Etiket arşivi: Anayasa Mahkemesi

Zayıflatılmış ‘parlamenter’ sistem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Son Yazısı / Tüm Yazıları

Cumhuriyet, 21 Mart 2022

Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrasi ve Atılım Partisi, Gelecek Partisi ve Demokrat Parti liderleri, 28 Şubat 2022 tarihinde bir araya gelerek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adını verdikleri sistemi kamuoyuna duyurdular.

Söz konusu duyuruda, bir yandan, yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının sağlanması ve demokratik düzenin kurulması öngörülürken, bir yandan da 1921 Anayasası övülmüş, ondan sonraki tüm anayasalar ve anayasa değişiklikleri hedef haline getirilmiş, böylece büyük bir çelişkinin içine düşülmüştür.
***
Açıklanan metinde, “1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” ifadesi yer almıştır.

“1921 anayasası” olarak adlandırılan ilkelerin “nispeten kapsayıcı” olarak nitelendirilip ondan sonraki tüm anayasaların ve anayasa değişikliklerinin “dar kalıplara girmiş” olarak nitelendirilmiş olmasının gerekçesi nedir?!

  • “1921 Anayasası” olarak nitelendirilen sözde anayasa,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası değildir!
  • 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmamıştı!
    Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulmuştur!

1921 yılında Osmanlı İmparatorluğu fiilen ve resmen varlığını sürdürüyordu, saltanat ve hilafet henüz kaldırılmamıştı! Saltanat 1922 yılında, hilafet 1924 yılında kaldırılmıştır!

1921 Anayasası olarak nitelendirilen metin, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş olan bir ilkeler bildirisiydi. Buna anayasa denemez, çünkü anayasa bir devlete ait ilkeler bütünüdür. 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti henüz kurulmadığı gibi, söz konusu ilkeler bildirisi Meclis’te kabul edildiği için, bu Meclis de Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye olarak da bilinen Osmanlı İmparatorluğu devletini temsil etmediği için, bu sözde anayasa, Osmanlı İmparatorluğu devletinin anayasası da değildi.

Muhalefetteki altı partinin lideri, anayasa olduğu iddia edilen bu metini, laiklik ilkesi yer almadığı için mi övmek gereği ve 1923 yılı sonrasındaki anayasaları ve anayasa değişikliklerini yermek gereği duymuşlardır?!
***
1928 yılında, 1924 Anayasası üzerinden TBMM’de yapılan anayasa değişikliğiyle, 1876 Osmanlı anayasasından kalan bir madde olan Devletin dini İslamdır maddesi anayasadan çıkarılmıştır; 1937 yılında da yine TBMM’de yapılan anayasa değişikliğiyle, laiklik ilkesi bir anayasa maddesi haline gelmiştir.

  • Devletin dininin olduğu bir ülkede laiklik olmaz,
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede de demokrasi olmaz.
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede teokrasi olur. Yani din devleti olur, gücünü halktan değil, gücünü Tanrı’dan, dinden, ruhban sınıfından alan bir düzen olur.
  • Demokratik laik bir ülkede devletin dini olmaz,
    vatandaşın kendi özgür iradesine ve seçimine göre dini olur veya dini olmaz.

28 Şubat’ta yapılan açıklamayla, 1928 ve 1937 yılında gerçekleşen bu anayasa değişiklikleri mi hedef alınmıştır?!
***
Yapılan açıklamada, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik anayasası olarak bilinen 1961 Anayasası da hedef alınmış, “1961 anayasası Silahlı Kuvvetler başta olmak üzere, bazı bürokratik kurumlara demokrasi ile bağdaşmayacak yetkiler tanımış, dolayısıyla bürokratik vesayet düzenine sebep olmuştur. Örneğin, MGK üzerinden Yürütmenin etkinliği zaafa uğratılmış… anayasa yargısı tarafından pek çok siyasi parti kapatılmış, yasama ve yürütme vesayet altına alınarak zayıflatılmıştır… Reform önerimiz ile 1961 Anayasası’nda geçerli olan, bürokratik kurumların, siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz” ifadeleri yer almıştır!

Demokratik ülkelerde, anayasal demokratik düzeni korumak için Anayasa Mahkemesi gibi kurumların, ulusal güvenliği korumak amacıyla da Milli Güvenlik Kurulu benzeri kurumların bulunduğu bilinmektedir.

Buna rağmen (karşın) Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu, söz konusu açıklamada neden hedef haline getirilmiştir?!

  • CHP’yi ve İYİ Parti’yi;
  • Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan ve/veya Recep Tayyip Erdoğan ve/veya Fethullah Gülen ve/veya ABD emperyalizminin “ılımlı İslam” projesi mi yönetmektedir?!

6 Parti Bildirisi ve Anayasa Geleneğimiz

Alev Coşkun
Alev Coşkun
Cumhuriyet, 09.03.2022
(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Bugün Türkiye’de, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan ucube bir sistem yürürlüktedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilerek uygulanan bu model, Türkiye’nin 150 yılı aşan parlamento geleneğini de altüst etmiştir. Kuvvetler ayrılığı sistemi yıkılmış, kuvvetlerin birleştirildiği tek kişi yönetimi kurulmuştur.  Altı siyasal parti liderinin bu “ucube” modele karşı çıkma yönünde kesin kararlılık göstermeleri, demokratik ilkelerden kopmuş olan bu sistemi sonlandırmak ve yeniden parlamenter sisteme dönmek iradesini ortaya koymaları, Türk siyasal yaşamında çok önemli bir gelişmedir.

CUMHURİYET GAZETESİ

Kuşkusuz konu, tüm halkı ilgilendirmektedir. Bu nedenlerle Cumhuriyet gazetesi, bu siyasal gelişmeyi takdir ve önemle karşılamıştır. Türkiye’nin en önemli düşün, politika ve kültür gazetesi olan Cumhuriyet, konulara eleştirel akıl çerçevesinde yaklaşır ama katkıda da bulunur.

Nitekim, gazetemizin yazarları altı partinin yayımladığı metin üzerinde görüşlerini özgürce belirttiler. Özellikle demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru laiklik ilkesi üzerinde durdular. Bunlar dikkate alınması gereken eleştirilerdir.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden vazgeçilip parlamenter sisteme dönüş yapılması için anayasada değişiklik yapmak zorunludur. Bu nedenle, bu yazımızda anayasal konulara değinilecektir.

1921 ANAYASASI

Bildiride 1921 Anayasası olumlanıyor. Bilindiği gibi 1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu), sadece 23 maddedir, milli iradeyi egemen kılmak ve işgalcilere karşı Kuvayı Milliye’yi yürütmek amacıyla 20 Ocak 1921’de kabul edilmiştir. Bu anayasanın 2. maddesine göre, “Yürütme ve yasama yetkisi milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan TBMM’de toplanır.”

Bu model, “kuvvetler birliği”dir. Bu anayasa bir ihtilal anayasasıdır ve işgallere karşı Kuvayı Milliye’yi yürütmek amacını taşır. Anayasada parlamenter demokrasiyle ya da iktidarın sınırlandırılmasıyla ilgili hiçbir kural yoktur.

CUMHURİYETİN İLANI ve 1924 ANAYASASI

Cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı kanunla ilan edilmiştir.

Egemenliğin kayıtsız, koşulsuz millete ait olduğu zaten 1921 Anayasası’nın temel ilkesiydi. Saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra, yönetim biçimi Cumhuriyetten başka bir şey değildi. Bu nedenle 29 Ekim 1923 tarihli anayasa değişikliği aslında var olan ancak adı konmamış bir siyasal yapıyı açıklığa kavuşturmaktaydı. Bu yüzden kanunun başlığında “tavzihan tadil” (açıklık getiren değişiklik) deyimi kullanılmıştır.

1924 Anayasası toplam 105 maddedir. Bu anayasaya gelenekçi çevrelerden gelen eleştiriler, Batı taklitçiliği, din ve maneviyat düşmanlığı, otoriter, totaliter hatta oligarşik iktidar yarattığı iddialarıdır. Bütün dünyadaki önemli siyaset bilimciler ve anayasacılar, 1924 Anayasası’nın 1921 Anayasası ile başlayan süreç içinde “ulusal ve demokratik bir devletin temellerinin kurulmasına yardım ettiğini” kabul ederler.

  • Bu anayasadan 1928 yılında “Türk devletinin dini İslamdır” hükmü çıkarılmış,
    1937’de de laiklik ilkesi anayasaya girmiştir.

1924 Anayasası, anayasa hukuku açısından milli irade ilkesini öne çıkarmakla birlikte, çoğulcu ve özgürlükçü çok partili demokratik sistem açısından yetersizdir. Nitekim DP’nin 1954 yılından sonraki keyfi kararlarını dengeleyememiştir. Zaten o dönem dünyasında çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi kurumsallaştıran anayasalar da pek azdı.

YARGILAR

Altı partinin ortak bildirisi, 1921 Anayasası’nın “kısmen kapsayıcılığının” ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sonraki anayasalarının tümünü “dar kalıplara” girmiş olarak nitelendirilmektedir. 1961 Anayasası için de “1961 Anayasası birçok yeni ve önemli düzenleme getirmiş olsa da çok partili siyasal hayatımıza sekte vuran bir askeri darbenin ardından hazırlanmıştır; ayrıca “1961 Anayasası’nda geçerli olan bürokratik kurulların siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz” deniliyor.

Bildiride, “… geçmişe geri dönmüyor, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı esasına dayanan yeni bir sisteme geçiyoruz” deniliyor. Bunlar açık olmayan “muğlak” ifadelerdir. Parlamenter demokrasi getirmeyi hedefleyen bir metinde yer alan böylesi bir değerlendirme hem bilime aykırıdır hem de hatalıdır. Türk siyasal yaşamında kuvvetler ayrılığı sistemi, hukuka bağlı kurallar içinde 1961 Anayasası’nda düzenlenmiştir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem için ister istemez temel kaynak olarak 1961 Anayasası kullanılacaktır. Bu nedenle 1961 Anayasası’nın hukuksal gerçeklerine ve kurumlarına bilimsel olarak kısaca değinmekte yarar vardır.

1961 ANAYASASI

  • 1961 Anayasası, dünyadaki tüm anayasa ve siyaset bilimi otoritelerinin kabul ettikleri gibi Türklerin tarih boyunca yarattıkları en ilerici, en demokratik ve hukuk devleti ilkelerini yaşama geçiren anayasadır.

Öncelikle kamuoyunda oluşan yanlış bir algıyı düzeltelim. 1961 Anayasası, daha sonraki askeri darbelerde olduğu gibi, atanmış bir grup tarafından değil; seçilmiş Meclis tarafından yapılmıştır. Anayasayı yapan Kurucu Meclis’in temeli olan Temsilciler Meclisi 276 kişiden oluşuyordu. Bu meclisin 226 üyesi (%82) Aralık 1960 tarihli 157 ve 158 sayılı yasalar ile belirtilen seçim yöntemiyle seçilmişlerdi. On üyeyi devlet başkanı, on sekiz üyeyi Milli Birlik Komitesi seçmiştir. Bakanları Kurulu üyeleri Meclis üyesi sayılmışlardır.

