazık ki bir gerçektir.

“Ülkemiz topraklarının %92’sinin deprem bölgeleri içinde olduğu, nüfusumuzun %95’inin deprem tehlikesi altında yaşadığı ve ayrıca büyük sanayi merkezlerinin %98’i ve barajlarımızın %93’ünün deprem bölgesinde bulunduğu bilinmektedir. Son 58 yılda depremlerde 58.202 vatandaşımız yaşamını yitirmiş, 122.096 kişi yaralanmış ve yaklaşık 411.465 bina yıkılmış veya ağır hasar görmüştür. Sonuç olarak denebilir ki, depremlerden her yıl ortalama 1.003 vatandaşımız ölmekte ve 7.094 bina yıkılmaktadır.” (www.deprem.gov.tr)

Günümüz  bilim ve teknolojinin depremi önleme olanağı yoktur. Olacağı zamanı önceden kestirme olanağı da henüz yoktur. Ancak fay hatları bilinmekte, çalışan faylar üzerinde bir enerji birikimi olacağı, günü gelincede bunun boşalacağı tahmin edilmekte.

Geçtiğimiz hafta Silivri açıklarında 5.8 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiş, zaten beklenen İstanbul depremi nedeniyle büyük korku yaratmıştır. Depremin oluşumunu önleme olanağı yok ama depreme karşı alınacak pek çok önlem var. Korunma önlemleri elimizde. Devletin alacağı önlemler var, kişilerin alacağı önlemler var. Can ve mal yitiğini en aza indirme olanağı var. Örneğin Japonya bizden çok daha hareketli deprem kuşakları üzerinde olmasına karşın, baştan alınan pek çok önlemle yitikleri en aza indirebilmekte.

Türkiye olarak Depreme ne ölçüde hazırız?

17 Ağustos 1999 da yaşadığımız Gölcük Depremi ile nelerin eksik olduğu ortaya çıkmıştı. Aradan yirmi yıl gibi oldukça önemli bir süre geçti, hiç kuşkusuz bu süre içinde pek çok önlem alınabilirdi. Bırakalım gerekli altyapı önlemlerini bütünlüklü olarak almayı, örneğin 2000 yılında Bülent  Ecevit hükümeti (57. Kabine) döneminde konan deprem vergileri, 20 yıl boyunca toplanan bu vergiler ortada yok! Sözde çürük yapılar yıkılıp depreme dayanıklı binalar yapılacaktı. Milyarlarca liranın yerinde yeller esiyor. (AS: Bu tutarın Dolar karşılığının 35 milyar Dolara eriştiği anamuhalefet tarafından ileri sürüldü. Son derece önemli bir kaynaktır bu rakam ve İstanbul’da, 2019 fiyatlarıyla, ortalama 200 bin TL giderle 105 bin, TOKİ eliyle ortalama 100 bin TL maledişle 210 bin dairenin yapılması olanaklıydı. Hatta arsa maliyeti söz konusu olmadığından, bu sayı daha da büyüyebilirdi.. Yaklaşık 250 bin daire, en riskli binalarda yaşayan en az 1 milyon insanın depremde can güvenliğini sağlama demektir.. yapılmamıştır, çok yazık olmuştur ve telafi edilip edilemeyeceği tam bir bilinmezlik içindedir..)

Depremden sonra en önemli sorunlardan biri, açık havada toplanma alanlarıdır. İstanbul’un her yanı bina! Buna karşın yine de önceki iktidar döneminde 477 toplanma yeri belirlenmiş ancak son verilerle elde kalan yalnızca 77 adet toplanma yeridir. Ayrılan 400 toplanma yeri, ranta ve yandaşa kurban gitmiştir. Daha açığı talan edilmiştir AKP’li BŞB yönetimince.. 50’ye yakın deprem toplanma alanının iktidar yandaşlarına peş keş çekildiği savları ortalıkta dolaşıyor. İktidar, inandırıcı bir açıklama yap(a)mıyor. Katarlı EMAAR grubuna ve TÜRGEV’e, toplanma alanlarının verildiği biliniyor. Olası bir depremde halk nerede toplanacak??

Yaşadığımız dönemde Merkez Bankası’nın yedek akçesine (bir tür Ülkemizin kefen parasına!) devasa bütçe açıkları yüzünden el koyarak merkezi yönetim bütçesine aktaran AKP iktidarından daha akılcı br adım beklemek zaten saflık olurdu. (AS: 2019 mali yılında AKP = RTE, Merkez bankasının yaklaşık 40 milyar TL yedek akçesine ek, yaklaşık 40 milyar TL kârına da el koyarak damadın Hazinesine aktardı. Gene de bütçe, öngörülen 82 milyar TL yerine 124 milyar TL, toplamda gerçek olarak 205 milyar TL açık verdi. 770 milyar TL öngörülmüştü bütçe 2019 için 82 milyar TL açıkla.. Bunca muazzam açığa ve toplanan acımasız, on milyarlarca Dolar vergilere karşın ülkenin temel sorunları çözüme niçin kavuşturulamıyor! Kimler hortumluyor ulusal servetimizi, kimler hortumlatıyor!? Sorumlu iktidardır!!)

Son 5.8’lik depremde haberleşme ağı felç oldu. Türk Telekom’u Erdoğan’ın dostu (!) Lübnanlı Hariri ailesine peş keş çekenler, yetmiyormuş gibi, bu haramzede aileye bir de üzerine Türk Bankalarından 2,5 milyar Dolara yakın kredi verdirerek ülkeyi katmerli şekilde soydurunlar, hiç ellerini vicdanına koyup düşünüyor mu acaba? Son deprem gösterdi ki, ülkemizde telekomünikasyon altyapısı yoktur!

İstanbul’un seçilmiş BŞB Başkanı İmamoğlu, deprem kriz masasına çağrılmıyor. Sözün bittiği yerdeyiz. Vatandaş can derdinde, iktidar doymak bilmeyen siyasal ve ekonomik rant derdinde. İktidar, hangi başarı ile sistemin ‘sağlıklı çalıştığını‘ (!) söyleyebiliyor, başarı buysa başarısızlık nasıl olacaktı? Kamuoyu, 20 yıldır deprem vergisine özveriyle katlanıyor. Ne denli para toplandı, bu paralar nerede? Yanıtını bilmiyoruz ve isyan ettirecek biçimde, muhalefetin bu yöndeki sorularına AKP = Tek adam RTE,

  • Bu tür sorulara yanıt verecek zamanımız yok..“ diyebiliyor! Dehşet vericidir!Bu, demokrasilerde bir fiyaskodur, skandaldır ve saatler içinde iktidar istifaya zorlanır kamuoyu tarafından. AKP = Erdoğan, topladığı vergilerin hesabını vermeyip neyin hesabını verecektir? Bu hesap er ya da geç mutlaka sorulacaktır.
    ***
    Deprem ülkemizin ve dünyanın jeolojik bir gerçekliğidir.

