Etiket arşivi: Başbakan Erdoğan

Ahmet Hakan : Ey Muammer Güler… Ey Egemen Bağış… Ey Zafer Çağlayan…

Dostlar,

Ahmet Hakan‘dan çoook önemli, yürekli, meydan okuyan bir yazı..
3 AKP’li sabık (istafa etmiş / istifa ettirilmiş) Bakan
Muammer Güler, Egemen Bağış, Zafer Çağlayan…

yanıtınızı bekliyoruz..

Teşekkürler Sn. Ahmet Hakan..

Sevgi ve saygı ile.
13 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Ey Muammer Güler…
Ey Egemen Bağış…
Ey Zafer Çağlayan…

portresi

Ahmet HAKAN

 

 

 

Başbakan Erdoğan’ın yüksek sesli nutuklarının arkasına saklanarak…
– “AK Parti %50 alacak, biz de aklanacağız” diye umarak…
– Susarak, geçiştirerek, topa girmeyerek…
Hükümet/Cemaat savaşının hükümetin galibiyetiyle sonuçlanmasını bekleyerek…
– AK Parti mitinglerindeki kalabalıklara yaslanarak…
– Yargının hükümetin eline geçmesinden yararlanarak…
– Hakkınızdaki iddialarla ilgili kamuoyuna hiçbir açıklama yapmayarak…
Bu işten sıyıramazsınız.
*
– Şeffaflık esassa…
– Hesap verilebilirlik geçerliyse…
– Denetime açıklık söz konusuysa…
Konuşmak zorundasınız. Cevaplamak zorundasınız. Açıklamak zorundasınız.
*
“Belki buradan başlayabilirler” diyerek…
Her biriniz için ayrı ayrı sorular hazırladım.
Buyurunuz:
*
ZAFER ÇAĞLAYAN’A                    : 

Yedi yüz bin liralık saati hediye olarak aldın mı, almadın mı?

Aldıysan bu kadar pahalı bir hediyeyi neye karşılık aldın, almadıysan neden çıkıp da “Almadım” diye ortalığı inletmiyorsun?

Reza’nın uçağıyla umreye gittin mi, gitmedin mi?
Reza’yı nereden tanıyorsun? 29 yaşındaki bu adamdan sana para geldi mi,
geldiyse kaç para geldi? Sütten çıkmış ak kaşıksan neden istifa ettin?
Fezlekende yazılıp çizilenler hakkında ne diyorsun?
Neden “Beni Yüce Divan’da yargılayın da aklanayım” diye meydan okumuyorsun?

*
MUAMMER GÜLER’E    :

Oğlunun kaç evi var? Nasıl oluyor da oğlun trilyona “birkaç kuruş para” diyebiliyor? Oğlun bu kadar parayı hangi yolla kazandı? Reza ile senin ne türden bir işin var? Reza’ya “Sana bir şey yapamazlar, yaparlarsa önüne yatarım” dedin mi,
demedin mi? Hiçbir suçun yoksa neden istifa ettin? Neden hakkındaki iddiaların
doğru olup olmadığının ortaya çıkmasını sağlamak adına “Yüce Divan’da yargılanmak istiyorum” diye meydan okumuyorsun? Fezlekende yazılıp çizilenler konusunda diyeceğin bir şey yok mu?

*
EGEMEN BAĞIŞ’A   :

Reza elinde para dolu olan bir çantayla senin ofisine geliyor, görüntülerle sabit.
Bu iddiayla ilgili olarak neden bir şey demiyorsun? Neden bu korkunç iddiayla hesaplaşmıyorsun? Reza’yı nereden tanıyorsun? Aranızda ne türden bir ilişki var? Reza’nın bir tür “bahşiş dağıtan” olduğu konusunda ne düşünüyorsun?
Neden “Ben rüşvet almadım, şerefliyseniz bu iddianızı ispatlarsınız” diyerek
Yüce Divan’a gitmek istediğini söylemiyorsun? Neden bakanlıktan istifa ettin?
Fezlekeni okudun mu, ne var fezlekende? AB’nin öne sürdüğü
“AB fonlarında usulsüzlük yapıldı” iddiasıyla ilgili olarak ne diyorsun?

Normal / Anormal
HÜKÜMET yargıyı Cemaat’e teslim etmişti.
Bu anormal bir durumdu.
*
17 Aralık’ta (2013) Cemaat yargısının kendisine saldırmasının ardından…
Hükümet, bu anormalliğin farkına varabildi.
*
Peki ne yaptı hükümet?
Anormalliği normale mi çevirdi?
Tarafsız, bağımsız, kimsenin ele geçirmediği bir yargı sistemine geçiş mi yaptı?
Ne gezer!
Yaptığı şu oldu:
“Cemaat yargısı”ndan “hükümet yargısı”na geçiş yapmak.
Kısacası bir anormallikten başka bir anormalliğe savrulmuş oldu.
*
Türkiye’yi, demokrasiyi, hukuku ve özgürlükleri…
Bir anormallikten başka bir anormalliğe geçenler değil, anormallikleri normale döndürmeyi vaat edenler kurtaracaktır.

DÜNYANIN EN ÇOK GEZEN BAŞBAKANI ?!


DÜNYANIN EN ÇOK GEZEN BAŞBAKANI ?!

Her 6 günde 1 gün Yurt dışında…

Ali_Ercan_portresi

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN


Değerli arkadaşlar, 
Başbakan Erdoğan iktidara geldiği günden bu yana, yaklaşık 4 bin gün geçmiş…
(AS: 17 Mart 2003 – 11 Mart 2014; ortalama 365 gün X 11 yıl = 4015 gün!) 
Bu süre içinde  Başbakan toplam 90 ülkeye 293 resmi ziyarette bulunmuş, bunların
30 kadarında eşi Emine Erdoğan’ı da yanında götürmüş olmalı.Resmi ziyaretlerin toplam süresi 610 gün; ancak kimi zincir ziyaretler arasında geçen günlerle birlikte toplam 640 gün yurt dışında kalmış Yani 4 bin günlük mesaisinin 640 gününü (%16’sını), yani her 6 günden 1 günü Yurt dışı gezilerde geçirmiş bulunuyor.
Aşağıdaki haritada Başbakanın ziyaret ettiği ülkeler koyu mavi renkte gösteriliyor; Grönland, Güney Kutbu ve Orta Afrika Ülkeleri dışında 6 Kıta’da gitmediği Ülke kalmamış!

Dosya:Erdogan foreign trips.PNG

Leblebi-çerez parası sayılabilecek 150 bin $ dolayında kişisel Yurt dışı yolluk (harcırah) bedelini katmasak da, Dünyanın çevresini tam 10 kez dolanacak ölçüde uçuş yapan Başbakanın ve yanına aldığı 15-20 kişilik kurulun toplam gezi bedeli kestirimle (tahminen) 30 milyon $ kadardır. 
Şimdi sormak gerekir :
Bu denli giderle, bu denli alâ-yu-valâ ile Dünyayı gezen Başbakan’ın resmi ziyaretleri Türkiye’ye ne kazandırdı dersiniz?
  • Türkiye’nin imajını mı iyileştirdi, kredisini mi artırdı?
  • Komşularımızla ilişkilerimiz mi iyileşti?
  • Türk Dünyası ile bağlarımız daha mı güçlendi?
  • Sözü geçen bir Ülke mi olduk, ne olduk?
“Ülke pazarlandı”… Ancak bu “pazarlama süreci” de aslında yaşam kaynaklarımızı (topraklar, sular, ormanlar, madenler, limanlar, fabrikalar, bankalar…) “özelleştirme” adı altında ucuz (AS: haraç mezat, ölü fiyatına!) fiyata(komisyon karşılığı) yabancılara satmaktan başka bir şey değildi maalesef.
(AS : Komisyon = rüşvet!)
 