Seçimle gelen üyelerin 75’i iller tarafından seçildi. (İstanbul dört, Ankara üç, İzmir iki) Diğer illerin hepsi birer üye gönderdiler. İl temsilcileri, ildeki tüm muhtarlar, o ildeki tüm ilkokul, ortaokul ve liselerin başöğretmenleri; köy dernek temsilcileri, o ildeki tüm meslek, esnaf, işçi, sendika başkanlarının bir araya gelerek yaptıkları seçimle belirlendiler.

Siyasal partiler CHP’ye 49, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) 25 kişilik kontenjan tanındı. Siyasal partiler kendi içinde seçim yaptılar. Geriye kalan üyeler meslek kuruluşları esasına göre kendi aralarında yapılan seçimlerle oluştu. Bu kuruluşlar, üniversiteler, yüksek yargı organları, basın ve yayın kuruluşları, barolar, ticaret ve sanayi odaları, işçi sendikaları, öğretmen kuruluşları, tüm tarım ve kooperatif kuruluşları ve esnaf kuruluşlarıdır.

1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileri bir araya gelmişti. Toplantıda; komisyon üyeleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu. 

Örneğin tüm üniversite öğretim üyeleri bir araya gelip kendi aralarından 12 profesörü seçti; Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’ın yüksek yargıçları bir araya gelip kendi aralarından 12 yüksek yargıcı seçti. Aynı biçimde tüm basın-yayın kuruluşları, tüm sendikalar, tüm barolar, tüm öğretmenler, tüm ticaret ve sanayi odaları, tüm esnaf kuruluşları, tüm tarım kooperatifleri kendi aralarında toplanarak temsilcilerini seçti ve Kurucu Meclis’e gönderdi. Demokratik bir süreç yaşandı. Görüldüğü gibi, 1961 Anayasası’nı hazırlayan Meclis, tüm illerin temsilcilerinden ve toplumu oluşturan kurum ve katmanların bir araya gelerek seçtikleri üyelerden oluşuyordu.

Türk siyasal tarihinde ilk kez gerçekleşen bu uygulama çok önemlidir ve 1961 Anayasası’nın toplumsal niteliklerini oluşturmuştur. 1961 Anayasası’nın kaynakları, 12 Ocak 1959 tarihli CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi”, İstanbul ve Ankara üniversiteleri anayasa ve hukuk hocalarının ayrı ayrı hazırladıkları anayasa taslaklarıdır. Bu taslaklardaki temel ilkeler, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa devletlerinin kabul ettikleri modern ve evrensel anayasalardır.

61 ANAYASASI İLERİCİ VE DEVRİMCİDİR

  • “Demokrasi”, “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramları ilk kez 1961 Anayasası ile anayasaya girmiştir. Kısaca irdeleyelim.

DEMOKRASİ KURAMI

“Demokratik yaşamda siyasal partilerin vazgeçilmezliği” ilkesi ilk kez 1961 Anayasası ile kabul edilmiştir. Anayasada “Siyasal partiler ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, demokratik, siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır” kuralına yer verilmiştir. Daha adil bir temsili öngören nispi temsil seçim sistemi getirilmiştir. 1961 Anayasası, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen ve tüm Avrupa’da gelişen demokratik ve çağdaş anayasalardan (Fransız, Alman, Belçika, İtalya, İskandinav ülkeleri gibi) esinlenmiş ve hepsinden ileride kurallar koymuştur.

İNSAN HAKLARI ve ÖZGÜRLÜKLER KURAMI

1961 Anayasası, 2. maddesinde devlet yaşamını düzenleyen temel ilkeleri saptamıştır. Türk anayasa sistemine ilk kez, “insan haklarına dayalı devlet” kavramı girmiş, insan hakları kavramı devletin temelleri içine alınmıştır. Anayasa, insanın doğuştan kazandığı hakları korumakla yetinmeyip, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşulları da hazırlaması yönünde devlete görev vermiştir. (md.10) 1961 Anayasası’nda “temel haklar ve özgürlükler” devletin kuruluşunu düzenleyen esaslardan önceye alınmıştır. Anayasa, böylece temel hak ve özgürlüklerin taşıdığı önemi açıkça belirtmek istemiştir.

Temel hak ve özgürlükler kısaca sayılıp geçilmemiş, tersine anayasanın üçte biri bu olguya ayrılmıştır. Bu konudaki en önemli yenilik “Bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunulamaz” ilkesidir. Yukarıda sözü edilen “insan haklarına bağlı devlet” ilkesiyle “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı” ilkesi yan yana getirilip irdelendiği zaman 1961 Anayasası’nın ne derece ilerici ve devrimci bir anayasa olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

SOSYAL DEVLET KURAMI

Anayasanın 2. maddesi yalnızca insan hakları temeline dayalı bir anayasadan değil, “sosyal bir hukuk devleti”nden söz etmektedir. Sosyal devlet ilkesi anayasada başlı başına ele alınarak kurallaştırılmıştır. Bireyin devletçe korunması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, asgari ücretle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlanmasının gerekliliği, açık bir biçimde belirtilmiştir. Sosyal devlet; güçsüzlerin, yoksulların önündeki engellerin kaldırılmasını öngörür. Ekonomik ve kültürel yönden zayıflara ve güçsüzlere haklarının tanınması, sendikal haklar ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin giderilmesi yönünde devlete görev verilmiştir.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KURAMI

Türk siyasal yaşamında “kanun devleti”, sonraları “hukuk devleti” kavramları özellikle 1950’den sonra çok partili sistem içinde kullanıldı. Ama 1961 Anayasası bir adım daha ileriye giderek “hukukun üstünlüğü” ilkesini, anayasanın vazgeçilmez unsuru durumuna getirdi.

HUKUK DEVLETİ

Devletin hukuka bağlı olması, hukuk üzerine kurulu olması, hukuk tarafından yönetilmesi, bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine bağlı olması demektir. Bu denetimin işlemesi için yargı bağımsızlığının sağlanması gerekir. Bu unsurlarıyla hukuk devleti, keyfiliğin, tek adam yönetiminin ve “polis devleti”nin karşıtıdır. Hukuk devleti olmadan, güçlendirilmiş parlamenter sistem kurulamaz. Hukuk devletini sağlayan çağdaş anayasaların en önemli kurumu Anayasa Mahkemesi’dir. Anayasa Mahkemesi, Türk hukuk sistemine 1961 Anayasası ile girmiştir. Ayrıca, 1961 Anayasası ilk kez, Meclis’te kabul edilen yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlayacak olan sistemi kurmuştur. Türk anayasa geleneğinde bir devrim yapılarak yasaların yargısal denetimi böylece kurumlaştırılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kurulması Türk demokrasinin çağdaş ve evrensel demokrasi düzeyine ulaşmasını sağlamış, insan hakları ve demokrasinin de güvencesi olmuştur.

Hukukun üstünlüğü ilkesi bağlamında ister yerel ister merkezi idareler olsun, yönetimin bütün işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olması olanağı tanınmıştır; bu nedenle anayasanın “İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır” (Md.114/1) maddesi çok önemlidir. Anayasa bununla da yetinmemiş, aynı maddenin son fırkasında “kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle”, idareyi yükümlü tutmuştur. 1961 Anayasası, hukukun üstünlüğü ilkesine verdiği önemi, yargı bağımsızlığının vazgeçilmez koşulu olan yargıç güvencesi konusunda da açıkça göstermiştir.

LAİK DEVLET İLKESİNİN PEKİŞMESİ

1961 Anayasası başlangıç kısmında ulus için “Kıvançta ve tasada birlik”; esin kaynağı “Milli Mücadele ruhu” olan Türk ulusçuluğu “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinde dile gelen barışçılık ve her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi amaçlayan Atatürk devrimciliği kavramlarının altını kalın bir biçimde çizmiştir. Anayasa, yukarıda esasları belirtilen Başlangıç kısmına gönderme yaparak, bu öğeleri kurallaştırmıştır. Şöyle ki:

  • “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” (Md.2)

Tüm bu nedenlerle, bütün dünyada 1961 Anayasası, Türklerin binlerce yıllık tarihleri boyunca yarattıkları en ilerici, en demokratik, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri koruyan, hukukun üstünlüğünü güvenceye alan bir anayasa olarak kabul edilmiştir.

Cumhuriyet gazetesinin 4 Temmuz 1961 tarihli 1. sayfasındaki Ali Ulvi imzalı karikatür, “Evet” kampanyasına karşı Adalet Partisi’nin tutumunu gösteriyor.

AMAÇ

Bu yazımızın temel amacı eleştiri yapmaktan ziyade katkı sağlamaktır. 150 yılı aşan parlamenter demokrasi deneyimlerimize dayalı olarak güçlendirilmiş parlamenter sistem yeniden kurulurken geçmiş deneylerden ve bilimden yararlanılması gerekir. Günlük siyasetin körüklemelerine, “siyasal istismarlara” boyun eğmemek gerekir. Anayasa değişimi her zaman olmaz, 6 parti lideri tüm bu nedenlerle duygusal baskılara boyun eğmeden Türk halkının geleceğini düşünmelidir; tarihi bir görev yaptıklarının bilincinde olmalıdır. Parlamenter sistem, temelde kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Yasama, Yürütme’yi soru, gensoru, güvenoylaması gibi araçlarla denetleyecektir.

Yargı, bir yandan Yürütme’yi, öte yandan da Yasama organının kabul ettiği yasaların anayasaya uygunluğunu yargısal yönden denetleyecektir. Bunun için yargının bağımsız ve tarafsız olması anayasa ilkeleriyle sağlanacaktır. Bütün hukuksal yollar 1961 Anayasası’nda vardır. 1961 Anayasası’nı kötülemek yerine eksik yanları düzelterek ve güçlendirerek ondan yararlanılmalıdır.
===================================

Dostlar,

Sayın Dr. Alev Coşkun‘un (siyaset bilimci) bu yazısı adeta bir ders gibi.
Bilimsel bir makale / kitap bölümü niteliğinde.

Kendisini kutluyor va yazdıklarını bütünü ile paylaşıyoruz.
Yazının çok özenle okunmasını ve 6 partinin yetkillerince mutlaka dikkate alınmasını diliyor ve bekliyoruz.

ADD’nin Cumhuriyet Gazetesi’nde tam arka sayfa ilanı da benzer öneriler içeriyor.

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi

Sedef Kabaş’tan Cumhuriyet’e mektup: ‘Kim suçlu kim haklı?’

Sedef Kabaş’tan Cumhuriyet’e mektup:
‘Kim suçlu kim haklı?’