    Siyasal rant dağıtarak üstesinden asla gelinemez. Deprem önlemleri amaçlı toplanan vergiler bu amaçla harcanmalıdır.
    Depreme vb. afetlere karşı ulusal birlik, beraberlik ve dayanışma örnekleri sergilenerek, seferberlik mantığı ile bilimsel politikalarla yaklaşmalıyız.

    Demokrasilerde iktidarlar saydam ve hesap verebilir olmak zorundadır.
    Ancak bu yaklaşımlarla can ve mal yitiklerini en aza indirebiliriz.

    (AS: Beklenen İstanbul depremi için sürenin 5-10 yıla indiği uzmanlarca bildiriliyor. İktidar elini çooook çabuk tutmalı ve bilim insanları – kurumları rehberliğinde hızla stratejik afet planları geliştirilerek uygulamaya konmalıdır. Fıtrat , kader  vb. safsata ve zırvalarla halkımız kandırılmamalıdır..)

 

 

 

 

 

 

 

‘Çekiç Güç’ün yarattığı yıkım unutulmasın!

‘Çekiç Güç’ün yarattığı yıkım unutulmasın!

Daver Darende ile ilgili görsel sonucuDaver Darende
Emekli Diplomat-Yazar
Cumhuriyet, 08.10.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’ye karşı içten davranmayan, bölgede PKK/ YPG’yi kendi silahlı gücü gibi kullanan ABD’nin Suriye’deki stratejik hedefi Türkiye’nin stratejik hedefi ile örtüşmemektedir. Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletçiğinin kurulması ABD’nin asla vazgeçemeyeceği hedeflerden biridir. Bir başka hedef ise Irak’ın kuzeyinde ikinci bir İsrail’in kurulmasıdır.

1990’lı yıllarda Türkiye’yi yöneten devlet adamlarımızın uzak görüşlü (!) politikaları sonucu Amerikan ve İngiliz uçaklarından oluşan “Çekiç Güç”ün topraklarımızda konuşlanması yaklaşmakta olan büyük tehlikenin habercisi gibiydi.
Çekiç Güç”ün TBMM tarafından altı ayda bir uzatılmasının, bu gücün Irak’ın fiili olarak bölünmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri olacağını o yıllarda kimse hesaba katmamıştı. Basın ve televizyonlarda “Çekiç Güç” başarı gibi kamuoyumuza sunuluyor, yararlarından övgüyle söz ediliyordu! Oysa “Çekiç Güç” Kuzey Irak’ta oluşan Kürt Federe Devleti’nin, kurulup gelişmesini sağlayan, vurucu bir güç idi. Bu olumsuz gelişme Kürtler açısından Sevr Antlaşması’nın yıllar sonra uygulanması anlamına geliyordu.

Mumcu’dan uyarı
Uğur Mumcu, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan 23 Aralık 1993 tarihli yazısında “Çekiç Güç”ün sakıncalarını ve yaratacağı yıkımı belirtirken şunları yazmıştı:

  • ‘Çekiç Güç’, ülke savunmasının bir bölümünü taşerona vermek anlamına geliyor. Hem bu anlama geliyor hem Irak’ın içişlerine karışma anlamına geliyor. İşlev bunlarla da bitmiyor. ‘Çekiç Güç’ Kuzey Irak’ta oluşan Kürt Federe Devleti’nin kurulup gelişmesini sağlıyor.

Sevr’in gerçekleşmesi
Bu gelişme, Kürtler açısından, Sevr Antlaşması’nın yetmiş üç yıl sonra sorgulanması anlamına geliyor. Aynı oyun yine sahnede. Önce ‘Çevik Güç’ ardından ‘Çekiç Güç’ ABD, Ortadoğu’yu gün geçtikçe egemenliği altına alıyor” (Cumhuriyet, 23 Aralık 1993) Uğur Mumcu’nun günümüz gelişmelerine ışık tutan, gelmekte olan tehlikeyi önceden gören bu sözleri ne acıdır ki o dönemde önemsenmedi.

‘Asıl işgalci Çekiç Güç’
O yıllarda DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit 22 Mart 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan demecinde “Türkiye sınır ötesi harekâta geçtikçe, ‘Türkiye işgal ediyor’ diyorlar. Oysa ‘Çekiç Güç’ün orada bulunması asıl işgal’ değerlendirmelerini yapıyordu. ABD ve Batı destekli “Kürtçülük Akımı”nın bölgeye yerleştirilmek istendiği daha o zaman belli idi. Yakın geçmişte “Çekiç Güç”ün Cudi Dağları’nda PKK’ye savaş malzemesi sağladığını o günlerde basında izlerken içimin sızladığını anımsarım.

‘Çekiç Güç’ köklü bir çıban gibi! Çıbanın başını keskin bir bıçakla kesebilirsiniz ama kökünü çıkaramazsınız. Çıkarmaya kalkıştığınızda nelerle karşılaşacağınız bilinmez.”

Bu sözler dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından 22 Ocak 1993 günü devletin televizyonunda TV-1’de söylenmişti. Günümüzde Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak “güvenli bölge”nin yeni bir “Çekiç Güç” olup olmayacağına ilişkin tartışmaların sürdüğü bu duyarlı dönemde “stratejik müttefik” olarak tanımlanan (!) ABD’nin terör örgütü YPG/ PKK’ye silah yardımını artırarak sağlaması dikkat çekici olduğu ölçüde düşündürücü değil midir?

Hedefler örtüşmüyor!

Türkiye’ye karşı içten davranmayan, bölgede PKK/ YPG’yi kendi silahlı gücü gibi kullanan ABD’nin Suriye’deki stratejik hedefi Türkiye’nin stratejik hedefi ile örtüşmemektedir

  • Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletçiğinin kurulması ABD’nin asla vazgeçemeyeceği hedeflerden biridir.
  • Bir başka hedef ise Irak’ın kuzeyinde ikinci bir İsrail’in kurulmasıdır.