Bilimde, sanatta, teknolojide, sporda elle tutulur hiçbir ilerleme yok.
Aksine, son 12 yılda Dünya gelişmişlik (HDI) sıralamasında 4 basamak daha geriye gittik, 135 Ülke arasında 92. sıraya düştük. 
Türkiye yine yeterince üretemeyen, yaşam kaynaklarını ipotek ederek, satarak, borçlanarak yaşayan, Ulus bilincinden gittikçe uzaklaşan, kültürel çözülme ve çürüyüş sürecine girmiş, küresel Uygarlığa katkısı olmayan sıradan insanlar Ülkesi olmaya doğru evriliyor.
Kaygılarımla. æ

Son 12 yılda Türkiye’yi temsilen Dünyanın tanıdığı yüzler; 
Türkiye Başbakanı ve Eşi
__________________________________
*  “Çok yaşayan değil, çok gezen bilir” diye bir Atasözümüz var ya,
RTE bilgi, görgü eksikliğini bu şekilde Dünyayı gezerek gidermek istemiş olabilir;
ancak Başbakan olmadan önce bitmeliydi bu gezi merakı. æ 

MÜTHİŞ FIKRA

MÜTHİŞ FIKRA

Başbakan Erdoğan, dış destek aramak için İngiltere’yi ziyarete gitmiş.
Ziyareti sırasında Kraliçe tarafından çay içmeye davet edilen Erdoğan,
Kraliçeye kendi liderlik felsefesinin ne olduğunu sormuş.
Kraliçe de “çevremi akıllı insanlarla doldurmak” yanıtını vermiş.

Erdoğan bunun üzerine Kraliçeye çevresindeki insanların
akıllı olup olmadıklarını nasıl ayırt ettiğini sormuş.

Kraliçe, “Onlara doğru soruları sorarak ayırt ediyorum.”
diye yanıtlamış ve “İzin verin göstereyim..” demiş.

Kraliçe hemen Tony Blair‘i aramış ve
Sayın Başbakan, lütfen bu soruya yanıt verin..

Annenizin bir çocuğu var, babanızın bir çocuğu var ve bu çocuk sizin ne kız ne de erkek kardeşiniz. Kimdir bu? diye sormuş.

Tony Blair : “Bu benim, majesteleri” diye yanıtlamış.

Kraliçe:
– “Doğru.Teşekkürler, iyi çalışmalar Mr. Blair..” demiş ve Erdoğan’a dönerek:
– “Gördünüz mü Sayın Erdoğan?”

– “Evet majesteleri, çok teşekkür ederim, bu metodunuzu kesinlikle
kullanacağım..” diyerek oradan ayrılmış.

Yurda dönüşünde hemen Bülent Arınç‘ı yanına çağıran Erdoğan,

– “Bülent abi, sana soracağım bir soruyu cevaplamanı istiyorum..” demiş.

Arınç, “Tabii efendim, nedir?

Erdoğan:

– “Annenin bir çocuğu var, babanın bir çocuğu var ve bu çocuk senin ne kız ne de
erkek kardeşin. Kimdir bu?

Arınç, sağa bakmış, sola bakmış, düşünmüş taşınmış ve en sonunda:

Efendim bunu biraz düşünüp sonra size yanıt versem??” demiş.

Erdoğan kabul etmiş ve Arınç oradan ayrılmış, zaman yitirmeden
Bakanlar Kurulunu toplantıya çağırmış, saatlerce bu soru üzerinde
düşünmüşler, ama kimse bir yanıt bulamamış.

En sonunda Bülent Arınç, Kemal Derviş‘i aramış ve durumu açıkladıktan sonra:

Annenizin bir çocuğu var, babanızın bir çocuğu var
ve bu çocuk sizin ne kız ne de erkek kardeşiniz. Kimdir bu?

Derviş:

– “Bunda bilemeyecek ne var, tabii ki benim!” diye yanıtlamış.

Yanıtı alan Arınç hemen Tayyip’i arayarak:

Yanıtı buldum efendim, kim olduğunu biliyorum, Sayın Kemal Derviş.” demiş.

Tayyip büyük bir düş kırıklığıyla yanıt vermiş:

Yanlış yanıt Bülent Abi, doğru yanıt Tony Blair idi.”

Rifat Serdaroğlu: Şebekeci Şebekler


Şebekeci Şebekler

rifatserdaroglu

Rifat Serdaroğlu

Rahmetli babam Ecz. Kemal Serdaroğlu, 27 Mayıs 1960‘ta DP Milletvekili olarak önce idama sonra müebbet hapse çarptırılmıştı. 54 yıl öncesi Cezaevlerinde
“Kader Mahkûmu” denilen kişiler bulunurdu.
Siyasal mahkûm olarak yalnızca Demokrat Partililer vardı. Babam, Kayseri Cezaevindeki 8 aylık hücre cezasını hiç rapor almadan kesintisiz olarak, rahmetli
Celal Bayar ile tamamladıktan sonra, çok sayıda cezaevine “Sürgün” olarak gönderilmişti.

Tabii ki, sürgün cezası yalnızca babama özgü değildi.
Biz de aile olarak O’nun arkasından cezaevi turlarına katılıyorduk!
Rahmetli Serdaroğlu ağa adamdı, varlıklı ve yardımsever biriydi. Gittiği cezaevini boyatır, tamir ettirir, temizletir, yoksul mahkûmları meslek sahibi yapacak işleri,
kendi cebinden para harcar ve kurdururdu. Bergama Cezaevinde çorap imalathanesi, İzmir Buca Cezaevinde marangoz atölyesi, tiyatro ve saz (Bağlama) kursu bunlardan kimileri idi.

Serdaroğlu, gönderildiği cezaevinde böylelikle sevgi ve saygıya dayalı egemenlik kurar ve oranın ağası olurdu. Tam rahat edeceği zaman, haydi İstanbul Toptaşı Cezaevine sürgün. Bizim nasibimize de İstanbul yolları düşerdi!

Bu yüzden rahmetli babamın cezaevi kültürü ve mahkûm dostları çok fazla idi.
5,5 yıl sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, dostları O’nu hiç yalnız bırakmadılar.
İzninizle O’nun bir anısını sizlerle paylaşmak isterim :

Bir gün, Türkiye’nin en ünlü yankesicisi İzmir Buca Cezaevine düşer.
Adamı, Serdaroğlu’nun yanına getirirler ve tanıtırlar. Babam, doğru mu diye sorar! Adam, “benim soyamayacağım adam yok” der.
Serdaroğlu, cüzdanını pantolonunun arka cebine koyar ve “madem öyle, cüzdanımı çal bakalım” der. İkisi birbirine doğru yürüyecek ve adam Serdaroğlu’na çarpacak ve
o arada cüzdanını alacaktır.
Yürürler, adam Serdaroğlu’na çarpar. Serdaroğlu gülerek cebinden cüzdanını çıkarır ve “ne oldu” diye sorar. Adam, hiç istifini bozmadan elini cebine atar ve Serdaroğlu’nun kolunda taşıdığı saati çıkarır, gösterir ve “dikkatinizi cüzdanınıza vermiştiniz,
ama ben saatinizi çaldım. Başka bir gün cüzdanınızı da çalarım.” der.

