Etiket arşivi: Atatürkçü Düşünce Derneği

TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILA KOŞUYOR

Dostlar,

Cumhuriyetimizin 99. yılında, Almanya Hildesheim ADD Başkanı sayın Fatma Anders ile bir sanal konferansımız oldu 29 Ekim 2022 günü. Türkiye ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Merkezi de youtube kanalı üzerinden eşzamanlı olarak konuşmamızı yayınladı.

Türkiye saati le 21:00 – 22:00 arasında yaptığımız irdelemede,

  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILA KOŞUYOR..
    başlıklı temayı işledik.

İlginç biçimde, o akşam İstanbul Sarıyer’de, Boğaz’da bir lokantada sınıf yemeğimiz vardı!
1971 yılında bitirdiğimiz Van Atatürk Lisesi 6 Fen A sınıfı arkadaşlarımız, 51 yıl sonra ilk kez bir araya gelmiştik. Arkadaşlarımızdan izin isteyerek, lokantada küçücük bir odacıkta zor koşullarda sanal konferansımızı gerçekleştirdik.

İzlemek için lütfen tıklayınız..  https://youtu.be/Dtq-8V3wakc

Büyük devrimci Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ile dava ve silah arkadaşlarının görkemli ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti, insanlık tarihine örnek biçimde ilk 100 yılını tamamladı, tamamlayacak.

Hiç kuşku yok inişli – çıkışlı yıllar oldu bu yüz yıla varan tarihsel serüvende.. Mustafa Kemal Paşa 1923-38 arasında Cumhuriyet’e kol kanat gerdi kurucu ve ilk Cumhurbaşkanı olarak. Ardından 1938-50 arasında, O’nun en yakın yoldaşı İsmet İnönü sürdürdü aynı kritik görevi 2. Cumhurbaşkanı olarak ve ülkemiz 14 Mayıs 1950’de çok partili siyasal yaşama geçti; kurucu parti CHP, iktidarı kendi içinden çıkan DP’ye devretti.

3 Kasım 2002’de AKP iktidar oldu ve 20 yıldır tek başına ülkemizi idare etmekte. Bu uzun 2 onyılda açıkça saptamak gerekir ki, Cumhuriyetimiz ciddi biçimde başkalaştırıldı. Erdoğan hükümetleri giderek artan bir ivmelenme ile Cumhuriyet’imizin temel değerlerine savaş açtılar.

AKP = RTE açıkça Saltanatçı – hilafetçi – dinci – sermaye yanlısı ve
Batı uydusu politikaları tüm ülkeye dayattı.

15 Temmuz 2016‘da ABD maşası FETÖ eliyle girişilen silahlı darbe, önceden haber alındığı halde bastırılmadı ve sergilenmesine izin verilerek sonrası için gerekçe yapıldı. Erdoğan açıkça, “Bu darbe girişimi bize Allah’ın bir lütfudur..” diyebildi! 5 gün sonra OHAL ilan edildi ve Cumhurbaşkanı OHAL Kararnameleri ile Türkiye Cumhuriyeti son derece köklü bir yozlaştırma operasyonuna sokuldu..

2. kez Anayasa değiştirildi halkoylaması ile ve 16 Nisan 2017 halkoylamasında apaçık hile yapılarak 2,5 milyona yakın mühürsüz oy kullandırılarak oylama kıl payı “kazanılmış” oldu!

Bu sivil darbenin ardından 9 Temmuz 2018’de Erdoğan adeta “tahta çıktı” !

Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi Türk Milleti, bu devredilemez ve vazgeçilmez hakkını adeta TEK ADAM Erdoğan’a bıraktı. RTE, padişahlar ölçüsünde hatta yer yer daha “güçlü” post-modern bir patrimonyal sultan oldu! 3 ana Erk’i (Yasama/Yürütme/Yargı) güdümüne soktu.

Türkiye genel seçim eğik düzleminde. Her bakımdan son derece ağır sorunlarla kuşatılmış durumda. Yolsuzluklar, yasaklar ve yoksulluk ülkemizi kasıp kavurmakta. Siyasal islamcı AKP = RTE iktidarı, bir türlü açıkla(ya)madığı 2023 hedefleri peşinde. En geç Haziran 2023’te genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri birlikte, aynı gün yapılacak; çok kritik çoook!

  • Geldiğimiz yerde Türkiye’nin en büyük sorunu, tehdidi AKP = RTE iktidarıdır!
  • Yaşanan sorunların hemen tümü bu parti / kişi politikalarının türevidir ve
    Atlantik ötesi ile tartışmasız eşgüdüm içindedir.

En ivedi ve yaşamsal sorun, bu partiden ve TEK ADAM rejiminden ilk
genel seçimde mutlaka ama mutlaka kurtulmaktır. AKP = RTE, Türkiye ve
bölge – dünya için kritik bir istikrar ve güvenlik sorunu durumuna gelmiştir.

Cumhuriyetimizin sağkalımı (bekası) için hem taktik hem de stratejik somut hedef budur.

Bir saat boyunca somut örneklerle ve belgelerle bu konuyu işledik ve çözüm önerileri sunduk.
İzlenmesi, paylaşılması ve gereğinin yapılması dileğimizdir.
Fırsat veren sayın Anders’e\ Türkiye ADD Genel Merkezine teşekkür ederiz.

Hiç kuşkusuz, Büyük Atatürk’ün de 1926’da İzmir’de öldürü (suikast) girişimini atlattıktan sonra söylediği üzere; O’nun ölümlü bedeni elbette toprak olmuştur ancak

  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR (sonsuza dek yaşayacaktır)!

Bundan hiç kimsenin, –diyalektik gerekleri örgütlü yapılmak koşulu ile– kuşkusu olmasın.

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

  • Yaşatacağız, yaşatacağız, yaşatacağız!
  • Sonsuza dek, başı dik, şan ve şerefle, onurla, çağdaşlaşarak, bilimsel akılcılıkla..
  • Dünya aleme meydan okuyarak ilan ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 01 Kasım 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

MUDANYA MÜTAREKESİ EMPERYALİZMİN TÜRK ULUSU’NA TESLİM OLUŞ BELGESİDİR

BASINA VE KAMUOYUNA

MUDANYA MÜTAREKESİ EMPERYALİZMİN
TÜRK ULUSU’NA TESLİM OLUŞ BELGESİDİR

Mudanya Mütarekesi’nin (Ateşkes Antlaşması) 100. yılını kutluyoruz. 9 Eylül 1922’de İzmir rıhtımında zafere ulaşan büyük ve kutsal savaş, 11 Ekim 1922 sabahı  Mudanya’da ilk siyasal meyvesini alıyordu. Sonuçları kısa sürede ortadan kalkan 1739 Belgrad Antla0şması dışarıda tutulursa, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan başlayarak Türk Ulusu, 223 yıl boyunca hiçbir görüşme masasından başı dik kalkamamıştı. Oysa şimdi İsmet Paşa emperyalizmi masada da yeniyordu.

Kimi tarih cahilleri; Kars’tan Doğubayazıt’a Ruslar’la, Pontus ve Ermeni çeteleriyle yıllar süren savaşların ardından önce 3 Aralık 1920 Gümrü ve sonra 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile kapanan Doğu Cephesi’ni, “Gazi”, “Kahraman” ve “Şanlı” unvanlarını kazanmış Antep, Maraş ve Urfa’nın Şahin Bey’le, Sütçü İmam’la, Ali Saip (Ursavaş) Bey’le Fransız işgaline karşı destansı direnişlerinin sonunda 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile kapanan Güney Cephesi’ni, Kuvayı Milliye’nin ilk kıvılcımını ateşleyen Adana Kuvvacılarının -Pozantı’da terk edilmiş bir tren vagonunda gizlice basıp dağıttıkları bugün 104 yaşındaki Milli Mücadele’nin ilk ve dünyanın en eski gazetelerinden biri olan- Yeni Adana’sını, Antalya’dan Konya’ya uzanan Kilikya İtalyan işgalini ve Anadolu’nun her yerindeki İngiliz’i görmezden gelip “Yunan Harbi” diye basitleştirmeye, hatta kimi densizler “Tek Kurşun Atmadık” dalaleti ile yok saymaya çalışsa da Ulusal Kurtuluş Savaşımız gerçekte, Türk Ulusu’nun Batı Emperyalizmi ile kanlı ve kesin hesaplaşmasıdır. Mudanya Mütareke masası da bu hesaplaşmanın taraflarını apaçık göstermektedir.

Bursa’nın bu şirin sahil ilçesinde, 1937 yılından beri “Mütareke Müzesi” olarak korunan tarihsel binada görüşmelerin yapıldığı mermer masa aynen durmakta ve görüşmeciler balmumu heykellerle tasvir edilmektedir. Masanın başkanlık makamındaki Ankara Hükümeti temsilcisi İsmet Paşa’nın karşısında oturanlar İngiliz Temsilcisi General Harrington, Fransız Temsilcisi General Charpy ve İtalyan Temsilcisi General Mombelli’dir. Emperyalizm tarafından Anadolu’ya sürülen Yunanistan temsilcisi Mazarakis ise, Türk tarafı katılmasını kabul etmediğinden açığa demirlemiş savaş gemisinde beklemektedir. 

