Etiket arşivi: Ataol Behramoğlu

TELE1 TV Programımız : 02 Ekim 2020

Dostlar,

Bu gün,

02 Ekim 2020 Cuma günü, saat 17:00’de TELE1 TV’de

Sn. İsmail Dükel’in Habere Doğru programına konuk olacağız..

Sağlık Bakanlığı’nın salgın yönetimindeki ağır ve artık sürdürülemez fiyaskolarını konuşacağız.

Özürü kabahatından beter, Bakan Koca, 30 Eylül 2020 günü yaptığı talihsiz (uğursuz, “sinister”!) konuşmadaki bağışlan(a)maz gafını düzeltmek yerine, izleyen gün daha büyük bir skandala neden oldu.. Sözde, verileri sakladıklarını kabul ve itiraf ederken, gerekçe olarak ülkemizin görünür / görünmez ulusal çıkarlarını da korumaya çabaladıklarını (!?) adeta şişinerek açıkladı.. Eleştirenlere gözdağı verdi ve elde mercek leke aramakla suçladı..

Salgını salt Epidemiyoloji bilimi ilkelerine bağlı yönetmek zorunda iken, çirkin ve irrasyonel süregelen AKP siyasetine alet etti.. (patolojik bir mutada inkiyad ile..)

İngiltere Türkiye’den geleceklere 14 gün karantina başlattı..

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü), Türkiye Sağlık Bakanlığından açıklama istediklerini duyurdu.
****
Ufuk, AKP’nin, örneği görülmemiş şark kurnazlıklarıyla kapkara bulutlarla kaplı veeeeee

  • masum insanlar, önlenebilecek iken siyaset kurumunca öldürülüyor…

Bu, zulmün en koyusu ve acımasızıdır ve çaresi, Ataol Behramoğlu‘nun görkemli şiirinde vurguladığı üzere “çaresi isyan olmuştur…”

Bilgi ve ilginize sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 02 Ekim 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Müfredat

Müfredat

Ataol Behramoğlu

Sanat ince iştir

Sanat ince iştir

Ataol Behramoğlu
26 Aralık 2018 Çarşamba

Bana bir şiiri nasıl yazdığım sorulduğunda yanıtlamakta güçlük çektiğim zamanlar vardır.
Çünkü bazı şiirler, üstelik en çok sevilip tanınanlardan ve gerçekten kendimin de en sevdiklerimden, en değerli bulduklarımdan bazıları, umulmadık zamanlarda birdenbire gelir. 
Bu “gelir” sözü (buna içten gelme de diyebiliriz) bu tanıma çok uygundur. 
Örneğin “Ben Ölürsem Akşam Üstü Ölürüm” tam olarak bu tür şiirlerimdendir. 
1970 başlarında Paris’te bir sabah uyandığımda, ne akşamüstünü ne ölümü düşünmezken, aklımda şiirdeki sözcüklerin ve kavramların kırıntısı bile yokken, sanki kulağıma fısıldanmış gibi bir çırpıda yazılmış bir şiirdir… 
Yine örneğin, “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” da öyledir…
Bu kez 70’li yılların ortalarında, o sırada yalnız yaşadığım Kadıköy’deki evimde, bir akşamüstü eve gidip daktilonun başına geçerek yine bir çırpıda yazılıp tamamlanmış bir şiirdir… 
Tabii sonradan düşündüğümde, bilinçaltındaki bu oluşumların nedenlerini, kaynaklarını az çok anlayabiliyorum…
Fakat yine de bunlar sanki birer armağan, denebilir ki “yıldızın parladığı” anların olağandışı, olağanüstü ürünleridir… 
Buna karşılık pek çok şiir de uzun araştırmalar, çalışmalar sonunda ortaya çıkmış, tamamlanmışlardır… 
Kimi dizelerin, kimi kez tek bir sözcüğün bulunup yerine konulması için yılların geçmesi gerekmiştir… 
Şairin atölyesi onun duygu ve düşünce dünyası, baştan sona bütün yaşamıdır… 
Bir ressam, bir müzisyen, bir anlatı yazarı, bir tiyatro yaratıcısı, ürünlerinin nasıl ortaya çıktığı sorulduğunda, az çok aynı şeyleri söyleyecektir… 
Sanat bilinmezle bilinenin, sezilenle kavrananın, içten gelenle bilinç ürünü olanın, anlaşılması güç, karmaşık, sanatçının kendisinin bile bütünüyle açıklamakta güçlük çekeceği bir sentez, bir yaratma olgusudur… 
Daha da özetle söylenecek olursa, ince, çok ince bir iştir…

***
Sanatçı duyarlı, duygulu bir kişiliktir… 
Kabalıkla karşılaştığında, yapıtı ve kişiliği küçümsenip hor görüldüğünde, çoğu kez karşı çıkmaksızın kendi içine çekilir… 
Yapılan şey ciddi, doğru bir eleştiriyse, gerçek sanatçı bu eleştirinin doğruluğunu yanlışlığını, kendi içinde tartışır, irdeler, sonuçlar çıkarmaya çalışır… 
Onun en acımasız eleştirmeni zaten kendisidir… 
Siyaset dünyasında olağan sayılan hakaretler, sövgüler, sanat dünyasına yabancıdır. 
Farklı sanat anlayışları arasındaki çatışmalar da, ne kadar sert olursa olsun, kişiliğe saldırı düzeyine inmez, inemez… 
Örneğin hiçbir sanatçı bir başka sanatçı için, onu ne kadar beğenmese de, sanatçı müsveddesi demez, dememelidir… 
Çünkü beğenmediği sanatçının da, yetenek düzeyi ne olursa olsun, zahmetli, çileli bir işin emekçisi olduğunu bilir, bilmesi gerekir…
***