2014 yılında, hırsızlar ve hırsızlık şekilleri çok değişti!
Psikopat-Caca-Yankesici- Kaptı Kaçtıcı- Cepçi-Tırnakçı-At Hırsızı- Askıcı-Gömmeci-Otocu-Dümenci- Kutucu- Gemicikçi- Saatçı- Fenerci- Vakıfçı-Kasaların Efendisi-
Büyük Abi (Hırsız Tayfasının başındaki)- Baron (En Tepedeki Hırsız) ve Muslukçu gibi hırsızlığın mesleki çeşitliliklerine, Şebekeci Şebekler denilen “Siyasal Nüfuz” kullanan hırsızlar katıldı!..

En nefret edilen hırsızlık çeşitleri Muslukçuluk ve Şebekeci Şebeklerdir.

Muslukçu;

Camide abdest alanların ceketlerindeki paraları ve geceleri camilerin musluklarını çalar. İbadetini yapmaya gidenleri ve ibadethaneleri soyan hırsız, bir gün o soyduğu caminin musalla taşına yatacağını düşünmez bile…

Şebekeci Şebekler;

Bunları ilk bakışta tanımak çok zordur. Ağızlarından Allah’ı, Peygamberi, Dini, Kitabı düşürmezler. Kendilerini Müslüman olarak tanıtırlar. Yanınıza yanaşırlar, ağır adam pozlarında “sıkıntıya düşmüş Müslümanlar” için yardım isterler.
Örneğin Bosna’da Müslüman katliamı mı var. Bu şebekler, derhal Avrupa’daki camilere üşüşürler. “Aman yetişin, Müslüman kardeşlerimiz zorda, para-mal neyiniz varsa verin” derler. Tsunami mi oldu, Filistin’de, Pakistan’da karışıklık mı oldu,
bizim Şebekeci Şebekler hop, orada. Topladıkları paraların çok az bir kısmını oralara büyük bir reklam kampanyası ile gönderirler.

Paranın ana bölümünü Türkiye’deki Baronlarına gönderirler. Baronları bu paralar ile televizyon-gazete kurar, siyasete girer ve yargının enselediği adamlarını korur.
Bunların çevresinde namuslu insan bulmak çok zordur, ailece – sülalece şebeke olarak çalışırlar.

Kendileri, karıları, çocukları, dünürleri, yakın adamları hep birlikte çalarlar.
Şebeke içinde “Kıdem” çok önemlidir. Hırsızlar Baronu tarafından konulan racon kesindir. Herkesin ne denli çalacağı bellidir. Haddini aşıp çok çalan, derhal dışlanır.

Örneğin Bakansa unakıtanlaştırılır, pardon yani unutturulur.

Bunların en önemli gücü “Ar Damarlarının çatlaması ve utanma duygularının bitmesidir. Yellenir gibi yalan söylerler.”

Hırsızların Baronuna;

  • “Be insan evladı, bak oğlunun banka hesabı bu. Bu hesaba birileri
    100 milyon $ yatırmış, aha bu da banka hesap numarası.
    Senin oğlun hırsız mı?” 

diye sorsanız, derhal ya inkâr eder, ya da duymazdan gelir. Bağırmaya, suç bastırmaya başlar;

“Bizi çekemediler, bize tuzak kurdular. Bizim veremeyeceğimiz hesabımız yoktur.
Biz ancak Allah’a hesap veririz. İşte kutu, pardon sandık. Sandıkta hesaplaşalım”
diye mağduru oynamaya yatar…

Şebekeci Şebekler, Muslukçulardan farklı olarak camilerden musluk çalmazlar.
Camilerdeki insanların duygularını sömürerek, onları dolandırırlar.

Allah’a hamdolsun bizde böyle yöneticiler yok. Bizimkiler Ak, karda leke var bizimkilerde yok.

Başbakan Erdoğan, rahmetli babacığı ve anacığından kalan milyarlarca dolarlık servetini helal yoldan artırmış ve yabancı basına göre dünyanın en varlıklı siyasetçileri arasına girerek, göğsümüzü kabartmıştır.

Başbakanımızın her biri birer dahi olan bebişleri de çalıştılar, çabaladılar ve harama
el uzatmadan Türkiye’nin en varsıl (zengin) bebişleri arasına girdiler, vakıflar kurdular, üniversite kurdular ve onlar da bir yerlerimizi kabarttılar.

Yalnızca onlar mı? Kardeşler, Dünürler, Kayınçolar, Enişteler, Akrabalar da
bizleri kabarta-kabarta hamur kabartma tozuna çevirdiler!…

Eğer 30 Mart 2014 seçimlerinde AKP, Aziz ve Necip Türk Milletinden vize alırsa,
“Jet Fadıl” namlı namus ehlini Ekonomiden Sorumlu Bakan,
kutuların efendisi Halkbank Genel Müdürünü de, Merkez Bankası Başkanı yapıp, kabartmadık yerimizi bırakmayacaklar…

Haydi, ya Allah, Bismillah, durmak yok yola, yolmaya devam…

Not; İçinde emekli maaşım olan cüzdanım çalınmıştır.
Bu kadar mı düştünüz yahu! Kim çaldı lan cüzdanımı?

Sağlık ve başarı dileklerimle.
19 Şubat 2014

Rıfat Serdaroğlu: KOF BUNLAR KOF


Dostlar
,

Deneyimli, yurtsever ve yürekli eski Sağlık Bakanlarından Sn. Serdaroğlu
gene çok değerli bir makale kaleme almış..  Yazının tümü çok öğretici, düşündürücü.
Fakat son paragraf hepsinden daha önemli, vurucu..

  • Ellerindeki “SEÇSİS” denen oy kaydırmaya elverir bir sistemle,
    önümüzdeki seçimlerde de, Türk Milletinin oylarını çalarlar mı, çalmazlar mı?

Türkiye bu soruna mut – la – ka çözüm bulmalı..

R.T. Erdoğan kasıla kasıla, her yolsuzluğa karşı konuyu saptırıp sorulara
yanıt vermezken, neden hep sandığı adresliyor??

Salt mezarlıkta ıslık çalma olmasa gerek.. Ya da zaman kazanma..

1. 250 bin sandıkta tüm namuslu vatan evlatlarını sandık görevlisi olmaya,

2. 4 gözle, başından sonuna tüm dikkatiyle seçim sürecinin aşamalarını baştan son ana dek izlemeye, oy torbalarını ilçe seçim kurullarına teslim etmeye

3. Sandık sayım tutanağının ıslak imzalı bir örneğini alarak kendi partisine güvenle iletmeye

4. YSK’yı sandıklarda, oyların tesliminde ve sayım – dökümünde kamera kayıtları almaya

5. Parmak boyasının mutlaka gene getirilmesine…..

Veeee, YSK’yı da (Yüksek Seçim Kurulu) tüm sandıkların oy dökümlerini ve bunların toplamlarını web sitesinde tüm saydamlığı ile yayımlamaya çağırıyoruz..

Başka yol yok..

Tersi ise Türkiye’yi cehenneme çevirir; kimse bu süreçte yanlış yapmamalı..

Not : Daha fazla bilgi için https://www.facebook.com/TemizSecimPlatformu
sitesini ziyaret edelim..