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili kullandığı ifadeler nedeniyle 22 Ocak 2022’de tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş, tutuklu bulunduğu Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi’nden Cumhuriyet’e mektup yolladı.

cumhuriyet.com.tr  06 Şubat 2022

Sedef Kabaş'tan Cumhuriyet’e mektup: 'Kim suçlu kim haklı?'Sedef Kabaş’ın Bakırköy Kapalı Kadın Cezaevi’nden Cumhuriyet’e yolladığı mektup şu şekilde: 

Eğer yargı kişilerin ne yaptıklarından ziyade kim olduklarına ve hatta kimlerden olduklarına bakarak değerlendirme yapıyorsa; 

Eğer yargı kararları siyasi erkin baskısı ya da güç odaklarının talimatları doğrultusunda alınıyorsa; 

Eğer mahkemeler sanıkları “bizden mi, değil mi”, “inançlı mı kâfir mi”, “kadın mı, erkek mi”, sıradan biri mi, popüler mi”, “ iktidara yakın mı, muhalif mi” diye kategorize ediyorsa;

Eğer bir Adalet Bakanı’nın ifadesi ile tutuklama ve hapis “siparişleri” veriliyorsa;

Eğer ifadeye çağrılması gerekenler gece yarısı operasyonları ile gözaltına alınıyorsa;

Eğer bir kişiye dair daha polis tarafından ifadesi dahi alınmamışken bir Adalet Bakanı hüküm veriyor ve bunu milyonlara ilan ediyorsa;

Eğer istisna olan tutuklu yargılama, delil karartma ve kaçma şüphesi olmayanlar için ve hatta hüküm giyse bile hapis cezası almayacaklar için cezalandırma aracı olarak kullanılıyorsa;

Eğer siyasi otorite mahkemelere ihtiyaç duymadan bunun “suçlu”, kimin “hain”, kimin “terörist”, olduğuna peşinen karar verebiliyor ve buna göre yargıya işlem yapılmasını emredebiliyorsa;

Eğer bir suça dair somut delil, belge, kanıt sunmadan yazılan iddianameler ile sırf “sakıncalı” diye birileri “siyasi rehin” olarak demir parmaklıklar arkasında tutuluyorsa;

Eğer nice cana mal olmuş suikast, linç, ağır ihmal, cinayet, katliam, terör saldırıları davaları kasıtlı biçimde örseleniyor, öteleniyor ve engelleniyorsa;

Eğer alt mahkemeler en üst mahkeme olan Anayasa Mahkemesi kararlarını örneği olmayacak şekilde hiçe sayabiliyorsa;

Eğer ülkeyi yönetenler kendilerinin hukukun üstünde görüp “Anayasayı tanımıyoruz”, AİHM’e de kulak asmıyoruz tavrını sergileyebiliyorsa;

Eğer siyasi bir el, bir gecede tek bir imza ile hukuka aykırı şekilde uluslararası sözleşmeleri iptal edebiliyorsa;

Eğer bakanlar “kırın kapıyı girin içeri”, “yıkın” geneline hukuk arkadan gelir yönlendirmelerini pervasızca yapabiliyorsa;

Eğer bir taraf yağma, talan, hırsızlık, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, “mala çökme”, rüşvet, yolsuzluk, uluslararası uyuşturucu ticareti, iman ticareti, silah ticareti, hedef gösterme, tehdit, linç, tecavüz, cinayet, teröre destek ve hatta terör suçlarını aleni şekilde işliyor ve bırakın ceza almayı haklarında soruşturma bilraçılmıyorsa;

Eğer bunları görüp de susmayanlar, eleştirenler, itiraz edenler, protesto edenler, ortaya çıkaranlar, haber yapanlar, kamuoyu ile paylaşanlar yine yargı araç yapılarak sindirilmeye, susturulmaya ve cezalandırılmaya çalışılıyorsa;

Orada yargıya güven olur mu?

Orada “Adalet mülkün temelidir” sözü inandırıcı bulunur mu?

Orada demokratik, huzur, barış ve refah dolu bir düzen kurulmuş olur mu?

Buz gibi gerçek, esasen bu sorular verdiğiniz yanıtlarda saklı…

Belki de o yüzden bir an için düşünün; kendilerini haklı gösterenler gerçek suçlu, suçlu ilan edilenler ise sonuna kadar haklı...”
==================================

Sedef Kabaş’tan mesaj:

Bu hukuksuzluğu kimse savunamaz

Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş, “Hüküm giysem 1 saat bile infazı olmayan bir suç isnadıyla 11 gündür demir parmaklıklar arkasındayım” dedi.

12 gündür tutuklu bulunan Sedef Kabaş’ın avukatı Uğur Poyraz, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda müvekkilini cezaevinde ziyaret ettiğini duyurdu.

Avukat Poyraz, yaptığı paylaşımda, “Bugün Sedef Kabaş’ı ziyaret ettim.

  • ‘Hüküm giysem 1 saat bile infazı olmayan bir suç isnadıyla 11 gündür demir parmaklıklar arkasındayım. Bu hukuksuzluğu kimse savunamaz’ diyor” ifadelerini kullandı.

Poyraz paylaşımını, yeni Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a “Adalet Bakanı olarak bu konuda siz ne diyorsunuz Bekir Bozdağ?” diye seslenerek sonlandırdı. (Cumhuriyet, 02.02.22)
============================================

Tutuklu Sedef Kabaş’a cezaevinde ziyaret

Bağımsız Türkiye Partisi’nin genel başkan yardımcıları Ahmet Erimhan ve İbrahim Berk, ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçundan tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş’ı cezaevinde ziyaret etti

08 Şubat 2022, Cumhuriyet

Tutuklu Sedef Kabaş'a cezaevinde ziyaretBağımsız Türkiye Partisi’nin (BTP) genel başkan yardımcıları Avukat Ahmet Erimhan ve İbrahim Berk, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik sözleri nedeniyle tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş’ı İstanbul’daki Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda ziyaret etti.

Erimhan ve Berk, ziyaretinin ardından cezaevinin önünde bir açıklama yaptı.

İbrahim Berk, şunları söyledi:

“Sedef Kabaş Hanımefendi’yi ziyaret ettik. Genel Başkanımız Hüseyin Baş’ın selamlarını ilettik. Sedef Hanım, ‘Ben önce cezalandırıldım, şimdi niçin cezalandırıldığıma dair bir yargılama yapılacak’ diyor. Maalesef, biz de hukukçu olarak son 20 yıldır Türkiye’de hep gözlemliyoruz, tutuklama cezalandırma aracı olarak kullanılıyor. Cumhurbaşkanına hakaretle ilgili açılan davaların üçte biri ancak mahkumiyetle neticeleniyor. Bir mahkumiyet, bir ceza gerektirip gerektirmediğine bakılmaksızın önce tutuklama kararı verilmesi AİHM kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, hukukumuza, ceza yasalarına aykırıdır.

* Bir gözdağı, bir korkutma aracı olarak tutukluluk kararının verilmesi çok ciddi mağduriyetlere sebep oluyor. Sonuçta burada yatan bir gazeteci.”

“15 GÜN SONRA TUTUKLULUĞUNA İTİRAZ İÇİN YENİDEN BİR BAŞVURU YAPILACAK”

Avukat Ahmet Erimhan ise Sedef Kabaş’ın kendisinin siyaseten “esir” gibi tutulduğunu düşündüğünü belirterek, “Sedef Hanım, toplumun da gerçek anlamda hürriyet ortamına kavuşmasının, parlamenter demokrasiyle ve bütün partilerin bir demokrasi bayrağı altında buluşarak ancak mümkün olabileceğini söyledi. 15 gün sonra tutukluluğuna itiraz için yeniden bir başvuru yapılacak. Adaletle özgürlüğüne yeniden kavuşturulmasını diliyoruz” diye konuştu.

ANAYASANIN VE ANAYASA MAHKEMESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ÖNEMİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Anayasalar, devlet ile millet arasında yapılan hukuksal bir toplum sözleşmesidir. Anayasaların bu temel hukuk sözleşmesi metni olma misyonları, yönetenlerle yönetilenler arasında, asla vazgeçilemez bir bağdır. Demokrasilerde toplum iradesinin yine toplum yaşamına tam olarak aktarılabilmesi ancak ve ancak siyasal iktidarların anayasal düzeni içtenlikle benimsemeleri, bu düzene içtenlikle inanmaları ve yürekten benimsemeleri ile olanaklıdır.

Tüm demokratik hukuk devletlerinde, anayasaların temel görevi, siyasal iktidarların anayasaya uygun olmayan istek ve güçlerini anayasa ile sınırlandırabilme amacına yöneliktir. Zaten siyasal iktidarların hukuksal ve siyasal meşrulukları yürürlükteki anayasal düzene sadık kaldıkları sürece vardır. Hukukun üstünlüğü ile yönetilen ülkelerde hiçbir kimse ya da kurum, kaynağını anayasadan almayan bir yetki ve gücü kullanamaz ve Anayasaya aykırı Yürütme (icraat) yapamaz. Anayasal hukuk sınırlarını aşmak, anayasal düzene meydan okumak, rejimi değiştirmek anlamına gelir ve anayasayı çiğnem (ihlal) suçu oluşturur. (A. Saltık, TCK m.309)

Aydınlanma felsefesi ve çağdaş demokrasilerin filizlenerek gelişip olgunlaşmaya, taa 1215 yılında, İngiltere’de yönetenlerin yetkilerinin sınırlanmaya başlandığı tarihten günümüze dek geçen süreçte, yönetenlerin, yani siyasal iktidarların güçleri giderek daraltılmış; buna karşın yönetilenlerin, yani yurttaşların özgürlük alanları ise genişletilmiştir. Toplum yaşamına her alanda hukukun üstünlüğü egemen olmaya başlamış, özgürlükler ve demokrasinin sınırları da giderek genişlemiş, toplumlar da bu süreç içinde sivilleşmiş ve laikleşmişlerdir.

Sivilleşmek, teokrasinin ve hanedanların vesayetinden ve yönetiminden kurtulmak, halk iradesi (milli irade) ile yönetilmek, laikleşmek de din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmak, din ve devlet işlerini ayırmak, ruhban (din adamları, ulema) sınıfını devlet işlerinden uzak tutmak demektir.

Bu durumda klasik demokrasiyi kısaca şöyle formüle etmek olanaklıdır :

  • Sivilleşme (sekülarism)+  Laikleşme (Laicism) = Demokrasi 

Hukuk devleti ve demokrasinin tarihsel gelişim süreci içinde, siyasal iktidarların hukuk ve anayasa sınırlarını aşamalarını denetlemek için de, giderek anayasa mahkemeleri kurma gereği doğmuştur. Çünkü demokratik yollarla da olsa, siyasal iktidar gücünü eline geçirenlerin, kimi kez kendilerine uygun fırsatlar yaratarak bu gücü anayasal sınırların dışına taşırma eğiliminde oldukları gözlenmiştir.