Sanat dünyası ile siyaset dünyası arasındaki ilişki bir başka çetrefil konudur… 
Sanatçı siyaset konusunda düşüncelerini açıklarken, kendi alanı dışında bir konuda kafa yoruyor demektir… 
Bu hele muhalefetteki bir sanatçının iktidara yönelik bir eleştiri ya da suçlaması ise, bunu bir çıkar beklentisiyle değil, tam tersine belayı göze alarak yapıyor demektir. 
Bu nedenle de eleştirilen siyasetçi, hakaret yağdırmak yerine, bu cesarete saygı duymalı, söylenenden incinse de anlayışla karşılayıp ders çıkarmaya çalışmalıdır… 
Bu konudaki sıkıntılardan biri iktidar zehirlenmesi, kendini her türlü eleştirinin üstünde görmekse, bir öteki sanata ve sanatçıya karşı içten içe duyulan bir öfke, bir haset, bir kıskançlıktır. 
Çünkü siyasette yükselmiş herhangi bir siyasetçinin yaşamı irdelendiğinde, zamanında bir sanat dalıyla uğraştığı, genellikle de başarısız olduğu görülecektir… 
Bunun en tipik örneği, resimleri bence pek de kötü olmamakla birlikte akademiye üst üste başvuruları reddedilmiş olan Adolf Hitler’dir… 

Son olarak söyleyeceğim ise;

  • Sanata, sanatçıya karşı hoşgörüsüzlüğün, düşmanlığın hiçbir siyasetçiye iyilik getirmediği, getirmeyeceğidir…

Gezi onurumuzdur

Gezi onurumuzdur

Ataol Behramoğlu
Cumhuriyet, 19.12.18

Gezi Direnişi’nin karalanmak istendiği şu günlerde Gezi şehitlerinin anısına ve onlardan biri olmakla onur duyduğum milyonlarca yurt ve özgürlükseverin cesaret ve özverisine bir kez daha sevgi ve saygıyla…

Gezi onurumuzdur
Gezi zalime, zulme karşı koyuşumuzdur
Gezi yurtseverliktir
Gezi gözü pekliktir
Gezi gençliğimizdir
Gezi birlikteliğimizdir
Gezi omuzdaşlıktır
Gezi aşktır
Gezi bireyciliği aşmamızdır
Gezi ben değil biz olmamızdır
Gezi öz saygımız, öz güvenimizdir
Gezi özgürlük sevgimizdir
Gezi tek değil çok olmaktır
Gezi ışık hızıyla çoğalmaktır
Gezi geleceğimiz, yarınımızdır
Gezi insana saygımızdır
Gezi sanatın, bilimin üstünlüğüdür
Gezi emeğin gücüdür
Gezi şiirdir, resimdir, şarkıdır
Gezi insan olma farkıdır
Gezi ışıktır umudu aydınlatan
Gezi bilinçtir karanlığı ışıtan
Gezi içtenliğidir çocukluğun
Gezi aşılmasıdır eylemsizliğin, korkunun
Gezi karşı koymaktır köleliğe
Gezi su vermektir çeliğe
Gezi kadının yükselen kimliğidir
Gezi özgür insan benliğidir
Gezi bir damladan okyanus yaratmaktır
Gezi kölelik zincirini kırıp atmaktır
Gezi bilinçle donatmaktır eylemi
Gezi en yüce değer saymaktır emeği
Gezi hiç bitmeyen, hep başlayandır
Gezi hep yeniden doğacak olandır

Mayıs 2014, “Ne Çok Hain”, s.49-51.

DOKTORLAR..

DOKTORLAR..