Sevgi ve saygı ile.
7.1.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

===============================

KOF BUNLAR KOF!

portresi_gulen

 


Rıfat Serdaroğlu

 

 

AKP ve Cemaat ikilisi “Ruh İkizidirler”birbirlerinden hiç farkları yoktur.

  • Yalnızca çıkar paylaşımı için birbirleriyle kavga ederler.

Onun ötesinde Cumhuriyet’e – Demokrasi’ye – Atatürk’e – Lâikliğe – Çağdaşlığa
bakış açıları milimi milimine hep aynıdır.

Bunların en önemli özellikleri, kendilerini olduklarından daha güçlü- daha çok –
daha bilgili olarak gösterebilmelidir.

Kendilerini bunlar kadar iyi pazarlayanı dünyada bulamazsınız.
En iyi reklamcı bunların yanında çırak kalır.

Erdoğan’a bakarsanız oyu %52’den aşağı inmez.
Cemaate bakarsanız, milyonlarca müridimiz var, derler.
Al birini, vur ötekine…

Bugün size, bunların gerçek güçleri hakkında “Doğru Rakamlar” vereceğim.

Vereceğim rakamlar, AKP’nin kendi araştırma şirketlerine yaptırdığı
Kime oy verirsiniz”anketinden çıkan sonuç olan AKP= % 52 rakamı gibi
şişirme değildir.

Rakamları vermeden evvel, doğrudan yaşadığım bir olayı aktarmak isterim :

Bundan 15 gün önce bir yakınımızın ölümü üzerine kardeşim ile Adana’ya gittik.

Sun Ekspres İzmir – Adana arasında doğrudan uçuyor.
Uçağa bindik, hostesten gazete istedim,
 “Biraz sonra dağıtacağız..” dedi.
Bekledik. Biraz sonra hostes kucağındaki bir tomar gazeteyi dağıtmaya başladı.
Bana, Çalık Grubunun gazetelerinden AKP yayın organı gibi çalışan
İzmir Yeni-Asır Gazetesini verdi.

“Başka bir gazete yok mu?” dedim, hostes
“Bu gazeteyi ücretsiz veriyorlar, dağıtıyoruz. Başka gazete yok.”
 diye yanıt verdi.

Adana’ya indik, havaalanı önünden bir taksiye bindik, koltuk cebinde 4-5 tane gazete var.
Aldım, Sabah Gazetesi çıktı. Baktım hepsi Sabah!
Şoföre “Niçin aynı gazeteden 4-5 tane alıyorsun, değişik gazete alsana?..”
diye sorunca, hostesle aynı yanıtı verdi;

Efendim, sabahları havaalanı önündeki taksilere bedava dağıtıyorlar,
bu yüzden alıyoruz…”

AKP’nin ve Cemaatin Gazetelerinin çoğu böyle bedava dağıtılıyor.
Değirmenin suyu nereden geliyor diye merak ediyorsanız,

“Ayakkabı Kutularının” kerametini araştırmanızı öneririz.

Gelelim bunların güçlerine;

1) Başbakan Erdoğan, Cumartesi günü bazı köşe yazarları ile toplantı yaptı.
Çağırdıkları hep kendi adamlarıydı. Dolmabahçe Sarayında Sabah – Star – Türkiye –
Yeni Şafak – Milliyet – Vatan – Akşam – Yeni Akit Gazetelerinin her birinden 3-5 kişi vardı.
Örneğin, Star Gazetesinden 11 kişi varken, günlük 400 bin satan Sözcü Gazetesinden
1 kişi bile yoktu.

Fakat öyle bir yaygara kopartıldı ki, işin gerçeğini bilmeyen, tüm Türk Basınının
ve yabancı basın-yayın organlarının orada olduğunu zannederdi!

İşin en garip yanı ise, Erdoğan tarafından kovalanan – aşağılanan televizyonların
canlı yayın için kendilerini parçalarcasına yaptıkları çalışma idi!
Anlaşılan “
Deveyi diken, medyayı öpen makbuldür” deyişi bunlar için söylenmiş.

“Türk Diye Bir Irk Yoktur” diyen ince sesli AKP Yöneticisi sepet vardı ya,
işte o toplantıdan sonra AKP adına televizyonlara açıklama yapıyordu!

Tayyip Gazetelerinin günlük satış rakamı “Çoğunu bedava” dağıtmalarına karşın,
ancak 1 milyon 200 bin kadardır.

Bir günde Türkiye’deki gazetelerin toplam satışı 5 milyon 300 bin dolayındadır.
Yani AKP tüm iktidar gücüne, Devlet Dairelerine emirle verilmesine, maliye – vergi – polis baskısına, benzin istasyonlarında, taksilerde bedelsiz dağıtılmasına karşın toplam tirajın “
YÜZDE YİRMİSİNE” bile ulaşamıyor!…

Sizce AKP’nin yandaş gazetelerine bile ilgi göstermeyen Türk Milleti,
niçin AKP’ye oy versin?

Bunlar için boşuna “Kof bunlar kof!” demiyoruz.

  • Bunların gücü ancak oğullarını Türk Adaletinden kaçırıp,
    birini İngiltere’ye öbürünü Gürcistan’a göndermeye yeter!

2) Cemaat, Fethullah Gülen’in yaşamını konu alan “Eşrefpaşalı” diye bir sinema filmi yaptırdı.

Cemaat tüm Türkiye’de ilan-reklam kampanyası başlattı.
Cemaat mensupları her yerde ücretsiz otobüslerle sinemalara taşındılar.
Tanıtım için harcanan milyonlarca lira ve bedelsiz taşımaya karşın Türkiye’de filmi
450 bin dolayında kişi izledi.

Bu film ile aynı sezonda gösterime giren “Recep İvedik 2″ filmini ise 4 milyon 500 bin kişi izledi!

Tüm çabalara karşın Cemaatin gücü, Recep İvedik’in ancak “% 10’una” ulaşabilmişti.

Bunlar için boşuna “Kof Bunlar Kof” demiyoruz.
Bunların gücü, CIA’nın kucağında oturup, masum insanlara iftira atmaya,
tuzak kurmaya yeter…

Türk Milletine bir soru soralım ve yazıyı bitirelim           :

*Bosna-Afganistan-Myanmar-Gazze-Deniz Feneri Davalarında, gariban Müslümanların sadaka paralarını dolandırıp
– paraları metresleriyle yiyenler,
– ayakkabı kutularında milyonlarca dolar dövizi saklayanlar,
yatak odalarına 7-8 kasa ve para sayma makinası sığdıranlar,
– çocuklarını gemi filosu sahibi, medya patronu yapmaktan utanmayan hırsızlar,

  • Ellerindeki SEÇSİS” denen oy kaydırmaya elverir bir sistemle,
    önümüzdeki seçimlerde de, Türk Milletinin oylarını çalarlar mı, çalmazlar mı?