Tüm bu olumsuz gelişmelerden sonra ABD’nin oyalama taktiğinden ve ikili oyunundan kurtulmanın tek yolu Ankara’nın Suriye ile ivedilikle diyalog kurmasıdır.
==================================

Dostlar,

AKP’nin SURİYE OPERASYONU, TIKANAN ERDOĞAN İÇİN ULUSLARARASI KURGU MU?

2011’den bu yana Suriye’nin parçalanması planında ABD-AB’nin yanında BOP Eşbaşkanı olarak yer alan AKP / RTE, ağır diplomatik hataların bedelini on milyarlarca $ yitikle, şehit ve gazilerle, uluslararası saygınlığımızın yitirilmesiyle ve daha pek çok bedelle Türkiye’ye ödetirken, perde arkasında şaşırtan, ürküten, korkutan gelişmeler yaşanıyor.

  • Erdoğan, Esat ile derhal resmen görüşmeli, el sıkışmalı ve işbirliği yapmalı,
    başka hiç bir yolu yok!
     

BM toplantısı için gittiği ABD’de Trump, RTE ile görüşmedi! “Kasım’da gel… ” dedi.
ABD hala stratejik müttefik mi? Erdoğan bir kez daha nafile tur yapacak mı ABD’ye!?

Irak ve Suriye tezkeresi TBMM’de kabul edildi

Irak ve Suriye’ye sınır ötesi operasyon konusunda Cumhurbaşkanı’na verilen iznin bir yıl uzatılmasına ilişkin tezkere, TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Kabul edilen tezkere ile; Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK), Irak ve Suriye’deki terörist ögelerle mücadelesi kapsamında sınır dışında görevlendirilmesi öngörülüyor. Tezkere AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti’nin oyları ile geçti.
Ne yazık ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluşuna yönelik tehditler ciddi boyutlara ulaştı.
En yaşamsal ulusal çıkarlarımız tehlikede. Tehdit ve tehlike bu denli açık ve somut.

ABD Başkanı Trump, dün akşamki Türkiye’ye yönelik twitter iletileri ile ülkemizi tehdit etti ve küçük düşürdü. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidarı, kabul edilemez ve aldatıcı bir tuzağın ve oyalamanın içine sürüklenmiştir. Erdoğan, Kasım’da ABD’ye gitmemelidir.

  • Başta İncirlik, ABD üslerine sınırlamalar getirilmesi seçeneği artık masaya konmalıdır.

HDP Diyarbakır Milletvekili Hişyar Özsoy ise, “Biz bu tezkereye… gönül rahatlığı ile ‘hayır’ diyeceğiz.” dedi. Türkiye’nin 40 yıldır sınır ötesi operasyon yaptığını belirten Özsoy, “Geldiğimiz noktada Kürt sorunu konusunda en kritik dönemi yaşıyoruz” dedi. Türkiye’nin güvenlik kaygılarının “doğru olmadığını” savunan Özsoy, “Kürtlerin Suriye’de Kuzey Irak’takine benzer bir bölgeye sahip olmaları gerçek bir tehdit olarak görülüyor.” dedi.

“Bu sorunlar tezkerelerle çözülmez.” diyen Özsoy, “Bir an önce Suriye’de istikrarlı, demokratik bir rejimin ortaya çıkması gerekiyor. Suriye’de olan bütün ülkelerin oradan zaman içinde çıkması gerekiyor. Suriye ile ilgili masada herkes var ama orada yaşayan halklar yok.” dedi.

CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç ise;

“Bir ülkenin muhatabı başka bir ülke olmalıdır. Bizim muhatabımız terör örgütleri olamaz.. Bize kimse ama kimse ABD de dahil ne yapacağımızı söyleyemez. Ne yapacağımızı yüzyıllara dayanan devlet kültürümüzle, tarihi birikimimizle biz biliriz.” dedi.

“Birlikte çözüm aradığınız ABD lideri dün bilgisayarı başında, tüm dünya nezdinde Türkiye’ye, size ültimatom verdi… Tehdit bile değil. Trump Türkiye’yi aşağıladı. Ben Cumhuriyet çocuğuyum, bu ülkenin evladıyım. Benim ağrıma gidiyor, sizin ağrınıza gitmiyor mu?” diye sordu. Hükümete kimi uyarılarda bulanacaklarını belirten Özkoç, şunları kaydetti:

  • “Bütün görüşmelerde Suriye’de toprak bütünlüğüne duyulan saygıyı tekrarlamalıyız.
    Harekatın amacını, süresini ve öngörülen sonuçlarını açıklamalıyız.
    Suriye, Şam ile Esad ile aracısız konuşmayı başarmalıyız.
  • PKK, IŞİD ve tüm terör örgütlerine karşı sınır güvenliğimiz önemlidir, korumalıyız. Bölge halkının can ve mal güvenliğini garanti etmeliyiz. Adaletli olacağımızı, Türk askerinin adalet dışında bir zulme asla alet olmayacağını bölge halkına iyi anlatmalıyız. Kimseye ayrımcılık yapmayacağımız sözünü vermeliyiz.
  • İç politikada savaştan çıkar sağlayan tutumu bir kenara bırakmalıyız.
  • Çocukların kanı üzerinden siyasal hatalarınızı asla temizlemeye kalkmamalısınız.
  • Yanlış dış politikanız nedeniyle bugüne dek karşı karşıya kaldığımız bir gerçek var; bizim askerlerimiz maalesef orada. Onların can güvenliği ve yaşamı bizim her şeyimizdir.
  • ‘Hayır’ demememizin, evlatlarımız için olduğunu gayet iyi bilin; vatanımız, onurumuz için olduğunu gayet iyi bilin; bölgenin barışı için olduğunu gayet iyi bilin.
  • Biz, vatanın, milletimizin, ordumuzun, bayrağımızın yanında durmaya devam edeceğiz.
  • Siz de artık gerçekleri görün ve emperyalistlerin eş başkanlığını yapmaktan vazgeçin.”

ÖDÜL

ÖDÜL

(Bir Resmin Düşündürdükleri)

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar    

Bir kare fotoğraf, kimi kez dünyanın en güzel değeridir. Kimi kez her şeydir. Kimi kez mutluluğun güzelliğin, barışın, sevginin, aşkın, güzel insan olmanın, güzel duymanın, güzel düşünmenin resmidir. Kimi kez mutluluğun resmidir. Büyük Ozan Nazım’ın, Ressam Abidin Dino’ya Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?  dediği resim olabilir.