ATEŞKES ANTLAŞMASINDA YUNANİSTAN İMZASI YOKTUR!

15 Mayıs 1919 günü zafer çığlıklarıyla İzmir rıhtımına çıktıklarında gazeteci Hasan Tahsin’in ilk kurşunu ile karşılanan Yunan kuvvetleri, 3 yıl sonra yine İzmir rıhtımında denize dökülmüştür. Savaşların ardından kalıcı barış antlaşmalarına dek geçerli olacak mütarekeler (ateşkes antlaşmaları) savaşan devletlerarasında yapılır. Türk Ordusu piyon Yunan Ordusu ile savaşırken aynı zamanda destekçileri olan öbür işgalciler, İngiltere, Fransa ve İtalya ile de mücadele etmiş ve ateşkes antlaşmasını da doğal olarak bu emperyalistlerle yapmıştır.

Şevket Süreyya Aydemir’in “Mudanya Konferansına Mudanya Savaşı demek hatalı olmasa gerektir” sözleriyle tanımladığı, zaman zaman masaya yumrukların indiği yaklaşık 9 gün süren sert tartışmaların ardından 11 Ekim 1922 sabahı saat 06 00’da anlaşma sağlanmış, imzalar atılmıştır. Antlaşmada  Trakya’daki işgalin sona erdirileceği belirtilmektedir, ama altında işgalci Yunanistan’ın imzası yoktur. İsmet Paşa bunu muhataplarına sorduğunda General Harrington, bir sakıncası olmadığını, esasen antlaşmayı uygulama sorumluluğunun kendilerine ait olduğunu söylemiştir. Tek başına bu yanıt bile; vatanımızı esas işgal edenlerin kimler olduğunun, Türk Ulusu’nun kimlerle savaştığının ve kimleri yendiğinin açık itirafıdır. Yani,

  • Mustafa Kemal Paşa ve Türk Ulusu, 3 yıl 3 ay 22 gün süren Milli Mücadele’nin sonunda, amaçları Türk’ü vatanından Asya bozkırlarına sürmek ya da yok etmek olan emperyalistleri teslim almıştır.

MÜTAREKENİN ASKERİ ver SİYASAL SONUÇLARI

Mudanya Mütarekesi’nin çok önemli askeri ve siyasal sonuçları oldu. İzmir’in kurtuluşundan, Mudanya Mütarekesi’ne dek geçen 1 ayda ilerleyişini sürdüren Türk Ordusu, Mütarekenin ardından Anadolu’da işgal altında bulunan bölgeleri, Misakı Milli kararlarına uygun olarak -küçük istisnalar dışında- işgalden kurtardı. 15 Ekim 1922’de yürürlüğe giren Mütareke uyarınca Doğu Trakya 15 gün içinde boşaltıldı, 30 gün içinde Türk makamlarına devredildi. İstanbul ve Boğazlar da mülki idaremizce teslim alındı. (Ancak İstanbul ve Boğazlarda bulunan İtilaf kuvvetleri, kesin barış antlaşmasına dek artırılmaksızın kalabileceklerdi.)

Atatürk’ün kurduğu Gazi Meclis’in Başkanlık makamını bir süre işgal eden -ne talihsizlik- bir şahsın, kadın, erkek ve çocuk binlerce şehit ve Ulusun büyük özverisiyle kazanılan bu görkemli zafer için “Tek Kurşun Atmadık” yadsıması içimizi acıtsa da, gerçekte Kemalist Devrimciler Tek Kurşun Atmadan öyle inanılmaz işler başarmışlardır ki, hayran olmamak olanaksızdır. Trakya, Diplomat İsmet Paşa’nın dirayetli tutumu ile Tek Kurşun Atılmadan kurtarılmış, İstanbul’daki 5 yıllık emperyalist işgal Tek Kurşun Atılmadan 6 Ekim 1923’te sonlandırılarak Fatih Sultan Mehmet’in emaneti yeniden Türk yurdu olmuş, geçici statü uygulanan Boğazlar ve Marmara egemenliğimiz 1936’da yine bir Atatürk dehasının ürünü olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Tek Kurşun Atılmadan kazanılmış, keza 1939’da Hatay da yine Tek Kurşun Atılmadan Anavatan’a katılmıştır.

Mudanya Mütarekesi’nin  siyasal sonuçları da çok önemlidir.

  • “Yenilmez” denilen emperyalistler Kemalistler’e yenilmişler,

yüz yıldır bir türlü hazmedemedikleri bir hezimete uğramışlar, “Eşkıya” dedikleri Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk Ulusunun zaferini kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bir başka önemli siyasal sonuç da, barış konferansı davetçileri 1. Dünya Savaşı galip devletlerinin Lozan’a muzaffer TBMM temsilcileri ile birlikte işgal döneminde tam bir teslimiyet içinde davranan, dayattıkları Sevr Antlaşmasını kabullenen, Milli Mücadele’ye karşı çıkan, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını idama mahkûm eden İstanbul Hükümetini de davet etmeleri üzerine gerçekleşmiştir. Galip Ankara’nın gücünü kırma amaçlı bu emperyal küstahlık üzerine kaçınılmaz büyük devrim hızlanmış ve 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmıştır. Konunun Meclis görüşmelerinde ortak komisyon toplantısının uzaması üzerine, önündeki sıranın üzerine fırlayan Büyük Atatürk’ün yaptığı konuşma tarihsel önemdedir ve tüm kulaklara küpe olmalıdır.

  • “Efendiler; hâkimiyet ve saltanat hiç kimsece hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, hakikat yine usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Saltanatın kaldırılmasının ardından BMM kararı ile zaten tarihe hain olarak kaydedilmiş son Osmanlı Padişahı Vahdettin, 17 Kasım 1922 sabahı İngiltere’ye sığınarak Malaya zırhlısı ile vatanından kaçacak, ihanetini perçinleyecekti. Bugün Vahdettin’in hain olmadığını söylemek, Mustafa Kemal Atatürk’e, Büyük Millet Meclisi’ne ve Kurtuluş Savaşı önderlerine saldırmanın bir başka yoludur, tarihsel gerçekleri reddederek düzmece tarih yazma çabasıdır ve elbette boşunadır. Daha açık söylemek gerekirse; Atatürk’ün henüz savaş sürerken Meclis konuşmalarında kezlerce hain olduğunu tutanaklara geçirdiği, Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği alçakça tedbirler araştırmakta…” dediği, TBMM’nin yasa ile hain olduğunu saptadığı Vahdettin için 100 yıl sonra “Vahdettin asla hain değildir” demek, “Atatürk ve TBMM yalan söylemiştir” demektir ki, bu kimsenin haddi de, hakkı da değildir.

  • Herkes milyonların kanı ve canı ile yazılmış tarihe saygılı olmalı ve hiç unutmamalıdır;
  • Tarih bilimdir, asla nankör değildir, saplantılarla, hezeyanlarla, siyasal çıkar hesaplarıyla değişmez, değiştirilemez.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvayı Milliye Kahramanlarımız ile, görüşmelerin kararlı diplomatı İsmet Paşa’yı saygı ve minnetle anıyor, şehit ve gazilerimizin aziz hatıralarını şükranla yad ediyor, Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine ulaşma kararlılığımızı bir kez daha kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
             GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Aşağıdaki 2 görseli biz ekledik… (Dr. Ahmet Saltık)


Mudanya Mütarekesi'nin imzalanmasının 92. Yıldönümü | Umut Oran

28 Şubat kumpası

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022

 

Yaklaşık bir yıl önce, emekli komutanlar ve askerler Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar, hukuka aykırı bir biçimde tutuklandılar.

Böylece, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” ve “Gezi” adıyla anılan sahte yargı süreçlerine ve kumpaslara bir yenisi daha eklendi, yargı bağımsızlığını güvence altına alan anayasanın 138. maddesi, AKP hükümeti tarafından bir kez daha ihlal edildi.
***
1990’lı yıllarda Türkiye’de, laiklik karşıtı siyasal örgütlenmeler ve laiklik karşıtı terör örgütlenmeleri, paralel biçimde yükselişe geçti.

Refah Partisi, 1991 genel seçimlerinde %17 oy aldı ve 1995 genel seçimlerinde %21 oy alarak 1. parti oldu.

1990 yılında, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanı-hukukçu Muammer Aksoy, ilahiyatçı-yazar, SHP parti meclisi üyesi Bahriye Üçok, yazar-araştırmacı Turan Dursun, gazeteci-yazar Çetin Emeç; 1993 yılında gazeteci-yazar Uğur Mumcu; 1999 yılında siyaset bilimci-yazar Ahmet Taner Kışlalı katledildi.

1993 yılında yazar Aziz Nesin’in ve Alevi sanatçıların hedef alındığı Sivas’taki olaylarda, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Edibe Sulari, Asaf Koçak, Behçet Aysan, Mehmet Atay, Uğur Kaynar, Muammer Çiçek’in de bulunduğu 33 sanatçı ve Pir Sultan Abdal Derneği üyesi yakılarak katledildi.

Söz konusu aydınlar katledilmeden önce, yıllarca RP’li siyasetçiler ve onları destekleyen yayın organları tarafından hedef gösterildi!