Hüsnü Mahalli : ÖZERK PYD


ÖZERK PYD

Özerk PYD

Hüsnü Mahalli

hmahalli@hotmail.com

“PKK’nın Suriye Kolu” olarak tanımlanan PYD; birlikte hareket ettiği Kürt, Arap ve Süryani gruplarla, Suriye’nin ‘Kürt Bölgesi’nde geçici bir yönetim ilan etti. Klasik olarak, ilk tepki Ankara’dan geldi. Oysa Irak’ta Kürtlerin federal bölgesi ile her türlü işbirliğine girişen ve onun hatırı için Türkiye’nin tüm kırmızı çizgilerinden vazgeçen Ankara,
her nedense Suriyeli Kürtlerin özerkliğine çok kızdı.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu PYD’yi ‘ikircikli tutum takınmak’la suçladı ve
“Biz Suriye’de hiçbir etnik ya da mezhepsel bir grubun karşısında değiliz. PYD’nin yaptığı en büyük hata; denetimi altındaki bölgelerde bulunan öbür Kürt muhalifleri ezmeleri, diğer Kürtlere karşı  büyük baskı uygulamaları oldu.” dedi.

Çok ilginç…

1- ‘Suriye Krizi’nin başlangıcından bu yana, Başbakan Erdoğan ile birçok hükümet ve AKP yetkilisi Esad’ın Aleviliğine vurgu yaparak, O’na karşı ‘cihad’ ilan eden
tüm radikal Sünni gruplara sınırsız destek verdi. Bu da yetmedi, Ankara ‘Alevi’ Esad’a destek verdiği gerekçesiyle; ‘Şii’ Maliki, İran ve Hizbullah’a da yüklendi.

2- Ankara; ‘Sünni’ ama Kürt PYD’ye karşı savaşan ve Kürt bölgesini ele geçirmek isteyen ‘Arap’ ve Sünni Nusra, El Kaide ve ÖSO militanlarına her türlü yardımı yaptı. PYD lideri Müslim bu militanların sürekli Türkiye sınırından sızdıklarını söylüyor.

3- PYD’nin önünü kesemeyen Ankara, bu kez PYD lideri Müslüm’ü Ankara’ya çağırarak, kendi yanına çekmeye çalıştı. Üç kez Türkiye’de konuk edilen Müslim’e, Ankara
“Esad’a karşı ayaklan!..” dedi ama O bunu yapmadı. Yapmayınca, Ankara O’na
çok kızdı ve Suriye’nin Kürt Bölgesi ile olan sınırını kuşatma altına aldı. Hatta duvar örmeye başladı. Bununla da yetinmeyen Ankara, stratejik müttefiki Barzani’den aynı şeyi yapmasını istedi, O da bunu kabul etti. Yani 1995’te olduğu gibi, Ankara ile Barzani
bir kez daha PKK’ya karşı aynı cephede. Yani bir kez daha, Ankara ile Barzani
Bağdat’a karşı. Hem de Erdoğan’ın Maliki ile barışma yollarını aradığı bir sırada…

Bakalım, Davutoğlu’nun Türkiye’ye davet ettiği Maliki, hafta sonundaki
Erdoğan’ın Barzani ile Diyarbakır  buluşmasına ne diyecek ya da nasıl bakacak? Bakalım BDP, PYD’yi sıkıştırmaya çalışan Ankara’nın Barzani ile birlikte yeni hamlesine nasıl yaklaşacak. Hem de ‘Irak Kürdistanı’nda Barzani’ye karşı tepkilerin giderek artığı, buna karşın PKK’nın Türkiye, Suriye, İran hatta Iraklı genç Kürtler arasında prestij ve gücünün sürekli yükseldiği bir dönemde. Yükseldiği için de Barzani, Erbil’deki Ulusal Kürt Konferansı’nı sürekli  erteleyip duruyor.

Anlayacağınız, tüm bölge politikalarında olduğu gibi, AKP’nin Kürt politikasında da bir yığın çelişki var. Örneğin; PKK ile barış sürecini sürdürmeye çalışan hükümet, PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’ye savaş ilan ediyor ve bunu PKK ve Öcalan’ı kıskanan Barzani ile yapıyor. AKP Barzani’nin desteğini garantileyebilmek için Bağdat ile savaşında Erbil’e arka çıkıyor. Oysa “Kerkük benimdir” diyen Maliki değil, Barzani’dir. Anlaşılan, Türkmenlerin geleceği bile AKP’nin ilgisini çekmiyor.
Oysa Kerkük’te, Barzani’nin elindekinden çok daha fazla petrol ve doğalgaz var!

  • AKP; Barzani ile ilgili tüm hesaplarında yanıldığını çok yakında görecektir.

Çünkü, Iraklı Kürtler yalnızca Barzani demek değildir. Talabani’nin hastalığından dolayı, göreceli olarak sorun yaşayan KYB, Irak ve Kürdistan denkleminde çok önemli bir faktördür. Üstelik, bu aralar KYB’liler Barzani’den ve onun KDP’sinden
hiç hoşlanmıyorlar. Barzani’den hoşlanmayanlar arasında İran da var.
Erbil’deki İslamcı parti ve örgütler ise şimdilik ikili oynuyor; bir yandan Barzani ve AKP’ye yanaşıyor, öbür yandan PYD’ye karşı savaşan Nusra ve Kaide’ye militan gönderiyor.

Denklem çok bilinmeyenli ve bir o kadar karışık.

  • AKP bu denklemi asla çözemeyecektir.
  • Çünkü AKP bu coğrafyanın gerçeklerini bilmiyor ya da bildiklerini yanlış anlıyor.
  • Yanlış anladığı için de hep yanlış yapıyor.
  • Mısır ve Suriye’de olduğu gibi!

Erdoğan; Hüseyin ve Yezid


Erdoğan, Hüseyin ve Yezid

Erdoğan, Hüseyin ve Yezid

Necdet Saraç
necdet.sarac@yurtgazetesi.com.tr
13 Kasım 2013

Küfrün ve yalanın serbest, protestonun ve gerçeğin yasak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Adana Valisi küfür ediyor, Başbakan korumaya alıyor, protesto eden 9 kişi ise
para cezasına çarptırılıyor. Doğru söyleyen, protesto eden ise bir kez daha marjinal oluyor. Vali; görevden alınacağına, Başbakan tarafından “Yedirmeyiz!..” edebiyatı ile korumaya alınıyor, halka küfür de böylece meşrulaştırılıyor!

Başbakan bununla da yetinmiyor, iki gündür ‘Yezid ve Hüseyin’ edebiyatı yapıyor. Üstelik bunu Muharrem Ayı’nda yapıyor. Hem de bunu, Alevilere ait Ankara’daki Hüseyin Gazi Dergahı’nı ele geçirmeye çalışan bir vakfın ‘oruç açma’ davetinde yapıyor. Sonra bu konuşmayı, grup konuşmasına dek daha da abartarak taşıyor…

Başbakan Erdoğan’ı dinleyince “El insaf!..” demek bile anlamsızlaşıyor.
“Çağın Yezidleri çağın Hüseyinlerini katlediyor. Biz hiçbir zaman Yezidlerin yanında durmadık Hüseyinlerin yanında durduk.” diyen Başbakan, Suriye’de El Nusra’yı destekleyenlerin, onları silahlandıranların kim olduğunu unutturduğunu zannediyor.

2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nda, katillerin avukatlığını yapanlardan birçoğunun,
hem de isim isim; AKP kurucusu, milletvekili ve yöneticisi olduğu bilinmesine rağmen, “Hüzünleri, kederleri birlikte yaşadık. Yakın tarihte yaşanmış Dersim, Çorum, Kahramanmaraş, Gazi Mahallesi gibi acı hadiseler bizim bin yıllık kardeşliğimizi bozamaz. Yezidin izindeki nifak odakları bizim aramızı açamaz.” diyebiliyor.