Tarihsel olarak, anayasa mahkemelerinin kurulması siyasal iktidarları anayasal sınırlar içinde tutabilme amacına yöneliktir. Anayasa mahkemeleri demokratik hukuk devletinin hem güvenceleri ve hem de koruyucularıdır. Demokratik ülkelerdeki anayasa mahkemeleri anayasal düzeni koruma, kollama ve yaşatma işlevini yerine getirmede oldukça önemli ve başarılı bir görev üstlenmişlerdir.

Eğer ülkelerin anayasa mahkemeleri siyasal iktidarların güdümüne girerse, yurttaşlar açısından anayasal hukuk devletinin güvencesi ve koruyuculuğu önemini yitirir. Yönetim otoriterliğe, totaliterliğe ve hatta keyfiliğe evrilebilir. Hukuk devleti ve demokrasi güvencesi ortadan kalkabilir.

1876’dan günümüze dek tarihsel süreçte, Türkiye’deki demokratik gelişme eğilimlerine, geçmiş siyasal iktidarların bu konudaki tutumlarına ve güncel siyasal  iktidarın anayasa, adalet ve hukukun üstünlüğü ile ilgi uygulamalarına bu açıdan bakıldığında demokrasi, hukuk ve adalet karnemizin pek de yeterli ve tutarlı olmadığı söylenebilir. Hele de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilemez “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” ilkelerini hafife almak büyük bir yanlışlık ve aymazlık olur. Ayrıca Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymamak daha büyük ve telafisi güç bir sorumsuzluktur.

Anayasa Mahkemesi kararları da hukuksal ve bilimsel olarak eleştirilebilir. Ama bu kararlara uymazlık asla söz konusu olamaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi, siyasal iktidarların yetkilerini aşıp anayasanın temel kurallarını devre dışı bırakma olasılığına karşı; nitelikleri Anayasa’da tanımlanan hukuk devletinin, demokrasinin, ulusal egemenliğin ve hukukun üstünlüğünün en önemli güvencesi ve koruyucusudur. Bu misyonu mutlaka güçlendirilerek sürdürülmelidir.

Son sözüm şudur :

  • Hukukun üstünlüğüne dayalı daha güçlü bir parlamenter demokrasi ve daha adil bir yönetim hepimizin özlemi ve umudu olmalıdır.

“Güçlendirilmiş parlamenter sistem”

“Güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “sivil anayasa”, Anayasa tartışma ve atışmalarında en çok kullanılması muhtemel iki kavram.

Demokratik muhalefet partileri, güçlendirilmiş parlamenter sistem (GPS) üzerine çalışmalarını yürütürken, anayasa sayfasını 16 Nisan 2017’de kapattıklarını sürekli vurgulayan Cumhur İttifakı, “sivil anayasa” sloganı ile gündeme katıldı.

“Sivil anayasa” da, öyle: yaklaşık yüzyıldır yapılan siyasal anayasa ve sosyal anayasa ayrımına çevresel anayasa kavramı eklenmiş olsa da anayasalar, “toplumsal sözleşme” temelinde doğaları gereği sivil metinler.

KAĞIT ÜSTÜNDE BIRAKMAK…

Öncelikle, şu ana çelişki kayda değer: “sivil anayasa” sloganı sahipleri, 2017’de kendi koydukları hükümler dahil, Anayasa’yı sürekli çiğniyor. Anayasa Mahkemesi gibi Cumhuriyet’in temel organlarını kaldırmayı önerebiliyor.

Bu ana çelişki, haliyle, tutarlılık ve samimiyet sorununu gündeme getiriyor. Yürürlükteki Anayasa ihlalini sistematik hale getiren Cumhur İttifakı, “sivil anayasa” ile ne yapacak? İşte üçü:

>> GPS yolunda oluşacak ittifakın önünü kesmek, perdelemek ve çelmelemek.

>> Tek kişi yönetimini daha da pekiştirmek için Anayasa’yı , “keyfi yönetim aracı” haline getirmek.

>> Türkiye Cumhuriyeti’ni sadece kâğıt üstende kalan bir kavrama indirgemek.

AMACA GİDEN YÖNTEM

Şefe biat kültürüne dayalı bir toplum oluşturmak amacıyla bilgi kirliliği yaratmak, kavramları çarpıtmak ve demokrasi yanlılarını sindirmek.

Sözüm ona “sivil anayasa” savunucuları, parlamenter rejimin geriye gidiş olduğu cehaletini sergileyebiliyor.

Oysa, olmayan “kabine toplantıları” bile, en kötü parlamenter rejimin, bugünkü tek kişi fiili yönetiminden daha iyi olduğunun bir göstergesi.

O denli keyfi bir yönetim ki, Covid-19 önlemleri konusunda Bilim Kurulu önerilerini bile karartabiliyor.

Özetle, özgürlük ve haklar, Anayasa güvencesi altında olsa da, erkler tek kişide birleştiği için, devlet erkleri, varlık nedenlerini yadsıyarak özgürlükleri boğmakla meşgul.

  • CHP’nin, “128 Milyar dolar nerede?” afişlerini bile TOMA’lar eşliğinde toplatan bir yönetim, halka ne yapmaz?

Nitekim Bilim Kurulu önerilerini hiçe sayarak, kitlesel ölümleri seyretme havasında.

DEMOKRATİKLEŞTİRİLEN TBMM

Bu karanlık tablo karşısında, demokratik rejime dönüş çalışmalarında şu üç hususa dikkat etmek gerekir:

Bugünü iyi tanımlamak: Değinildiği üzere, Anayasal düzlemde demokratik olmadığı gibi, uygulamada, fiili ve keyfi öğeler ağır basıyor.

Başta CHP gelmek üzere, muhalefet partilerinin aradığı, aslında “demokratik hukuk devleti”nin parlamenter rejim ekseninde yeniden inşasıdır. Bu nedenle, Anayasa değişikliğini “rejim/sistem” arayışına indirgemeksizin hedefi, demokratik anayasa olarak koyma gereği var.

Eskisine dönüş algısını önlemek için parlamenter rejim/sistem yerine “güçlendirilmiş parlamenter sistem” deyimi kullanılıyor olsa da çekinmeden parlamenter rejim/sistem diyebilmeli; zira, hangi sıfatla kullanılırsa kullanılsın, rejim/sistem tasarımı, demokratik hukuk devleti ekseninde anlamlandırılmalı.

Doğal olarak birbiriyle yarışma halinde olan demokratik muhalefet partileri, demokratik hukuk devleti anayasal ortak paydaları ve hedefinde birleşmeli.

Bunun için, öncelikle anayasal denge ve denetim düzenekleri somut biçimde ortaya konulmalı;

Sonra, hesap verebilir bir hükümet düzenekleri somutlaştırılmalı;

Nihayet, yasama-yürütme-yargı erklerinin her birinin kendi görev ve yetkilerini kullanmasına elverişli bir yapısal düzenleme açıklığa kavuşturulmalı.

Bu çerçevede TBMM, demokratikleştirilebildiği ölçüde güçlü olur ve görevlerini özerk bir biçimde yerine getirir. Hükümet istikrarı için, kurulması kolay ve düşürülmesi zor düzenleme, aklileştirilmiş veya güçlendirilmiş parlamenter rejim çerçevesinde düşünülmeli; yargı ise, mutlaka bağımsız olmalıdır. Bunları sürekli tartışmalıyız.

Yüksek Yargı Nereye?

Yüksek Yargı Nereye?


Nuri ALAN
ESKİ DANIŞTAY BAŞKANI
Cumhuriyet, 22 Mart 2021

İlk derece mahkemelerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ve Anayasa Mahkemesinin kararlarını açık kurallara karşın uygulamayarak sürdürdükleri tutuklama kararlarından sonra Yargıtay ve Danıştaydan da şaşırtan, düşündüren, üzen uygulamalar ve kararlar çıkmaya başladı.

İlk derece mahkemelerince verilen ve açıkça hukuka aykırı olan kararlara karşı üst mahkemelerin varlığıyla avunabiliyorsunuz. Ancak bu tür kararlar anayasada Yüksek Mahkemeler olarak nitelendirilen yargı kuruluşlarından da gelmeye başlayınca hukuka olan inancınız ve yargıya güveniniz sarsılıyor; adalet arayışınız yoğunlaşıyor.

ANAYASA MAHKEMESİNE ÜYE SEÇİMİ

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Yargıtay kontenjanından boşalan Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçileceğine ilişkin haber ve senaryoyu okuduğumda, öngörüldüğü biçimde sonuçlanması olanaksız göründüğü için, ciddiye almadım. Senaryonun ilk adımı olan Yargıtay üyeliğine seçim işi Hâkimler ve Savcılar Kurulu eliyle gerçekleştirilip Anayasa Mahkemesi üye adaylığı için Yargıtayda yapılacak seçim de salgın hastalık öne sürülerek ertelenince senaryonun ciddiyeti ortaya çıktı.

Bu aşamada konuyla ilgili eleştirel bir yazı yazabilir miyim diye düşündüm. Yargıtayda seçimin ertelenmesinin Yargıtay Başkanlığı’nın tasarrufu olduğunu, seçim sonuçlarını etkilemeyeceğini, ülkemizin yüz akı anayasal kurumlarından Yargıtay’ın bu senaryoyu sahne dışı bırakacağını düşünerek yazmaktan vazgeçtim. Seçim beklediğim gibi sonuçlanırsa bu tür bir yazı boşlukta kalır, haklı olarak sınırı aşmak olarak da yorumlanabilirdi. Sonucu biliyorsunuz. Aday olan iki üyenin çekilmesiyle 11 Aralık 2020 tarihinde üyelik mazbatasını alan Savcı Bey, Yargıtayda hiç görev yapmadan 17 Aralıkta yapılan seçimde aday listesinin başında yer aldı ve Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı. Yanılmışım.

İdare hukuku açısından bir “şart tasarruf” olan bu Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanma işlemi, süreç içinde yer alan ve birbirleriyle bağlantılı olan tüm işlemler bakımından, idari yargı deyimi ile maksat” unsuru yönünden, anayasanın Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçimi düzenleyen kurallarına ve bunlara dayanan yasalara aykırıdır.

DANIŞTAY KARARLARI

Yargıtay’ın seçim kararından yaklaşık üç ay sonra Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (İDDK) verdiği iki karar gazeteler kanalıyla aynı gün kamuya duyuruldu. Bugüne kadar Danıştay yetkilileri tarafından yalanlanmayan haberlerden anlaşıldığına göre bu iki kararda, kararların sonucunu doğrudan etkileyen ve değiştiren, yargı etiği ile bağdaşmayan, usul kurallarını tümüyle dışlayan vahim hatalar yapıldı. Ancak bu hatalar üzerinde yeterince durulmadı; inceleme ve eleştiriler cazibesi nedeniyle “Öğrenci Andı” üzerinde yoğunlaştı.