CHP Lideri Sayın Kılıçdaroğlu 21.4.2019 günü hain bir güruh tarafından alçakça saldırıya uğramış, linç edilmek istenmişti. Taşlı – sopalı saldırı ile..

Cehalet doruğa ulaşmıştı. Hatta bir kadın, kafası büyüklüğünde taşları Kılıçdaroğlu’nun arabasına atarken, çılgınca ve vahşice bağırıyor, Kılıçdaroğlu’nun içinde olduğu evi işaret ederek “Yakın o evi” diye çığlıklar atıyordu! Elbetteki bu bir vahşetin, linç girişiminin, kışkırtmanın, ilkelliğin, dahası barbarlığın resmiydi. Oysa kendisini de ilkelliğin harmanından çekip alacak, bir güzel insana, böylesine gözü dönmüş saldırıyı, hangi Türkiye düşmanları tetiklemiş ve programlamıştı.

Image result for Çubuk'ta Kılıçdaroğlu'nun arabasına taş atan kadın

Kılıçdaroğlu ve arkadaşlarının başına gelecek kötü bir olayda, ülkenin nasıl bir karmaşaya sürükleneceğini aklı başında herkes bilir. İyi ki de uçurumun kenarından dönüldü.

Beni düşündüren iki kare fotoğraf, birisi; Nefreti, gözü dönmüşlüğü, cehaleti, vahşeti, kini zavallığın, kullanılmışlığın, kışkırtılmışlığın fotoğrafı. Elinde kafası büyüklüğündeki taşla Kılıçdaroğlu’na saldırıyor, Çubuk ilçesinde bir kadının fotoğrafı.

Öbürü dünyanın en masum, en doğal haliyle gözlerinin içi gülen kollarını açmış, topladığı kır çiçeklerini otobüsten elini uzatan Kılıçdaroğlu’na vermek için çırpınıyor. Öbür elinde Mustafa Kemal’in, Ata’sının resmi. Bu da bir köylü kadını, belli ki bir güzel anne. Peşinde yine kollarını açmış gözlerinin içi gülen, koşarken ayakları yerden kesilmiş, sevdiği insanı görmekten çılgına dönmüş iki güzel anne. İşte aşk bu, mutluluk bu, sevgi bu, Türkiye’nin geleceğine umut bu. Eminim ki biz buyuz. Kin, nefret, cehalet değil; bu güzel kare doğal fotoğrafın içtenliği, anlayışı kurtaracak ülkeyi.

Sayın Kılıçdaroğlu o kır çiçeklerini olasılıkla almıştır. Fakat arabasından inip o iki güzel annenin çiçeklerini alıp, sarılıp alınlarından öptü mü bilmiyorum? Yapmadıysa kare eksik kalmıştır bizce.

1974 seçimleriydi. O zamanki CHP Genel Başkanı rahmetli Bülent Ecevit Sungurlu üzerinden Çorum’a geçiyordu, konvoy sevgi gösterilerinden güçlükle ilerliyor, yaşlı bir kadın Sarımbey Köyü yakınlarında Ecevit’e dokunmaya çalışıyor kalabalıktan yetişemiyor, güçlükle bir an elinden tutabiliyor, hepsi o kadar. Sonra Ecevit’e dokunduğu elini dudaklarına götürüp kezlerce öpüyordu. O kareyi anımsadım, elinde kır çiçekleri ile kollarını açıp koşan anneleri görünce.

Kimi kez tek kare bir fotoğraf dünyayı sallayabilir. Öyle de olmuştur. Örneğin çok yakında kıyıya vuran Suriyeli Aylan bebek dünya gündemine oturmuştu. Bodrum’dan Kos’a botla gitmeye çalışan 3 yaşındaki Aylan Kurdi‘nin cansız bedeni dünya gündemini sarsmıştı. Yine İsrail askerlerinin, savunmasız bir Filistinli çocuğu kemiklerini kırarcasına dövmesi, Amerikan askerlerinin Vietnam’da savunmasız bir kadının beynine silah dayayan fotoğrafı…. belleklerimizden çıkmış değil. Atom bombası sonrası, Hiroşima’da çekilen fotoğraflara girmeyeyim. Bu fotoğrafların her biri dünyayı ve insanlığın vicdanını ayağa kaldırmıştı.

Doğal olarak o fotoğraflar içimizi karartmıştı. Ama söz ettiğim bu fotoğraf Muğla’nın Bafa köyünden… Bir insanın bir elinde Atatürk portresi, öbür elinde kır çiçekleri ile ayakları yerden kesilerek umut diye Kılıçdaroğlu’na doğru koşmasından daha anlamlı ve daha masum ne olabilir? İçimize umut ve çoşku veren bu fotoğraf öyle sanıyorum ki, Sayın Kılıçdaroğlu’nun yaşamınınen anlamlı ödülüdür.

Bu ölümsüz kareyi çektiği için fotoğrafçı Ziya Köseoğlu’na teşekkür ediyoruz. Bu kare salt Kılıçdaroğlu’na bir ödül değil, Cumhuriyetseverlere ve Türkiye halkına da bir ödüldür.

Cumhuriyet bilinci köydeki kadınlarımıza dek ulaşmıştır. Yüreğinde kin, içinde nefret, elinde taş olan kötülük simgeleri, ilkel akıllar; çabanız boşuna..

Barış, sevgi, dostluk, insanlık kazanacak.

100 yıllık yalnızlık

100 yıllık yalnızlık

Hüseyin Vodinalı ile ilgili görsel sonucu

Hüseyin Vodinalı
aydinlik.com.tr, 17.12.2018

1918 – 1938 – 1978 – 2018…
19 Aralık gecesi başlayan olaylarla, 1978’de Maraş’ta Cumhuriyet tarihimizin en utanç verici katliamı yaşandı.

Ülkücü kılıklı failler, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganları atan kontrgerilla ve gladyo elemanlarıydı.

  • Alevilere ait 200 ev, 100 işyeri yakıldı, bebekler ve kadınlar dahi öldürüldü.

Bunlar, tıpkı 6-7 Eylül 1955’teki gibi NATO operasyonlarıydı.

Eski Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Pekin’in ifadesine göre, 1959’da Amerikancı askerlerin, Süper NATO elemanı olarak envantere aldığı Fetullah Gülen gibilerinin işiydi.

19-26 Aralık 1978’de resmi rakamlara göre 120 Alevi yurttaşımız katledildi. Resmi olmayan rakamlar ise 500’ü gösteriyordu.