Aşık Veysel’e atıfta bulunuyor, O’ndan dörtlükler okuyor; Hüseyin’i sahipleniyor, akrabalarında kaç kişinin Hasan ve Hüseyin varsa onları sıralıyor, torununa Ali ismini koyacağını açıklıyor. Bütün referansları, neredeyse Alevilere ait.

Erdoğan’ın güdeme getirdiği bütün bu açıklamalar için siyasal birçok neden ardı ardına sıralanabilir ama asıl neden; Başbakan Erdoğan’ın Sünni İslam’da kullanabileceği referansın azlığından kaynaklanıyor. Erdoğan’ın asıl referansları olacak Sünni coğrafyası oldukça kurak. Vereceği bütün örnekler defolu. Ecdatta ciddi bir sıkıntı var! Bu sıkıntı Hz. Muhamed’in Gadir Hum’daki Veda Hutbesi’nin yok sayılmasından başlıyor; Muaviye’ye, oradan da Osmanlı’ya ve Sivas’a dek uzanıyor.

  • Yani Erdoğan’ın Hüseyin gibi, Aşık Veysel gibi Alevi referansları,
    yalnızca Alevilerin gönlünü alma çabasıyla sınırlı değil, çaresizliğinden.

Koca İslam tarihinde Kerbela’daki Hüseyin figürü gibi başka benzer bir figür yok.
Tıpkı, Şeyh Bedreddin gibi… Hacı Bektaş, Yunus Emre, Pir Sultan gibi…
Aşık Veysel, Aşık Mahsuni ve Neşet Ertaş gibi…

Alevi coğrafyası edebiyatta, şiirde, felsefede çok zengin.

Yezid’e de, babası Muaviye’ye de sahip çıkmanın hiçbir olanağı kalmadığı için;
son iki yıldır açıktan mezhepçilik yapan hükümet, Başbakan’ından Dışişleri Bakanı’na birdenbire Hüseyinci kesiliyor. İnançsal kimliğinin de açık etkisiyle,
CHP’nin Irak ve Suriye ziyaretleri nedeniyle Kılıçdaroğlu’na demediğini bırakmayan Davutoğlu, Kerbela’da Hazreti Hüseyin’in türbesini ziyarete ediyor ve
yüzü kızarmadan, Hüseyin övgüsü yapıyor ve Şiilere selam duruyor.

Oysa; hakla, haksızlıkla mücadeleyle Hüseyin ismi tesadüfen bütünleşmemiştir… Muaviye ve O’nun oğlu Yezid döneminde kurumsallaşan İslam Devleti,
aynı zamanda biatı da Sünni İslam’da sıkı bir geleneğe dönüştürdü. Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra zorla Halife olan Muaviye, 661’den 680’e dek halifelik yaptı. Ölmeden bir yıl önce de, 679’da oğlu Yezid’i halife ilan etti ve Hüseyin başta olmak üzere herkesin oğluna biat etmesini istedi. Hüseyin’in ağabeyi Hasan, Muaviye’ye
biat etmiş, Hüseyin ise ne baba Muaviye’ye, ne oğul Yezid’e biat etmişti. Hüseyin,
en yakınındaki ağabeyi Hasan’da da gördüğü gibi, biat etmesinin gurursuz ve aşağılanmış bir yaşam olduğunu biliyordu. Üstelik, Hasan’ın biatı Muaviye’yi daha da güçlendirmiş, iktidarını kurumsallaştırmıştır. Hüseyin bu yüzden, ölümü pahasına da olsa, biat yerine haksızlığa karşı mücadele ve direnişi seçmiştir.

8 Ekim 680’de Kerbela’da katledilmesinin asıl nedeni de budur.

Bu yüzden de, Alevi dünyası bile Hasan isminden daha çok Hüseyin’i öne çıkarır.
Yezid ismine bugün ‘en sıkı Müslümanlar’ bile sahip çıkamazken, ismi haksızlığa karşı mücadele etmeyle bütünleşen Hüseyin’in 1400 yıldır unutulmamasının ve herkesin
sahip çıkmaya çalışmasının nedeni de budur. Aleviler belki de bu yüzden
Yezid’lerle aralarına kalın bir duvar örmek için her fırsatta

  • “Ali çoktur ama Şah-ı Merdan bulunmaz” derler.

TÜRBAN OLAYINA ATATÜRK NASIL BAKIYORDU?

Dostlar,

Değerli yazar Mehmet Ali Güller, 3 yıl önce 18.10 2010’da ODATV’de yazdığı makalede, saygı duyulacak bir derinlikle gelişmeleri öngörmüş.. Okuyalım..

  • AKP, apaçık görülüyor ki, canhıraş biçimde 30 Mart 2014 yerel seçimlerine hazırlanmakta.. Ateş bacayı sarmış..

Sadakta oklar tükendi gibi.. En esaslı “ok” lardan biri daha, 11 yıl saklanıp sömürüldükten ve dinci rantı sonuna dek devşirildikten sonra sonunda kullanılmak zorunda kalındı..

Ne yapılırsa yapılsın, tarihsel dönüşümler, pozitif bilimlerin kesinliğine yakın yasalara bağlıdırlar.. Güçler yükselir, bir süre ider ve inişe geçer..

AKP intihar etmektedir.

AKP kendi topuğuna sıkmıştır.. Şaşkın ve zavallı bir tablo içindedir..

İzmir’de dün açılan İktisat Kongresi sırasında Marmaray‘daki arızayı “el frenini” çekenlere bağlayan Başbakan Erdoğan‘ın acınacak durumunu izleyiniz; göreceksiniz.. Beden dili apaçık, “bana inanmayın, yalan söylüyorum..” diye haykırmaktaydı..

Quo vadis AKP – RTE, quo vadis??

Sevgi ve saygı ile.
31.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

TÜRBAN OLAYINA ATATÜRK NASIL BAKIYORDU?

Kadinlar_ve_Ataturk


Mehmet Ali Güller

Odatv.com, 18.10.2010

Usta gazeteci Rahmi Turan, Atatürk’ün
21 Mart 1923 tarihinde, Konya Hilaliahmer (Kızılay) Kadınlar Şubesi’nde söylediklerini anımsatmış okurlarına:

 

  • “Muhterem hanımlar! Memleketimizin bazı yerlerinde giyim tarzımız, kıyafetimiz, bizim olmaktan çıkmıştır. Kadınlarımızın giyim tarzı ve örtünmesinde şu iki şekil görünüyor: Ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren kıyafet veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile giyilmeyecek kadar açık bir giyim… Bunun her ikisi de yanlış!” (Hürriyet, 18 Ekim 2010)

Atatürk, 87 yıl öncesinden öngörmüş bugünleri… Sistem kadını tek bir noktada birleşen iki ayrı uca yöneltiyor: Ya türbana ve çarşafa, ya da göbeğini açmaya…

TÜRBANI ÇÖZME YARIŞI

2006 yılında hukuken kapanan türban konusu, CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu’nun halkoylaması mitingleri sırasında “türbanı biz çözeriz” sözleriyle yeniden önümüze geldi. Kılıçdaroğlu, ardından “cemaatlere saygılıyız” ve
laiklik tehlikede değil” diyerek izleyeceği politikanın köşelerini de belirledi. <
(Akşam, 21-22 Eylül 2010)

CHP’nin bu sürpriz çıkışı, AKP’nin geri planda tutmak zorunda kaldığı en önemli silahını
yeniden cepheye sürmesine olanak yarattı.

