Etiket arşivi: Bekaa vadisi

Suriye’deki asıl düşman kim?..

Suriye’deki asıl düşman kim?..

Mehmet FARAÇ

Mehmet FARAÇ
farac65@gmail.com, 
YENİÇAĞ, 13 Ekim 2019

“Şah Fırat”, “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı”ndan sonra Türk Ordusu, 4. kez Suriye topraklarında… 2. ve 3. operasyon PKK-IŞİD ve benzeri örgütlere sert bir uyarı niteliğindeydi…

Ancak bu iki örgütten PKK’nın daha organize olması ve coğrafi olarak hedef büyütmesi, Barış Pınarı Harekatı‘nı gündeme getirdi… Peki, terör örgütü tüm çöküşlerine karşın Suriye’de nasıl organize oldu?..

15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’ye baskın düzenleyen, ancak üçüncü ilçeye girmeyi başaramayan PKK, o dönemde Rus yapımı ‘kalaşnikof’larla “halkın silahlı birlikleri” adı altında eylemlere başlamıştı…

Suriye’nin Bekaa Vadisi’nde uzun süre eğitilen ve daha sonra bu ülkeden Irak’a geçerek Doğu sınırındaki ilçelere saldırı başlatan PKK, o dönemde henüz emperyalizmin tam etkisi altına girmemiş, 300-400 kişiden oluşan bir terör grubuydu…

Emperyalist ülkelerin, Doğu ve Güneydoğu ile ilgili planlarının henüz şekillenmediği dönemlerde PKK’dan yansıyan görüntüler yalnızca köy basmak ve katliam yapmak gibi vahşet manzaraları değildi…

PKK, içinde bulunduğu çaresizliği aşmak için bir yandan Güneydoğu’da örgütlenirken, öbür yandan da Avrupa’da insan ve uyuşturucu kaçakçılığıyla güçlenmeye çalışmıştı…

Örgüt yakalanan elemanları üzerinden vahim manzaralar da dışa vuruyordu; açlıktan bitkin düşmüş, kıyafetleri dökülen, silah ve mühimmat açısından yoksul ve çaresiz militan manzaralarıydı bunlar…

Öcalan‘ın yurtdışında yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ve İmralı‘ya hapsedilmesinin ardından, daha önce “Apocular” olarak bilinen örgüt, bir anda hem siyasi, hem ideolojik açıdan, hem de silahlanma bakımından farklı kimliklere bürünerek, Kuzey Irak’taki devinimle birlikte, “Büyük Ortadoğu Projesi“nin nihai planlarından biri haline getirildi…

  • İran-Irak-Suriye ve Türkiye’den parçalar kopartılarak kurulması düşlenen “Büyük Kürdistan” projesinin taarruz gücüne dönüştürülen PKK, 

bölgesel gelişmelerden de yararlanarak “KCK” adını aldı ve bir yandan da Doğu ve Güneydoğu’da sivil yurttaşları örgütleyerek, “intifada” adı altında başkaldırı provalarına girişti… Ve öte yandan PKK, siyasal olarak yerel yönetimler üzerinden de güç kazandı…

Terörü besleyen güç!..

AKP iktidarı döneminde “Barış” iddiası ve “çözüm planı”yla devletle masaya oturacak hale getirilen PKK, yaşanan 4 yıl yıllık tartışmalı “süreç”te yalnızca askeri olarak değil, ekonomik olarak da güçlenirken; Güneydoğu, Orta Doğu ve Avrupa’da iyice palazlandı, bir yandan siyaset gücü, öbür yandan silah tehdidi, medya ve ekonomik yapılanmasıyla birlikte tüm sınır boyunda politik-diplomatik dengeleri değiştirmeye aday bir güç olmaya çalıştı…

“Arap Baharı” safsatası kapsamında darbe alan ülkelerde kendine gelişme alanları bulmaya çalışan örgüt, “çözüm süreci” döneminde yaşanan kimi karanlık saldırıların ardından Oslo görüşmeleri ile başlayan gidişat darbe alınca, bölgesel arayışlarını yoğunlaştırdı…