23 yıl süren dava sonucu 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. Katliamda önemli rol oynayan 68 kişiye ise ulaşılamadı. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, olayların kendisini uzun süredir direndiği sıkıyönetim talebine zorlamak için kontrgerilla tarafından çıkarıldığını söyledi. Bu katliam sonrası İstanbul ve Ankara dahil 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi ve 12 Eylül 1980’deki Amerikancı Kenan Evren darbesinin taşları döşendi.

1978’den 40 sene geriye gidelim.

10 KASIM 1938

10 Kasım 1938’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra maalesef ülkemizin başı dertten kurtulmadı.

  • Tek ve en önemli vasiyeti,‘Batı ile ittifak yapmayın ve Sovyetler ile arayı bozmayın’ olan Ata’nın

ölümünden daha 9 ay sonra, onun yerine geçen İsmet İnönü İngiltere ve Fransa ile anlaşmalar yaptı. Evet, belki bu sayede 2. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşının korkunç yıkımını yaşamadık ama sonrasında NATO üyesi olarak Cumhuriyet’in içten içe çürümesini izledik öylece. (AS: NATO üyeliği 1952’de DP – Menderes döneminde yapıldı; İnönü’nün Cumhurbaşkanlığında değil..) Menderes ve Özal başta, NATO hükümetleriyle tüm kazanımları kaybettik. NATO denilen şey Mehmet Akif Ersoy’un ‘Tek Dişi Kalmış Canavar’ diye tanımladığı Batı Emperyalizmi’nden başkaca bir şey değildi.

1938’den 20 yıl önceye saralım filmi.

NİSAN – ARALIK 1918

O aynı emperyalizm, Ekim 1918’de Mondros ile Osmanlı’yı bitirme fermanı imzalarken, Aralık 2018’de Rusya’daki Bolşeviklere karşı savaştaydı. Osmanlı’nın 1915’te Çanakkale’de emperyalizmin planlarını suya gömmesinin ardından Rusya’da devrimin önü açılmış, Bolşevikler Moskova ve Sen Petersburg’u ele geçirmişti. Çar yanlısı Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu nihai zafer için savaşıyordu. Bolşevikler Menşevikler ile Fransız Devrimi’nden sonraki tarihin en büyük devrimini yapmak üzere cephedeydi.

Nisan 1918’de İngiltere ve Japonya, Rusya’nın en doğusundaki Vladivostok’a asker çıkarttı. Amerikalı Tarihçi Dr. Jacques Pauwels’e göre, sadece İngilizler, Azerbaycan da dahil Rusya’ya 40 bin asker göndermişti. Aynı baharda Rusya’nın Kuzey Batısı’ndaki Murmansk’a Amerikalılar 15 bin asker çıkardı.

Fransa, Sırbistan, Yunanistan, Japonya ve Romanya da binlerle ölçülen birlikleri Beyaz Ordu’ya destek olarak gönderdi. Maksat, Çanakkale’de Türklere yenilen Winston Churchill’in bizzat kendi deyimiyle, ‘Komünizm canavarını henüz bebekken beşiğinde boğmaktı’.

Brest Litovsk anlaşmasıyla yenilgiyi kabul eden Almanya da Baltık ülkelerini Bolşeviklere karşı destekliyordu. İlerleyen süreçte Batılı ülkeler daha çok asker ve silah gönderdi ama nafileydi. Tarih baba farklı yöne ilerledi.

Pauwels, Rus halkının muhafazakar kesiminin de sadece Ruslardan oluşan Bolşevikleri, emperyalist Avrupa, Amerika ve Japonya’ya karşı desteklemeye başlaması, Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalistlerin de Bolşeviklere destek vermesi ve Batılı askerlerin ilerleyen aylarda Rusya’da savaşmayı reddetmesi, hatta bazılarının Bolşevik saflarına geçmesiyle Sovyetler’in tarih sahnesine çıktığını yazıyor. Pauwels, Bolşevikleri, Fransız devrimindeki Jakobenlere benzetiyor ve “Rusya Ana”ya onların sahip çıkmasıyla “Bolşevizm’e karşı Haçlı Seferi”nin başarısızlığa uğradığını anlatıyor son yazısında. Tabii aynı Wall Street emperyalizmi, daha sonra da General Franko, Benito Mussolini ve nihayetinde Adolf Hitler’i destekledi SSCB’ye karşı. Ama Bolşevik bebek artık büyümüştü. Ve artık bir yetişkin olan Bolşevik Rusya, Nazi faşizmini dünya üzerinden silmeyi de bilmişti.

ARALIK 2018

ABD emperyalizmi bugün dahi emellerinden vazgeçmiyor. Rusya ve Çin’i açıkça dehdit edip hedef alıyor. Tarih tekerrürden ibaret midir? Yoksa tarih bir devrilerek, bir evrilerek mi ilerler? Bu genellemeyi yapmayı sonraya bırakıyorum ama bugün, yani 16 Aralık 2018’de tarihin yeni bir aşamasında bulunuyoruz.

  • ABD’nin başını çektiği kanlı emperyalist Atlantik sistemi çöküşte.

Rusya ve Çin’in öncülük ettiği Büyük Afro-Avrasya devri hükmünü işletmeye başladı. Türkiye de 2016’da adeta bir Çanakkale zaferi ile NATO’cu FETÖ’cü gladyoyu ezmeyi başardı. (AS: Yazarın bu değerlendirmesini aşırı abartılı hatta gerçeklikten kopuk buluyoruz..) Karşı devrimci bir dönemde bile bunu yaptık. Şimdi ise emperyalizmin Kukla Kürt Devleti yani Büyük İsrail projesine karşı Suriye’de Rusya ile işbirliği yapıyoruz. Biz Fırat’ın Doğusu’na hareketlenirken, Ruslar da ABD korumalı Tanf bölgesine yürüyor.

Rusya Ulusal Savunma Kontrol Merkezi Direktörü General Mikhail Mizintsev, ‘Şeytanın Son kalesi’ ifadesini kullanarak, ABD üssünün bulunduğu bölgede, 6 bin militanın serbest bir şekilde dolaştığını söyleyerek ABD’nin bölgeyi işgal ettiğini iddia etti. Emperyalizme karşı ezilen halkların 100 yıllık yalnızlığı, giderek yerini büyük bir Asya direnişine bırakıyor.