Sözü edilen iki kararı yöntem açısından incelemeden önce anlaşılabilir kılmak ve verilen kararların vahametini gösterebilmek için ilgili hukuk kuralları hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum.

İDDK, idare mahkemelerinden verilen ısrar kararlarını, Danıştay İdari Dava dairelerinden ilk derecede verilen kararları temyizen ve yine daireler tarafından yürütmenin durdurulması talepleri hakkında verilen kararları itiraz yoluyla inceler. Kurulun yapısı Danıştay Kanununun değişik 17. maddesinde düzenlenmiş olup üyeleri Başkanlık Kurulu tarafından belirlenir. Ancak 31 Aralık 2012 tarihine kadar kurulun yapısı ve çalışma usulü Danıştay Kanununun 24. maddesinde özel olarak düzenlenmiştir.

Bu düzenlemeye göre İDDK her idari dava dairesinden en az bir üye olmak kaydıyla Başkanlık Kurulu tarafından görevlendirilen on dört üyeden oluşur; bu üyeler kurulda sürekli görev yaparlar. Toplantı ve görüşme yeter sayısı on birdir. Kararlar toplantıya katılanların oyçokluğu ile alınır. Görüldüğü üzere geçici madde, belli bir tarihe kadar neredeyse sabit bir kurul oluşturmuştur. Bu düzenlemenin amacı yeni bir yapıya kavuşturulan İDDK kararlarında istikrarı sağlamak ve birikmiş olan dosya sayısını kısa sürede eritmektir.

MANSUR YAVAŞ KARARI

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, Ticaret Bakanlığı’nın bir genelgesinin iptali için açtığı davada yürütmenin durdurulmasını istemiş, dosyayı inceleyen Danıştay Sekizinci ve Onuncu Daireleri Müşterek Kurulu talebi reddetmiştir.

Belediye bu karara karşı İDDKye itiraz etmiş, itiraz 24 Aralık 2020 tarihinde on bir üyenin katılımıyla yapılan toplantıda değerlendirilmiştir. Değerlendirmelerin ardından yapılan oylamada beş üyenin muhalefetiyle itiraz kabul edilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilmiştir. Karar çıkmış olmasına karşın, kurul başkanı dosyanın önemi nedeniyle geniş kurulda görüşülmesinin uygun olacağını ileri sürerek karar tutanağını imzaya açmamış ve dosyayı gündemden çıkarmıştır.

Bundan hemen sonra Başkanlık Kurulu, yürütmenin durdurulması için olumlu oy kullanan üç üyeyi İDDK üyeliğinden almış, yerlerine üç yeni üye atayarak kurulun yapısını değiştirmiştir. İDDKnin yeniden oluşturulmasından sonra dosya 4 Şubat 2021 tarihli toplantı gündemine alınmış, bu kez on üç üyenin katıldığı toplantıda itiraz yedi üyenin oyuyla reddedilmiştir. Bu karara altı üye muhalif kalmıştır.

Kurul halinde çalışan yargı birimlerinde toplantının yönetimi tartışmasız kurul başkanına aittir. Yazılı kurallarla da doğrulanan geleneksel uygulamaya göre toplantıda önce davanın konusu ve talep ortaya konulur; dosyanın eksiğinin bulunmadığı saptanırsa görüşme başlar; üyeler görüşlerini bildirdikten sonra karar için oylamaya geçilir. Oylama sonunda, usul kurallarında öngölen çoğunluğu sağlayan görüş karar olarak kabul edilir. Daha açık ifadeyle oylamanın sonuçlanmasıyla birlikte karar verilmiş olur.

Artık bu andan itibaren, belirlenen kararın hiçbir kimse tarafından değiştirilmesi, kaldırılması, geçersiz sayılması mümkün değildir. Karara karşı ancak yasalarda belirtilen kişiler tarafından öngörülen yollarla itiraz edilerek kararın değiştirilmesi, kaldırılması istenebilir. Tutanak, karar sonucunun yazıyla saptanmasıdır. Başka bir anlatımla tutanak, verilen kararın varlık şartı değildir; henüz tutanağın imzalanmadığı ileri sürülerek kararın oluşmadığı savunulamaz. Aksi halde kurul başkanına kararları istediği yönde oluşturma yetkisi verilmiş olur ki bu da kurula ait bir yetkinin kurulun başkanı tarafından tek başına kullanılması anlamına gelir.

İnceleme konusu olayda kurul başkanı görüşmeyi yeterli görerek karar için oylamaya geçmiş, altı oyla itiraz kabul edilmiştir. Görevi, derhal tutanağı imzaya açarak dosyayla ilgili müzakereyi sonlandırmaktır.

Bundan sonrası daha da ilginçtir: Karar kimilerinin (?) arzu ettiği şekilde çıkmayınca yukarıda açıklandığı gibi kurulda üye değişikliğine gidilmiş, üç üye alınmış, üç yeni üye atanmış ve bundan sonra yapılan toplantıda itiraz reddedilerek sonuca ulaşılmıştır.

KURUL AÇIKLAMAK ZORUNDA

Başkanlık Kurulunun İDDK üyelerinin değiştirilmesine ilişkin kararı, yukarıda içeriğini ve amacını açıkladığım ve halen uygulanması gereken Danıştay Kanununun geçici 24. maddesine açıkça aykırıdır. Maddeye göre kurul üyeleri sürekli olarak görev yaparlar. Hukuken geçerli nedenler olmadıkça kurulun üye yapısı değiştirilemez. Hele belli bir davada, belli bir sonucu elde etmek için kurul yapısında yapılacak değişikliklerin hukuken geçerliliği yoktur. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın itirazının ilk kez görüşülüp kabul edildiği 24 Aralık 2020 tarihinden sonra hangi nedenle üç kurul üyesinin değiştirildiğini, Danıştay Başkanlık Kurulu kamuya açıklamak zorundadır.

Yargı kararlarında yokluk” hukukta çok tartışılan ve üzerinde anlaşma sağlanamayan bir konudur. Gelişimini açıkladığım olayda, usulüne uygun olarak verilmiş olan bir karar kurul başkanı tarafından yok sayılmış, bilahare kurulun yapısı değiştirilerek hukuka uygun kararın tam aksine bir karar elde edilmiştir. Bu haliyle karar Doğal Yargıç” ilkesine de aykırıdır. Davanın taraflarından birinin lehine karar verecek şekilde hâkim atanamaz, yargı kurulu oluşturulamaz. Tüm bu nedenlerle 4 Şubat 2021 tarihinde İDDK tarafından verilen itirazın reddine ilişkin karar ölü doğmuştur, hukuki sonuç doğurmaz, yok hükmündedir.

ÖĞRENCİ ANDI KARARI

İDDKnin Öğrenci Andı ile ilgili kararı, özellikle siyasetle olan bağlantısı yönünden medyada yeterince tartışıldı. Ben de daha önce yazdığım iki yazıda (31 Ekim 2018 ve 1 Kasım 2018 tarihli Cumhuriyet gazetesi) Danıştay Sekizinci Dairesince verilen iptal kararının esasına ilişkin görüşlerimi açıklamış, Cumhurbaşkanı’nın 24 Ekim 2018 tarihinde Beştepede düzenlenen “Şûra-yı Devletten Danıştaya” konulu uluslararası sempozyumda bu karar nedeniyle Danıştaya yönelttiği ağır eleştirileri değerlendirmiştim. Cumhurbaşkanı’nın yüksek dozdaki eleştirilerinin toplantıya katılan Danıştay Başkanı ve üyelerince önemsendiği İDDKnin verdiği karar sonucundan anlaşılmaktadır.

Danıştay Sekizinci Dairesinin Ekim 2018de vermiş olduğu iptal kararının bozulması isteğini içeren dosyanın uzun süre bekletildiği, Başkanlık Kurulunca İDDKnin üye yapısı değiştirildikten sonra gündeme alındığı ve sekizinci Daire kararının bozulduğu anlaşılmaktadır. Bu karar da Mansur Yavaş kararıyla ilgili bölümde açıkladığım nedenlerle Danıştay Kanununun geçici 24. maddesine aykırıdır.

Sekizinci dairenin verdiği iptal kararının, bozma kararının verildiği tarihe kadar uygulanmamış olmasının anayasanın 138. maddesinin ihlali olduğunu da vurgulamak gerekir.

SONUÇ

Anayasada yüksek mahkemeler içinde gösterilen Danıştay ve Yargıtay kendi yargı alanı içindeki alt derece mahkemelerinin verdiği kararların son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen bazı davalara ilk ve son derece mahkemesi olarak bakmakla beraber ağırlıklı olarak temyiz mahkemesi olarak görev yaparlar.

Temyiz mahkemeleri kıdemli, deneyimli ve başarılı yargıçlardan oluşur. Görevleri ülkede hukukun doğru olarak ve herkese eşit biçimde uygulanmasını sağlamak, verdikleri kararlarla hukukun gelişmesine katkıda bulunmaktır. Adalet arayışında olanların son umut kapısıdır. Bu nedenle, verecekleri kararlar kişiler ve toplum için çok değerlidir.

Anayasa yargıcın anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatine göre hüküm vereceğini söylüyor. Yargıcın bu anayasal emri yerine getirebilmesi için hukuk bilgisi yanında bazı manevi niteliklere de sahip olması gerekir. Bunların içinde en önemlisi yansızlıktır, davanın taraflarından ve güç odaklarından uzak durmaktır. Üst mahkemelerin bu ilkelerle çatışan mahkeme kararlarını bozmaları, doğru kararı göstermeleri gerekirken kendilerinin bu ilkelerin dışına çıkması kabul edilemez. Bu kamu vicdanını derinden zedeler, umutları söndürür.

İDDKnin Mansur Yavaş davasında verdiği kararın bu ilkelerle hiçbir ilgisi yoktur. Karar tam anlamıyla bir hukuk skandalıdır ve tarafsızlık ilkesinin ihlalidir. Ülkemizde yargıya güvenin her geçen gün azaldığı bir dönemde söz konusu karar yaraya tuz ekmiş, yargıya güvende oluşan erozyonu daha da derinleştirmiş ve genişletmiştir.

Yargılama usulünün genel ilkelerini hiçe sayarak yapılan ve ilerisi için daha olumsuz kararların habercisi olan bu uygulama işin esasına ilişkin kararın yönünü 180 derece değiştirmiştir. Büyükşehir belediye başkanlarının yetkilerini de önemli ölçüde sınırlayan bu karar karşısında ilgili siyasi partilerin suskunluğu ve hukukçuların sessizliği şaşırtıcıdır, üzücüdür.

Bu kararın oluşmasında sorumluluğu olanlar, mensubu oldukları anayasal kurumun ağırlığını ve değerini de gözeterek vicdan muhasebesi yapmalıdırlar.

1961, 1982 ve 2017 anayasaları arasındaki temel fark!

Emre Kongar

Emre Kongarekongar@cumhuriyet.com.tr

1961, 1982 ve 2017 anayasaları arasındaki temel fark!