Yani PKK, yeniden eski konumuna çekildi ve devletle çatışmayı yoğunlaştırdı…

Ancak Irak’taki Kürt yönetiminin Ankara’nın baskısıyla PKK’nın hareket alanını iyice daraltması ve Suriye’de iç savaş kışkırtmacılığının güvenlik açığı yaratması ile birlikte sınırımızın yanıbaşında kendine bağımsız bölgeler oluşturan PKK, Türkiye’nin yoğunlaşan etkisi ve 4  yılda kapsamı genişleyen operasyonlar nedeniyle iyice sarsılmaya başladı…

IŞİD‘i gerekçe göstererek bunlarla savaşacak bir taarruz gücü oluşturmaya çalışan ABD ise kendi askerlerini riske atmak yerine, PKK’nın Suriye kolu YPG üzerinden Kürtleri silahlandırırken, örgüt bu planla “bir taşla iki kuş” vurmayı amaçladı ve Türkiye’ye karşı saldırı planını genişletme yoluna gitti…

Türkiye’nin “Barış Pınarı Harekatı” adı altında Suriye’ye operasyon düzenlemesinin bir nedeni IŞİD’se, asıl nedeni işte PKK’nın bu palazlanma ve coğrafi olarak güçlenme çabalarıdır…

Şimdi hem yazının başına dönelim hem de yaşamsal soruyu soralım:

PKK; 300-400 kişilik bir gruptan 1990’larda 20 bin kişilik bir orduya dönüşürken, Öcalan’ın yakalanması ile birlikte yitirdiği gücünü yeniden nasıl kazandı?..

Ve asıl soru; Suriye’de Barış Pınarı Harekatı’nı yürüten Türk Ordusu’na karşı ağır silahları nasıl edindi PKK?..

Sınırdaki sinsi tehdit!..

Suriye’deki karanlık kaos, yaşamsal soruları hep gündemde tutacak; 1984’te silahlanmış “Apocular” olarak, ellerinde bozuk kalaşnikoflar ve üstleri başları dökülen millitanlarla iki ilçeye baskın düzenleyerek “Kürt devleti” rüyası peşinde koşan PKK‘lılar, 1990’lardan başlayarak 20 bin kişilik bir orduya dönüşme yolunda nasıl ilerleyebildiler?..

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün açıkladığı gibi, son 4 yılda yurt içinde 7500, sınır ötesinde de 8500 militanını yitiren PKK nasıl oldu da TSK’nın sınır ötesi operasyonlarına direnecek askeri yapılanma ve silah-mühimmat gücüne ulaşabildi?..

Bu sorunun yanıtı son aylarda gazetelere yüzlerce kez yansıyan ve ABD’nin YPG’ye binlerce TIR dolusu silah-mühimmat ve araç-gereç gönderdiğine ilişkin fotoğraflar değil yalnızca…

Üzerinde asıl düşünülmesi gereken konu, Türkiye’nin bir yılı aşkın süredir hazırlığını yürüttüğü bir operasyona karşın, örgüt sınır bölgesinde kimden güç ve cesaret alarak ve hangi donanımlarla direnmeye kalkıştı acaba?..

Barış Pınarı Harekatı’nda son 4 günde 400’den çok militanın öldürülmesi örgütün bölgedeki varlığını kanıtlarken, sınır hattında çoğu Türkiye’ye uzanan ve ancak 750 kiloluk bombalarla imha edilebilen tünel ve sığınakların arkasında hangi güç vardı?..

Ve doğal ki, 40 yıl önce bozuk kalaşnikoflarla yola çıkan örgütü ağır makinalı tüfekler, doçkalar, uçaksavarlar, keskin nişancılarla donatan mekanizma hangi iradenin dışavurumu?..