40 yıl önce Maraş’ta olduğu gibi, mazlumu mazluma kırdıran cani NATO sistemi de yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada artık sona eriyor.

Yalnızlık ABD için geçerli bir kavram haline geliyor.

Kaynaklar:
Jacques R. Pauwels https://www.globalresearch.ca/foreign-interventions-in-revolutionary-russia/5662620

Kıbrıs’ta Garantörlüğümüzün Müzakere Edilebileceği Yolundaki Haberlere Tepkiler

Kıbrıs’ta Garantörlüğümüzün Müzakere Edilebileceği Yolundaki Haberlere Tepkiler

Onur ÖYMEN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Basında yer alan bilgilere göre  Yunanistan Dışişleri Bakanı Nicos Kocias yaptığı bir konuşmada “Kıbrıs’ta müzakere masasında artık güvenlik ve garantiler konusu var. Bunu, BM Genel Sekreter’i de İsviçre’deki müzakerelerde kabul etti. Dolayısıyla daha öncekine göre çok daha iyi pozisyondan başlayacağız.” demiş. Geçen yıl İsviçre’nin Crans Montana şehrinde yapılan görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, BM Genel Sekreteri Guterrez, hazırladığı raporda, garantiler sisteminin sürdürülemez olduğu görüşünü dile getirmişti. Türkiye ise daima garantiler konusunun müzakereye açık olmadığını vurgulamıştı. Buna karşılık KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerin Guterrez prensipleri üzerinden sürdürülebileceği yolunda bir açıklama yapması, Türk tarafının garantiler konusunu görüşmeye hazır olduğu izlenimi yaratmış ve bu Türkiye’de tepkiyle karşılanmıştı. 

Nicos Kocias’ın bu kez yaptığı açıklama sanki iki taraf arasında garantilerin görüşülebileceği konusunda bir ön uzlaşmaya varıldığı izlenimi vermektedir. 

Bu konuda Yeniçağ gazetesine verdiğim demeçte özetle şunları söyledim:

Türkiye’nin Londra ve Zürih antlaşmalarından kaynaklanan güvenlik ve garanti hakları müzakere edilemez.Kıbrıs sorununun özünde bu yatıyor. Türkiye, 1974 yılında  Londra ve Zürih antlaşmalarındaki garanti hakkına dayanarak müdahalede bulunmuştur. Garantilerden vazgeçmek demek Kıbrıs’ı Girit gibi teslim etmek demektir. Toprak, garantiler ve oradaki askerlerimizin varlığı, bizim kırmızı çizgilerimizdir. Aksi takdirde Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlayamayız. Umut ediyorum ki, Türkiye bunu kabul etmeyecektir. KKTC Başkanlığının böyle eğilimleri olduğu yolunda basında haberler çıkıyor. Ancak Türkiye’nin böyle bir çizgiyi kabul etmesi son derece sakıncalıdır. Garantilerden vazgeçilmesi Kıbrıs’ın tümüyle teslim edilmesi anlamına gelir. Bu Rumların ve Yunanistan’ın istemiydi ve BM Genel Sekterinin raporunda da garantilerin müzakere edilebileceği yönünde görüşler vardı ve biz ona çok tepki göstermiştik. 

“ Bu yaklaşım kabul edilirse Kıbrıs’tan asker çekilmesi de gündeme gelebilecektir. O zaman da geriye gerçekten fazla bir şey kalmayacaktır. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan yüzbinlerce soydaşımıza karşı tarihi bir sorumluluğu vardır. Kıbrıs harekatını yapan Bülent Ecevit‘e, ayrıca Rauf Denktaş‘a karşı da manevi sorumluluğumuz var. En kötü durumlarında bile devletler kimi temel çıkarlarından fedakarlıkta bulunamazlar. Yunanistan Dışişleri Bakanının sözlerini sanki Türkiye garantiler konusunu müzakere etmeyi kabul etmiş gibi değerlendirmek yanlış olur. Bu olacak şey değildir. Türkiye’nin bunu kabul ettiğine ilişkin bir işaret henüz yoktur. Umarım ki hiç olmaz. Türkiye’nin böyle bir vahim hatayı yapabileceğine ben ihtimal vermek istemiyorum.”

=====================================
Dostlar,

Çooooooooook kritik koşullar içindeyiz.

Türkiye çok ağır bir iç – dış borç bunalımı içinde AKP = Erdoğan’ın mutlak sorumluluğu ile.
Değil Demirel’in 1965’lerde itiraf ettiği “70 Cent’e muhtacız”; “1 Cent’e” muhtaç durumda..

Böylesi zamanlar Batı emperyalizminin özellikle kurguladığı ortamlardır ve olağan koşullarda ileri süremedikleri her türlü  ağır – kabul edilemez istemlerini masaya koyarlar. Büyük olasılıkla, AKP = Erdoğan ile perde gerisinde “dış kredi” karşılığında böylesine kabul edilemez pazarlıklar yapılıyordur ki; durup dururken kamuoyuna bu haberler sızdırılarak hem kamuoyunun tepkisi ölçülüyor hem de alıştırılıyor..

Dolayısıyla, 16 yıldır ülkeyi Batı ve dinci rantiye adına yağma ve talan eden iktidar; şimdi bunun çok ağır bedelini, iktidarda kalma adına, hayal bile edilemeyecek ödünleri vererek ödemek / ülkemize ödetmek isteyebilir.. Bu çok tehlikeli bir durumdur.

  • Hem AKP iktidarı = Erdoğan‘ı bu kumardan – ihanetten kesin olarak kaçınmaya çağırır,
    hem de tüm Türkiye’yi bu bağlamda son derece uyanık olmaya davet ederiz..

Sayın Öymen’in uyarısını bütünüyle paylaşıyor, destekliyor ve kendisine teşekkür ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 22 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

2001 krizi ve seçimler

2001 krizi ve seçimler

Yıldırım Koç

Yıldırım Koç
Aydınlık Gazetesi, 24.4.2018

Türkiye ekonomisi giderek daha da derinleşen bir kriz yaşıyor. Açıklanan milli gelir artış bu krizi yansıtmıyor. İşverenlerin şikayetleri her geçen gün artıyor. Kentlerin en işlek caddelerinde geçmişte büyük hava paraları ödenerek kiralanabilen dükkanlar bugün boş; bir bölümü kiralık, bazıları satılık.