TÜRBAN ÖNCE ÜNİVERSİTEYE

Fırsat bu fırsat diyen YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, üniversite rektörlüklerine
“kız öğrencilerin türbanlı olsa bile derslere girebilmesinin önünü açan” bir yazı yazdı. AKP hükümetinin yarattığı korku toplumunun sonucu olarak, yasal olmayan bu talebe, üniversiteler büyük oranda sessiz kaldı ve türban uygulaması başladı!
Rektörler, konuya itiraz etmeyeceğini açıklayan ana muhalefet liderinden daha ileri gitmeye nasıl cesaret edebilirdi ki zaten!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “YÖK’ün bu yazısını durdurmak amacı ile herhangi bir şekilde hukuksal yollar da dahil bir girişimde bulunulmayacağını” söylüyordu. (Hürriyet, 6 Ekim 2010)

AKP’nin elini güçlendiren en önemli dayanak, CHP’nin kamuoyuna yansıyan yeni rapor taslağıydı. CHP’nin türbanı “bireysel hak ve özgürlükler” kapsamında ele alması, AKP’nin türbanı hem çarşafa çevirmesine hem de üniversitelerin ardından tüm kamuya sokmasına dayanak oluşturacaktı!

Üstelik raporun mimarlarından CHP’li Sencer Ayata, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a akıl danışmıştı: “Sencer Bey, benim çok eski arkadaşımdır. Uzun yıllar beraber öğretim üyeliği yaptık. Bu, bir rapor değil, bilgi notu kabilindedir. O’nun üzerinde çalıştığını söyledi. Henüz bitmiş bir şey değil. Ne yapılabileceğini konuştuk. Bize ‘başörtülü öğrenciler için ne yapılabilir?’ diye sordular. Madem partiler bu konuda anlaşacak,
bize bir güvence gerekir. Yeter ki problem çözülsün.” (Vatan, 12 Ekim 2010)

“TÜRBAN KAMUDA SERBEST OLSUN”

AKP, yandaş medyayı da harekete geçirerek, zaferi taçlandırmak için sondaj çalışmasına başladı hemen. El birliği ile “türban kamuda da serbest olsun” kampanyası başlatıldı!

CHP’ye rağmen tepki gösterenlere ise YÖK Başkanı Özcan güvence veriyordu:
Garanti ediyorum, başörtüsüz öğrenciler baskı görmeyecek”. (Vatan, 12 Ekim 2010)

Menderes ve Özal’dan sonraki Müslüman Cumhurbaşkanı” sıfatıyla seçilen
Abdullah Gül, bu fırsattan yararlanarak 8 yıllık uygulamayı iptal ettiğini ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için tek tip resepsiyona geçtiklerini, konuklarını eşi
Hayrünnisa hanımla birlikte karşılayacağını müjdeliyordu. (Hürriyet, 12 Ekim 2010).
Gül’ün “türbanlı resepsiyon” kararını, Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’e de bildirdiği belirtiliyordu.

Türban konusunda üniversitelerin ardından ilk kurumsal adımı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti TGC attı. TGC, daha önce reddettiği tesettürlü bir gazetecinin üyeliğini
bu sefer kabul ediyordu. (gazeteciler.com, 13 Ekim 2010)

LAİKLİK ÖNCE BOŞALTILACAK SONRA KALDIRILACAK

Ve sahneye TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu çıkıyor ve
“Türkiye laiklik ilkesini yeniden yorumlamalı” diyordu. (Hürriyet, 13 Ekim 2010). CHP’nin rapor taslağını fırsat bilen Kuzu, “örneğin başörtüsü meselesi laiklikle değil bireysel özgürlüklerle ilgilidir” diyerek yeni anayasanın birey haklarına odaklanması gerektiğini vurguluyordu.

Bundan sonra, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının nasıl şekilleneceğinin işaretini ise
Başbakan Erdoğan veriyordu. Kızılcahamam’da bir köfteciye uğrayan Başbakan,
köftecinin çocuklarına “Namaz kılıyor musunuz?” diye soruyordu. “Evet” yanıtı alan Erdoğan, namaz kılan çocukları, oyuncakla ödüllendiriyordu! (Milliyet, 17 Ekim 2010)

TÜRBANIN HEDEFİ TBMM

Öte yandan “Türban kamuya da girsin” kampanyasının bir haftada büyük yol aldığını
ve merkezi kurumların sessiz kaldığını gören Erdoğan artık meydan okuyordu:
“Türbanlı her yere girebilir”. (Cumhuriyet, 17 Ekim 2010)

Erdoğan, AKP Kurucular Kurulu üyesi Fatma Ünsal’ın “Kadınlar, başörtüsüyle Meclis’e giremiyor. 8 yıl geçti” sözlerini de “her şeyin bir zamanı var” diye yanıtlıyordu.
(Hürriyet, 18 Ekim 2010)

TÜRBAN ARAÇTIR

Türban, aslında kadınlarımızın bir sorunu değildir. Türban, bireysel bir özgürlük de değildir. Tam tersine kadınlarımızı esaret altına almanın aracıdır.

– Türbanın Kuran’da yeri olmadığı,
– Kuran’ın örtülmesini emrettiği bölgenin kadının saçlarının olmadığı

gerçeği, dindar yurttaşlarımızla dincileri birbirinden ayıran önemli bir ölçüttür.

Çünkü dindar bilmektedir ki,

  • Kuran kadından sadece “farj” bölgelerini “hımar” ile örtmesini emretmiştir.

İşte bu yüzden, kadınlarımızı türbana sokup, onları araç olarak kullananlar,
yavaş yavaş dudaklarına sürdükleri rujlara, gözlerine çektikleri sürmelere itiraz etmeye başlamışlardır! Bu konuda rahatsızlık oluşmaya başladığını bazı türbanlı kadın yazarlar da dile getirmeye başlamıştır.

LAİKLİK, DİNİN DÜNYA İŞLERİNDEN AYRILMASIDIR

Yazımıza, Rahmi Turan’ın anımsattığı Atatürk’ün konuyla ilgili sözleriyle başlamıştık,
yine Atatürk’le bitirelim :

  • Yeni CHP”nin türbanı “bireysel hak ve özgürlükler” kapsamında ele alması, aslında Atatürk sonrası CHP’sinin, laiklik ilkesinin anlamını değiştirmesiyle başlattığı sürecin bir sonucudur. Atatürk’ün devrimci CHP’si ile İnönü’nün tutuculaşan CHP’si arasındaki en önemli farklardan biri laiklik ilkesiydi.

Atatürk, laikliği “dün ve dünya işlerinin ayrılması” diye tanımlarken, yıllar sonra CHP
bu tanımı “din ve devlet işlerinin ayrılması” şeklinde değiştiriyordu.

Dini dünya işlerinden değil de, sadece devlet işlerinden ayrı tutunca”,
1948 yılından başlayarak günümüze kadar uzanan, “imam hatip okulu açmak, kuran kursu açmak, cemaatlere hoşgörülü olmak, sonra da saygılı olmak, türbanı üniversiteye sokmak” gibi uygulamalar bireysel haklara giriyordu!

  • Devlet TBMM’ydi, Çankaya’ydı… Üniversite değildi!

Bu anlayışın Türkiye Cumhuriyeti’ni getirdiği yer ortada.