PKK’nın Urfa ve Mardin’de sivilleri de hedef alabilecek donanımdaki silah-mühimmat, araç -gereç- organizasyon yapısı, üstelik TSK operasyonuna karşın militanlarını bölgede tutma gafleti şu soruyu da ısrarla akla getiriyor :

  • Türkiye; Barış Pınarı Harekatı’nda acaba sadece IŞİD ve PKK ile mi savaşıyor?..

Bu sorunun etkili bir yanıtı bulunmadığı sürece, Suriye’deki kaos ne yazık ki Türkiye için tehdit olmayı sürdürecek…

Onur Öymen : Türkiye’deki ve bölgedeki yeni gelişmelerle ilgili düşünceler


Türkiye’deki ve bölgedeki yeni gelişmelerle ilgili düşünceler

Portresi_ATA_ile

 

Onur Öymen

 

 

 

Bölgemizdeki gelişmeler gittikçe daha kaygı verici hale geliyor.
Türk ve dünya kamuoyu IŞİD’in Ayn el Arab’a (Kobani) yönelik saldırıyla ilgilenip orada IŞİD’i durdurmanın yollarını tartışırken, Irak’ın El Anbar eyaletinde IŞİD saldırılarının yoğunlaştığı ve bu eyaletin düşmek üzere olduğu yolunda bilgiler geldi.
Yabancı basında yer alan haberlere göre IŞİD El Anbar eyaletinin Bağdat’a en yakın bölgelerini büyük ölçüde ele geçirdi ve Bağdat havaalanını ateş altına alabilecek mesafeye yaklaştı.

Bölgede’ki El Hit şehrindeki bir Irak askeri üssü de IŞİD’in eline geçti. Eyalet yetkilileri Amerika’nın bölgeye çok acele kara birliği göndermesi çağrısında bulundular.

Bu gelişmelere karşın hiçbir Koalisyon ortağı Irak veya Suriye’de savaşmak üzere
asker göndermeyi kabul etmiyor.

Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier Der Tagesspiegel gazetesine verdiği demeçte şunları söylüyor:

  • “Hiçbir Batılı ülke kara birliklerini Suriye’ye göndermeye hazır değil.
    Hiçbirimiz Suriye’deki insanların acısına duyarsız değiliz.
    Ancak öbür yandan kendi askerlerimizin sorumluluğunu taşıyoruz.
    Genç insanlarımızı, birden çok cephesi olan IŞİD’in,
    Suriye Devlet Başkanı Esad’ın ordularının, onlarca başka milis gücünün çarpıştığı vahşi bir savaşa gönderemeyiz.”

Başka ülkeler kendi askerlerini korumaya böyle özen gösteriyorlar.

Bu arada ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, yaptığı açıklamada Kobani’deki Kürtlerin Türk askerini istemediklerini söyledi. Buna karşın hala Türk askerinin Kobani’ye gönderilmesini yurt içinde ve dışında savunanlar var.

Barzani, Sky News’un Arapça yayınına verdiği demeçte Türkiye’nin kendilerine
silah gönderdiğini ama iç gelişmeler nedeniyle bunun açıklanmamasını istediğini söyledi. Barzani “O zaman Cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyorlardı ve IŞİD’in elinde rehineleri vardı.” dedi. Böylece Hükümetin bölgede çarpışan taraflara hiçbir zaman
silah göndermediği yolundaki sözleri, Barzani tarafından yalanlanmış oldu.
Barzani buna karşın Türkiye’den daha büyük askeri destek beklediklerini”
yani Türkiye’nin yaptıklarını yeterli bulmadığını söyledi.

Türkiye’nin bölgedeki çatışmalara doğrudan veya dolaylı yardımda bulunmasının ülkemize yönelik terör saldırısı riskini artırdığı açıktır.

Dün Gaziantep’te 150 kg C4 patlayıcısı ile 20 intihar saldırısı kemerinin
ele geçirilmesi tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor.

Dün, ABD Dışişleri Bakanlığı da koalisyon tarafından başlatılan hava saldırılarının ardından IŞİD’in misilleme yapma olasılığının arttığını belirterek,
başta Koalisyon ülkeleri olmak üzere tüm dünya ülkelerini uyardı.