Ataol BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet
, 14.08.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Doktor (ya da hekim), pek çok anlam ve çağrışım içeren bir sözcük… 
Hepimizin, herkesin yaşamının bir döneminde bir doktor, doktorlar vardır.. 
Onlar en çok gereksinim duyduğumuz, yaşamlarımızı emanet ettiğimiz, tanılarını ve önerilerini can kulağıyla dinlediğimiz bir mesleğin mensuplarıdır. 
Bir toplulukta bir doktorun bulunuşu güven kaynağıdır. 
Herhangi bir yerde, örneğin bir uçak yolculuğunda, aramızda bir doktor var mı denildiğinde, herkes bir kahramanın, bir kurtarıcının ortaya çıkmasını bekler gibi dikkat kesilir… 
Zorlu, çileli, uzun süreli bir eğitim sonrasında doktor titrini kazanan kişi, insanların en çok gereksinim duyduğu, en çok çaba ve özveri gerektiren bir mesleğe adım atmış demektir. 
Onun artık gecesi ve gündüzü birbirine karışacak; her an, her zaman, her yerde, her koşulda, mesleğini insanların hizmetine sunmak üzere denebilir ki hazır olda bekleyecektir… 
Bunları yalnızca genel geçer bilgiler olarak değil, çocukluğumdan bugünlere, kişisel deneyimlerimin, gözlemlerimin sonucu olarak da söylüyorum. 
Her meslek alanında olduğu gibi bu alanda da mesleğin hakkını veremeyen, gereklerini yeterince yerine getirmeyen kişiler mutlaka vardır ve olacaktır. 
Fakat doktorluk alanında bunun ben, başka bütün mesleklere oranla, en küçük sayıda olacağından kuşku duymuyorum. 
Çünkü doktorluk mesleği, ona layık olmamayı en az kaldırabilecek mesleklerin en başında gelmektedir…
***
Her yerde olduğu gibi yakın zamanlara dek bizde de gereken saygıyı gören bu meslek, günümüz siyasal iktidarı döneminde horlanmakta, aşağılanmakta, değersizleştirilmek istenmekte ve mensupları, ne bizim tarihimizin ne de bütün insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmüş ölçüde saldırı ve cinayetlerin hedefi olmaktadır. 
Böyleyken, siyasal yönetimin hiçbir kademesinden bu vahim yozlaşma ve cürüm ortamıyla ilgili bir kaygı ve kınama sözü duyulmamakta, önlem alınacağına ilişkin bir girişim görülmemektedir. 
Tam tersine, bu siyasal iktidar, en saygın bir meslek kuruluşu olan Türk Tabipleri Birliği yöneticilerine karşı bu yıl Ocak ayında, söz konusu olan bir suç örgütüymüşçesine barbarca bir saldırıda bulunmuş, yükselen tepki üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştır. 
Aslında artık var olmayan, göstermelik TBMM’nin ilgili komisyonunda, geçen hafta iktidar partisi temsilcilerinin oylarıyla kabul edilen bir yasa önerisinin 5. maddesi ise, doktorluk mesleğinin bu iktidarın elinde nasıl bir oyuncağa dönüştürülmek istendiğinin son bir örneğidir… 
Maddenin içeriği özetle, Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile işinden çıkarılan doktorların, kamuyla bağlantılı hiçbir kurumda çalışamayacağı, yazdıkları raporların da adli ve idari geçerliliği olamayacağıdır.
***
OHAL resmen sona erdi. 
Kanun hükmünde kararnamelerin nasıl keyfi, insan haklarını tanımaz uygulamalara yol açtığı sayısız örnekle gözler önünde. 
Buna karşın her yaştan binlerce hekimin nice emek ve umutla elde ettiği, nice emek ve özveriyle sürdürdüğü meslekleri; kanun hükmünde kararname denilen, ne olduğu, nasıl kotarıldığı belirsiz ucube bir yasa taslağı ve uygulamasıyla ellerinden alınmış ve alınmaktadır. 
25 yıldır acil tıp uzmanı olarak çalışan bir doktor, kendisini kimin terörist olarak suçladığını bilmediğini, kamudaki işinden atıldıktan sonra özel hastanede bulduğu işini de kaybetmekten korktuğunu söylüyor. 
Aynı ucubenin mağduru bir başka doktor, özel hastanelerin de kendilerine iş vermekten çekindiğini belirtiyor. 

  • Siyasal yönetimin doktorluğa ve doktora karşı açtığı savaşım giderek daha da vahimleşmektedir. 

Tıp eğitimi ve doktorluk mesleği ağır darbeler almış ve almaktadır. 
8 Kasım tarihli gazetemizin ilk sayfasında Hekimlerin Çığlığıüst başlığı yer alıyor. 
Bu çığlığa kulak vererek Türk Tabipleri Birliği öncülüğündeki direniş eylemlerine destek olmak, varlığını ve özgürlüğünü demokrasiye borçlu bütün kişi ve kurumların acil görevidir.
================================

Dostlar,

Teşekkürler değerli dostumuz Prof. Ataol Behramoğlu’na..
Bu utanç verici saldırıların artık durması gerekiyor..
AKP iktidarı saçmalıklarına son vermeli ve ülkeyi akılcı (rasyonel) yönetmeye geçmeli

  • Meslek örgütümüz TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) ve hukuksuz biçimde mağdur edilen hekim meslektaşlarımızın yanında ve arkasındayız.

Hukuk devletinde, suçu kanıtlanana dek herkes masumdur, buna hukukta, insan hakları öğretisinde (doktrininde) “masumluk – masumiyet karinesi” denir ve evrensel bir temel ceza, insan hakları ve Anayasa hukuku kurallarındandır.

Anayasa md. 38/3 : Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.

OHAL döneminde çoğu sağlıksız KHK’lar ile mağdur edilen – işten atılan yüz bini aşkın kamu görevlisinden kabaca 1/10’u ancak görevlerine dönebilmiştir. Kurulan Komisyon kaplumbağa hızıyla ilerle(yebil)mektedir. Oysa geç kalan adalet, adalet değildir! Bu OHAL başvurularını inceleme komisyonu, AHİM’e başvurunun önünü kesmiştir. O halde sayısı hala yüz bin dolayında olan bu dosyaların hızla ve fakat mutlaka ADİL BİÇİMDE – HUKUKA SAYGI ve BAĞLILIK ile sonlandırılması zorunludur. Ancak bunun ardından insanlar yönetsel (idari) yargıda hak arayabilecektir..