Son GARA operasyonunda 16 evladımızın şehit olmasıyla sonuçlanan trajik başarısızlık ve bu başarısızlıktan kaçmak için kullanılan “Sorumlu Devlettir” söylemi, “Sorumlu kim” ve “Devlet nedir” sorularını gündeme getirdi.
***
Devlet nedir?
Sorumlusu kimdir?
Doğada devlet yoktur: Devlet insan icadıdır!
İlkel toplumlarda “sorumlu” kabile/aşiret reisidir; çünkü o ne derse o olur!
Feodal Toplumlarda “sorumlu” kral, imparator, şah, padişahtır; çünkü onlar ne derse o olur!

Kentsel/Endüstriyel Toplumlarla, Bilişim Devrimi toplumlarında “sorumlu” başkan ya da başbakandır; çünkü yönetici makamında o oturmaktadır.
***
1961 Anayasası, Demokratik Rejimin seçilmişler tarafından yozlaştırılmasını engellemek için yapılmıştı:

Hem “Kuvvetler Ayrımı”nı kesin olarak gerçekleştirmiş hem de bu ayrımla birlikte, Temel Hak ve Özgürlükleri, bağımsız ve özerk kurumlar aracılığıyla güvence altına almıştı.

1) Yasama organını Senato ile güçlendirmiş…
2) Yürütme organının bütün eylem ve söylemlerini Anayasa’ya uygunluk açısından Yargı Denetimi’ne bağlamış…
3) Yargıyı, hem Anayasa Mahkemesi’ne hem de bağımsızlık güvencelerine kavuşturmuş…
4) Ayrıca, Üniversiteler, TRT gibi kurumlar özerkleştirilmiş, basın ve işçi sendikaları özel haklarla güçlendirilmiş, iktisadi kalkınma Devlet Planlamaya bağlanmış…
5) Seçim yasası, “Milli Bakiye Sistemi” ile toplumdaki bütün eğilimlerin Meclis’te temsil edilmesini sağlayacak biçimde değiştirilmiş…
6) Böylece hem Anayasa hem de Temel Hak ve Özgürlükler, sandıktan çıkıp Demokratik Rejimi yok etmek isteyen siyasal iktidarlara karşı korunmuştu.

Bu Anayasa’ya göre, yönetici makamında oturan “sorumluların” soyut bir devlet kavramına sığınmaları yine de pek olanaklı değildi, çünkü iktidarın bütün işleri Anayasa Mahkemesi denetimine tabi idi.
***
Çıkarları bozulan Toprak Ağaları ve Tarikatların temsilcisi olan sağ politikacılar 1961 Anayasası’nın Temel Hak ve Özgürlükleri koruyan, seçilmişlerin Demokratik Rejimi yozlaştırmalarını engelleyen kimliğini “Lüks” diye nitelediler.

  • 12 Mart 1971 Askeri Darbesi 1961 Anayasası’nı iğdiş etmekte yetersiz kalınca, emperyalistlerin de desteğiyle yapılan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile 1961 Anayasası yürürlükten kaldırıldı,

Devleti Temel Hak ve Özgürlüklere karşı koruyan” 1982 Anayasası kabul edildi.

1982 Anayasası sandıktan çıkan iktidarı yani çoğunluğu temsil edenleri, “Devletin Sahibi / Temsilcisi” sayıyor ve “Devleti” de bireyin Temel Hak ve Özgürlüklerine karşı güçlendiriyordu!

O nedenle bu Anayasaya göre, iktidardaki “sorumluların” “soyut bir devlet kavramına” sığınmaları olanaksızdı.
***

16 Nisan 2017 “Sözde Halkoylamasıyla” kabul edildiği iddia edilen “Ucube Anayasa”, Temel Hak ve Özgürlüklere karşı “Güçlü Devleti” oluşturan 1982 Anayasası’nı dahi yetersiz bularak onu bile yozlaştırıyor, bütün devlet mekanizmasını tek bir kişiye bağlayan “Şahsım Devletini” kuruyordu.

***
“Soyut Devlet” kavramı, 1961 Anayasası’na göre bile, iktidardakiler tarafından sorumluluktan kaçmak için başvurulabilecek bir sığınak değildi; çünkü yargı bağımsızlığı ve Anayasa Mahkemesi vardı.

1982 Anayasası, “Devleti” iyice iktidarın emrine verdiği için onu kullananların “sorumluluktan” kaçmalarına hiç izin vermiyordu.

2017’de kabul edildiği iddia edilen “Ucube Anayasa”ya göre kurulan “Şahsım Devleti”nde ise “sorumlu”, “tanım gereği”, hem siyaseten hem hukuken hem de mantıken, zaten o devletle özdeşleşmiş olan “Şahıstır”!

AYM kararından sonra başka sorular

AYM kararından sonra başka sorular

  • Anayasa Mahkemesi kararlarındaki yargılar ne işe yarar? Sonunda hak ihlali olduğu kararı verilecekse; bunca yaşanan gözaltına almalar, tutuklamalar, yeniden tutuklamalar niçin? Hangi yaraları sarıyor da meşhur “adalet yerini buldu” lafı ne kadar kof, içi boş ve neden işe yaramıyor artık…

    Av. Fikret İlkiz
    İstanbul – BİA Haber Merkezi18 Ocak 2021

Çizim: Tarık Tolunay

Gezi Olayları, Gezi Davası, yeniden Gezi Davası…

Gözaltılar, serbest bırakmalar, tutuklamalar, yargılamalar, tahliye kararları, yeniden başka tutuklamalar… Geriye ne kaldı? Hatırlanan yargılama, sanık savunmaları! Mahkemenin tüm sanıklar için verdiği beraat kararı.

Gezi olayları arada bir hatırlandığında hala siyasilerin ağızlarından düşürmedikleri politik söylemlerinin konusu. Basit bir anlatım gibi geliyor yaşadıklarımız. Her ceza davasından geriye kalan yaşanmış acılar, bıraktığı izler o kadar basit değil, yaşayanlar, çekenler bilir!

Yargılamalar, yargılamalar, bazen acı acı düşündürüyor; Anayasa Mahkemesi kararlarındaki yargılar ne işe yarar? Sonunda hak ihlali olduğu kararı verilecekse; bunca yaşanan gözaltına almalar, tutuklamalar, yeniden tutuklamalar niçin? Hangi yaraları sarıyor da meşhur “adalet yerini buldu” lafı ne kadar kof, içi boş ve neden işe yaramıyor artık…

Güvenilir adalet dedikçe; güveni azaltan yargı reformlarının sağladığı nedir ki; hiç kimse yargıya güvenmiyor! Anayasa Mahkemesinin 3.12.2020 tarihli (B. No 2019/7132) Yiğit Aksakoğlu hakkındaki “tutuklamanın hak ihlali” olduğu hakkındaki kararı Gezi Davasının nasıl bir dava olduğu hakkındaki ipuçlarıyla dolu!

Anayasa Mahkemesi, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun 2014 yılı Gezi Parkı Olayları Raporu’na yer vermiş. Raporda yer alan “mevcutlardan” birisi şöyleymiş:

“- Kamuoyunda olayların çevreci bir saikle başladığını ve bireylerin yaşadıkları çevreye ilişkin kararların kendilerine sorulması talebini ortaya koyduklarını ifade edenler olduğu gibi yerleri değiştirilen ağaçların bahane olarak kullanıldığını, hareketin iktidara karşı yurt dışı destekli bir kalkışma olduğunu belirtenler ve polisin müdahalesini Başbakanlık binasının ele geçirilmeye çalışılması, kamunun ve özel kişilerin mallarına zarar verilmesi ile ilişkilendirenler de mevcuttur.”

Davanın başvurucusu 16.11.2018 tarihinde gözaltına alınmış, tutuklanmış. Gezi Davası açılmış. 28.2.2019 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuş. 25.06.2019 tarihinde ceza mahkemesi hakkında tahliye kararı verilmiş. Mahkeme hakkında beraat kararı vermiş, ardından 3.12.2020 tarihinde Anayasa Mahkemesi karar vermiş.

Anayasa Mahkemesi bu davanın soruşturma aşamasında verilmiş olan “tutuklama” kararının “Tutuklamanın hukuki olmaması nedeniyle Anayasanın 19. Maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine” karar vermiştir. 30.000,00 TL manevi tazminat bedeline hükmedilmiş, insan yaşamında haksızca harcanmış mahpusluk zamanının karşılığı…

Osman Kavala bu davanın tutuklu sanıklarından birisiydi. Yargılandı, mahkeme beraat kararı verdi, tahliyesine dedi; Osman Kavala yeniden tutuklandı ve halen hapiste tutuluyor… Osman Kavala hakkında Anayasa Mahkemesinin (G.K), B.No. 2018/1073, 22.5.2019 tarihli kararı, Yiğit Aksakoğlu hakkındaki kararında “İlgili Hukuk” başlıklı 35. inci bölümde “bkz” (bakınız) yazılı; bakınız. Anayasa Mahkemesi ne Anayasanın 19. maddesini ve ne de Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerini yazmaya gerek bile görmüyor… Bakınız; Osman Kavala hakkındaki kararı…

Anayasa Mahkemesi kararında Gezi olayları sırasında çok sayıda toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlendiği, bunların bir kısmının barışçıl nitelik taşıdığı Anayasa Mahkemesi kararlarına da yansıdığını ifade ederek; Anayasa Mahkemesinin Gezi olaylarıyla ilgili olarak toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine karar verdiği başvuruları örneklemiştir. Barışçıl toplantıların düzenlenmesinin, organize edilmesinin ve bunlara katılmanın suçlama konusu olmaması gerektiğini karara bağlamıştır. Anayasa Mahkemesi; ancak barışçıl olmayan veya barışçıl bir şekilde başlayıp sonradan şiddete evrilen gösterilerdeki fiillerine bakılarak kişiler hakkında ceza davası açılabileceğine, ceza hukukuna veya özel kanunlarda yer alan bir hükmün ihlali halinde bu fiillerin suçlama konusu edilebileceğinin altını çizmiştir. Bir kişinin fiilinden dolayı yapılacak olan yargılamanın konusu “şiddet içeren bir toplantı düzenlemek”, düzenlenmesine yardım etmek olmalıdır. Böyle bir durum varsa bile kişinin mutlaka cezalandırılacağı anlamı çıkarılmamalıdır. Adil yargılanma hakkı gereği yargılama sonunda eğer ceza verilirse bile; bu cezanın orantılı olması şarttır.

Anayasa Mahkemesi soruyortutuklamak için deliliniz var mıdır?

Yoksa tutuklama olmaz, dava olmaz. Eğer deliliniz varsa; “barışçıl olmayan ve şiddet içeren eylemlere katılımın bir suçlamaya konu edilmesi durumunda bunun dayanaklarının somut olgularla gösterilmesi gerekir.”