Amerika’nın Türkiye’de Türk askerleriyle birlikte Özgür Suriye Ordusu militanlarını eğitip teçhizatlandırma (AS: donatma) kararının bu misilleme riskini daha da artıracağı kuşkusuzdur. Türkiye’nin, eğitip donattığı bütün silahlı kesimlerin karşısındaki güçlerin ve örgütlerin boy hedefi haline geleceği kuşkusuzdur.

  • Türkiye’ye yönelik terör saldırılarının esas kaynağının PKK olduğu unutulmamalıdır.

Son günlerde PKK ile yakın ilişki içindeki kimi siyasal partilerin çağrısı üzerine
sokağa dökülen terör yanlılarının saldırıları sonucunda,

– kimi polis yetkilileri şehit olmuş,
– 30’u aşkın vatandaşımız da öldürülmüştür.
– 212 okul,
– 67 polis karakolu,
– 27 Parti binası ve
– 25 kaymakamlık

yakılmış ve tahrip edilmiştir.

Bu vahim gelişmeler karşısında acaba Türkiye’nin PKK ile mücadele etmek yerine masaya oturarak siyasal bir çözüm bulmaya çalışmasını öneren yabancı ülkeler pişmanlık duymuşlar mıdır? Bunun işareti, yok. Yabancıların beklentisi doğrultusunda bir “barış süreci” başlatanlar veya bu süreci destekleyenler pişman olmuşlar mıdır? Bunun da işareti yok.

Bu son gelişmeler Türkiye için en büyük tehdidin PKK’dan geldiğini bir kez daha göstermiştir. Silah zoruyla Türkiye’ye siyasal çözüm dayatmaya çalışmaktan
vaz geçmeyenlerle ülkemizin geleceğini, anayasal düzenini müzakere etmek doğru bir politika mıdır? Böyle bir müzakereden Türkiye’nin kazançlı çıkması mümkün müdür?

Şimdi yapılması gereken şey; bölgedeki bütün terör örgütleriyle kapsamlı ve
sonuç alıcı bir mücadeleye girişmek için Koalisyona katılan bütün ülkelerin ortak bir strateji belirlemeleridir. Başından beri Esad yönetiminin eleştirilecek, kınanacak
pek çok eylemi olmasına karşın, bölgede yaşanan ürkünç (vahim) gelişmeler ortadayken, Esad yönetimini askeri güç kullanarak devirmeye çalışanları desteklemek bence doğru bir yaklaşım değildir. Aynı biçimde Türkiye’yi, tek başına silahlı bir mücadelenin tarafı durumuna getirmeye çalışmak da doğru değildir.

Unutulmamalıdır ki, Türkiye 1996 yılından sonra izlediği güçlü ve etkili diplomasiyle,
tek bir mermi atmadan, tek bir şehit vermeden Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasını, Bekaa Vadisindeki PKK üslerinin ve eğitim merkezlerinin kapatılmasını sağlamış ve Suriye’yle terörle mücadele konusunda işbirliği anlaşması imzalamıştı.

Bugün yaşadığımız sıkıntılar, bence büyük ölçüde Türkiye’nin aynı derecede güçlü ve etkili bir diplomasiyi Bağdat Hükümetine ve Barzani’ye karşı uygulayamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Komşu bir ülkede esas hedefi silah zoruyla Türkiye’den siyasal ödün sağlamaya çalışmak olan bir terör örgütü varlığını sürdürdükçe, yalnızca bölgedeki başka terör örgütleriyle mücadele Türkiye’yi barış ve huzura kavuşturamaz.

Bütün bu olumsuz gelişmelerin gerisinde Irak’ın Kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını destekleyen ve terörle topyekûn (AS: toptancı) bir mücadeleyi
kabul etmeyen ülkelerin sorumluluğunun ve izledikleri yanlış politikaların payı az değildir.

Türkiye’ye düşen;
bölgedeki bütün ülkelerin egemenliğini ve
– toprak bütünlüğünün korunması için çalışmak olmalıdır.

Saygılar, sevgiler.