Laiklik karşıtı kesimin, üniversitelerdeki başörtüsü (AS: Türban!) yasağından dolayı kendisini mağdur ilan ettiği yıllarda, laikliği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini savunanların can güvenlikleri bile yoktu!

Bu yıllarda en büyük mağduriyeti yaşayanlar, üniversitede başörtüsü yasağına maruz kalanlar değil, laiklik karşıtı teröristler tarafından katledilenler, laikliği ve Cumhuriyet Devrimlerini savunanlardı.
***
28 Şubat 1997’de, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu koalisyon hükümeti döneminde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu, laiklik karşıtı örgütlenmelerin önlenmesine yönelik kimi somut önerilerde bulunan bir bildiri yayımladı.

Bu gelişmeden sonra hükümet ile cumhurbaşkanı, hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında gerginlikler yaşandı, DYP’den birçok milletvekili, RP ile koalisyon ortaklığına karşı çıktı, birçok DYP milletvekili istifa etti ve RP-DYP koalisyon ortaklığı için gerekli çoğunluk ortadan kalktı, hükümet düştü.
***
Bunun üzerine, “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ile birlikte, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi RP’li siyasetçiler, “postmodern darbe” söylemine başvurdular. Oysa ortada ne bir darbe vardı ne de bir darbe girişimi.

ABD destekli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri konusunda yeterince sesini çıkarmayan laiklik karşıtı siyasetçiler, teokrasiyi demokrasi olarak pazarladılar. Üniversiteler ve medya da bu kirli oyuna alet oldu!

Erdoğan, Gül ve Arınç daha sonra AKP’yi kurdu; AKP iktidar oldu ve 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak)

  • AKP demokratik, laik, hukuk devletini ortadan kaldırarak anayasal düzeni yıktı ve sivil darbe yaptı!

1997’de anayasal düzen hatırlatması yapan, bugün 70 yaşın üzerinde ve ciddi sağlık sorunları olan komutanlar ise darbe yaptıkları iddiasıyla hapishaneye yollandı!

İşadamı Osman Kavala’nın ve eski HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın hukuka aykırı biçimde hapishanede tutulmasını eleştirenlerin, 28 Şubat kumpasından dolayı hapiste yatan komutanlara ve askerlere sahip çıkmamaları, büyük bir çelişki ve ikiyüzlülüktür.

ABD ve Avrupa Birliği emperyalizmi, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV” ve “Casusluk” kumpaslarında nasıl üç maymunu oynadıysa, 28 Şubat kumpasında da aynı tavrı sergilemektedir!

  • Muhalefetin, bu konuda ABD’nin ve AB’nin gölgesinde kalması ise utanç vericidir!

10 Nisan Laiklik Günü : ADD Basın Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA

Demokrasinin olmazsa olmazıdır LAİKLİK !

AKLIN; doğmalara tutsaklıktan kurtulması, bilimsel düşünce ile donanması, özgürleşmesidir, yalnızca din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanamaz !

Uluslaşmanın, ulusal bağımsızlığın, birlikte yaşamanın, düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün, bilim, sanat ve kültürde üretkenlik ve yaratıcılığın, kadının insan olarak eşitliğinin, fikri hür irfanı hür vicdanı hür yurttaşlar toplumu olmanın, çocukların dünya çocukları ile yarışabilecekleri bilimsel bilgi ile yetiştirilmelerinin, topyekûn (bütüncül) kalkınmanın, emeğin en yüce değer olduğu bilincinin, üretmenin ve hakça bölüşmenin, hukuk devletinin, dünya uluslar ailesinin onurlu üyesi olmanın, kısacası İNSAN GİBİ YAŞAMANIN temel direğidir LAİKLİK !

Din ve devlet işlerinin değil, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır LAİKLİK !

10 Nisan 1928

On yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme görevini üstlenenlerin görmek istemedikleri, unutturmak için ellerinden geleni yaptıkları Cumhuriyet tarihimizin en önemli günlerinden biri.

Cumhuriyetimiz’ in ve Aydınlanma Devrimleri’nin en yaşamsal adımının atıldığı gün.

Genç Cumhuriyet, hayatın değişik alanlarında devrimlerini hızla sürdürürken önüne her zaman bir engel çıkıyordu; LAİKLİK ilkesinin yaşama geçmemiş olması.

9 Nisan 1928’de, Başbakan İsmet İnönü ve 120 arkadaşının verdiği yasa önerisi ile 1924 Anayasası’nın “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır, Resmi Dili Türkçedir, Makarrı Ankara şehridir” diyen 2. maddesinden “Devletin dini, Din-i İslam’dır” tümcesi, 16. maddesindeki milletvekili yemini ile 38. maddesindeki Cumhurbaşkanı yemininden “Vallahi” sözcüğü ve 26. maddesinden de din işlerinin düzenlenmesini TBMM’nin görevleri arasında sayan cümle çıkartılıyordu. 9 Nisan 1928’de anayasanın bu dört maddesinde yapılan değişiklikler 264 üyenin oy birliği ile kabul edildi ve 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazetede 1220 sayılı yasa olarak yayınlanarak yürürlüğe girdi. 5 Şubat 1937’de bir adım daha atıldı ve LAİKLİK; ruh ve uygulama ile zaten var olduğu Anayasa’da ilke olarak da yer aldı.

  • Böylece artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir işi din kuralları ile, naslar ile görülemeyecekti.

Tarih boyunca insan topluluklarında; kaba kuvvet, aile, büyü, doğa güçleri ve benzerlerine dayanılarak kullanılan yönetme güç ve yetkisi, devletlerin ortaya çıkması ile birlikte ve zaman içinde TANRI adı verilen ilahi kaynaklar referansı ile kullanılır olmuştur. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, değişik tapınma biçimlerine sahip pek çok devlette halen yönetme yetkisi bu dayanakla kullanılmaktadır.

İnsanlık tarihinde yönetme güç ve yetkisinin tanrısal olduğuna ilk güçlü itiraz 1789 Büyük Fransız Devrimi ile gelmiş, bu devrim esas olarak kilise ve kraliyet rejimini hedef almıştır. Fransız devrimine,  bütün krallık ve göksel inanç sistemlerine dayalı rejimlerin düşman olma nedeni budur.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisini açarken yetkiyi Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi (Halife-i rûy-i zemin) olarak görülen padişahtan değil, Ulusal İstenç’ten (Milli İrade’den) alarak, kurdukları Büyük Millet Meclisi İdaresinin niteliğini ilan eden çok önemli bir adım atmışlardır. Bu adım; salt işgal altındaki bir vatanı bağımsızlığına kavuşturmanın değil, bin yıllardır süren bir düzeni yıkarak kuldan özgür yurttaşa ulaşmanın da adımıdır. Nitekim Atatürk ve Cumhuriyet Devrimcileri “Hâkimiyet Bilâ Kaydü Şart Milletindir” tümcesini Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesine yazmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi duvarına da silinmemek üzere asmışlardır. Günümüzde EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR şeklinde simgeleşen bu temel ilke, kimi kesimleri çok rahatsız etmekte, farklı biçimde anlatılmaya çalışılmakta, daha acısı bu kesimler memleket dahilinde iktidara sahip olanlarca korunup kollanmaktadır.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zafere ulaşmasından hemen sonra, güçlü bir devrimci irade ile 1 Kasım 1922’de 600 yıllık saltanat ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak MİLLET EGEMENLİĞİ kesinleştirilmiş, 10 Nisan 1928’de de devlet uygulamada laikleştirilmiştir. Böylelikle, Cumhuriyet Devrimcilerinin hep önünü kesen bu Anayasal çelişki; Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta, 16 Ocak 1923’te İzmit’te yapılan ve 12 saat süren ünlü gazeteciler buluşmasına atıfla (gönderme ile) uzun uzun anlattığı ve “devletin dini” konusunun ilk fırsatta çözüleceğini söylediği üzere, Büyük Nutuk’un okunmasının üzerinden 6 ay geçmeden ortadan kaldırılmıştır.

Bugün 10 Nisan LAİKLİK GÜNÜ kutlamalarına karşı çıkıp, unutturma çabası içinde olanların kutsal inançları nasıl istismar ettiklerini her gün yeni bir örnekle içimiz acıyarak izliyoruz. Bu aymazlar; meşruiyetlerinin kaynağını kurutmaya, bindikleri dalı kesmeye çalıştıklarının farkında değiller. Aldıkları kararları kutsal ve tartışılamaz inançlara dayalı hale getirerek itirazsız bir yönetim özlemi çekenlerin, demokrasinin özünün LAİKLİK olmasına tahammül edemedikleri ortadadır.

Biat kültürü, bu nedenle egemen kılınmak isteniyor. Bu nedenle  “lidere mutlak itaat” ile demokrasiye son veren anayasa değişiklikleri tereddütsüz onaylanıyor. Böylece kendi yetkilerine son veren bir meclis, kendi varlığına son veren anayasa değişikliklerinin reklamını yapan bir başbakan ortaya çıkabiliyor.

Demokrasinin özünün LAİKLİK olduğunu öğrenmenin en pahalı, en acılı yolu, laikliği ve dolayısıyla demokrasiyi yitirip teokratik bir diktanın tutsağı olmaktır. LAİKLİK ilkesini yaşamlarına ve devletlerine yerleştirememiş toplumların ne halde olduklarını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok, kimi sınır komşularımıza, bölgemizdeki birçok ülkeye bakmak yeterlidir.