Ne idüğü belirsiz 15 Temmuz olayından sonra AKP ülkeyi tar-u mar etmiştir.
Gün olur her şey açığa çıkar.. Bunun için uğraşmak ve zorluklara direnmek gerekir..
Hekimler bu bilinç ve örgütlülüğe sahiptir..

  • Unutulmasın;
  • TIBBİYE (1827) – HARBİYE (1834) – MÜLKİYE (1859) bu ülkenin sacayağıdır..

Bu kadim kurumlara Donkişotça saldıranların kılıçları er ya da geç kırılmıştır

Tarihe bakınız, kolaylıkla göreceksiniz..
Biz, üstelik, bu 3 şapkadan 2’sine birden sahip bir Tıbbiyeli – Mülkiyeli olarak uyarıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 14 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Kişilik yitimi

Cumhuriyet, 10.10.18

George Orwell’in 1949’da yayımlanan “1984”ünü, Türkçede yayımlanışının üzerinden de uzun süre geçmesine karşın ancak şu günlerde okuyabildim. Kitabı 1960’larda okumuş olsam, hakkında ne düşünürdüm, bilmiyorum. O günlerin devrimci-romantik coşku ortamında belki de sıkılır, sonuna kadar okuma gereği duymazdım.
Gerçi bugün de beğeniyle okuduğumu söyleyemem. 
Fakat bugünkü az beğenirliğimin nedeni içerikten çok romanın yapısı, kurgusuyla ilgili.
Didaktik bir yapıt bu. Kahramanlar yaşayan kişilikler değil, yazarın düşüncelerini dile getirme araçları. Onlara roman kahramanı bile denemez. Fakat yine de hiç kuşkusuz önemli bir kitap bu. 
Önemi ise, bana kalırsa pek de üstün nitelikli sayılamayacak yazınsal değerinden çok, cesaretle dile getirdiği düşünceleriyle ilgili…
***
Orwell’in “1984”ten birkaç yıl önce yayımlanan ve ona büyük ün kazandıran “Hayvan Çiftliği” adlı yapıtını da henüz okumamış olmama karşın hakkında yazılanlardan bu kitabın açıkça Stalin Rusya’sına yönelik bir “grotesk” anlatı örneği olduğunu biliyorum. 
1984” ise, ağırlıkla yine bu yönetimi çağrıştırmasına karşın, genel olarak totaliter yönetimlerin eleştirisi sayılabilir. 
Kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiş, fakat sonlara doğru giderek yoğunlaşan bir düşüncenin, “kişilik yitimi” diye adlandırılabilecek bir kavramın, bu kitabında yazarı en çok ilgilendiren (ve kaygılandıran) konu olduğu sanırım söylenebilir. 
Anlatının ortalarında bir yerde, iki sevgili Julia ve Winston arasındaki bir konuşmada, bu sorun ilk kez tartışma konusu yapılmaktadır. 
Julia’ya göre, işkence gören kişi her şeyi itiraf eder
Winston’un yanıtı, önemli olanın itiraf değil, duygular olduğudur. 
Cümlesini şöyle tamamlar: “Beni seni sevmekten caydırırlarsa, işte asıl o zaman ihanet etmiş olurum.” 
Julia bir zaman düşündükten sonra ona hak vererek, “Bunu asla yapamazlar” der; “Sana her şeyi, ama her şeyi söyletebilirler, ama seni beni sevmediğine inandıramazlar. İçine giremezler.” 
İçine giremezler” romanın kilit cümlesidir… 
Zor karşısında her şeyin, (düşünce ve inançlarından ötürü işkence gören kişiye ilgisi bulunmayan konularda yöneltilen suçlamaların bile) işkenceye son verilmesi için, kabul edildiği bilinen bir şeydir… 
Fakat bundan daha kötüsü, işkence gören kişinin itirafa zorlanmasından çok, işkencenin onun kişiliğini bozup değiştirmeye, düşünüp inandıklarının tersini düşündürüp inandırmaya yönelik ve bunda da başarılı olunmasıdır… Kişilik yitimi diye adlandırdığım da tam olarak budur.
***
Orwell kitabında, totaliter yönetimlerin kitleleri nasıl sürüleştirip yönlendirdiğini gösteriyor. 
Fakat milyonlarca kişiye tek tek maddi işkence yapılamayacağına göre bunun yolu eldeki bütün olanakları kullanarak beyinleri yıkamak, bir yalan ve korku imparatorluğu kurarak tek tek her bireyin kişilik yitimine uğramasının yolunu açmaktır. 
Günümüzde bu olanaklar, “1984” yazarının tasavvur sınırlarını da ötesindedir.
***
Kitapta bu kitleler için söylenip geçilen, fakat çok ilgimi çeken bir cümle de şu oldu: 

  • Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, 
  • ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler..