AYM Gezi olayları ile ilgili davada şu gerçeğin altını çiziyor: “Öte yandan cebir ve şiddet, bu davadaki en önemli husustur zira başvurucunun tutuklandığı ve daha sonra yargılandığı suçun en temel unsuru cebir ve şiddet kullanımıdır.”  

Gezi davasını yaratan iddianame mademki; “Hükûmeti devirmeye yönelik bir girişimin parçası olarak yapıldığını” ileri sürmüştür; iddiasını kanıtlamak için kanıtlarını ve bu girişimi ortaya koyan olguları göstermelidir, ama gösterilmemiştir.

Kuvvetli suç şüphesinin var olup olmadığı sorgulanmalıdır. Anayasa Mahkemesi böyle bir eylem için cebir ve şiddetin varlığını arıyor. Kişinin “güç veya şiddet” kullanıp kullanmadığına, delil olup olmadığına ya da böylesi suç oluşturan davranışları desteklediği konusunda delil bulunup bulunmadığına bakıyor.

İddiaya göre neler suç sayılmıştır? İddianameye konu olayların birbiriyle bağlantısı yoktur. Bir kısmının Gezi olayları ile ilgisi bulunmamaktadır. Anayasa’dan kaynaklanan bir hakkın kullanımına ilişkin örneğin Gezi olayları hakkında kitap çıkarma girişiminde bulunma, dernek kurma, internet sitesi açma, dernek faaliyetleri için fon arayışı, dernek faaliyetlerine katılma, toplantı düzenleme gibi faaliyetlerin “şiddet içermeyen faaliyetler olduğu” Anayasa Mahkemesinin tespitidir.

AYM’ye göre; “60. Savcılık; başvurucunun da dâhil olduğu şüphelilerin Gezi olaylarını organize ettikleri gerekçesiyle Türkiye genelinde gerçekleşen mala zarar verme, nitelikli mala zarar verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme, nitelikli yağma, nitelikli yaralama, 2863 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından da dolaylı fail olarak sorumlu olduklarını iddia etmiştir. Ancak söz konusu eylemler ile başvurucu arasında bir illiyet (AS: nedensellik) bağı olduğu ortaya konulamamıştır.”

O halde somut olayda tutuklama kararı verebilmek için ileri sürülen suçlamalar soyuttur ve suç işlendiğine dair kuvvetli belirti yoktur. Anayasa Mahkemesi; suçun sadece katalog suçlardan olması veya sadece atılı suçun yasada öngörülen cezasının alt ve üst sınırına dayanılarak tutuklama kararı verilmesini yeterli görmemektedir. Asıl Anayasanın 19 uncu maddesine ve Ceza Muhakemesi Kanununun 100. maddesindeki koşulların örneğin kaçma şüphesi, delillerin karartılması gibi şartların var olmasını ve bu hususların ancak kuvvetli şüphe oluşturması hâlinde tutuklama kararı verilebileceğini belirtmektedir.

Başvurucu Gezi olaylarından ve 2013 yılında başlatılan ceza soruşturmasından 5 yılı aşkın bir süre sonra tutuklanmıştır. Bu süre zarfında başvurucunun kaçma girişiminde bulunduğuna yönelik bir olgu tespit edilememiştir.

AYM’nin Gezi Olayları davasındaki bir başka tespiti hem başvurucu açısından ve hem de bu davanın diğer sanıkları açısından önemli. Başvurucunun tutuklanmasına dayanak oluşturan delillerin tamamının 2013 yılına ait olduğu ve bu tarihte toplandığı halde; “bu soruşturmanın seyrini değiştirebilecek önemli yeni deliller topladıklarını gösteren herhangi bir bilginin dava dosyasında bulunmadığı” görüldüğüne göre; başvurucunun delilleri karartma şüphesinin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Ayrıca neden beş yıl sonra dava açıldığı izah edilememiştir.

Anayasa Mahkemesi suç tarihi ile tutuklama tarihi arasında önemli zaman diliminin bulunduğu durumları sorguluyor… Anayasa Mahkemesinin ilk örneği Erdem Gül ve Can Dündar ([GK], B. No: 2015/18567, 25/2/2016) kararıdır. Bu davanın başvurucuları hakkında soruşturma başlatıldığının kamuoyuna duyurulmasından sonra tutuklama tedbirinin uygulandığı tarihe kadar geçen yaklaşık altı aylık sürede soruşturma makamlarının suça konu edilen haberler dışında hangi delile ulaşıldığının ve dolayısıyla tutuklama tedbirinin uygulanmasının neden gerekli olduğunun somut olayın özelliklerinden ve tutuklama kararının gerekçelerinden anlaşılmaması hususu; başvurucuların kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği sonucuna varılırken “suç tarihi ile tutuklama tarihi arasındaki zaman” dikkate alınan olgulardan birisidir.

Eren Erdem (B. No: 2019/9120, 9/6/2020) kararında da başvurucunun suça konu olayların yaşandığı tarihten dört yıl kadar sonra -yeni bir olguya ulaşılmadan- tutuklanması ölçüsüzdür…A.C. (B. No: 2016/64868, 27/2/2020) kararında başvurucunun hakkında soruşturma başlatılmasından yaklaşık iki yıl sonra tutuklanması ölçüsüzdür…

Anayasa Mahkemesi  2013 yılından sonra olanları sorguluyor.

Önce Gezi olayları ile ilgili olarak 2013 yılında aralarında başvurucunun da bulunduğu şüpheliler hakkında 2013/1120 sayılı soruşturma başlatıldığı ve 2013/1120 sayılı soruşturma kapsamında başvurucu hakkında birçok iletişimin tespiti ve fiziki takip kararı verildiğine değiniliyor. Ancak daha sonra bu soruşturma 2014/40852 sayılı birçok başka şüphelinin olduğu soruşturma dosyası üzerinden yürütülmeye devam ediliyor…

Sonuçta AYM tarafından yapılan tespite göre; “Savcılık tarafından düzenlenen 9/2/2019 tarihli iddianamedeki delillerin ilk soruşturma dosyasındaki deliller olduğu anlaşılmaktadırBu deliller soruşturma makamlarının elinde olmasına rağmen başvurucu bu ilk soruşturmadan 5 yılı aşkın bir süre sonra 17/11/2018 tarihinde tutuklanmıştır. Başvurucunun bu eylemlerin üzerinden 5 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra tutuklanmasının neden gerekli olduğu, somut olayın özelliklerinden ve tutuklama kararının gerekçelerinden anlaşılamamaktadır (benzer değerlendirmeler için bkz. Erdem Gül ve Can Dündar, §§ 79-81).”

Tutuklamanın neden gerekli olduğu anlaşılamadığına göre; başka durumlarla ilgili olarak anlaşılamayan başka sorulara geçelim…

Bir soru; 2013 yılındaki soruşturmada elde edilmiş olan delillere dayanılarak bir ceza davası açılmış olmasına ve yargılanan sanıklar hakkında Gezi Olayları nedeniyle İstanbul Asliye Ceza Mahkemesinde beraat kararı verilmiş olduğu halde; aynı delilerden hareketle neden 2019 yılında yeniden ikinci bir ceza davası açılmıştır?

Başka bir soru; 2013 yılındaki soruşturmada elde edilmiş olan delillere dayanılarak 2019 yılında bir kısım sanıklar hakkında gezi olayları nedeniyle hükümeti devirmeye kalkışmak iddiasıyla yeniden açılan ceza davasında yargılanan sanıklar hakkında beraat kararı verildiğine göre; “yeniden kıymetlendirme” adlı soruşturmaya dahil diğer kişiler için herhangi bir karar verilmeden beklenerek beş yıl sonra 2024 yılında üçüncü bir başka ceza davası mı açılacaktır ve/ya açılabilir mi?

Yeniden gözaltı, yeniden tutuklama yaşanır mı?

Başka bir soru; barışçıl toplantıların suç olmadığı Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ortada durup dururken 2019 yılındaki suçlamadan beş yıl sonra Geziye katılanlar hakkında daha önce beraat etmiş olsalar bile; cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs suçunun işlendiği iddiasıyla ilgili bir ceza davası ile karşılaşılabilir mi?

2019 Mayıs ayıdan bu yana geçen sürede yargıda reform dedikleri güvenilir ve ulaşılabilir adaletin öğretilerine göre Anayasa Mahkemesi kararları ile AİHM kararları tanınmadığı için hayatımız sorularla geçiyor.

Bir başka soru; kişilerin yaşam tarzından, kültürlerinden, dünya görüşlerinden, felsefi ve siyasal görüşlerinden dolayı düzene uygun düşünmedikleri için haklarında ceza davası açılarak yargılanmalarına olanak sağlayan bir hukuki düzen olabilir mi?

Olur mu olmaz mı bugünden bilinmez ama yeniden “hukuk reformu/yargıda reform” denilmeye başlanması endişe veriyor. Anayasa Mahkemesi kararından sonra insanın aklına bu tür sorular geliyor…(Fİ/RT)

IŞIK

IŞIK

Suay Karaman 

Ülkemizde 27 Mayıs 1960 Devrimi ile getirilen 1961 Anayasası ile ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Türk demokrasi tarihinin en önemli kurumları arasında olan Anayasa Mahkemesi’nin görevi yasaların ve TBMM içtüzüklerinin (AS: ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin) anayasaya uygunluğunu denetlemek ve Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmaktır. Demokrasiye darbe denilen 27 Mayıs 1960 İhtilali öncesinde Anayasa Mahkemesi olsaydı, adından başka hiçbir şeyi demokrat olmayan Demokrat Parti’nin demokrasi dışı tutum ve davranışları önlenebilirdi.

Seçimle işbaşına gelen kimi siyasetçiler, kendilerini anayasanın ve yasaların üzerinde görerek istediklerini yapmaktadırlar. Böyle siyasetçiler demokratik seçimleri kullanarak faşizmi getirmişler, hatta kimisi “ileri demokrasi” diyerek, ileri faşizmi yaratmışlardır. Bunun pek çok örneğini tarihte de günümüzde de görmek olanaklıdır.

Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi, karayollarında gösteri ve yürüyüş yapmanın yasaklanmasının, anayasaya, temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine İçişleri Bakanı da Anayasa Mahkemesi Başkanı için; “madem böyle bir karar verildi, öyleyse işe resmi araba ile değil, bisikletle gitsin” gibi konuyla ilgisi ve amacı belli olmayan bir açıklama yapmıştır. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Engin Yıldırım ise sosyal medyada bisikletini göstermişti.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’na ilişkin verdiği hak ihlali kararını tanımaması, hukuksal çürümemizin gözler önüne serilmesidir. Anayasanın 153. maddesinde “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” yazmasına karşın, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı ilginçtir. Anayasa Mahkemesi rejimi koruduğu için, yalnızca bütün mahkemeler değil, bütün devlet kurumları Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymak zorundadırlar. Bu karar üzerine, Prof. Dr. Engin Yıldırım yine sosyal medyada “ışıklarımız yanıyor” diyerek Anayasa Mahkemesi binasının resmini (AS: fotoğrafını) paylaştı. Ardından İçişleri Bakanlığı da sosyal medyada, Bakanlık binasının resmini (AS: fotoğrafını)ışıklarımız hiç sönmüyor” diye paylaştı ve yeni bir tartışma ortamı yaratıldı. Yıllardır devletin ciddiyeti bitirildiği için, ortalık toz dumandır. Anayasa Mahkemesi üyesinin yaptığı yanlış olduğu gibi, İçişleri Bakanlığı’nın tüzel kişiliği kullanılarak mesaj atılması da onaylanamaz.