Hiç unutulmamalıdır; LAİKLİK, hepimizin altında güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbesi’ nin KİLİT TAŞIDIR, zinhar (kesinlikle) oynanmamalıdır !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ; Ulusumuzun LAİKLİK GÜNÜ’nü kutlarken, Cumhuriyetimizin ve Türk Devrimi’nin bu vazgeçilmez ilkesini sonsuza dek koruma ve savunma azim ve kararlılığını bir kez daha kamuoyuna duyurmayı, ülkemizi yöneten ya da yönetmeye talip (istekli) olan herkesi de bu azim ve kararlılıkla hareket etmeye çağırmayı görevi saymaktadır.

Saygılarımızla… 10 Nisan 2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Batı, 114 yıl süren kanlı mezhep savaşları sonunda İstanbul’u yitirince, 1453’te Laik düzene geçti.

Batı Uygarlığını yarattı.

Emperyalizmin maşası Siyasal İslam 500 yıldır hala şeriat batağında.

Ne büyük talihsizlik!

Namuslu-yiğit Din Bilginleri öncülük etmeli İslam dünyasına..

Tabu can çekişiyor ama çok da can yakıyor hala..


Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

ADD’den 14 Mart 2022 Tıp Bayramı Basın Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA

14 Mart, bu da doktorların günü olsun diye üretilmiş bir bayram değildir.

14 MART TIP BAYRAMI, Tıbbiye’ nin emperyalist işgale karşı başlattığı mücadelenin kutlandığı gündür. Bu özelliği nedeniyle bize aittir, sadece ülkemizde kutlanır.

14 Mart 1919; 1683’den itibaren girdiği bütün savaşlarda hırpalanmış, sürekli yenilgilerle gerilemiş, 1. Dünya Savaşı sonunda fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş, orduları dağıtılmış, memleketinin her köşesi bilfiil işgal edilmiş bir milletin çocukları olan TIBBİYELİLERİN özgürlük mücadelelerinin ilk adımı, Ulusal Bağımsızlık Savaşımız’ın ilk kıvılcımlarındandır.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından 13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi. Tıbbiyeliler, Boğaza demirleyen işgal donanmasını Haydarpaşa’dan gözyaşları ile izlediler. Kısa süre sonra İngilizler Askeri Tıbbiye’yi karargâh olarak kullanmaya başladılar. Okulun kulelerine makineli tüfekler yerleştirildi. Yatakhaneler İngiliz askerlerine verildi, karyolaları alınan öğrencilere tavan arasındaki yer şilteleri gösterildi. Tuvaletler gece İngiliz askerlerine ayrıldı, tıbbiyeliler için yattıkları yere idrar kovaları kondu. Nihayet askeri üniforma giymeleri de yasaklandı, sivil kıyafeti olmayanlar pijamaları ile derslere devam etmek zorunda kaldılar. Baskılar giderek arttı…

İşte ilk TIP BAYRAMI bu ortamda, 14 Mart 1919’da İngilizlere karşı başkaldırı olarak gerçekleştirildi.

İşgal İstanbul’unda her türlü toplantı yasaktı. Bu nedenle Tıphane-i Amire’nin (sonra Askeri Tıbbiye-i Şahane) kuruluş günü olan 14 Mart 1827’nin yıldönümünde bir bilimsel toplantı için izin alındı. Üçüncü sınıf öğrencileri Sırrı, Kazım, İsmail, Yusuf, Müfit ve Hikmet bu toplantıyı bir protesto eylemi, direnişlerini ateşleyecek bir bayram kutlaması olarak düzenlemeyi düşündüler. Diğer öğrenciler ve hocalarla birlikte toplantı büyük katılımla yapıldı. Bu sırada okulun iki kulesinin arasına gizlice astıkları -açıldığında tüm cepheyi kaplayacak- büyük TÜRK BAYRAĞI’nı öğrencilerin coşkulu alkışları ve İngilizlerin şaşkın bakışları arasında çatıdan aşağıya bıraktılar.

Bu ilk TIP BAYRAMI kutlamasından yaklaşık üç ay sonra, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıktı. (AS: Bu vapurdaki 19 kişiden 3’ü hekimdi!) 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak Eylül başında Sivas’ta ulusal bir kongre toplanması için çağrı yaptı. Tıbbiyeliler bu kongreye iki delege seçtilerse de, harçlıklarından toplayabildikleri para ile ancak Hikmet’i gönderebildiler. Tıbbiyeli Hikmet, kaçak yollarla Sivas’a gitti. Bazı delegeler kurtuluşu emperyal devletlerin mandasına girmekte görmekte, bu yolda konuşmalar yapmaktaydılar. Söz alan ve kürsüden Mustafa Kemal’e hitap eden Hikmet,

  • “Paşam, murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal, manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz.” dedi.

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa,

  • “Efendiler, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.
    dedikten sonra Hikmet’e döndü ve
  • “Evlat müsterih ol, gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM!

diyerek sözlerini tamamladı.

Hikmet (Boran) Bey, bazı yılgınların çözüm olarak önerdikleri MANDA safsatasını tarihe gömen Tıbbiyeli, Atatürk’ün Büyük Nutku’nu bitirirken “EY TÜRK GENÇLİĞİ” diye seslendiği, Cumhuriyeti ve devrimleri emanet ettiği helâl süt emmiş vatan evlatlarının ilklerinden biridir.

1911-1922 yıllarını kapsayan 12 yıllık dönem Tıbbiye için çok özeldir. Bu dönemde Osmanlı Devletinin katıldığı savaşlarda bütün milletimiz gibi Tıbbiyeliler de cepheden cepheye koşmuş, büyük acılar çekmiş, bedeller ödemiş, hatta 1921 yılında bütün öğrencileri (AS: 1915 Çanakkale sabunmasında) şehit olduğundan mezun verememiştir.

Türk Ulusu’nun dün olduğu gibi bugün de nice Tıbbiyeli Hikmetleri vardır ve onlar; vatandan başka aşk, milletten başka sevgili bilmediler, bilmezler, hiçbir yere gitmediler, gitmezler.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ olarak; Tıbbiyeli Hikmet bilinci ile milletinin hizmetinde olan değerli hekimlerimizin TIP BAYRAMI’nı kutluyor, sadece salgın günlerinde değil, her zaman değerlerinin bilindiği, haklarının verildiği çalışma koşullarına kavuşmalarını diliyor, en içten duyularımızla saygılarımızı sunuyoruz. (14 Mart 2021)

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ
============================================

Dostlar,

ADD Genel Merkezi’nin bu basın açıklaması tarihsel değerde bir belgedir.
Büyük ölçüde Genel Başkan Sayın Dr.M. Hüsnü Bozkurt’un kaleminden çıkmıştır anlaşılan.
Dr. Bozkurt, açıklamada adı geçen şanlı İstanbul Tıp Fakültesi 1974 bitirenidir (mezunudur) bir askeri tıbbiye öğrencisi olarak. (Biz de 1977 bitireniyiz aynı şanlı – onurlu İstanbul Tıp Fakültesi’nin!)

Bu sabah Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencilerine 2 saat dersimiz vardı :

Sağlık Hizmetlerine Erişim (Access to Healthcare).

Başlangıçta birkaç yansıyı (slaytı) günün anısını, anlamını ve önemini genç tıbbiyelilere aktarmak için ayırmıştık.. İkisi aşağıda..

Üstteki basın açıklamasında olduğu ölçüde ayrıntılı olmasa da olayın tarihsel ardalanını ve bağlamını gençlere, gözyaşlarımızı ve boğazımızda düğümlenen hıçkırıkları güçlükle engelleyerek aktardık.


Türkiye Cumhuriyeti, Büyük ATATÜRK‘ün öngördüğü ve emanet ettiği üzere sonsuza dek yaşayacak, bizler tarafından onurla, şanla yaşatılacaktır : “… ilelebet payidar kalacaktır.”

TIBBİYE – MÜLKİYE – HARBİYE Türkiye’nin çökertilemez çelik sacayağı olarak hep nöbettedir.

Sevgi ve saygı ile. 14 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

OKUL ÖNCESİ EĞİTİMDE ÇOCUKLARA DİN EĞİTİMİ VERİLMESİ

logo ata

BASIN ve KAMUOYUNA

Adında hâlâ MİLLİ ve EĞİTİM sözcüklerini barındıran, katılımcıları değiştirilmiş, yöntem ve gelenekleri tarumar edilmiş, tümüyle mevcut iktidar anlayışının yandaşlarından oluşturulmuş bir grup “eğitimci” nin katılımı ile toplanan 20. Milli Eğitim Şurası’nda OY ÇOKLUĞU ile “OKUL ÖNCESİ EĞİTİMDE ÇOCUKLARA DİN EĞİTİMİ VERİLMESİ” öneri kararı alındığını basından öğrendik.

Bu ÖNERİ KARARI “çocuğun üstün yararı” ilkesine ve pedagoji bilimine aykırı, çağ ve akıl dışı bir karardır.

Böyle bir kararın uygulanması okul öncesi eğitim çağındaki çocuklarımızın ruh ve akıl sağlıkları için ciddi bir tehdit olacaktır.

Eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılıp dinselleştirilmesi, ilk öğretimde 4+4+4 sitemi ile yaratılan olumsuzluklar, 8 kez değişen Milli Eğitim Bakanlarının her birinin yap boz denemeleri, okullarda din ve ahlâk bilgisi derslerinin kimi tarikat ve cemaatlerle verilmesi, Bakanlığın kimi şaibeli ve Laik Cumhuriyet karşıtı vakıflarla imzaladığı protokoller, hukuken tartışmalı ZORUNLU DİN DERSİ uygulaması ve nihayet DİNDAR VE KİNDAR NESİLLER YETİŞTİRME çabalarının eğitimde nasıl bir felakete yol açtığı ortada iken;

Bir de Milli Eğitim Şuralarının tarihsel ve bilimsel önem ve değerine uymayan bu çağ dışı kararın alınabilmiş olması gerçekten esef vericidir.

Atatürkçü Düşünce Derneği bu kararı kabul etmemekte;

büyük Atatürk’ün gösterdiği “Muasır medeniyet seviyesini aşma” hedefine ancak LAİK, BİLİMSEL, ÇAĞDAŞ ve ÜCRETSİZ EĞİTİM ile ulaşılabileceği gerçeğini Milli Eğitim Bakanlığına hatırlatmayı görev saymakta ve bu öneri kararının asla uygulanmayacağını duymayı beklemektedir.

Kamuoyuna saygı ile duyururuz. 06 Aralık 2021

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ
============================

Dostlar,

ADD Genel Merkezince yapılan açıklamaya ve yüksek sesle karşı çıkışa tümüyle katılıyoruz.
Seçenek olarak

İKİNCİ YÜZYILDA EĞİTİM HAKKI ÇALIŞTAYI KISA SONUÇ BİLDİRGESİ

temel alınmalıdır (http://ahmetsaltik.net/2021/12/03/ikinci-yuzyilda-egitim-hakki-calistayi-kisa-sonuc-bildirgesi/)

  • “Zorunlu din dersi” insan haklarına açıkça ve tartışmasız biçimde aykırıdır.

AİHM’nin bu bağlamda Türkiye’den yapılan başvurulara verdiği kararlar eldedir.
Hele Türkiye’de olduğu gibi salt İslam dininin “Hanefi” Sünni mezhebinin üstelik gerçek köklerinden kopmuş / yerli – yabancı siyasal İslamcılarca elbirliğiyle koparılmış içeriğinin “Din ve Ahlak Bilgisi” adı altında yıllardır dayatılması asla kabul edilemez!
Bu, açıkça din faşizmidir ve ibret verici olan; Yeşil Kuşak Öğretisi (doktrini) ile 1968’lerde siyasallaştırılarak Batı Emperyalimiznin güdümüne sokulan çarpık, “
sözde din” eğitimidir.

Küçük, çok küçük yaşlarda, dehşet verici biçimde okul öncesi çağda “din eğitimi” diye bir bilimsel olgu, eylem yok – tur!

Hedeflenen, içerik olarak bir an için uygun olsa bile, körpe beyinleri bütünü ile korkuya dayalı koşullandırma ve bilinç altına yönelik beyin yıkama operasyonudur ve iç – dış kurguludur. Bu yaşlardaki çocukların mental sağlığı için son derece sakıncalı hatta tehlikelidir. Çünkü Din ve bağlantılı kavramlar büyük ölçüde soyut temelli olup, okul öncesi çocukların soyutlama yeteneği gelişmemiştir. Bu yetenek ergenlikle, 16 yaşlarında kazanılmaktadır ve din kültürü ve ahlak bilgisi eğitimi anababanın izniyle bilimsel – yansız, pedagojik ilkelerle sıkı sıkıya uyumlu olarak verilebilir.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve 5395 s. Çocuk Koruma Yasası “her durumda çocuğun en üstün yararı” nı temel bir ilke olarak benimsemiştir (m. 4, 41/A,B,C, H).

  • Milli Eğitim (!?) Şurasında alınan bu “öneri kararı” akla – bilime ve hukuka aykırıdır.
  • Uygulanmaya konması durumunda yargıya taşınmalıdır. (Henüz hazırlık işlemi aşamasında)

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Anayasa’nın 90/5 maddesi uyarınca bağlayıcıdır, yasa hükmündedir ve Anayasaya aykırılığının ileri sürülmesi olanaksızdır (4058 s.onay yasası, 1994). Temel hak ve özgürlükler bağlamında olduğundan, iç hukukta yasalarla çelişmesi durumunda üstün norm olarak uygulanacaktır yine aynı Anayasa maddesi uyarınca.

AKP iktidarı, AİHM’nin bu kapsamda bağlayıcı kararlarına (AİHS m. 46) uymadığı gibi, Anayasayı da açıkça çiğnemektedir. Anayasa md. 2, 24, 42, 90 ve 174 apaçık çiğnenen maddelerdir ve Türk Ceza Yasası’nın 309. maddedsinde düzenlenen Anayasayı çiğneme (ihlal) suçu oluşturmaktadır. Son MEB Şurasında böylesi bir kararı öneri olarak alanlar bile suç işlemişlerdir ve haklarında suç duyurusunda bulunulmalıdır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının kendiliğinden harekete geçmesi beklenir.

  • Ne var ki, AKP iktidarında Türkiye hızla, açık bir dinci faşizme kurgulu olarak sürüklenmektedir.

Sonuç olarak;

Bu akıl, bilim ve çağdışı ilkel, dinci politikalar ve eylemli dayatmalar; AKP iktidarının siyasal, demokratik, hukuksal, anayasal ve insan hakları temelli meşruluğunu giderek yitirmesi demektir!

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile.
06 Aralık 2021, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı – Hekim
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetim (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

 

 

LAİK, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ’NDE 5 ARALIK 1934’TE TÜRK KADINLARINA MİLLETVEKİLİ SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ TANINMASI

logo ata

LAİK, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ’NDE
5 ARALIK 1934’TE TÜRK
KADINLARINA
MİLLETVEKİLİ SEÇME – SEÇİLME HAKKI TANINMASI

Atatürk Devrimi, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında çağdaş ve uygar boyutlarda yapılan köklü ve ani değişikliklerle (devrimlerle) tanımlanabilir. Doğu Sorunu adı altında Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve paylaşmaya yönelik plan ve projeler geliştiren, bu çerçevede Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu topraklarını işgal ederek Türk varlığını tamamen (AS: tümüyle) ortadan kaldırmayı deneyen Batılı emperyalist devletlere karşı arkasına Türk ulusunu alarak verdiği Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran Atatürk, Türk ulusunun varlığını sürdürebilmesi ve uygar dünyada yerini alabilmesi için Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını, hatta onu bile aşmasını öngörüyordu.

O, bu ideali gerçekleştirebilmek için tam bağımsız, kalkınmış bir devlet, çağdaş ve uygar bir toplum yaratmak istiyordu.

İşte Türk insanını çağdaşlaştırmayı, dolayısıyla özgürleştirmeyi ilke edinen, bizzat halkın ayağına giderek yapacağı devrimler hakkında bilgi veren Atatürk, çağdaşlaşma hareketinin henüz başlarında, Şapka Devrimi’ni tanıtmak üzere gittiği Kastamonu’da, 30 Ağustos 1925’te yaptığı konuşmada devrimlerin amacını şöyle açıklıyordu:

  • “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı,
    Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle
    uygar bir toplum haline getirmektir…”

Aynı konuşmada, bir ulusun uygarlık yolunda ilerlemesinin ancak kadınıyla, erkeğiyle birlikte gelişmesine bağlı olduğunu, kadınlar toprağa zincirle bağlı kaldıkça bu ilerlemenin sağlanamayacağını, diğer yandan Türk kadınının dış görünüşüyle, giyimiyle, davranışlarıyla uygar olduğunu göstermesi gerektiğini açıkça söylüyordu.

Yalnızca fesin yerini uygar ulusların başlığı olan şapkanın almasını değil, kadını ve erkeğiyle tüm ulusun giyim-kuşamını çağdaşlaştırmayı, bunun da ötesinde zihniyetlerin değişmesini ve aklın egemen kılınmasını amaçlayan Şapka Devrimi, Türk kadınının sosyal yaşamda özgürleşmesi yolunda atılan çok önemli bir adımdı. Öyle ki, Türk kadınlarının büyük çoğunluğu, hiçbir yasal zorunluluk bulunmamasına karşın, kısa bir sürede peçe ve çarşafı terk ederek çağdaş giyim-kuşamı tercih ettiğini, dolayısıyla sosyal yaşam özgürlüğünü benimsediğini göstermişti.

Türk kadınını dış görünüşüyle, yaşam biçimiyle, kafa yapısıyla çağdaşlaştırmayı amaçlayan bu devrimin yanı sıra 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile Türk kadını erkekle eşit yurttaşlık hakları elde ediyor, yüzlerce yıldır evlenme, boşanma, miras gibi kişisel haklar konusunda erkeklerle eşit sayılmayan kadınlar aile ve miras hukuklarının yanı sıra ekonomik yaşam açısından erkeklerle eşit haklara kavuşuyorlardı.