    Üzerinde ne kadar düşünülse azdır…

Dolar ve Allah

Dolar ve Allah

Ataol Behramoğlu

Liramızın Dolar karşısında büyük değer yitirmesi günlük yaşamlarımıza doğal olarak büyük fiyat artışları olarak yansıdı. Çünkü iğneden ipliğe neredeyse her şeyi başka ülkelerden satın alıyoruz ve ödemeler Dolar üzerinden yapılıyorParamızın değersizleşmesi ülke dışı seyahatlerde de üzüntü ve utanç verici olarak karşımıza çıkıyor. 
Benim gibi orta ya da ortanın az üstünde geliri olanlar için yakın zamanlara kadar herhangi bir Batı ülkesinde sıradan bir günlük gereksinim nesnesi, o ülkelerdeki gelir düzeyi bakımından ucuz sayılabilecek herhangi bir şey satın almak sorun değilken, şimdi bir fincan kahveyi bile bizim paraya göre hesaplamak gereği duyulacaktır. 
Yani yalnızca kendi ülkemizde değil belli başlı bütün ülkelerde yoksullaşmış olduk
Türk Lirası’nın bu büyük değer kaybının belki tek olumlu sonucunun, başka ülkelerde para kazanan yurttaşlarımız ve Türkiye’deki yakınları bakımından söz konusu olduğu düşünülebilir.
Öyle de olsa bir tek bunu sanırım bir avuntu nedeni sayamayız.
***
Bu sonucun başlıca sorumlusu ve onu düzeltmekle yükümlü olanlar, baskıcı yönetimlerin her zaman ve her yerde yapa geldiği gibi, sorunu iç ve dış düşmanların oyunu olarak göstermeye çalışmaktalar
Hayat pahalılığı dayanılmazlaştıkça böyle bir açıklamanın ne ölçüde tutabileceği ayrı bir konu…
Bu arada siyaset jargonumuz, dile getirildiğinden beri üzerinde kafa yorduğum bir de deyim kazandı: 

  • Onların doları varsa bizim de Allahımız var!” 

Etkili bir ifade olduğu yadsınamaz. 
Savaşta düşmana “Allah Allah!” diye hücum eden bir milletin çocuklarıyız… 
En güç zamanlarda bu sözcükten güç almamız, medet ummamız doğaldır. 
“Onların doları varsa bizim de Allahımız var” sözünün arkasında da böyle bir inanç ve o inançtan destek alma çabası olmalı. 
Nitekim Mehmet Akif “medeniyet”i (Batılı düşman ülkeleri) “tek dişi kalmış canavar”a benzetirken, bu canavarın karşısında “iman”ın yenilmezliğini dile getirirken, inandığı ve amaçladığı buydu. 
Aynı şeyi “Millet Şarkısı”nda “Zulmün topu var, güllesi var, kalası varsa/Hakk’ın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır” demiş olan Tevfik Fikret için de söyleyebiliriz. 
İnanç odakları farklı da olsa sonuçta hakkın, adaletin yenilmezliğine inançlarını dile getiren bu vicdanlı, namuslu şairlerin sözlerini, inançlarını tartışamaz, kimliklerine ve şiirlerine sadece saygı duyabiliriz. 
Fakat dolar karşısında liradaki kan kaybını önlemeyi başarmak şurda dursun, bu sonucu doğuran uygulamanın sorumlusu olup çözüm olarak da Allah’ı öne süren siyasetçi; hem gerçeği örtmeye çalıştığı, hem de inanç istismarı yaptığı için, akıl ve vicdan sahiplerinin eleştiri oklarının hedefi olmaktan kurtulamayacaktır.
***
“Onların doları varsa bizim de Allahımız var” derken, aynı zamanda, karşımıza aldıklarımızı Allahsızlıkla suçlamış oluyoruz… 
Oysa yaşamakta olduğumuz çağda hiç kimsenin bir başka kişiyi, topluluğu ya da milleti dinsel inaçlarından ya da inançsızlığından ötürü kınamaya, aşağılamaya hakkı yoktur. 
Kaldı ki gerçekten Allah inancınız varsa onun herkesin Allah’ı olduğunu, zaten Allah olmanın da böyle bir şey olduğunu bilmek gerekmiyor mu?