  • CHP köklerine dönmeli ve Atatürk’ün 6 ilkesine sıkı sıkıya sarılmalıdır.

Çünkü Türkiye uçuruma yuvarlanmaktadır. 

 

AKP ÇİZMEYİ AŞTI; LAİK – ÜNİTER DEMOKRATİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEĞİL DİKTATÖRLÜK YIKILACAK


AKP ÇİZMEYİ AŞTI; LAİK – ÜNİTER DEMOKRATİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEĞİL DİKTATÖRLÜK YIKILACAK!


Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı sözde “demokratikleşme paketi” çerçevesinde devlet memuru kadınların türban ve benzeri dini kıyafetlerle görev yapabilmelerine olanak tanıyan düzenlemeler ile milyonlarca ilkokul öğrencisine her sabah ders saati başlamadan önce okutulan Andımızı yasaklayan düzenlemeler yürürlüğe girdi.
Söz konusu sorumsuz düzenlemelere göre, laik devlet fiilen askıya alınarak
devletin başına türban, bedenine çarşaf sarılmış ve yine “Türk” ulusu kavramı AKP eliyle utanılması gereken bir aidiyet olgusu olarak ilan edilmiştir.

Hep ifade ettiğimiz gibi, soyut bir varlık olan devlet, kamu görevlisinin bedeninde
ete kemiğe bürünerek cisimleşir ve görünür hale gelir. Laik devlet sisteminde hedef, devletin hükümranlığı altında bulunan yurttaşlarının tamamının inançlarına eşit uzaklıkta konumlanmasını sağlamak olduğu için kamu görevlisinin görüntüsü ve davranışları devletin tarafsızlık iddiasını tartışılır hale getirmemelidir. Bu nedenle, laik devlet modelinde devlet aygıtını cisimleştiren kamu görevlisi, görevi başında aidiyet hissettiği bir inanç grubuna vurgu yapamaz. Zira, inancını görünümüyle dışa vuran kişinin
eliyle sunulan kamu hizmetini, farklı bir inanca sahip yurttaş, taraflı bulabilir.
Çağdaş devletlerin tamamında laikliğin devlet yapılanmasının temelini oluşturması ve bu nedenle bu ülkelerin tamamında kamu görevlilerinin inançlarını ön plana çıkaran
kılık ve kıyafetle hizmet sunmalarının yasak olmasının nedeni budur.

Gelinen aşamada AKP, yargıyı hükümranlığı altına almasının verdiği rahatlıkla yıllardır her türlü manüplasyon ve gayriahlaki tasarruflarla yıkmak için uğraş verdiği laik devlet modelini askıya alarak çizmeyi aştı. Din istismarcısı siyasal anlayış bu topraklarda asla kalıcı olmayacak. Bu kabul edilemez cüretin, karanlığın aydınlığa açtığı savaşın finali olduğunu sananlar yanıldıklarını yaşayarak görecekler.

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaçağ karanlığına teslim olmasına
    asla izin vermeyeceğiz.

Laik devleti askıya alan AKP ve yandaşları, bu sorumsuzluluğun sonuçlarını göğüsleyemeyecek.

AKP’nin eş zamanlı olarak ilkokullarda öğrencilerimize dersler başlamadan önce “Andımız”ı okutma uygulamasını kaldırmasını da kınıyoruz.

Mustafa Kemal Atatürk‘ün mayasını kardığı, laik, demokratik, üniter Türkiye Cumhuriyeti projesini yok etmeye, AKP ve yandaşlarının gücü yetmez.

– Kezlerce okullarımızdaki Atatürk köşelerini kaldırmaya cüret eden,
– Atatürk’ü ve kurucu değerlerimizi kitaplardan söküp atan AKP’nin,
– Büyük Önderimizin en büyük eseri olan laik ve demokratik devlet çatısı altında mayasını kardığı ve devletle vatandaşlık bağının ifadesi olan “Türk” ulusu kavramını barındırdığı için andımızı kaldırması,

bugüne dek ulusal bütünlüğümüze yönelen en ağır saldırıdır.

İşin en acı tarafı, kamu vicdanını derinden yaralayan bu kabul edilemez saldırının devleti yöneten kadrolar eliyle yapılmış olmasıdır. Türk ulusunun kalbinin dokunulmaz bir köşesinde yaşattığı, eşsiz devlet adamı, büyük kurtarıcı Atatürk’e ve devrimlerine yönelen bu büyük ihanet amacına ulaşamayacaktır.

Eğitim-İş, her zaman ve her koşulda demokrasiye, çağdaşlığa, laik ve üniter yapıya, ulusal birlik ve beraberliğimize, Mustafa Kemal Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine ve ülkesine sahip çıkacaktır. Hep söylediğimiz gibi, bu ilke ve anlayış Eğitim-İş’in varoluş nedenidir. Eğitim-İş’li öğretmenler, Sendikamızın temel değerleri ve aldığı kararlar doğrultusunda, çağdaş bir öğretmene yakışan
kılık ve kıyafetlerle görevlerini ifa etmeye devam edecekler, ulus bilincimizi güçlendiren “Andımız”ı öğrencilerimize kararlılıkla öğreteceklerdir.

  • Sendikamız bu bilinçle, sorumsuz girişimlere karşı gereken hukuki ve fiili mücadeleyi verecek, “Andımız”ın kaldırılmasını ve kamuda türban özgürlüğü getiren yönetmelik değişikliğini yargıya taşıyacaktır.

EĞİTİM – İŞ MERKEZ YÖNETİM KURULU

http://www.egitimis.org.tr/haber-arsiv/.Ul2v9lCxa80

Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

 

  • Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, TBB (Türkiye Barolar Birliği) Başkanı seçildiğinden bu yana, son birkaç aydır, tam anlamıyla, oturduğu koltuğun
hakkını vermekte..

Bir hukuk profesörü olarak (Ceza Hukuku uzmanı) hepimizin hukukunu
yüksek sesle ve cesaretle savunmakta..

Söylemlerinde ölçülü ve ağırbaşlı ama net ve kararlı tutumunu sürdürmekte.

Amaç toplumu germek elbette değili üzüm yemek..

O’nun son derece yerinde saptama ve önerilerine ülkemizin çok gereksinimi var..
Özellikle de iktidar partisi AKP yöneticileri, milletvekilleri ve Başbakan Erdoğan‘ın danışmanları ile doğrudan kendisi..

İzmir ziyaretinde yine ciddi uyarıları var :

  • Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

Reçete ise yalın :

  • Laiklik ve Atatürk ulusalcılığı..

Batı uygarlığı’nın kaynağı – temeli olan LAİKLİK – SEKÜLER DEVLET VE YAŞAM DÜZENİ yüzlerce yıldır dönüşümsüz, kesin ve net olarak yürürlükte..

Atatürk Ulusalcılığı ise, Atatürk’ün tanımı ve çağrısı ile özde

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına TÜRK MİLLETİ denir.”
    ilkesine dayalı.

Kurucusu George Washington‘un adını ülkenin başkentine veren, paralarının üzerine basan ABD, yeryüzünün en büyük ve en güçlü ulus devleti değil mi?

Şu tümceye itiraz edilebilir mi??

  • “ABD’yi kuran Amerika halkına AMERİKAN MİLLETİ denir.”

Eeee??


Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================

Türkiye dincilik ve bölücülük tehdidinde!

 (http://www.barobirlik.org.tr/YaziliBasin2424.tbb, 17.9.16)