Kadınların siyasal haklarına kavuşmaları ise zorlu bir süreçten sonra gerçekleşmiştir. Atatürk, daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce, Ocak 1923’te İzmit basın toplantısında, kadınlara seçim hakkı verilmesi gerektiğini açıkça belirmişti. Ne var ki, aynı yıl TBMM’de seçim yasası görüşmelerinde kadınların da nüfustan sayılmasını isteyen Tunalı Hilmi Bey’in bu önerisi reddedilmiş, 1924 Anayasası görüşmelerinde ise kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyacak bir değişiklik kabul edilmemişti. Bununla birlikte kadınlara siyasal haklar tanınması yolunda ilk önemli adım 1930’da kabul edilen Belediyeler Yasası ile atılmış, Türk kadınına belediye seçimlerine katılma hakkı verilmiştir.

Atatürk kadınlara siyasal hakların verilmesi konusunda ısrarcı ve kararlıydı. 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası tüzüğüne O’nun önerisiyle kadınlara seçim hakkı tanınmasının  savunulacağı yönünde bir madde konulmuş, 1931’den itibaren (AS: başlayarak) ortaokullarda ders kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabının birinci cildinde ise bizzat O’nun tarafından kaleme alınan, “Kadınların Seçim Yetkileri” başlığını taşıyan ve kadınlara bütün siyasal haklarının verilmesi gerektiğini içeren bir bölüm yer almıştı. Bu gelişmelerden sonra, 1935 milletvekili seçimlerine gidilmeden önce, Başbakan İsmet İnönü ve 191  milletvekili tarafından yapılan Anayasa değişikliği önerisi, 5 Aralık 1934’te TBMM’de oy birliğiyle kabul edilerek Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 1 Mart 1935’te çalışmalarına başlayan V. Dönem TBMM’de ise 18 kadın milletvekili yer almış ve böylece kadınlar TBMM’deki tüm milletvekillerinin %4.5’ini oluşturmuşlardır. Aynı tarihte İsveç parlamentosunda kadınların oranı %5 iken, günümüzde bu oran %47’dir. Ne üzücüdür ki, Fransa, İtalya, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinden önce seçme ve seçilme haklarına sahip olan Türk
kadınlarının günümüzde TBMM’de temsil edilme oranı % 17.35’tir. Bu oranla Türkiye, Avrupa’da 37 ülke içinde sondan 3. sırada, dünyadaki 192 ülke arasında ise 117. sırada yer almaktadır.

Biz Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, kadınların TBMM’de temsil edilme oranı açısından  Dünyada bu denli alt sıralarda yer almasında ve seçme hakkını daha çok kullanmasına karşın seçilme hakkını daha az kullanabilmesinde rol oynayan etmenlerin (eğitim düzeyinin düşüklüğü, kırsal yörelerde kocanın kadın üzerindeki baskısı, politik bilinç eksikliği, ekonomik sorunlar, gerek siyasal kuruluşların gerek demokratik kitle örgütlerinin kadının politik etkinliğini destekleme yönünde yeterince çaba göstermemeleri vb.) bilincindeyiz.

Atatürk ilke ve devrimlerinin toplumsal sorunlarımızın çözümlenmesinde yol gösterici niteliğe ve yaratıcı güce sahip olduğuna inanan bir demokratik kitle örgütü olarak; laiklik ilkesinin ve  demokrasinin gereği olan, Atatürk Devrimi’nin en önemli kazanımlarından “kadınların seçme ve seçilme hakkını tam olarak kullanmaları” ve “kadınların siyasette eşit temsil edilmesi” için, özellikle siyasal açıdan bilinçlenmeleri ve politik etkinliğine ilişkin sorunların çözümüne yönelik her türlü çalışmayı yapmak konusunda kararlıyız.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİM KURULU
****

ADD’ye katkı vermek isteyenler için :

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ HESABI
Türkiye İş Bankası Ankara Maltepe Şubesi
TR21 0006 4000 0014 2122 0000 02

ADD 5 Aralık basın bildirisi- Prof. Dr. Bige SÜKAN.pdf

KURUCU GENEL BAŞKANIMIZ, DEVRİM ŞEHİDİMİZ, BİLGE HUKUKÇU MUAMMER AKSOY’U SAYGIYLA ANIYORUZ

KURUCU GENEL BAŞKANIMIZ, DEVRİM ŞEHİDİMİZ,
BİLGE HUKUKÇU MUAMMER AKSOY’U SAYGIYLA ANIYORUZ

Tam 31 yıl önce, Ankara’nın soğuk bir kış gününde emperyalizmin maşaları tarafından, arkasından kalleşçe sıkılan üç kurşunla aramızdan koparıldı Muammer Aksoy.

Kemalizm’in ödünsüz savunucusu Muammer Aksoy, Türk aydınlanma mücadelesinin en cesur, en kararlı, en ateşli savaşçılarından biriydi.

Emperyalizmin, Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme ve Sevr koşullarına sürükleyerek çökertmeye yönelik saldırıları işbirlikçi iktidarlar üzerinden kesintisiz olarak sürdürülürken, tam 40 yıl boyunca bu saldırılara karşı Türk aydınlarının en önünde yer aldı.

1950’li yıllarda Adnan Menderes iktidarının baskılarına karşı mücadele etti. 1961 Anayasasını hazırlayan akademisyen kadrosu içinde hocası Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ile birlikte çalıştı ve Komisyonun sözcülüğünü yaptı. Velidedeoğlu’nu hocası, Uğur Mumcu‘yu ise öğrencisi bildi.

1960’lı yılların ortalarında çokuluslu petrol şirketlerinin ülkemiz petrollerini yağmalamasının önünü açan düzenlemelere karşı TPAO’nun avukatlığını yaparak hukuk mücadelesi verdi.

1970’li yıllarda devrimci öğretmenlerin sürgün edilmelerine, kıyılmalarına karşı onların davalarını savundu.

Tam bağımsız, demokratik, laik Türkiye mücadelesini 1977’de TBMM’de milletvekili olarak sürdürdü.

Türkiye’nin Kemalizm’i savunan bir kuruma ihtiyacı olacağı düşüncesiyle, 1989 yılında 49 arkadaşıyla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu.

Yine o yıllarda birçok aydın ve siyasetçi Türk Ceza Yasası değişikliği hakkında “141, 142. ve 163. maddeler hep birlikte kaldırılmalıdır” derken, Muammer Aksoy bugünleri öngörerek “163. madde kalkarsa Türkiye şeriat devletine doğru gider” demişti. Öldürüldüğü gün, ADD’nin laiklik bildirisi üzerine çalışıyordu.

En önemlisi, tüm mücadele yaşamı boyunca hep “örgütlü mücadele” içinde kaldı. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı, Ankara Barosu Başkanlığı, CHP içindeki çalışmaları ve nihayet Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanlığı

O, ülkenin bağımsızlığını, ulusal kalkınma olanaklarını aşındıran, ulusal birliğini çürüten ekonomik, kültürel, siyasal girişimlere karşı adeta erken uyarı sistemi gibi hiç durmadan çalıştı, mücadele etti.

Bu mücadele kararlılığını Menderes’in gözaltıları da, 12 Mart muhtırasının cezaevleri de, evine gelen tehdit mektupları da değiştiremedi.

Biz, Onsuz geçen 30 yılda, Muammer Aksoy’ları olmayan bir milletin başına neler gelebileceğini yaşayarak gördük.

Muammer Aksoy’ların yaşadığı bir ülkede Anayasayı, yasaları böyle tartışmadan, usule aykırı biçimde ve antidemokratik esaslara göre değiştirebilmek bu kadar kolay olur muydu?

Muammer Aksoy’ların, Mumcu’ların, Kışlalı’ların, Üçok’ların, Dursun’ların, Hablemitoğlu’ların yaşadığı bir ülkede, siyasi partilerin, kurumların ya da aydın geçinenlerin oy avcılığı uğruna Kemalizm’den hızla uzaklaşıp neoliberal projelere eklemlenmeleri bu kadar kolay mümkün olur muydu?

Aksoy bugün aramızda olmasa da mücadelesiyle, yazıları, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileriyle, kurup emanet ettiği ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ile sonsuza kadar yaşamaya devam edecek!

O’nu katledilişinin 31. yılında, emanet ettiği bayrağı daha yükseklere taşıma kararlılığında olan Kemalistler olarak saygıyla, özlemle anıyoruz.

Dr. HÜSNÜ BOZKURT ve ARKADAŞLARI

Dr. M. Hüsnü Bozkurt: Atatürk, tam da şimdi tek çıkış yolu!

Dr. M. Hüsnü Bozkurt:

Atatürk, tam da şimdi tek çıkış yolu!

29 Kasım 2020, TUM-HABERLER.COM
Bozkurt: Atatürk, tam da şimdi tek çıkış yolu! (tum-haberler.com)

Bozkurt: Atatürk, tam da şimdi tek çıkış yolu!

CHP eski Konya Milletvekili Dr. Hüsnü Bozkurt‘un bir bildiri ile Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan adayı olduğunu açıklaması hem ADD şubelerinde ve hem de kamuoyunda heyecan yarattı. Biz de bu heyecanı kaynağından okurumuza yansıtmak istedik. TUM-HABERLER.COM’un sorularına içtenlikle yanıt verdiği için Dr. Hüsnü Bozkurt’a teşekkür ediyoruz.