Tayyip Erdoğan’la açık sözlülükle

Tayyip Erdoğan’la açık sözlülükle

Ataol Behramoğlu
Cumhuriyet, 30 Haziran 2018

 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sizinle hiç karşılaşmadık. Belediye başkanlığınız sırasında bu olabilirdi.
Siz İstanbul Belediye Başkanı olduğunuzda ben de Türkiye Yazarlar Sendikası başkanlığına seçilmiştim. Yoksul sendikamızın, Kabataş Setüstü’ndeki lokalinin sahibi CHP Büyükşehir Belediyesi’ne bir hayli borcu birikmişti. 
Arkadaşlar gidip yeni başkanla görüşelim dediler. Gitmem dedim. 
Böylece bu ziyaret gerçekleşmedi. Gerekçelerimi birkaç kez yazdığım için tekrarlamayacağım. 
Sonra belediye başkanlığından alındığınızda, İstanbul Üniversitesi’ndeki işime giderken tam da Şehzadebaşı Camisi’nin önünde, sizin belediye sarayı önündeki topluluğa veda konuşmanıza tanık oldum. Durup bir süre dinledim. 
Sonradan bu sütundaki yazılarımdan birinde dile getirdiğim gibi, bu konuşma “görevden alınan bir belediye başkanının veda konuşması değil, kışkırtıcı bir meydan okumaydı.” 
Olaylar bu izlenimimi de fazlasıyla doğrulamıştır.
Avukatlarınız hakkımda iki kez hakaret davası açtılar. 
İlkinin gerekçesi, bir TV programında, -o sırada sanırım başbakandınız- başkanı olduğunuz partinin seçim yoluyla iktidarı bırakmayacağını söylemiş olmamdı. 
Zaten saçma bir davaydı. İlk duruşmada beraatla sonuçlandı. 
İkincisi, daha yakın zamanda, Ortaçağdan Sesleniş” başlıklı bir yazımda şehit ailelerine hitaben yaptığınız konuşmaya yönelttiğim eleştiriye ilişkindi. 
Onların ölmüş sayılmayacağını, şehitliğin hiç de üzülecek bir şey olmadığını söylüyordunuz. 
Yazıda özetle, bunların bir din görevlisi tarafından teselli amaçlı söylenebileceğini, fakat bir devlet başkanının görevinin böyle şeyler söylemek değil insanların can güvenliğini sağlamak olduğunu belirtmiştim. 
Avukatlarınız hakaret saymışlar. Neyse ki yargıç böyle düşünmedi ve bu dava da ilk celsede aklanmayla sonuçlandı. 
Yazılarımda size yönelik pek çok eleştiri vardır. Fakat ne size ne ailenize hakaret etmek aklımdan geçmez. Kişiliğimle, aldığım terbiyeyle de bağdaşmaz. 
Buna karşılık sosyal medya, seçim gecesinde Halk TV’deki birkaç sözümle ilgili olarak, taraftarlarınızın bana ve yakınlarıma yönelik ağza alınamayacak hakaretleriyle dolup taşıyor. 
Şahsen ben, bu nitelikte kişiler tarafından ve onların hiçbir değer ve ahlâk kırıntısı taşımayan sözleri yoluyla, herhangi bir konuda savunulmayı istemem.
Şimdi son olarak, RTÜK’ün bu yayın nedeniyle bu TV kanalına para cezası vermiş olduğunu öğrendim. 
Kanaldaki sözlerim, resmi sonuçlar henüz açıklanmadan zaferinizi ilan etmenizle ilgiliydi. 
Kuşkusuz o anların gerginliğinin ve heyecanının da etkisini taşıyan bir tonda, bu erken konuşmanın seçimle gelmiş bir devlet adamı tarafından değil, ancak bir çete reisi, bir darbecitarafından yapılabileceğini söyledim. 
O anda siz cumhurbaşkanı değil adaydınız ve erken bir zafer ilan etmeye -demokrasi ölçüleri içinde- hakkınız yoktu. Bence yasaya aykırı, ya da kendi yasasını kendi yapan biri tarafından yapılabilecek bir konuşmaydı. Amacım hakaret değil, dile belki sert getirilmiş bir tespittir. 
Bu sözlerim hiçbir uygar ülkede, suçlama, ceza konusu olamaz. 
Sonuçta, büyük sayılamayacak bir oy farkıyla da olsa, cumhurbaşkanı, ya da “yeni sistem”in başkanı seçildiğiniz resmen ilan edildi. Buna sevinen milyonlar ve üzülen milyonlar var. 
Ben üzülenlerdenim. 
Çünkü bütün yetkilerin tek elde toplanmasının diktatörlük ve bu “yeni sistem”in daha 2002’de onu ilk kez adlandıran kişi olduğum “sivil darbe”nin bir son aşaması olduğundan kuşku duymuyorum. 
Şu anda sahip olduğunuz sınırsız yetkileri ne ölçüde kullanacağınızı, ya da kullanabileceğinizi zaman gösterecek. Ben ise, kendi payıma, bu ülkenin, bu dilin bir şairi, bir yurtseveri olmaktan ötürü mutluyum. 
Bulunduğum yaş ve konum olarak ne kimseden zerrece korkum, ne de en ufak bir beklentim olabilir. 

  • Bütün korkum, ülkemizin Batılı bir demokrasi olmaktan
    büsbütün koparılarak Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşmesidir

Tek dileğim ise onun uygar dünyanın bir parçası, özgür ve mutlu bir ülke olarak gelişip varlığını sürdürmesidir.
===========================================

Dostlar,

İşte üstad Ataol Behramoğlu‘nun yazıları böyle okunmaya doyulamayan, her biri bir edebiyat yapıtı, ayrıca belgesel; tarihe not düşen..

Biz de aynı duygu, kaygı ve düşünceler içindeyiz..

Bekleyip göreceğiz ve Türkiye’mizin, Behramoğlu’nun tanımlamasıyla;

  • uygar dünyanın bir parçası, özgür ve mutlu bir ülke

olarak yaşaması için bütün gücümüzle mücadele etmeyi sürdüreceğiz.
Kuşkusuz bizler kazanacağız çünkü tanımladığımız hedef hem gerçekçi hem de meşru!