Anayasa Mahkemesi’nin ışıkları yanıyormuş, İçişleri Bakanlığı’nın ışıkları hiç sönmüyormuş.

Bu tablonun sorumlusunu hepimiz biliyoruz; 12 Eylül 2010 yılında ve mühürsüz oyları geçerli sayarak 16 Nisan 2017 halkoylamalarında anayasa değişikliğini yapanlar ve bu değişikliği destekleyenlerdir. Böylece yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu siyasetçilerin emrine verilmiş ve yetkileri sınırlandırılmıştır. Aynı dönemde Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nda Adalet Bakanı ile bürokratların ağırlığı artırılarak (AS: böyle bir şey yapılmadı; Bakan ve 1 yardımcısı HSK üyesi), siyasi iktidarın istemediği kararları veren yargıçların görev yerleri anında değiştirilmeye başlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi üyesinin sosyal medyadaki olay yaratan paylaşımı Anayasa Mahkemesi’ni değiştirmek ya da ortadan kaldırmak isteyenlerin çok işine geldi; AKP ve MHP bir anda Anayasa Mahkemesi’ne saldırmaya başladılar. Toplumun algısı bu yöne çevrilince, adalet, hukuk, yargı, hak ve özgürlükler unutuldu. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın tartışılması bile engellendi.

Ülkemizdeki hukuk dışı uygulamalar için iki örnek yeterlidir: Anayasa Mahkemesi’nin 30 Temmuz 2008 tarihinde verdiği karara göre, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu belgelenen ve hazine yardımı (AS: yarı oranında) kesilen AKP, anayasaya aykırı olmasına karşın laik cumhuriyeti yönetmeye devam etmiştir. AKP Genel Başkanı 28 Ocak 2016’da Anayasa Mahkemesi’nin kararını beğenmemiş ve şunları söylemişti:

  • “Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım, o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum.”

Görevine başlarken anayasaya bağlı kalacağına dair yemin edenler böyle davranınca, ülkede hukuk da kalmaz, bağımsız yargı da kalmaz, demokrasi de kalmaz. Bugün yaşadığımız durum açıkça bir sivil darbedir.

  • Hukukun üstüne ampul takılarak, hukukun üstünlüğü yok edildi.

Muhalefet partileri tepkisiz, demokratik kitle örgütleri suskun; bu sivil darbe sürecini film gibi izliyorlar. Her önümüze çıkan ışık yakıyor ama ülkemiz karanlıktan kurtulamıyor. Bizleri çağdaşlaşmaya ulaştıracak hiç sönmeyen ışığımız var. Hepimiz için yaşam kaynağı olan, Atatürk’ümüzün sönmeyen ışığı, bizleri dün olduğu gibi, bugün de, yarın da aydınlatacaktır. Yeter ki bu ışıktan yararlanmayı öğrenelim.

İZMİR/GAZİEMİR’DE YAŞANAN NÜKLEER ATIK SKANDALINA İLİŞKİN ANAYASA MAHKEMESİ KARARI

İZMİR/GAZİEMİR’DE YAŞANAN NÜKLEER ATIK SKANDALINA İLİŞKİN ANAYASA MAHKEMESİ KARARI; RUSYA’YA NÜKLEER SANTRAL YAPTIRMAYA KARARLI MISINIZ?

Anayasa Mahkemesi 2. Bölüm’ün 26 Şubat 2020 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 28 Ocak 2020 tarihli kararıyla; İzmir, Gaziemir’de bulunan bir kurşun fabrikasının bahçesine gömülen nükleer/tehlikeli atıkların bertaraf edilmemesi nedeniyle fabrika sahibi olan şirkete kesilen 5 milyon liralık idari para cezasına karşı yapılan bireysel başvuru, oybirliğiyle reddedildi.

Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu

Oldukça uzun bir geçmişi olan ve son günlerde yaşadığımız olaylarla “güvenilir ülke” kategorisinde olmadığını ortaya koyan Rusya’ya yaptırmaya niyetlendiğimiz nükleer santralin potansiyel risklerini ciddi bir şekilde ortaya koyan bu süreci anımsamakta yarar var.

Kurşun Fabrikasına Nükleer Atık Gömme Faaliyetinin Cezasız Bırakılması

Gaziemir’de bulunan kurşun fabrikası tarafından, kendi arazisine atık gömüldüğü ihbarı üzerine 2007 yılında yapılan denetimlerle, tehlikeli atıkların fabrika bahçesine gömüldüğü tespit edilerek şirkete 321 bin lira idari para cezası kesilirken, “çevreyi kasten kirletme” suçlamasıyla idare tarafından yapılan suç duyurusu üzerine de şirket yetkilisi hakkında 2008 yılında kamu davası açılmıştır.

Şirket tarafından, idari para cezasının iptali için idare mahkemesinde açılan dava İzmir 2. İdare Mahkemesince; yapılan kazılarda atıklara rastlandığı ve bu atıkların tehlikeli atık niteliğinde olduğunun belirlendiği gerekçesiyle reddedilmiştir. Yanı sıra, İzmir 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından şirket yetkilisine “çevrenin kasten kirletilmesi” nedeniyle önce hapis cezası verilmişse de, karar Yargıtay tarafından bozulur.

Bozma kararı sonrasında, İzmir 3. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 01.07.2015 tarihli karar ile mahkumiyete yeter, kesin, net ve inandırıcı kanıt olmadığı için beraat kararı verilir. Ve ne yazık ki, 2008 yılında başlayan ceza yargılaması, Yargıtay’ın 02.05.2017 tarihli kararı ile zamanaşımı nedeniyle düşürülür. Yani, İzmir’de, bir şirketin arazisine gömdüğü ve bugün bile olumsuz etkilerini sürdüren nükleer/tehlikeli atıklar için cezai açıdan kimsenin sorumluluğu “bulunamaz”.

Süreci daha da hazin duruma getiren ise, 2007’de belirlenen nükleer/tehlikeli atıklarla ilgili olarak 2013 yılında bir kez daha analiz/inceleme yapılması ve bilirkişi raporu ile işletme arazisindeki

  • tehlikeli atıkların bertarafının sağlanmadığı ve çevredeki su kuyularının yüksek oranda ağır metaller içerdiğinin

ortaya konulmasıdır. İlk saptamanın üzerinden altı yıl geçmiş olmasına karşın, neredeyse hiçbir işlem yapılmamıştır!

Şirkete Nükleer Atıkları Bertaraf Etmemekten Verilen Para Cezasına AYM’den Onay

2013 yılında yapılan saptama üzerine şirkete, bu kez en üst sınırdan, 5.079.900,00 TL idari para cezası uygulanır. Şirket idare mahkemesinde dava açsa da, Mahkeme; para cezasının “atıkların bertaraf edilmemesi nedeniyle verildiği ve durumun sabit olması” karşısında, davayı reddeder. Şirketin temyiz ve karar düzeltme başvurularının da Danıştay 14. Dairesi tarafından reddi sonrasında bu kez Anayasa Mahkemesine, mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuru yapılır.

Başvuruyu değerlendiren Anayasa Mahkemesiçevreyi koruma amacıyla yapılan bir yasal düzenlemeye dayalı olarak verilen idari para cezasında kamu yararına aykırılık bulunmadığı, tehlikeli atıkların bertaraf edilmesinin çevrenin korunması ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı açısından büyük önem arz ettiği, devletin idari para cezalarının düzenlenmesi ve uygulanmasında geniş bir takdir yetkisinin olduğu, somut olayda kamu makamlarının özensiz bir tutum ve davranışının söz konusu olmadığı, saptamalarını yaparak, bireysel başvuruyu reddetmiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin çevrenin korunması süreçlerinde idarenin yaptırım yetkilerini onaylayan ve destekleyen bu kararı ile ortaya çıkan bir dizi sonucu değerlendirmemiz gerekmektedir. Başvuru yapan şirket, atıkların bertarafından tek sorumlunun kendisi olmadığını, bu atıkları bertaraf etmenin hukuken ve fiilen mümkün olmadığını ileri sürmüştür ki, bu itiraz kayda geçmelidir.

Nükleer Santrallerin Çözümsüz Atık Sorunu ve Rusya Sorunu

  • Nükleer santraller ile ilgili en önemli sorun, ortaya çıkan nükleer atıkların bertarafıdır.
  • Nükleer atıkları güvenli bir şekilde bertaraf bugün için mümkün değildir.
  • Binlerce yıl boyunca radyasyon yaymaya devam eden nükleer atıklarla ilgili çalışmalar devam etmektedir.

Gaziemir olayında daha da düşündürücü olan ise, bu konuda mevzuat bile olmayan bir dönemde ülkemizde nükleer atık bulunması gerçeğidir. Başvurucu şirketin, bertaraf ile ilgili anılan dönemde düzenleme olmadığı itirazı idarenin nükleer atıklarla ilgili hazırlıksızlığını ve hizmet kusurunu ortaya koymuştur.

Tam da bu noktada, Mersin, Akkuyu’da, “güvenilir ülke” kategorisinde görmemizin mümkün olmadığı Rusya’ya nükleer santral kurdurulmak istenmesini nasıl yorumlamak gerekir? Çok stratejik noktadaki bir alanın, niyet ve davranışlarının ne anlama geldiğini ciddiyetle idrak ettiğimiz bu günlerde Rusya’ya terk edilmesi, ileride ne gibi büyük sıkıntılar yaşayabileceğimiz konusunda bize bir öngörü vermiyor mu? Kendi ülkesinde, kendi yurttaşlarının can ve mal güvenliği konusunda gerekli duyarlığı göstermekten uzak, totaliter bir yönetimin, bizim ülkemizde, bizim topraklarımıza, suyumuza ve insanımıza zarar vermeyeceğinin güvencesi ne olacaktır?

Daha da ötesinde; ülkemiz siber güvenliği açısından kritik altyapı konumunda olması kaçınılmaz olan nükleer bir faaliyetin yürütümünde, siber saldırılarla başta ABD’deki seçimlere müdahale olmak üzere pek çok sürece müdahale etmek gibi bir pratiği olan, dijital dünyayı bir savaş alanı olarak görüp tanımlayan Rusya’nın ortak seçilmesi, akıllıca mıdır?

Bu soruları sormamız, yanıtlarını da kararlılıkla aramamız gereken bir zamandayız.