TUM-HABERLER.COM: ADD Genel Başkanlığına aday olmaya nasıl karar verdiniz?

  1. HÜSNÜ BOZKURT: Ülkemizde bir faninin ulaşabileceği en yüce makamlardan, taşıyabileceği en büyük sorumluluklardan biri olarak gördüğüm Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanlığı’na aday olma kararını yaklaşık 1 yıl süren görüşmeler sonunda verdim. 1992-1996 yılları arasında yürüttüğüm SSK Konya Hastanesi Başhekimliği görevim sırasında, dönemin ADD GB merhum Suphi Gürsoytrak’ın isteği üzerine ADD Konya Şubesinin kuruluşuna katkı sunmuş, ancak kamu görevim nedeniyle yönetimde görev alamamıştım.

    Sonraki yıllarda da gerek kamu görevim, gerek siyasi çalışmalarım nedeniyle sade üye olarak hizmet verdim. İlk olarak 1 yıl önce, böyle bir talebim ve arayışım yok iken, çok saygı duyduğum bazı dostlar tarafından yapılan bu teklif, araya korona süreci girince sürüncemede kalmıştı. 3 ay önce Konya’ ya kadar gelen bazı değerli ADD üye ve yöneticilerince yinelenen bu öneri; deneyim, görüş ve emeklerine çok değer verdiğim kimi ADD büyükleri ve hatırı sayılır sayıda şube yöneticilerimiz tarafından da ısrarla desteklenince kararım kesinleşti.

Böylelikle; ÇAĞRIMIZDIR başlığı ile ADD örgütlerimiz ve kamuoyu ile paylaştığımız görüş ve düşüncelerle, belirttiğimiz hedeflerimizi gerçekleştirebilmek için arkadaşlarımızla yola çıkmış olduk.

TUM-HABERLER.COM: ADD kuruluş kadrosunu ve ilan edilen amaçlarını göz önüne aldığımızda, sizce bugün görevini yerine getirebiliyor mu?

  1. HÜSNÜ BOZKURT: “ÇAĞRIMIZDIR” duyurumuzda da belirttiğimiz üzere ADD; batı emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerinin Atatürk ve Kemalizm (Atatürk ideolojisi)’e 100 yıldır sürdürdükleri saldırıların daha da yoğunlaşacağını gören Prof. Dr. Muammer Aksoy ve 49 Cumhuriyet Aydını tarafından 1989 yılında kurulmuş, dünyanın en büyük Demokratik Kitle Örgütlerinden biridir.

ADD’nin kuruluş amacı ve görevi, Atatürk’ün GENÇLİĞE HİTABE’sinde belirlenmiştir:

  • “TÜRK İSTİKLÂL VE CUMHURİYETİNİ İLELEBET MUHAFAZA VE MÜDAFAA ETMEK!” 

ADD’nin son 18 yılın Türkiye’sinde; hemen bütün siyasi, sendikal ve toplumsal örgütlerle birlikte ne beter bir baskı ortamında çalışmak zorunda kaldığı ortadadır. Halen yaşamakta olduğumuz koronavirüs salgınının ortamı daha zorlaştırdığı da malumdur. Ama “Bu ahval ve şerait içinde dahi vazifemizin” Atatürkçü Düşünceyi ülkemizin her yerinde yükseltmek, ulusumuzu gidişatın vehameti konusunda uyarmak olduğunu unutamayız. Yapmak zorunda olduğumuzu yapmalıyız, yapacağız.

TUM-HABERLER.COM: Özellikle de son yıllarda, ABD ve Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye yönelik yaptırım ve tehditvari açıklamalara karşı, millî bağımsızlığı ana ekseni olarak belirleyen Atatürkçü düşünceyi fikirde ve eylemde temsil eden ADD’nin tepkisi ya cılız kaldı ya da kamuoyu ilgi göstermedi. Siz Başkan seçildiğinizde, Atatürkçü düşüncenin toplumsal olaylarda temsiliyetinde ADD’nin daha aktif rol alacağını bekleyebilir miyiz? ADD Genel Başkanı seçilmeniz durumunda, nasıl bir yönetim ve çalışma projeniz var? ADD Başkanı olarak, şimdiden hazırladığınız projeleriniz var mı?

  1. HÜSNÜ BOZKURT: Bölgemiz ve ülkemize ilişkin planlarını bildiğimiz Batı Emperyalizmi ile yerli işbirlikçileri (dahili ve harici bedhahlar) 100 yıl önce Sevr ile yapmak isteyip, Atatürk ve Kuvayı Milliye’ye yenilerek DENİZE DÖKÜLDÜKLERİNDEN başaramadıklarını, bugün BOP ile gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

    ABD Dışişleri Bakanı C. Rice’ın daha 2003’te Kuzey Afrika’dan Çin Seddi’ne 22 ülkenin sınırlarını ve rejimlerini değiştireceklerini söyleyerek devletimizi yönetenlerin önüne koyduğu BOP haritasının ülkemizi nasıl paramparça etmeyi amaçladığı bilinmektedir. BOP süreci, 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Mehmetçiğin (Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti’nin) kafasına ÇUVAL geçirilmesiyle başlatıldı.

2007’den itibaren Ergenekon, Balyoz vd. kumpas davaları ile Ordumuzun Kemalist kadrolarının tasfiyesi ile sürdürüldü.

12 Eylül 2010 Referandumu ile Yargının ele geçirilmesiyle şahlandı.

15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi ardından 16 Nisan 2017’de 97 yıllık rejimimiz değiştirildi ve G. Fuller’in 2006 raporunda işaret ettiği Başkanlık Sistemine (hem de Türk Tipi denilerek!) geçildi. CB’lığı Hükümet Sistemi adı verilen bu yeni (ama aslında hayli eski) SARAY DÜZENİ’nin 2 yılın sonunda DEVLET aygıtını ne hale getirdiği, ekonomiden eğitime, sağlıktan dış politikaya ülkemizi ne duruma düşürdüğü ortada.

Sn. CB bile “Yargıda, ekonomide, demokraside reform seferberliği başlatıyoruz” dediğine göre!!!

Yani Türkiye 2003’ten beri ne yaşamışsa AKP iktidarı yönetiminde yaşadı ve bu süreçte BOP da adım adım yürüdü, yürüyor. Ülkemiz emperyalistlerce 1918’de olduğu gibi bugün de SİYASETSİZLEŞTİRİLMEYE ve ardından DEVLETSİZLEŞTİRİLMEYE çalışılıyor.

– TBMM işlevsizleşmiş,
– Siyasi Partiler etkinliklerini yitirmiş,
– ideolojiler silinmiş,
– Kuvvetler Ayrılığı yok edilmiş,
– tarım – hayvancılık bitirilmiş,
– bütün sınai üretim araçları elden çıkarılmış,
– borçlar gırtlağı aşmış ve

  • koca ülke TEK ADAM iradesine teslim olmuş durumda.

Bu DİNCİ-FAŞİST baskı ortamında Atatürk’ün deyişiyle “YENİ BİR TARZ-I SİYASET” üretmek ya yeni bir yol bulmak ya da yeni bir yol açmak zorundayız. Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’dan 23 Nisan 1920’ye kadar yürüttüğü KONGRELER DÖNEMİ’nde “Milletin azim ve kararını“ harekete geçirmek için yaptığını yaparak, bölge bölge, il il milletimize gitmeli, KEMALİZM’in ve DEVRİMCİ CUMHURİYET’in tam da şimdi tek ÇIKIŞ YOLU olduğunu anlatmalıyız.

ADD hiçbir siyasi partinin yancısı, arka bahçesi ya da hiçbir siyasi veya bürokratik makamın sıçrama tahtası olmayacak kadar BÜYÜKTÜR.

ADD bütünleşerek, büyüyerek ülke siyasetine yön verecek, yol gösterecek bir fikir ve eylem birliğini muhakkak sağlamalıdır.

ADD günümüzün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olmalıdır.

Ulusumuzun büyük çoğunluğunun bu çabaya omuz vereceğine yürekten inanıyoruz. Bu amaçla yola çıktık. Yolumuz açık olsun!

TUM-HABERLER.COM: Çok teşekkür ederiz.