Sevgi ve saygı ile. 30 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kâbus bitiyor gibi…

Kâbus bitiyor gibi…

Ataol Behramoğlu
23.6.2018, Cumhuriyet

Kâbus, istenmeyen, kötü, karanlık, boğucu bir rüya demektir… 
Eninde sonunda biter.
Kan ter içinde uyanır, gördüğüm gerçekten bir düş müydü diye kendi kendinize sorarsınız… 
Kâbus, sona erdikten sonra da etkisi bir zaman devam eder… 
Toplumca on yılı aşkın bir süredir bir kâbus yaşıyoruz… 
Rüya değil, gerçek olarak… 
Bir adamın görüntüsü, beynimize kazınmışçasına, gözlerimizin önünden, kafamızın içinden çıkıp gitmiyor… 
Çünkü her yerde karşımızda… 
Bütün duvarlarda, bütün apartman cephelerinde, bütün direklerde, her köşede, her sokakta, her caddede, afiş asılabilecek her yerde, gözümüzün içine girercesine karşımızda… 
Saçlarının şeklini, bıyıklarını, bakışlarını, gözlerini, kaşlarını, bazı afişlerinde yüzündeki tebessüme benzer şeyi, kibrini, kasıntısını, özentisini ezberledik… 
Ezberlemekten öte kanıksadık, bıktık, usandık; akıl sağlığımız, sinirlerimiz, ağzımız hiç olmadığı ölçüde bozulacak kadar çileden çıktık. 
Ben öyleyim… 
Tanıdığım, tanımadığım, rasgele karşılaştığım kimselerden de, bir nedenle ve konu açıldığında benim aklımdan geçenlerin, dilimin ucuna gelenlerin, kendimi tutamayıp dile getirdiklerimin, buraya yazılamayacak kadar ağırlarını, bin beterlerini, her gün, her an, her yerde duyup işitiyorum… 
Ben bütün hayatımda böyle bir şey görmedim… 
En erken çocukluğumda dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü, sonra MenderesCelal Bayar vardı… Derken 27 Mayıs, ardından tekrar İnönü, EcevitDemirel, yine darbeler, sonra ÖzalErbakan, aklıma şu anda gelmeyen ve zaten gelmesine de gerek olmayan pek çok siyasal figür, parti lideri, vb… 
Bugünkü gibi bir şeye hiçbir zaman, hiçbir yerde tanık olmadım… 
Sadece bizde değil, hiçbir yerde… 
Stalin Rusya’sında, Hitler Almanya’sında, Musolini İtalya’sında bulunmadım… 
Fakat Brejnev SSCB’sinde böyle bir şey görmedim. Moskova’da, bırakın o günlerin yöneticilerini, Lenin’in heykeliyle bile karşılaşmadım diyebilirim… 
Jivkov Bulgaristan’ında diktatörlüğü kuşkusuz Jivkov’un tek bir afişini gördüğümü anımsamıyorum… 
Esad Suriye’sinde baba ve oğul Esad’ın bazı meydanlarda bir iki afişi vardı… 
Küba’ya gitmek kısmet olmadı… Fakat anlatılanlardan Fidel’in hiçbir yerde afişinin, anıtının olmadığını biliyorum… 
Batı ülkelerinden söz etmeye zaten gerek görmüyorum… 
Oralarda bugünkü yöneticilerin afişleri değil, gerçekten büyük devlet adamlarının, yazarların, sanatçıların heykelleri vardır…
Çok açıkça ve net olarak soruyorum: 
Afişleri, gazetelerin birinci sayfalarında fotoğrafları, ekranlarda bitmez tükenmez görüntüleri; tehditkâr, soğuk, sevimsiz, kibirli, inişli çıkışlı, mizahtan ve sevgiden yoksun ses tonu ve birbirini tutmaz laflarıyla hayatlarımızı istila eden bu adam kimdir?
Bütün milletin ekmeğinden çalınan paralarla yapılıp yeri göğü donatan bu afişleri ve neredeyse her metrekarede karşımıza çıkan bu bıktırıcı portreleri gören bir yabancı, kim bu adam diye sorsa, ne cevap vereceğiz? 
Bir savaş kahramanı mı? 
Hayır. 
Bir mucit, büyük bir yaratıcı, ülkesini bulunduğu yerden çok yükseklere taşımış bir devlet adamı mı? 
Yok canım… 
Kimdir peki? 
Şu anda iktidardaki bir partinin başkanı ve şaibeli olduğu herkesçe bilinen bir seçimle cumhurbaşkanı olmuş biri
Memleketi şirket olarak gördüğünü kendi ağzıyla söyleyen; paraya, mala mülke olan tutkusu, zamanında en yakınında olmuş dava arkadaşlarınca da dile getirilen; dün söylediğini bugün yalanlayan; ülkeyi devraldığından bu yana her alanda ve her anlamda çok daha darboğazlara sokmuş olan; İslamcı Hikmetyar’ın önünde diz çöküp diktatör Evren’in yanında esas duruşta bekleyen; terörist başı dediği kişinin yanına ulaşabilmeye can attığı fotoğraflarla belgelenen; hiçbir anlamda güvenilemeyecek biri… 
Öyleyse? 
Öyleyse bu kâbus artık sona ermelidir… 
Sona ermeli ve Türkiye Cumhuriyeti yüzlerce yılık birikiminin yönlendirdiği Aydınlanma yolunda yürüyüşünü, gerilere çekildiği noktadan ilerilere doğru sürdürmeye devam etmelidir…