Halkımız son derece sağduyuludur, kısa vadeli çıkarlarını çok iyi bilir, ekonomik sorunlarına öncelikle en risksiz ve en düşük bedelli yollardan çözüm bulmaya çalışır, olağanüstü tedbirlidir, hayal dünyasında yaşamaz, son derece gerçekçidir. Yaşadığı sorunlardan genellikle hükümetleri sorumlu tutar. Bu nedenle de tepkisini seçim sandığına yansıtır. Sorunların artmasına karşın sandık çok gecikirse ve iktidarın zayıfladığı biçiminde bir algı yaygınlaşırsa, kitle eylemleri kendiliğinden gelişir. 1998-2002 krizi sonrasındaki gelişmeler, bu sürecin en somut olarak yaşandığı örneklerden biridir.

KRİZ VE SEÇİMLERE YANSIMASI

Türkiye ekonomisinde çok önemli bir kriz 1998-2002 yıllarında yaşandı. Sabit fiyatlarla GSMH 1998 yılında %3.9 arttı ve 1999’da %6.1 azaldı. 2000 yılındaki %6.3’lük bir artışın ardından, %9.4 küçülme yaşandı. Kişi başına sabit fiyatlarla GSMH ise 1998’de %2.0 artarken, 1999’da %7.8 küçüldü. 2000 yılındaki %4.2 artışın ardından 2001’de %11.0 azalma gerçekleşti. Bu krizin yarattığı sorunlar, bu yıllarda koalisyon hükümetinde yer alan siyasi partilerin oy oranlarını ciddi biçimde düşürdü. Bülent Ecevit 28.5.1999-18.11.2002 döneminde başbakandı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz da devlet bakanı ve başbakan yardımcısıydı.

1999 milletvekili genel seçimlerinde DSP 6.9 milyon (%22.2) oy aldı. Ekonomik kriz sonrasında yapılan 2002 milletvekili genel seçimlerindeki oy sayısı 384 binde (%1.2) kaldı. MHP 1999 milletvekili genel seçimlerinde 5.6 milyon (%18.0) oy aldı. 2002 seçimlerinde 2.6 milyonda (%8.4) kaldı. 1999 milletvekili genel seçimlerinde ANAP 4.1 milyon (%13.2) oy aldı. Oy sayısı kriz sonrasındaki 2002 milletvekili genel seçimlerinde 1.6 milyonda (% 5.1) kaldı.

Ekonomik kriz sürecinde iktidarda koalisyon ortağı olarak bulunan DSP, ANAP ve MHP, 2002 sonundaki milletvekili genel seçimlerinde büyük oy kaybına uğradı. Üç partinin 1999 seçimlerindeki toplam oyu 16.6 milyondu; 2002’de 4.6 milyona indi. Üç partinin toplam oy oranı da %53.4’ten 14.7’ye geriledi. Seçmenler, Türkiye tarihinin en büyük krizlerinden biri olan 1998-2002 ekonomik krizinin faturasını iktidarda bulunan DSP, MHP ve ANAP’a ödettirdi. Ayrıca, Türkiye tarihinin en büyük işçi ve memur eylemleri 1999-2002 döneminde gerçekleşti.

DÖVİZ NASIL ARTMIŞTI?

Günümüzde Türk lirasının hızlı değer kaybı, çeşitli etmenlere bağlı olarak, sürüyor. 2001 yılında Türk lirasının nasıl değer kaybettiği anımsanırsa, başımıza gelebilecekler konusunda bir fikir sahibi olunabilir. Merkez Bankası verilerine göre 1 ABD dolarının TL karşılığı çeşitli tarihlerde şu şekilde gelişti:

22 Şubat 2001 685.4 TL
23 Şubat 2001 957.9 TL
26 Şubat 2001 1073.0 TL
4 Nisan 2001 1232.6 TL
18 Temmuz 2001 1482.6 TL

22 Şubat’ta 685.4 TL olan Dolar, 5 ay sonra 1482.6 TL oldu. Aralık’tan Aralık’a tüketici fiyatları artışı da 2000 yılında %39.0 iken 2001 yılında %68.5 oldu. 2002 yılında ise %29.7 olarak gerçekleşti. AKP Türkiye’yi yönetemiyor. Bakalım Türk lirası, önümüzdeki günlerde 2001 yılındakine benzer hızlı ve büyük çapta bir değer kaybına uğrayacak mı?

TBB; TÜRK-İŞ; HAK-İŞ ve DİSK’ten EMEĞİN HUKUKU KURULTAYI


TBB; TÜRK-İŞ; HAK-İŞ ve DİSK’ten
EMEĞİN HUKUKU KURULTAYI…

Bu önemli toplantıya başarılar dileriz..

– İşveren kesimi toplantıda yok..
– Kamu da..
– Bir de ILO temsili yok.. ILO’nun 3’lü Sacayağı yapısı (Tripartite Structure) yok..

Özellikle ilk 2’si de olsaydı daha bütüncül olurdu kanımızca..
Ancak işveren kesimini TİSK temsil edecekti sanırız ve siyasal kadroları da büyük ölçüde
bu patron sendikası yönlendirdiğinden, kamu adına temsilin pek de anlamı olmayacaktı..
Ama yine de bulunsalar ve hiç olmazsa sorulan sorulara yanıt verselerdi..

Bizim “Hukukun üstünlüğü” retoriğine karnımız tok..
“Emeğin saygılı” olma koşulu ile “Hukukun üstünlüğü” bir anlam kazanır.
Bunun dışında zihinlere kurulan ustaca bir kavramsal tuzaktır.

Sermaye, öncelikle 300 yıl öncesinin ilkel karanlığından kendini kurtarmalı ve insanlığın utancı olan Adam Smith’ten galat “maksimum kâr” sefaletinden kendini kurtarmalıdır.
Çağımızda ancak “makul kâr” kabul edilebilir; günümüz değerleri ile başkaca olanak yoktur.
Emekçi sınıflar, 18. yy. sonları, 19. hatta erken 20. yy. emekçileri bile değillerdir.

Köprülerin altından çooook sular akmıştır..

İlk çağrımız bunadır..

Ardından da ülkemizin taraf olduğu (Anayasa  md 90/son : “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri
esas alınır.”) 
Milletlerarası andlaşmalara tam uyumıudur.

ILO Tavsiye Kararları (Recommendations) bir yana, 189 ILO Sözleşmesinden
salt 57’sine taraf olunmuştur, 53’ü yürürlüktedir ve yer yer önemli çekinceler konmuştur.
Bu kabul edilemez sorun hızla giderilmelidir.