Bozkurt: Atatürk, tam da şimdi tek çıkış yolu! (tum-haberler.com)
==========================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız Dr. M. Hüsnü Bozkurt’un kamuoyuna açıkladığı “ÇAĞRIMIZDIR” metnini daha önce web sitemizde yayınlamıştık. Okumak için lütfen tıklayınız :

Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT’tan çağrı – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

Dr. Ahmet SALTIK

1961 Anayasasının, Petrol Yasasının, Atatürkçü Düşünce Derneğinin bedelini canıyla ödeyen savaşçı: Prof. Dr. Muammer Aksoy

1961 Anayasasının, Petrol Yasasının, Atatürkçü Düşünce Derneğinin bedelini canıyla ödeyen savaşçı:
Prof. Dr. Muammer Aksoy

Lütfü KIRAYOĞLU (Elk. Müh)

Ülkemizin NATO kıskacına sokulması, aynı zamanda Aydın kıyımının da sistemli hale gelme sürecidir. Sistemli aydın kıyımı muhalefeti susturmanın ötesinde kitlelere korku salma, sindirme ve demokrasinin rafa kaldırıldığı darbelere giden yolu hazırladı. 12 Eylül anıları belleklerde çok taze olduğu gibi, 1990’lı yıllarda yeniden başlayan aydın kıyımı, ülkeyi Amerikancı FETÖ’cü darbe girişimine sürükledi.
Bugün, 1990’larda yeniden yükselen aydın kıyımının ilk halkası olan Muammer Aksoy cinayetinin 30. yıldönümü. 31 Ocak 1990 günü evinin önünde öldürülen (AS: arkasından kurşunlanan) Prof. Dr. Muammer Aksoy’u bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.
Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Eşref Bitlis. Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve diğer siyasi cinayetler, sonuçta tertipçiler için çok pahalıya mal olabilir. Kitlesel tepkiler çığ gibi büyür. Cinayetleri işletenlerin artık bu aydınlarımıza tahammülü kalmamış, tepkileri göze almışlardır. Onlar için artık gelecekteki “büyük” hedef önemlidir.

KATLEDİLMELERİ İÇİN ÇOK NEDENLERİ VARDI.

Katledilen aydınlarımızın “ortadan kaldırılması” için o kadar çok neden vardır ki, tetikçilerin ve arkasındaki güçlerin kimliği konusunda kafalar karışır. Tıpkı Uğur Mumcu cinayetinde olduğu gibi… Silah kaçakçısından, bölücüsüne, şeriat özlemcisinden, darbecisine, intihalciden, rüşvetçisine pek çok kesim şüphelidir. Bu arada esas failler yeni cinayetleri tezgâhlamaktadır.
Prof. Dr. Muammer Aksoy cinayeti de böyledir.

Muammer Aksoy 1917 yılında Antalya’nın İbradı ilçesinde doğdu. Babası Numan Aksoy uzun yıllar milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı. 1939 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Zürih Üniversitesinde doktora yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir Süre çalıştıktan sonra Ankara Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1957 yılında DP iktidarının üniversiteler üzerindeki baskısını protesto etmek içim görevinden istifa ederek CHP üyesi oldu. 27 Mayıs 1961’den sonra yeniden üniversiteye dönerek Siyasal Bilgiler Fakültesinde göreve başladı ve Profesör unvanını aldı. 1961 yılında (AS: 1960 olacak) kurulan Anayasa Komisyonunda çalıştı ve Komisyon Sözcüsü olarak özgürlükçü bir anayasanın hazırlanmasının öncülerinden oldu. Muammer Aksoy’u katledenler ve katline sevinenler O’nun bu görevini hiç “unutamadı”.

AKSOY’UN ANAYASASI DEĞİŞTİRİLİRKEN KENDİSİ DE HAPSE ATILDI

Aksoy 1960’lı yılların ilk yarısında ülkemizin ulusal çıkarlarına aykırı Petrol Yasası ve petrol rafinerilerinin yabancı şirketler yararına çalışmasına dikkat çeken çalışmalar yaptı. Türk halkının dikkatini bu yöne çekti. Aynı dönemde baskı gören devrimci aydınların, öğretmenlerin davaları ile işçi davalarını gönüllü takip etti. 12 Mart 1971 darbesi sırasında (AS:  Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, 15-16 Haziran 1970 direnişinden sonra, ‘Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı’ demişti.) darbeciler 1961 Anayasasının “lüks” olduğunu ve Türk halkına “bol” geldiğini söyleyerek değiştirirken, Muammer Aksoy’u da pek çok devrimci aydın ile birlikte hapse attılar. 1961 Anayasasındaki pek çok özgürlükçü madde değiştirilirken devrimci gençler işkenceden geçirilip darağacına gönderildi. (AS: 1961 Anayasasının 35 maddesi değiştirildi) 12 Mart sonrası tırmandırılan şiddet ortamında, bir yandan kahvehane baskınları, gençler arasında silahlı çatışmalar tırmandırılırken, Alevi-Sünni çatışması ile Maraş, Sivas, Çorum gibi illerde katliamlar tertip edildi. Buna paralel olarak Doğan Öz, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi gibi pek çok aydınımız da “faili meçhul” denilen cinayetlerde katledildi. Bu tertip ve cinayetlerle darbe için ortam “olgunlaştırıldı” ve 12 Eylül 1980 günü “bizim oğlanlar” faşist bir darbe ile ülkemiz demokratik gelişimine en büyük darbeyi indirdi. Yüzbinlerce tutuklu, binlerce dava dosyası, yaşı büyütülen gençlerin idamı (AS: Erdal Eren!), işkenceler hep “Atatürkçülük” perdesi ardına saklanarak yürütüldü.

“BEN ATATÜRKÇÜ DEĞİLİM”

12 Eylül döneminde ülkeye bütün kötülükler “Atatürkçülük” maskesi ile yapılırken Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı Nadir Nadi, olanlar karşısında “Ben Atatürkçü Değilim” adlı eserini yayınladı. Ancak Muammer Aksoy daha devrimci bir tutum ile tam da Atatürkçülük zamanı geldiğini tespit ederek 50 Cumhuriyet Aydını ile birlikte 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu. ADD hızla gelişirken derneğin kuruluşunun üzerinden 8 ay geçmişti ki, 31 Ocak 1990 günü Muammer Aksoy Ankara’da evinin önünde katledildi.

ÜLKESİNE VE DEVRİMLERE BAĞLILIĞINI CANIYLA ÖDEDİ

Muammer Aksoy, özgürlükçü 1961 Anayasasına katkılarının, Petrol Yasası konusundaki ciddi uyarılarının, devrimci gençlerin, öğretmenlerin ve işçilerin davalarına gönüllü bakmasının, Atatürkçüleri derleyip toparlayan ADD’yi kurmasının bedelini kanı ve canı ile ödemişti. Aksoy ailesi devrimci bir kökten geliyordu. 1970’li yıllarda kardeşi Prof. Dr. Muzaffer Aksoy da ayakkabı işçilerinde kan kanserine yol açan Benzen (Benzol) zehirlenmesine karşı yaptığı çalışmalarla dikkat çekmiş ve hedef haline gelmişti. (AS: 1984’te ILO İşçi Sağlığı ödülü aldı.)
İsmet İnönü’nün bir yurt gezisinde Aksoy’ların doğup büyüdüğü Antalya’nın İbradı beldesine uğradığında “burada ne yetişir” sorusuna “adam yetişir” yanıtı aldığı yıllardır kulaktan kulağa dolaşır. (AS: Bu ilçede 18 Nisan 2005’te 2 Aydınlanma konferansı vermiştik : Ulusal Egemenliğin Anlamı, İlköğretim Okulu öğrencilerine ve  Lise öğrencilerine)

“DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE YASADAN YARARLANMA HAKKI…”

  • Muammer Aksoy tam bir Atatürk devrimi hukukçusu ve
  • Atatürk devrimlerini özümsemiş bir cumhuriyet aydını idi.

Toplumun çıkarlarını her zaman bireyin çıkarlarının üzerinde gördü. Cumhuriyet Savcılığı yapmadı. Ancak Cumhuriyetin gerçek bir savunucusu oldu. Atatürk 9 Ekim 1925’te Cumhuriyet savcılarına şöyle sesleniyordu:

  • “… Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibariyle de Türk Ulusunun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet savcılarımızın devrimin gerekleri etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmalarını asıl görevlerinden sayarım.”
  • Bütün düşüncelerin üzerinde olan kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım. Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, ulusun en küçük bir yararını bile tehlikeye atmak hakkına hiç kimse sahip değildir. Devlet halinde yaşayan uygar uluslarda özgürlük ulusun emrindedir; yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir. Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda dinlerin, zorba hükümdarların, rahipler ve çıkar sağlayanların elinde bir baskı aracı olması gibi çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez.
  • Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünceden önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.
  • “Uygar uluslarda, yasa ve özgürlük, yüksek çıkarların korunması için düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda bu, kesin bir şart ve zorunluluktur. Birey yok, toplum vardır. Zorbalık ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, yasa ve özgürlük bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe veya ilkel topluluklarda, toplumun değil kişinin çıkarları vardır.
  • Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. Cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. İnsan hakları yasalarımızın güvencesi altındadır.
  • Zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün 95 yıl önce söylediği bu sözler, bugünden bakınca bazılarına fazlaca sert görünebilir. Bu sözlerin 1925 yılında meydana gelen Şeyh Sait ayaklanmasından hemen sonra söylendiği düşünülürse, konu daha iyi anlaşılacaktır. Öte yandan on yıllardır “özgürlükçü anayasa” ya da “bireysel özgürlükler” diye yırtınanların desteklediği bir cemaatin eline fırsat geçtiğinde Türk ulusunun bütününün özgürlüklerine son verecek bir darbe kalkışmasında bulunduklarını hep birlikte yakında yaşadık. Yine bireysel çıkar yerine kamusal çıkar için yaşam boyu mücadele eden Muammer Aksoy’un yaşama hakkının elinden nasıl alındığını da 30 yıl önce acı bir şekilde gördük.

Ülkemizin geleceğini bireysel çıkar peşinde koşanlar değil, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu gibi kamusal yarar uğruna canını verenler kuracaktır. (31 Ocak 2020)