HDP’ye Oy Vermek

HDP’ye Oy Vermek

Ataol Behramoğlu

Şimdilerde bir moda var: Önümüzdeki genel seçimlerde HDP’yi desteklemek. Nedeni, eğer bu parti barajı aşamazsa ona verilecek oyların AKP’nin hanesine yazılacak olması. 
HDP’nin doğal seçmenine bir diyeceğim yok. Anlamaya çalıştığım, HDP’li olmadıkları halde yukarıdaki gerekçeyle bu partiye oy verme çağrısında bulunan kişiler ve çevrelerin dayandığı mantık. İnce hesaplara, yüksek entelektüel usavurmalara benim aklım pek ermiyor. Bu konuda da bunlardan önce bazı basit sorulara yanıt bulmaya çalışıyorum. Öncelikle, HDP kime ve neye güvenerek seçimlere parti olarak girme kararı aldı? Bir başka deyişle, barajı aşacağı güvencesini nereden alıyor? Barajı aşamayıp parlamento dışı kalırsa ülkede neler olabileceğinin hesabını yaptı mı? Bu ve benzer sorulara yanıt aramaksızın, aman oyumuzu HDP’ye verelim, yoksa AKP başkanlık sistemi getirecek telaşı ve çağrısı bana anlamsız görünüyor.
***
Yalnızca anlamsız mı? Bu çağrı gizli bir tehdit de içeriyor: Eğer HDP’ye oy vermezsen, demokrat değilsin. Ulusalcısın, şusun busun. Biz bu filmi Cumhurbaşkanlığı seçiminde, onun da öncesinde anayasa referandumu oylamasında görmedik mi? Cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP Eşbaşkanı’nın konuşmalarından pek etkilenerek ya da zaten bu konuda baştan kararlı olarak ona oy verenler, bugün saray görünümlü gecekondusunda oturmakta olan kişi cumhurbaşkanı olarak parlamentoya girerken, oy verdikleri kişinin onu ayakta alkışladığını (AS: Demirtaş Erdoğan’ı ayakta alkışladı..) gördüklerinde acaba ne hissettiler? Dahası, verdikleri oylarla bugünkü cumhurbaşkanının seçilmesine katkıda bulunduklarını düşünüp bir özeleştiri yaptılar mı? Hiç sanmam. Çünkü bunu yapmış olsalar, şu andaki konumlarında bulunmazlar, biraz daha düşünme gereği duyarlardı.
***
Şimdi sorularımı HDP üzerinde yoğunlaştırıyorum: 
Demokrasi savaşımında bu partiye güvenmem için bir neden var mı? 
Dinci-faşist partiyle ve onun değişmez lideriyle iş ve ağız birliği içinde çözüm arayışında olan parti, bu değil mi? 
Ortağına arada bir yönelttiği çakma eleştirilerin gerçekliğine ve samimiyetine neden inanayım? 
Bu parti, AKP’nin iktidar oluşundan bugünlere ülkemizin üzerine karabasan gibi çöken faşist baskı ve saldırılara karşı, laf üretmekten başka ne yaptı? 
Nasıl alçakça planlar olduğu şu günlerde artık herkesin görebileceği açıklıkta ortaya dökülen Ergenekon ve Balyoz faciaları yaşanmaktayken, ne gibi karşı duruşlar sergiledi? 
Gezi başkaldırısı günlerinde tutarlı bir duruşu oldu mu? 
HDP’nin hangi demokrasi kahramanlığından söz ediliyor? 
Bu partinin Türkiye’de gerçek bir demokrasi için kaygı taşıdığına inanmam için ne gibi nedenler bulunmakta?

  • Asıl amacı ve hedefi, ulusal bütünlük içindeki bir etnisitenin, ekonomik ve sınıfsal olmaktan kat kat daha çok, kimlik sorununda odaklanan bir siyasal hareketten, ülkenin bütününde demokrasi için savaşım vermesini düşünüp beklemek, nasıl bir mantığın ürünüdür?
    ***
    Yazıya, “şimdilerde bir moda var” diye başladım… Bu modadan yeni Cumhuriyetimiz de bir ucundan etkilenmiş olmalı ki, 900’den fazla sanatçı ve aydının HDP’ye destek çağrısına bu konulardaki alışılmış tutumundan daha farklı, altını daha çok çizerek yer verdi. Kimsenin aydınlığını tartışamam. Fakat acaba destekçiler içindeki birkaç değerli yazar ve sanatçı sayısı bu abartılı rakamın haber başlığına çıkarılmasını hak edecek düzeyde miydi?
    ***
    Ben, kendi payıma, HDP’ye oy vermek için hiçbir neden ve gerek görmüyorum. 

Barajı aşamazsa, oylar AKP’ye gidecek ve ülkede demokrasinin kökü bütünüyle kazınacakmış. 
Böylesine zavallı, teslimiyetçi, edilgen bir gerekçe, bana sadece utanç verici görünüyor. 
Sonuçta olabilecekleri, başta HDP olmak üzere, önümüzdeki seçimleri bu Rus ruletine çevirenler düşünsün. (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/251693/HDP_ye_Oy_Vermek.html)