Ayrıca AB’ye üyelik sürecinde (ham hayal!) iç hukuka aktarılan önemli kazanımların da
yaşama geçirilmesi gereklidir.

  • Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin 87 sayılı ILO Sözleşmesi ayaklar altında.. Niçin ??
  • Aynı biçimde, ülkemizin de kabul ederek üstün iç hukuk normu kıldığı İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin 155 Sayılı Sözleşme ve İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin
    161 Sayılı Sözleşmeler..
  • AB Temel Haklar Şartı (Nice, 7 Aralık 2000) 
    http://ek12 utup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/temelhak.pdf
    Madde 27 : İşçilerin işyerinde bilgilenme ve danışma hakkı
    İşçiler veya işçi temsilcileri, Topluluk hukuku ile ulusal hukuk ve uygulamada öngörülen durum ve koşullarda ve makul bir süre içinde, uygun düzeyde bilgilenme ve danışma hakkına
    sahip olmalıdır.
    Madde 28 : Toplu görüşme ve eylem hakkı
    İşçiler, işverenler veya işçi ve işveren örgütleri; Topluluk hukuku ile ulusal hukuk ve uygulamalarla uyumlu olarak, uygun düzeyde görüşme ve toplu sözleşme akdetme hakkına ve uyuşmazlık halinde, çıkarlarını korumak için, grev de dahiltoplu eylem yapma hakkına sahiptir.Ve…. Avrupa Sosyal Şartı (değiştirilmiş şekli) Strasbourg, 3.V.1996
    https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/sosyalsart.pdf
  • 1 Herkes, özgürce edinebildiği bir işle yaşamını sağlama fırsatına sahiptir.
    2 Tüm çalışanların âdil çalışma koşullarına sahip olma hakkı vardır.
    3 Tüm çalışanların güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına sahip olma hakkı vardır.
    4 Tüm çalışanların, kendileri ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli âdil bir ücret alma hakkı vardır.
    5 Tüm çalışanlar ve işverenler ekonomik ve sosyal çıkarlarını korumak amacıyla ulusal
    ve uluslararası kuruluşlar düzeyinde örgütlenme özgürlüğüne sahiptir.
    6 Tüm çalışanlar ve işverenler toplu pazarlık hakkına sahiptir.
Uzatmayalım….Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2014 yılı içinde iş cinayetlerine kurban verilen 1886 emekçinin sayısını neden 300’den çok eksikle 1500’lerde vermektedir?? Niçin?
AKP’li 12,5 yılda en az 15 231 emekçi, Nisan 2015’te en az 130 işçi yaşamını yitirdi.
Yıllık ortalama 1219 cinayet! 2015’in ilk 4 ayı 2014’ten %50 fazla! Niçin?
(İSİG Meclisi, http://www.guvenlicalisma.org, 21.05.2015)

ATA_Ergani'de_Kaza_Kader_Talih_Tesaduf_Arapcadir

Bu insanlık ayıbının hızla sonlandırılmasını sağlayacak bir “EMEĞİN HUKUKU” dışında
bizim için anlamı yoktur yapıp etmelerin..Devlet memurlarının grev hakkını içermeyen
sözde sendika tiyatrosuna son verilmelidir (AY m. 53).
12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile getirilen 1’den çok sendikaya üye olma komedisine de..
İŞ GÜVENCESİ + İNSANCA ÜCRET + SENDİKAL ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ
Emeğe saygılı hukukun olmazsa olmazlarıdır.. Küreselleşerek azgınlaşan sermayenin
bu olmazsa olmazları kolayına vereceğini ummak saflıktır.
Direnişin Küreselleştirilmesi dışında seçenek yoktur..

SONUÇ
OLARAK              :

Temel engel, giderek yabanıllaşan küreselleşmiş kapitalizm ve türevi dayatmalardır.
Bu kabulden sonra, yepyeni bir küresel ahlak kodu kümesi tanımlamak ve yükümlenmek (taahhüt etmek) gerekecektir. Kuşkusuz bu süreç kendiliğinden olmayacaktır. Örn. BM Güvenlik Konseyi’nde ILO, Dünya Ticaret Örgütü vb. kurumların çabasıyla küresel bir
ortak ilke kararı alınabilir mi? Hayalimizdir ve de önerimizdir, denilebilir mi ki;

  • “ILO’nun enaz (asgari) sağlık-güvenlik koşullarında üretilmeyen mal ve hizmetlerin küresel dolanımı, pazarlanması… yasaklanmıştır. Tüm mal-hizmetlerin bu bağlamda örn. CE gibi etiketlenmesi zorunludur..”
    Böylelikle, hastalıklı sistemin ölçüsüz ve kör kâr güdüsünün tetiklediği “enaz maloluş
    (maliyet minimizasyonu) dayatması karşısında TİSG (Temel İş Sağlığı-Güvenliği) hizmetleri maliyeti işverene engel olarak görülmesin ve haksız rekabet bahanesi oluşturmasın.
    Bu ketleyici işveren önyargısı önce etik, sonra da normatif olarak mahkum ve de ıslah edilsin..
    (Saltık, A. Temel İş Sağlığı Hizmetlerinin Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerine Entegrasyonunda Karşılaşılan Güçlükler. 19. Uluslararası  İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi, 11-15 Eylül 2011, İstanbul)

    ISG_Uluslararasi_Konf._sunumumuz_Istanbul

 

 

 

 

“EMEĞİN HUKUKU Kurultayı” na bu bağlamda engin başarılar dileriz..

ASLA UNUTULMASIN                           :

Emek en yüce değerdir..
Emeğe saygı, insan olmanın baş koşuludur..

Bu vesile ile;
274 Sayılı Sendikalar Yasası ile 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Greve ve Lokavt Yasası 
1961 Anayasası‘nın ışığı altında demokratik özgürlükçü kuralları içermekteydi.
Çünkü 1961 Anayasa’sı Dünyanın en özgürlükçü ve aydınlık anayasalarından biriydi.
Böylesi bir Anayasayı ülkemize kazandıran

27 Mayıs Devrimcilerini ve 27 Mayıs 1960 Devrimini,

ilk Çalışma Bakanı rahmetli Bülent Ecevit‘i saygı ile selamlıyoruz.

Yazının tümüne pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız :
EMEGIN_HUKUKU_KURULTAYI_TBB-TURKIS-HAKIS-DISK

Sevgi ve saygı ile.
27 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmnail.com